İSLAMİYETİN KABULÜ
SONRASI
YAZILAN İLK
ESERLER
Müslümanlığı kabul eden Türkler, elbette bu dîne mensûbiyetten sonra, sâdece askerî bakımdan hizmet etmekle kalmamışlar; siyâsî, idârî, ilmî ve kültürel alanlarda da varlık göstermişlerdir. Araplar ve İranlılar tarafından başlatılmış olan İslâm ilim ve kültürüne, o dinin mensubu olduktan sonra Türkler de katkı yapmışlar, o alanlarda da varlık göstermişler ve gelişmeler elde etmişlerdir. Abdullah b. Mübârek el-Mervezî et-Türkî (öl. : 797), Muhammed b. Yûsuf el-Firyâbî (öl. : 827), Muhammed b. Mûsâ elHârizmî, Abdülhamîd b. Türk (IX. Yüzyıl), Ebû İshâk İbrâhîm b. elAbbâs b. Muhammed b.
Sûl-Tekin (öl. : 857), Ahmed b. Muhammed b. Kesîr el-Fergânî (IX. Yüzyıl), Ebûl- Kâsım Abdullah b. Amâcûr, Ebû Nasr Muhammed el-Fârâbî (öl. : 950), İshâk b.
İbrâhîm el-Fârâbî (öl. : 961), İsmâîl Hammâd el-Cevherî (öl. : 1003), İbn-i
Süreyc, İbn-i Sînâ (öl. : 1037), Ebû Bekir eş-Şâşî (XI. Yüzyıl), el-Bîrûnî (öl. :
1061), İbn-i Türk el-Cîlî gibi isimler, henüz Müslüman Türk devletlerinin
kurulmadığı dönemde Emevî ve Abbâsî hâkimiyeti altında yetişmiş, eserlerini
Arapça yazmış ve ilim, kültür, müzik ve sanat alanındaki çalışmalarıyla
meşhur olmuş bulunan Türklerdir
Türk vâliler tarafından kurulan Samanoğullarının ilmî ve kültürel faaliyetleriyle ilgili bilgi yoktur. Tolunoğlu Ahmed kendisi ve büyük oğlu Abbâs, hem Türkçe şiirler de söyleyebilen şair, hem de ilim adamı ve şâirleri himaye eden ve destekleyen kimselerdi. İhşidoğulları da ilim adamı ve şâirleri korumuş ve desteklemişlerdir. Bu himaye ve destek sâyesinde ilim adamları rahat
çalışabilmişler ve böylece onların döneminde, hâkim oldukları bölgelerde ilmî
gelişmeler elde edilmiştir. Ancak onların zamânında Türkçe ile ilgili her hangi
bir gelişme olduğuna ve Türkçe şiir söylendiğine dair bilgimiz yoktur.
Bağımsız ilk Türk devletlerinden İdil (Volga) Bulgar Hanlığı’ndaki ilmî, edebî ve kültürel faaliyetlerle ilgili olarak da kaynaklarda bilgi yoktur. Gazneliler ise, ilim ve edebiyata çok büyük önem vermişlerdir. Ancak onların zamânındaki bu faaliyetlerin ürünleri daha çok Arapça ve Farsça dillerinde gerçekleşmiştir. Konuşulan dilin Türkçe olmasına karşılık, resmî dil Arapça’dır. Ayrıca ilmî eserler Arapça, edebî eserler de daha çok Farsça olarak yazılmıştır. Onlar döneminden, sonraki asırlara ulaşmış Türkçe eser bilinmemektedir.
Günümüze kadar da böyle bir eser ortaya çıkmamıştır. Gazneliler döneminden, sonraki asırlara ulaşan meşhur eserler Arapça ve Farsça’dır. Gazneli Mahmûd (998 – 1030) ve oğlu Mes’ûd (1030 – 1040) âlimleri, şâirleri ve sanatçıları himâye etmiş, onları desteklemiş ve saraylarında barındırmışlardır. Hatta Gazne sarayında yüzlerce şairin bulunduğu şeklinde abartılı bulunabilecek rivâyetler bile vardır. Bu şairlerden Minuçehrî ve Ferrûhî’nin Türk oldukları bilinmektedir. Ancak onlar şiirlerini Farsça yazmışlar ve Farsça Dîvân tertip etmişlerdir. Ünlü Firdevsî, Gazne sarayının himâyesinde yetişmiş ve meşhur Şeh-nâme’sini orada yazarak, 1022’de Sultân Mahmûd’a takdîm etmiştir. Meşhûr ilim adamı Bîrûnî de Sultân Mes’ûd’un himâyesinde yetişmiştir. Bunlardan başka Gazne sarayından himâye görerek yetişen birçok ilim, edebiyat ve sanat adamı vardır. Fakat bunların hepsinin eserleri ya Arapça, ya da Farsça’dır; Türkçe eser yazılmamış olmasını düşünmek gerçekçi olmaz, ancak sonraki asırlara böyle bir eser intikâl etmemiştir ve bugün de böyle bir bilgi yoktur
Mâverâünnehir ve Türkistan bölgesinde kurulmuş ilk Müslüman Türk devleti,
Karahanlılar Devleti’dir. Karahanlı Devleti’nin kurulmasıyla, artık epey
zamandır hız kazanmış bulunan Türklerin Müslümanlaşması süreci iyice
hızlanmış; büyük kitlelerin Müslüman olmasıyla Türk tarihinde yeni bir dönem
açılmıştır. Türklerin İslâm medeniyetine katkıları ve Müslüman Türk
medeniyetinin oluşmasının temelleri bu dönemde atılmıştır. Bu zamana kadar
Araplarda ve İran’da İslâmî edebiyat ve kültür oluşmuş durumda idi. Daha
önce de bahsedilmiş olduğu gibi, İslâmî döneme ait Türk edebiyat ve kültürü,
oluşmuş bulunan bu Arap ve özellikle İran edebiyat ve kültürünün etkisinde
gelişmiştir. Bilindiği üzere Türklerin İslâm öncesi dönemlere ait destanları
vardır. İslâmî dönemdeki en önemli ilk edebî faaliyet, meselâ Oğuz Destânı
gibi, İslâm öncesi döneme ait bu destanların İslâmîleştirilmesi olmuştur. Bu
destanlar, yeni intisâb ettikleri dînin esasları, heyecanı ve yaşayış şekli ile,
yeni dînin yayılması ve gelişmesi için mücâdele edenlerin hayâtlarına adapte
edilerek yeni şekillere büründürülmüştür. Bunların yanında, yeni hayatlarının
kahramanlarının macerâları çerçevesinde yeni destanlar da üretilmeye
başlanmıştır. Bunun en tipik örneği Satuk Buğra Han Destânı’dır.
Satuk Buğra Han’ın İslâmiyet’i kabûlü, ailesi, kerâmetleri ve İslâmiyet’in yayılması için gösterdiği gayretler bir destan üslûbuyla anlatılmaya başlanmış ve sonunda da yazılı hâle gelmiştir. Daha sonraları Tezkire-i Satuk Buğra Hân adıyla nüshaları bulunan bu eser, bir menâkıb-nâme tarzında kaleme alınmıştır. Satuk Buğra Han’ın İslâmî kimliğinin destansı bir üslupla halk arasında nasıl algılandığını göstermektedir. Buna göre, Hz.
Muhammed (s.a.s.) mi’râca çıkarken peygamberlerle karşılaşır. Yine bir kişiyle karşılaşıldığında Cebrâil’e bunun hangi peygamber olduğunu sorar. O da, “Bu, peygamber değil, sizin ölümünüzden üç asır sonra sizin dîninizi Türkistan’da yayacak olan kişidir.” diye cevap verir; bunun üzerine Hz. Peygamber sevinir ve yere inince her gün onun için dua eder. Sahâbîler, Peygamber’in her gün duâ ettiği bu kişiyi görmek ister, bunun üzerine kırk atlı ile birlikte Satuk Buğra Han belirir ve böylece onlar da görürler. Kaşgar sultanının oğlu olan Buğra Han doğduğunda yer deprenir, su kaynakları kaybolur, her taraf çiçeklerle bezenir. Bunun üzerine onun Müslüman olacağını anlayan falcılar onu öldürmek ister, annesi Müslüman olduktan sonra öldürmelerini söyleyerek oğlunu kurtarır. On iki yaşında iken çıktığı avda bir tavşanın arkasına takılarak arkadaşlarından uzaklaşır, tavşanı kovalarken tavşan ihtiyar bir adam hâline gelir ve ona dînî nasîhatlarda bulunur; bu Hızır’dır. Babasının ölümü üzerine annesinin kendisiyle evlendiği amcasını Müslüman olmaya davet eder, kabul etmeyince onu öldürerek yerine tahta geçer. Bundan sonra onun esas kahramanlıkları başlamıştır.
Buna benzer İslâmî dönem Türk destanlarından biri de Manas Destânı’dır.
400.000 mısraya ulaşan bu destan da, Karahanlılar döneminde subaşı olarak hizmet etmiş bir kahraman olan Manas’ın ve etrâfındakilerin İslâmiyet ve vatan-millet için yaptıkları kahramanlıkları anlatır (İnan, 1972). Bu destanların en önemli özelliği ilk dönemlerde sözlü bir gelenek olarak nesilden nesile aktarılmış olmalarıdır. Tabiatları gereği destanların ilk ortaya çıkışları sözlüdür;
bu bir müddet bu şekilde devam ettikten sonra yazıya geçirilirler. Bu yazıya geçişe kadar geçen bu dönemde, insanların dilinde farklı şekillere girmiş olmaları ihtimali de vardır. İslâmî döneme ait ilk Türkçe çalışmalardan biri de satırlar arası Kur’an tercümeleridir. Bu konuda son ünitede bilgi verilecektir.
Karahanlılar döneminde yazılıp da sonraki asırlara ve günümüze tam olarak
intikâl eden Türkçe eserler, Türk edebiyatının ilk yazılı kaynakları olan Kutadgu
Bilig, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık’tır. Tam bir nüshası henüz ele
geçirilememiş olmakla beraber, büyük çoğunluğu bulunmuş olan Ahmed-i
Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’ini de burada zikretmek gerekir.
KUTADGU BİLİG
• Kutadgu Bilig’in yazarı Yûsuf Hâs Hâcib’dir. Bu yazar hakkında doğrudan
bilgi veren bir kaynak henüz bulunamamıştır. Onu ancak, eseri okuyuculara
takdim etmek için bazı nüshalara sonradan ilâve edilmiş kısımlardaki bilgiler
sâyesinde tanıyabiliyoruz. Bu bilgilere göre o, asil bir ailenin çocuğu olarak
Balasagun (veya Kuz Ordu)’da doğmuştur. Yüksek fazîletleri, bilgisi, zühd ve
takvâsı ile tanınmış ve çevresinde büyük saygı uyandırmış birisidir. Kutadgu
Bilig’i Balasagun’da yazmaya başlamış, sonra Kaşgar’a giderek orada
tamamlamış ve 451 - 496/1059 - 1103 yılları arasında tahtta bulunmuş olan
Karahanlı Sultânı Tavgaç Kara Buğra Han’a takdîm etmiştir. Sultân onun
kalem gücünü beğenerek iltifât etmiş, yanına almış ve hâs hâciblik görevine
getirmiştir. Bundan dolayı o “Yûsuf Hâs Hâcib” adıyla tanınmıştır.
• Eserinde, 462/1069-70’te tamamladığı bu eseri için on sekiz ay uğraştığını (Arat, 1991) ve yazmağa başladığı zaman elli yaşlarında bulunduğunu, hatta altmışıncı yaşın kendisini beklemekte olduğunu (Arat, 1991, 365, 368 ve 369. beyitler) belirtir. Buna göre 410/1019 yılı civârında doğmuş olmalıdır. Ne zaman öldüğüne dair bir bilgi yoktur. Ancak eserinin ilâve kısmında artık ihtiyarladığını belirterek hayatını insanlara hizmette geçirdiği için Allah’a ibâdette geri kaldığını belirtmektedir ki, bundan onun uzunca bir ömür yaşadığı sonucunu çıkarabiliriz. Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig’de
“kut”u (saâdet, gerçek mutluluk, ikbâl, sürekli esenlik) temsîl eden Aytoldu ile, “ukuş”u (akıl) temsîl eden Ögdülmüş’ün şahıslarında şâirin kendini tasvîr ettiğini kabul eder (1991, XXII). Bu tasvîre göre o, sağlam inançlı bir Müslümandır; Allah’ın varlığına ve birliğine, herhangi bir aklî delîle ihtiyaç duymadan inanır. Onun, diğer konularda da çok sağlam bir inancı vardır:
Kur’ân’da da olduğu gibi, Allah insanı en mükemmel şekilde yaratmış ve ona
birçok fazîlet vermiştir; iyilik olsun ve kötülük olsun her şey Allah’tan gelir,
ancak insan için kendi kazandığı vardır; ibâdetlerini ihmâl etmemesi gerekir,
ama bu da yeterli değildir; iyi insan olabilmek için cemiyet içinde diğer
insanlara karşı davranışlarına ve insanlara faydalı olup olmadığına da
bakmak gerekir.
Kutadgu Bilig’in anlamı: Kut : Saâdet, gerçek mutluluk, ikbâl, sürekli esenlik.
-ad : “Kılmak, yapmak, etmek” anlamı veren, isimden fiil yapma eki. -gu :
“Kılan, yapan, veren” anlamlarında bir sıfat fiil. Bil- : “Bilmek fiilinin kökü. -ig : Fiilden isim yapmak için kullanılan bir ek. Bilig : “Bilgi” kelimesinin Hâkaniye Türkçesi’ndeki karşılığı.
Buna göre, Kutadgu Bilig, “Mutluluk veren bilgi, sürekli esenlik sağlayan bilgi, mutluluk yollarını öğreten bilgi, dünyâ ve âhirette saâdete ulaştıran bilgi”
anlamlarına gelir..
Kutadgu Bilig’in dili, aşağıdaki beyitte de görüldüğü üzere, yazarın kendisi
tarafından herhangi bir sıfat belirtmeden doğrudan “Türkçe” şeklinde takdîm
edilmiş olmakla beraber, Türkçe’nin önemli lehçelerinden biri olan ve
Karahanlıların kullandığı dil olan Hâkâniye Türkçesi ile yazılmıştır. Yukarıda da
belirtildiği üzere, özellikle dînî kavramları ifâde etmek üzere zorunlu olmasına
rağmen, kullanılan Arapça ve Farsça kelime, eserin hacmine göre az
denebilecek sayıdadır.
• Kutadgu Bilig, manzum olarak yazılmıştır. Bu bakımdan, Türk edebiyatının, tam bir kitap olarak günümüze ulaşmış ilk manzum örneği olması bakımından oldukça önemlidir. Ancak o sâdece bu yönüyle önemli olan bir eser değildir. Aynı zamanda bir siyâset-nâmedir, bir nasîhat-nâmedir ve öğretici bir eserdir. Bu bakımdan dil ve edebiyat bakımından olduğu gibi, tarîh, siyaset, sosyoloji ve düşünce tarihi bakımından da önemlidir. Yazıldığı dönemin insanına ve devlet adamlarına, her iki dünyâda tam anlamıyla kutlu olmak için gerekli olan doğru yolu göstermek, yanlışlardan kaçındırmak ve yöneticilikle ilgili bilgiler vermek amacıyla yazılmıştır.
Birbiri ile sıkı bağı olan fert, toplum ve devlet hayâtının ideal bir şekilde tanzîmi için gerekli olan zihniyet, bilgi ve fazîletlerin ne olduğu ve bunların ne şekilde elde edileceği ve nasıl kullanılacağı üzerinde durulmaktadır. O, Allah’a övgü ile başlar, Hz. Peygamber’e övgü ile devam eder. Arkasından “Hulefâ-i Râşidîn” ve “Çâr-ı Yâr-ı Güzîn” olarak anılan ilk dört halîfe, yaz mevsimi ve Tavgaç Buğra Han’a övgü gelmektedir. Bundan sonra, asıl konuya geçene kadar şu başlıklar yer alır : - Yedi gezegen ve on iki burcu, söyler. - İnsanoğlunun değerinin anlayış ve bilgiden geldiğini, söyler. - Dilin fazîletini ve kusurlarını, fayda ve zararlarını, söyler. - Kitap sahibi kendi özrünü, söyler. - İyilik yapma hususunda öğüt, verir. - Bilgi ve anlayışın fazîletini ve faydasını, söyler. - Kitabın adını, tefsîrini ve kendi ihtiyarlığını, söyler. - Bozuk tavır ve hareketler ile bunların zararlarını söyler.
• Kutadgu Bilig’in asıl kısmı dört kişi arasında geçen konuşmalar şeklinde sürer. Bu dört kişi şunlardır: Kün-doğdı (Gündoğdu) : Toplumda en seçkin yeri işgâl eden ve yönetimde en üst makâmın sahibi olan hükümdardır.
Doğru yasayı ve adaleti temsil eder. Adalet, doğruluk, ödül ve cezâ ile ülkeyi yönettiği için, aynı zamanda “düzen”i sağlayan kimsedir.
• Ay-toldı (Aydoldu): Vezirdir. Kutluluğu (mutluluğu) temsil eder.
• Öğdülmiş: Vezîrin oğludur. Aklı ve bilgiyi temsil eder.
• Odgurmış: Vezîrin akrabasıdır. Kendini âhirete adamış zâhit bir kimsedir,
kanâatkarlığı ve âkıbeti temsil eder.
• Konular, karşılıklı konuşma ve yarı hikâye tarzında işlendiği için, çok güzel
bir üslup ile metin içine yerleştirilmiştir. Şâir aslında idealindeki hayat şeklini
ortaya koymayı amaç edinmişse de, çevresinde olup bitenden de habersiz
kalmamış, yaşanılan gerçek hayata da yer vermiştir. Yûsuf Hâs Hâcib,
eserinin aslını, mesnevî nazım şeklinde 6520 beyit olarak yazmış ve bunu
85 bâba ayırmıştır. Bu kısmın aruz kalıbı mütekârib olarak adlandırılan ve
Firdevsî’nin Şeh-nâme’sinin de vezni olan, “feûlün / feûlün / feûlün / feûl ”
şeklindedir. İlk yazılan 6520 beyite sonradan bazı ilâveler yapılmıştır. Bunlar,
sonuna eklenen 3 bâb hâlindeki 125 beyitlik bir bölümdür. Böylece bâb
sayısı 88’e; beyit sayısı 6645’e çıkmıştır
DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK
İslâmî döneme ait olup da sonraki asırlara ve günümüze bir bütün olarak intikâl eden Türk edebiyatı eserlerinin ikincisi Dîvânu Lugâti’t-Türk’tür. Yazılış amacı Araplara Türkçe’yi öğretmek ve Türkçe’nin de en az Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermektir.
Dîvânu Lugâti’t-Türk, eserin mukaddimesinde kendisinin belirttiği üzere, Mahmûd b. Hüseyin b. Muhammed tarafından yazılmıştır. Bu yazar, “Kaşgarlı Mahmud” diye şöhret bulmuştur. Bu şöhreti onun Kaşgarlı olabileceğini akla getirmektedir. Son zamanlarda yapılan yeni araştırmaların sonuçları ortaya çıkana kadar onun doğum yerinin Bergsan olduğu kabul edilirdi. Son zamanlarda özellikle Orta Asya’da yapılan bazı araştırmalar sonucunda, onun, Kaşgar’ın yakınlarında Opal köyünden olma ihtimali de ortaya çıkmıştır.
Kaşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten başka Kitâbu Cevâhiri’n-Nahv fî
Lugâti’t-Türk adlı bir eserinin daha olduğunu kendisi haber verir (Atalay, 1992,
25). Fakat bu eser henüz ortaya çıkmamıştır.
Dîvânu Lugâti’t-Türk, manzum bir eser değildir. İsminden de anlaşılacağı üzere bir sözlüktür; Türkçe kelimelerin Arapça karşılıklarını vermektedir. Bu sözlükte bugün kullanılmayan birçok Türkçe kelime bulunmaktadır. Ayrıca, kelimelerin anlamları açıklanırken kullanılan bilgilerden yazıldığı zamânın kültürünü, sosyal yapısını, medeniyetini, hatta ilmî seviyesini çıkarmak mümkün olmaktadır. Bu bakımdan Türk kültür ve medeniyet tarihi bakımından da oldukça önemlidir. Ayrıca Türk dilinin yapısı ve dilbilgisi kuralları açısından da zengin malzeme bulundurmaktadır; dilin kurallarıyla ilgili önemli şeyler söylenmektedir. Fiillerde ses değişimleri, fiil çekim kuralları, sîgalar açık olarak gösterilmiştir. En önemli bir yön de, bunlarla ilgili örnekler ve tanıklar kullanılmış olmasıdır. Bu örnekler bazan bir cümle, bazan bir beyit veya dörtlük, bazan bir kişinin görüşleri ve bir yerden alınmış bir metin parçası olabilmektedir. Bu örneklerden sâdece o devrin dil yapısıyla ilgili bilgiler edinilmekle kalmıyor, aynı zamanda tarih, edebiyat, o zamanki coğrâfî durum, sosyal hayat ve düşünce yapısı hakkında da bilgi ve fikir edinilebiliyor. Meselâ atalarımızın o zaman ipek mendil ve elbise kırışıklarını gidermek için ütü kullandıkları, askeri kayıtların çok itinalı bir şekilde tutulduğu, Türklerin kadınlara, çocuklara ve düşkünlere gösterdikleri saygı ve hizmet bu eserden çıkarılabilen birkaç sosyal yapı örneğidir (Atalay, 1992, X- XI). O, Türkçe’ye ait bir dilbilgisi kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına ve halk edebiyatına dair bilgiler yanında dönemin tıp bilgisi ve tedâvi usulleri hakkında da bilgiler veren bir ansiklopedidir.
Kelimelerin Hâkâniye Türkçesi ve Oğuz Türkçesi’ndeki özellikleri üzerinde durarak, bunlara göre farkları belirtilmektedir.
Bu özellikleriyle de çok önemli olan Dîvânu Lugâti’t-Türk, yukarıda söylendiği gibi bir sözlüktür. Türkçe kelimelerin Arapça karşılıklarını vermektedir. Kitabın aslında yalnız açıklaması yapılacak kelime Türkçe, örnekler dışındaki açıklamalar ise Arapça’dır. Bu eserin başında bir mukaddime vardır.
Mukaddime, İslâmî dönemin bütün eserlerinde olduğu gibi Besmele, Hamdele
ve Salvele ile başlamaktadır. Arkasından eserin önemi vurgulandıktan sonra
nasıl hazırlandığı, muhtevâsı, sistemi, kime takdim edildiği anlatılmakta, bunu
müteâkip de Türk dili üzerinde durulmaktadır.
Eserin isminin “Dîvânu Lugâti’t-Türk” konulduğu yazarı tarafından açık bir şekilde ifâde edilmiş; aynı şekilde, Abbâsî halîfesi Ebu’l-Kâsım Abdullah b. Muhammed el- Muktadâ Bi-emrillâh’a takdîm edildiği de belirtilmiştir.
Dîvânu Lugâti’t-Türk’te bir başka orijinal yön de, Türkçe kelimelerin Arapça kelimelerin kalıplarıyla anılmasıdır.
Arapça’da mevcut olan ve bilinen kalıplara uymayan
kelimeler için ise kalıplar uydurulmuştur. Dîvânu
Lugâti’t-Türk’te madde başı olarak yer verilen kelime
sayısı 8000’e yakındır.
ATABETÜ’L-HAKÂYIK
İslâmî dönem Türk edebiyatının ilk eserlerinden, sonraki asırlara ve günümüze tam bir metin hâlinde ulaşan eserlerden biri de Edîb Ahmed isimli bir şâir tarafından yazılmış olan Atabetü’l-Hakâyık’tır. Bu eserin yazarının Edîb Ahmed olduğu bilinmektedir.
İsminin bilinmesine ve XI. Yüzyılın sonları ile XII. Yüzyılın ilk yarısında yaşadığı
tahmin edilmesine rağmen, Edîb Ahmed’in kim olduğu, şahsiyeti, ne zaman
ve nerede doğduğu, hatta yaşadığı dönem ve çevresi hakkında yeteri kadar
bilgi yoktur. Karahanlılar zamanı Türk şairlerindendir. Eski kaynaklarda
hakkında bazı rivâyetlere rastlanmaktadır. Bu rivâyetlere göre o, Arapça ve
Farsça bilen, tefsir ve hadis gibi temel İslâmî ilimleri tahsil etmiş, takvâ sahibi,
âlim ve fâzıl bir şairdir. Buna benzer ifâdelerin bir kısmı Ali Şir Nevâî’nin
Nesâyimü’l-Mehabbe isimli eserinde de yer almaktadır. Bu kaynağa göre onun
gözleri görmemektedir; dindar ve zekî bir kimsedir; Bağdat’ın dışında, uzak
bir yerde oturduğu hâlde, her gün yürüyerek İmâm-ı Azam (öl. : 150/767)’ın
derslerine katılmış ve hocası tarafından çok takdîr edilmiştir (Ali Şir Nevâî,
1979, 390- 391). Onun, İmâm-ı Azam’dan ders almasının tarihen mümkün
olmadığı ortadadır.
Atabetü’l-Hakâyık, bu edip tarafından yazılmış manzum bir ahlâk kitabıdır. Yazarın Türk ve Acem hükümdarı diye takdîm ettiği ve medhi için bir bölüm yazdığı (Arat, 1991, 41 – 68. mısralar) Emîr Muhammed Sipehs
Atabetü’l-Hakâyık, aynen Kutadgu Bilig gibi, mütekârib olarak adlandırılan “feûlün / feûlun / feûlün / feûl şeklindeki aruz kalıbıyla yazılmıştır. İlk beş bölüm beyitler hâlindeki manzûmelerden meydana gelmektedir ve tamâmı 40 beyittir.
Buraların kâfiye düzeni aynen kasîde gibi, aa ba ca da ea …..
tarzındadır. Kitapta anlatılmak istenen asıl konunun yer aldığı
altıncı bölümden sonraki kısım dörtlükler hâlinde yazılmıştır ve
manilerde kullanılan aaxa bbxb ccxc …. tarzındaki kâfiye
düzeniyle yazılmıştır. Burada 102 dörtlük vardır. âlâr Bey’e
takdîm edilmiştir.
Başlıklarından da anlaşıldığı üzere kitap tamâmen ahlâkî öğütler vermek gâyesiyle yazılmıştır. Muhtevâsından Kutadgu Bilig’in, kişisel ahlâkî davranışlarla ilgili kısımlarının kısa bir özeti olduğu sonucuna varılabilir. Atabettü’l-Hakâyık’ın dili de aynen Kutadgu Bilig gibi Hâkânî Türkçesi’dir.
Atabetü’l-Hakâyık, İslâmî dönem kitap tertip geleneğine uygun
olarak tevhîd ile başlamıştır, onun arkasından bir na’t-ı şerîf ve
edebiyatta genellikle “Çehâr-ı Yâr-ı Güzîn” diye zikredilen dört
halifeye övgü ile devam eder. Arkadan yine geleneğe uygun
olarak, eserin kendisine takdîm edildiği hükümdar hakkında
medhiye gelir. Esas konuya ondan sonra girilir.
DÎVÂN-I HİKMET
Türk edebiyatının en önemli temel kaynaklarından biri de Dîvân-ı Hikmet’tir. Bu eser, genel edebiyat açısından böyle olmasının yanında, özellikle dînî ve dînî-tasavvufî edebiyat açısından ayrıca bir öneme sahiptir.
Genel edebiyatımız açısından baktığımızda, Türk edebiyatının
manzûm en eski eseri olan Kutadgu Bilig’ten sonra, aynı veya yakın
zamana ait olup da, bir kısmı eksik bile olsa günümüze intikâl etmiş
ikinci manzum eser Dîvân-ı Hikmet’tir. Bu bakımdan genel olarak
edebiyatımız için oldukça önemlidir. Ayrıca Dîvân-ı Hikmet,
muhtevâsı itibarıyla tamâmen dînî tasavvufî şiirlerden meydana
gelmiş durumdadır. Bu hâliyle İslâmî döneme ait, dînî-tasavvufî
muhtevâlı en eski eserimiz budur ve dînîtasavvufî edebiyatın
temelini oluşturmaktadır.
Daha önceki ünitelerde de anlatıldığı üzere İslâmiyet’in kabûlünden önce Türkler arasında sözlü bir şiir geleneği vardı. Çeşitli vesîlelerle yapılan törenlerde şairler söylerler, toplanmış olan insanlar da onların söyledikleri bu şiirlerle coşarlar, belki de göçebe hayat tarzının yegâne toplu gösterisini sergilerler, böylece birbirleriyle bütünlük ve dayanışma içinde olduklarını gösterirlerdi. Burada, aynı zamanda din adamı da kabul edilen şairlerin söylediği bu şiirlerin en önemli özelliği dînî muhtevâlı olmalarıdır. Genellikle saz eşliğinde söylenen bu şiirler, aynı zamanda, o günün anlayışına uygun dînî duyguları da dile getirmeye; dolayısıyla dînî ve manevî tatmîne de vesîle oluyordu. İslâmiyet’in kabûlünden sonra bu şiir geleneği, bu kez İslâmiyet’in yayılması ve yerleşmesi için vâsıta olarak kullanılmıştır. Yeni Müslüman olmuş şâirler, henüz Müslüman olmamış soydaşı topluluklar içine gide rek, zâten şiir geleneğine alışkın olan bu insanlara İslâmiyet’i anlatıyorlardı. Aynı şairler, Müslüman olmuş bulunan topluluklar arasında da, İslâmiyet’in öğrenilmesi, iyice yerleşmesi ve hayata geçmesi için çalışıyorlardı. Orta Asya’da Türkler arasında tasavvuf anlayışının yayılması hemen hemen İslâmiyet’in yerleşmesi ile paralel yürümüştür. Müslüman şâirler kısa zamanda tasavvufî kimliğe de bürünerek, hitap ettikleri topluluklara İslâmiyet’in temel esasları yanında, tasavvufî duygu ve yaşayış tarzını da ifâde etmeye ve yerleştirmeye çalışmışlardır. Bu şairlerden biri ve en önemlisi söylediği şiirlerin büyük kısmı günümüze kadar ulaşmış olan Hoca Ahmed-i Yesevî’dir.
Ahmed-i Yesevî, Batı Türkistan’ın Çimkent şehrinin doğusunda bulunan Sayram kasabasında doğmuş, sonra Yesi’ye yerleşmiş; Buhârâ’da Yûsuf-ı Hemedânî’den ders almış ve onun vâsıtasıyla tasavvufa intisâb etmiş; tekrar Yesi’ye dönerek hayatının sonuna kadar orada kalmış ve orada vefât etmiştir. Kendisi de “Toğgan yirim ol mübârek Türkistân’dın” (Doğduğum yer o mübârek Türkistan’dan) ve “Atım Ahmed Türkistan’dır ilim mening” (Adım Ahmed, Türkistan’dır ilim benim.) diyerek memleketini belirtmiştir (Eraslan, 1993, 94 ve 134). Yesi şehri sonradan Türkistan adını almıştır;
Ahmed-i Yesevî’nin muhteşem türbesi Türkistan şehrinde hâlen ayaktadır.
Doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmeyen ve h. V./m. XII. Yüzyılda yaşadığı kabul edilen bu büyük zâta, hayatını geçirdiği yere nisbetle “Yesevî” denmiştir. Babasının adı Şeyh İbrahim’dir. Annesi, babasının halîfelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur.
Ahmed-i Yesevî, ilmî faaliyetleri yanında, kendi adına izâfe edilen Yeseviyye tarîkatının kurulmasına da öncülük etmiştir. Hakkında çeşitli menkabeler de anlatılır. Bunlardan birine göre o, Hz. Peygamber’in sünnetine bağlılığı sebebiyle altmış üç yaşına geldiğinde dergâhının avlusunda, yer altında bir çilehâne hazırlatmış, Hz.
Peygamber’in öldüğü yaş olan 63 yaşından sonra yaşamanın ona saygısızlık olacağı düşüncesiyle ömrünün sonuna kadar çilehânede yaşamıştır. Burada ne kadar yaşadığına dair kesin bir bilgi yoktur. Bazı hikmetlerinde hayatının altmış üç yaşına kadar olan kısmı hakkında bazı bilgiler vermektedir.
Ahmed-i Yesevî, hikmetlerinde mahlası daha çok “Kul Hâce Ahmed” şeklinde kullanmıştır. Ancak sadece “Ahmed” dediği olduğu gibi, “Hâce Ahmed”, “Miskin Ahmed”, “Kul Ahmed”, “Miskin Hâce Ahmed”, “Miskin Ahmed Yesevî” ve “Yesevî”
şeklinde yazdıkları da vardır. Dîvân-ı Hikmet’e sonradan bazı şiirlerin karıştığı kabul edildiğinden, bu değişik isimlerin bir kısmının başkasına ait olabileceği de öne sürülmektedir. Dîvân-ı Hikmet’ın yazma ve basma nüshalarındaki hikmetlerin hepsi aynı değildir. Bundan, onun farklı müstensihler tarafından farklı şekilde istinsah edildiği anlaşılır. Özellikle Sayın Kemal Eraslan’ın gayretleriyle bugüne kadar toplanabilen hikmet sayısı 250 civârındadır.
Hikmetler hece vezniyle ve sâde bir dille herkesin anlayabileceği şekilde söylenmiştir.
Onun için fazla sanat kaygısı gütmemiştir, şâirâne tasvirler ve ince sanat ifadeleri bulunmamaktadır. Ancak onun hikmetleri tamamen basit sözler, kuru değersiz ifâdeler de değildir. Özellikle dînî terimleri ifâde etmek için Arapça kelimeler kullanılmışsa da, Arapça ve Farsça kelimeler dikkati çekecek kadar çok değildir. Mevcut Dîvân-ı Hikmet nüshalarındaki bütün hikmetlerin Ahmed-i Yesevî’ye ait olmayabileceği kabul edilmekle beraber, Yesevî şâirlere ait oldukları ve Yeseviyye geleneğini temsil ettikleri kesindir. Ahmed-i Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’indeki hikmetlerin büyük bir kısmı beş ile yirmi dokuz arasında değişen dörtlüklerden oluşmaktadır. Bir kısmı da gazel tarzındadır. Dörtlüklerde hece vezninin on ikili (4 + 4 + 4) ölçüsü, gazel tarzında olanlarda da on dörtlü (7 + 7) ölçüsü kullanılmıştır. Gazel tarzındaki bazı hikmetlerde aruz veznini de kullanmıştır.