SOYUT TOPLUM
ANTON ZİJDERVELD
Kültürel Analiz İçin Duyulan Gereksinim
İnsan, hayır diyebilme yeteneğine sahip olan bir varlık olarak karakterize edilmiştir.
Kendi dünyasının sınırları içinde kendisini hapsetmiş bulunan hayvanlardan farklı olarak insan; vücudunu, beynini, fiziksel çevresini ve doğruluğu düşünülmeden kabul edilmiş gelenekleri değiştirme arzusunda olan bir varlıktır.
İnsanın bu devrimci veya isyancı görünümü, modern insanın uzlaşma yeteneği üzerine yapılmış olan çoğu sosyolojik gözlemden büyük ölçüde farklıdır. Bizi belli kalıplar
içerisine dökmeye, bu yolda biçimlendirmeye çalışan teknolojik ve endüstriyel bir toplum içerisinde yaşamaktayız .
Memur, uzman ya da büroda çalışan herhangi bir kimse kendilerini sistemlerinin
kurallarına ve normlarına uymaya, bunlara riayet etmeye mecbur hisseder. Son derece katı ve hiyerarşik bir ortam içerisinde üretirler, birbirleriyle rekabet ederler. Bu rekabet ve hiyerarşi nedeniyle de isyan etme gücünü kendilerinde pek zor bulurlar. Bunun
içindir ki yumuşak başlı olma ve içinde bulunduğu koşullara uyum sağlama özellikleri, mevcut durumu protesto edip isyana kalkışan insan olma özelliklerinden çok daha ağır basar modern insan için.
1960’lı yıllarda endüstri toplumlarında ortaya çıkan protesto
hareketlerine sosyologlar göz attıklarında modern inşanın yumuşak başlılığının ve üzerlerine empoze edilen durumlara uyum sağlama yolundaki eğiliminin sınırlı olduğunu kabul edeceklerdir. 'İnsanın, bir
başkası tarafından belirli kalıplara dökülmesi’ hususundaki rızası sınırlıdır ve gün gelir sosyo-kültürel çevresine ‘hayır’ demesi kaçınılmaz olur. Bu gerçekle karşılaşan sosyolog; insanın toplum içerisindeki yerini,
objektifliğini, kurumlar dünyası ile ilişkisini, kendi elleriyle inşa edip
dostları ile birlikte sürdürme arzusunda olduğu sosyo-kültürel bir realite içerisinde arayıp durmakta olduğu anlam ve özgürlüğü ile ilgili bazı
temel felsefi 've sosyolojik soruları sorma durumunda kalır.
Modern insanın; psikoloji, sosyoloji, kültür, politika ve ekonomi açısından son derece karmaşık soyut yapılar tarafından sürekli olarak biçimlendirilmekte olduğu gerçeğini açıkça görülür. Sürekli olarak bireyden bir şeyler talep eden bu topluma ve
yabancılaştırıcı kuvvetlerine karşı sürekli bir protesto hareketi izlenmektedir.
Toplumun bireyi biçimlendirme arzusu ve buna karşı gösterilen protesto hareketlerinin oluşturduğu paradoks, altmışlı yıllarda ortaya çıkan eylemleri karakterize ettiği gibi muhtemelen varlığını gelecek bir kaç on sene içerisinde de sürdürmeye devam edecektir.
Üzerinde konuşulacak bir başka husus daha vardır. Bugün, toplumun temel problemi, demokrasiye karşı totalitarizm ikilemi ile belirlenmiş değildir. Veya coğrafya terimleri ile konuşursak Batı'ya karşı Doğu ikilemi söz konusu değildir. Bu geleneksel bölünme ve çatışma çizgileri, milliyetçiliğin ve etnosentirisizmin geleneksel formları tarafından oluşturulmaktadır. Esas bölünme çizgileri fakirliğe karşı zenginlik ekonomik ikilemi , endüstri toplumu ve endüstri toplumunun kontrol güçleri ve hiyerarşik gücüne karşı bireyin sosyal ikileminden kaynaklanmaktadır.
Teorik Sahne
İnsan, ikili bir yaratıktır. Kendi varlığına özgü özellikleri ile o, bir benzeri bulunmayan bir bireydir. Kendisine özgü düşünceleri ve duyguları; kendi tutkuları, endişeleri ve yalnızlıkları ile örülü bir dünyası; kendisine has bir realite anlayışı ve nihayet bir vücudu vardır.
Geçmişin içinde, bulunulan anın ve geleceğin zaman yapıları içerisinde yüzüp durmuş olan, yüzüp duracak olan bir bireyin yaşamı, başka hiçbir bireyin yaşamının aynı değildir.
Fakat aynı zamanda insan, bir yapının elemanı, mensubu bulunduğu
toplumun kurallarına ve desenlerine göre düşünmeye ve hareket etmeye zorlanan, çok önceden tanımlanmış olan sosyal rolleri üslenmesi
kaçınılmaz olan bir sosyal varlıktır
Oldukça basit gibi görülen bu ifadenin kapsamında toplum içerisine bireyin var oluş problemlerinin yanı sıra bireyin sosyal yaşamını analiz etmeye çalışan sosyal bilimlerin teorik yapısının özü bulunmaktadır.
İnsanı sosyal belirsizliğini keşfedenler modern sosyologlar değildir. İnsanın sosyal
yaşamının rasyonel bir açıklamasını mümkün kılan sosyal bilimlerin inşa edilmesinden çok önceleri, insanın başlı başına bir yaratık olmanın yanı sıra sosyal faaliyetleri tahmin edilebilir, özgür fakat toplum tarafından koşullandırılmış, bir üretici ve bir sosyal ürün, yaratan ve rol yapan bir varlık olması gerçeği, pek çok düşünürün insan denen realite hakkında ayrı ayrı ve uzun uzun düşünmelerine neden olmuştur.
Bireyin kendisini kendi sosyal evreninin bir mirasçısı olarak düşünmesi durumunda belirsizlik kavramının ortaya çıkması bir hayli güç olmuştur. Totemistik kabileler, eski Yunan polisleri veya feodal Avrupa; bireyin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu
düşündüğü tüm birimleri kanatlarının altında toplayabiliyordu. Ne zaman ki bu organik birimler çöktü, bütünlük parçalandı, işte o zaman insan kendi kişiliğinin ve kendisinin başkalarına benzemediğinin farkına vardı.
Sonuçta insanın ikili doğası ile ilgilenen felsefi teorilerin ortaya çıkması kaçınılmaz oldu.
İnsanın subje ve obje olarak bu antropolojik ikileminin, kendi başına tek bir birey ve sosyal bir varlık olma gerçeğinin Batı Medeniyeti içerisinde ilk farkına varanlardan birinin Martin Luther olması şaşırtıcı değildir.
Martin Luther aynı zamanda, insanın gerçek varlığının sübjektif ve objektif yanlarıyla bir arada düşünülmesi gerçeğini ilk kez görüp ifade edenler arasındadır. Bu gerçek
günümüzün modern dünyasına kadar varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Doğal olarak Luther, insanın ikili doğasına ait teorisini kendi döneminin teoloji çerçevesinde tartışmıştır.
Luther, kendi toplumu söz konusu iken iki ayrı dünyadan ve üç ayrı durumdan söz etmiştir.
Orta Çağ yaşamının üç ayrı dünyasını tertip ve teşkil eden aile, kilise ve devlet, aynı zamanda, dünyevi ve uhrevi kısımları birbirlerinden ayıran sınırı da belirliyordu. Bunun anlamı; bireyi aile içerisinde olduğu kadar, kilisenin ve devletin bünyesi içerisinde de
resmen koşullandırılmış bir kişi olarak dünyevi rollerini oynarken aynı zamanda dünyevi ve uhrevi alemi yöneten Tanrıdan başka hiç kimseye bağlı olmaksızın özgür bir kimse olarak yaşamını sürdürmesidir.
Soyut Toplum
Modern endüstri ve bürokrasi toplumunda insanın ne olduğu sorusunu sormak gerekir. Çağdaş topluma homo duplex teoremini ( aynı beden içinde düşünen iki ayrı irade anlamına gelir) uyguladığımız zaman olayların, varlıkların ve değerlerin nasıl bir görüntü vereceklerini görmek gerekir.
İki ana problem vardır. Homo duplex teoreminin tuttuğu ışığın altında, önce, çağdaş toplumun doğasının ne olduğunu ve modern insanı ve modern insanın bilincini nasıl etkilediğini tespit etmeliyiz. Bu ise endüstri toplumunun tarihi ve mukayeseli bir analizini gerektirir.
Modern Toplum esas itibariyle soyut bir toplum olup kişinin kişiliğinden haberdar olması;
anlam, realite ve özgürlük kavramlarını kavrayabilmesi hususunda kişiye yardımcı olma
yeteneğini de giderek yitirmektedir. Toplumun bu soyut yapısının varlık nedeni, çoğulculuğudur.
Bir başka deyişle kurumsal yapısının aşırı derecede parçalanmış bulunmasıdır.
Kabile toplumları ve bu toplumların totaliter yönetimlerle veya orta çağ toplumunun oldukça üniform anlam yapısıyla kıyaslandığında modern toplumun olağanüstü derecede çoğulcu olduğu görülür. Bu çoğulcu olma vasfının bir sonucu olarak, modern toplum mevcut bütünlüğünün
büyük bir kısmını kaybetmiştir.
Modern toplumun soyut yapısı, soyut resim ve heykel, elektronik müzik gibi modern kültür faaliyetlerinin şahsında yeterli derecede açık seçik bir biçimde ifadesini bulmuştur
Kişilikler arası ilişkiler söz konusu olduğunda da, çağdaş toplumun soyut yapısı, modernlik öncesi toplumlardaki yüz yüze ilişkilerin yerini, sosyal konumlarının rollerini ifa etmekte bulunan resmi görevliler arasındaki ilişkilere bırakmak suretiyle kendisini gösterir.
Her toplum, bir bakıma, kendi doğasının kaçınılmaz bir sonucu olarak
soyut olduğu içindir ki modern toplumun giderek soyutlaşmış olduğunu
söylemek, böyle bir iddia ileri sürmek anlamsız olacaktır.
Toplumun, sayısız insanın aksiyonları ve reaksiyonlarından oluşan bir kavramdan başka bir şey olmadığı hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Bu haliyle de, diğer kavramlarda olduğu gibi, toplum kavramının da genel ve soyut olma özellikleri vardır.
Ayrıca, toplum diye adlandırılan aksiyonların, yani karşılıklı aksiyonların bizzat kendilerinin formalistik, dolayısıyla da soyut olduğu unutulmamalıdır.
Toplum, bazı davranış biçimlerine bizim verdiğimiz isim olup, biçim, form olmaları nedeniyle bunlar doğal olarak soyutturlar. George Simmell'in formalistik sosyolojisi bu noktaya büyük ölçüde açıklık getirmiştir.
Toplumu yaşamayan modern insan, toplumu tuhaf bir olay olarak karşılama
durumunda kaldı. Bu toplum gerçekçiliğini ve anlamını büyük ölçüde yitirdi ve insan özgürlüğüne sahip olma fonksiyonunu gerçekleştirme hususunda hiç de yetenekli olarak gözükmedi. Sonuçta da çoğu modern insan toplumun kurumlarına yüz çevirdi ve anlam, realite ve özgürlüğü başka yerlerde aramaya başladı.
‘ Soyut Toplum’ kavramını kısaca şu şekilde tanımlayabiliriz: modern toplum;
insanın yaşamında ve bilincinde cebri kontrol güçleri söz konusu iken son
derece katı olmasına karşın, modern insan bu cebri kontrol kuvvetlerini kontrol altında tutup anlamsız ve tutarsız olma duygularından kendisini korumaya
çalıştığında, söz konusu kuvvetlerin bir anda buharlaşıp anlam realite ve özgürlük kaybına dönüştüğüne şahit olur.
Sosyal mesafeler de benzeri soyutlamalara ne den olurlar. Hatta bugün bile sosyo-politik ve sosyoekonomik merdivenin en tepesinde yer alan meşhur
‘seçkinlerin gücü’ imaj tacirleri tarafından inşa olunmuş bulunan soyut imajlardan başka bir şey değildir. Örneğin dünyamızın önde gelen
politikacılarının, hayal alemimizde günlük yaşamın somut realitelerinden soyutlanmış bir yerlerinin bulunduğu gerçeği vardır. İşin aslında bunlar televizyonlarımızın ekranında izlediğimiz resimlerden, Beyaz Saray gibi binaların etrafında dönüp dolaşan insanlardan başka varlıklar değildirler.
Tabiatıyla, sosyal mesafelerin artmasına paralel olarak soyutlama olgusu da artacaktır.
Beyaz Saray, sadece başkanın oturduğu bir konut olmaktan çok milli bir semboldür veya Hegel'in sözleriyle ifade edecek olursak; başkanlığı, hükümeti ve nihayet tüm ülkeyi temsil eden bir fikirdir, bir ideadir. Bu ise metafiziksel ve mitolojik özelliklerle yüklü bir
soyutlanmadır. Beyaz Sarayın sözü edilirken genellikle izlenen yola dikkat edelim. Bir insan gibi düşünüp konuşabilir. Gazete başlıklarına bakarsak söylenenler daha da bir açıklık
kazanacaktır: ‘Beyaz Saraydan hiç bir yorum elde edilemedi’ veya ‘Beyaz Saray şu açıklamayı yaptı’ Bu özel soyutlamanın bir başka boyutu da, Beyaz Saray'da oturan kimsenin bir süper soyutlama olarak görülmesidir.
O içimizden biri olarak içimizden birinin sahip olduğu geçmişin bir benzerine sahip olan kimse değil de, bir Başkan, inanılmaz güçlere sahip olan bir makamı eline geçirmiş bulunan kimse, en çok göze batan ve en anonim olan rolü oynayan kimse olarak düşünülüp
değerlendirilir. Bu soyutlama, başkanların isimleriyle değil de isimlerinin ilk harfleriyle anılmaları şeklinde de kendini gösterir. İnsanın ismi kişiliğini kapsar, oysa ismin harfleri kullanılacak olursa, bu kişilik soyut ve anonim bir paket içerisine sokulmuş olur. Başkan FDB, ya da Başkan LBJ gibi.