• Sonuç bulunamadı

(Büyük Muztaribler, 2. Cilt, s.13 Salih Mirzabeyoğlu)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "(Büyük Muztaribler, 2. Cilt, s.13 Salih Mirzabeyoğlu)"

Copied!
33
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

"...Bak şimdi sana bir usûl çıkıyor; halkın aklı gözündedir” diye bir söz vardır... Öyleyse, onun tek klişelik bilgisinin ne olduğunu veya ne olmadığını kitaplar boyunca gözüne sokmak!.. Kitabın bir avantajı da burada; muhatabın çapından kurtulmak... Çünkü karşılıklı konuşmada verici karşısındaki alıcı, konuşmanın mahiyetini çapıyla tayin ediyor; ondan öte yol yok..."

(Necip Fazıl'la Başbaşa, s.114 - S. Mirzabeyoğlu)

"...Sen adamların fikrî ve ilmî olarak ne kadar “yobaz” ve “gerici” olduğunu anlattın mı, kendisine “gerici” ve “yobaz”

sıfatını yakıştırmış olan içimizdeki gerçekten “yobaz” ve “gericiler” sana karşı çıkarlar. Çünkü bunlar ağlamada şahsiyet bulmuşlardır. İslâm düşmanları “gerici, yobaz” diyecek, bunlar da “bin senelik şanlı mazinin sahiplerine gerici diyorlar!” diye ağlayacaklar ve böylece dâva adamlıkları görülecek... Öyle tuhaf bir psikoloji ki, gerici ve yobaz lâfını kullandın mı, “hayır ona değil, bana söyleyecektin” derecesine reaksiyon gösteriyorlar; bunlar hakikaten hem yobaz, hem gericidirler... Fikir, yüzüne sigara dumanı üflenmiş kedi gibi kaçırır bunları; fikirleri yoktur ve fikir diye birşeyin olduğunu rivayet cinsinden bilirler... Bir tekerlemedir gidiyor; İslâm gelmeli, onun için çalışıyoruz,

getireceğiz filân... Nasıl getireceksin?.."

(Salih Mirzabeyoğlu - Necip Fazıl'la Başbaşa, s.70)

İhtilâl-inkılâpçı bir dünya görüşü için teşkilât, ihtilâl vasıtası olduğuna göre, ilk önce «ideolojiyi yayacak, sürdürecek ve hâkim kılacak kadronun yetiştirilmesi» onun için temel gayedir.

Mensuplarını iş içinde eğitmek ve hareket adamlarını hareket içinde bulmak... Kısaca iktidarı ele alacak kadroyu yetiştirmek...

( İdeolocya ve İhtilâl, s.112 - Salih Mirzabeyoğlu)

"...Ağır sanayi masalcıları, karşı oluşta bile karşı tarafın fikrini yansıtmaya örnek olarak, Türkiye’nin Batılılaşma hareketinin bir yönünü gösteriyorlar. Batıya karşı oluşta bile Batıcı ve bu yüzden batırıcı...

Tıpkı şapka kıravat aydınlarının maymunluğu gibi... Bak şu kafa yapısına dikkat et: Türlerin birbirinden bağımsız olmadığını, her türün başka türlerin değişikliğe uğramış dölleri olduğunu, buna göre de insanın, kendinden önce yaşamış bir biçimden (form) türediğini söyleyen meşhur “maymun” meselesinden mi bahsedildi?.. Bu çoktan iflâs etmiş teorinin, ne izahını ne iflâsını bilmeksizin, “Batı’nın uydurduğu” diye başlayıp, maymunla insan arasında keyfiyet değil de biçim benzersizliği arayan kafa, karşıyken o düşünceyi tasvib edendir... Tahlil et görürsün: Bugün

“tesettür” bahsinde söylenenler, bilmeksizin, insan davranışlarını cinsî yöne bağlayan, Freud düşüncesini aksettirir...

Ona karşıdırlar ama, dünyaya bakış tarzlarının altından o çıkar... Bunca yazı karalanırken, tesettürü, cinsiyetin kökenini de İslâmî bakış açısıyla açıklamış, bunu kendi “görüşü”nün içinde maden suyundaki erimiş maden gibi eritmiş ve bu şuurla açıklamış, böylece tesettürün insan ruhunun derinlikleriyle alâkasına sarkmış, bir tek makale bile hatırlamıyorum. Nerde kaldı ki kitaplık çap... Anlıyorsun değil mi?.. Tesettür ve bu mevzudaki ölçüler, ölçülerin ölçülerden tecrid olması ve tesettürün en ilkel biçimdeki cinsiyet anlayışına tahsisi ile açıklanamaz... Kadın ve erkek

“insan”ın temsilcileri olarak, kadın ve erkek olma keyfiyetinin istidadına sahip olarak, bunun gerektirdiği vücut biçimiyle dünyaya gelir; ve, KADIN ve ERKEK OLUNUR. Ne varsa bu “olmak” ta var!.. Yoksa işi tenasül âleti zaviyesinde başlatıp orada bitirdin mi, iş “keyif” mahiyetinde kalır!.. Adam cami duvarına, “cami duvarına yazı yazmak günahtır!” diye yazıyor. Bunu kime söylüyor?.. Komüniste!.. Komik!.. O da bu yazıyı görünce “kendisi yazmış!” diye gülüyor... Anlıyorsun değil mi?.. Bu kafa yapısının tesettür bahsinde söylediklerinin, niçin tesiri olamayacağını... Uzatmayalım; anlayan anladı, anlamayana vız...”

(Necip Fazıl'la Başbaşa, s.118 - S.Mirzabeyoğlu

Toplam olarak, “kâfir, her söylediği yanlış olduğu için kâfir değil, Allah’a Resûlü’nün gösterdiği yoldan bağlanmadığı için kâfirdir!”… Öyleyse, “küfrün KAYNAĞINI bilmeyen gerçek imânda olamaz!” hikmeti gereği, onların

doğrularını ve doğrultulmalarını göstermek, hadîs’in emri gereği, “yitik malımız!” olarak bir zaruret.

(Erkam "hayat-sayı-matematik", s.333 - Salih Mirzabeyoğlu)

“Meseleleri meselelerin istediği seviyede konuşabilmek, evvela onları tanıyabilmekle mümkün. Bu olmadığı zaman, herkesin etrafında gevezelikler edebileceği futbol maçı kritikleri seviyesinde siyasi (!) çeneleşmelerle toplum oyalanır durur; oysa büyük anlamda siyasetin mânâ ve yönünü tayin eden de, ardındaki kültür hamulesiyle ölçülür…”

(Büyük Muztaribler, 2. Cilt, s.13 – Salih Mirzabeyoğlu)

“Genel bilgi haline gelmiş hükümlerle, gerekçeleri açıklanmış hükümleri hazırlop olarak alıp tekerleme cinsinden kullananlarla, ne genel bilgi haline gelmiş meselelerden ve ne de bunların gerekçelerinden haberdar olmayanlar, güya karşı saflarda tartışıyorlar! Biz, “ortak sembol” hakikati çerçevesinde en azından bu münasebetsizliği gidermenin biricik çaresiyiz...”

(Hikemiyat “tefekkür ve hikmet”, s.155 – Salih Mirzabeyoğlu)

(2)

“Varlığın birliği bir bedahet, bunun nitelenişi ise sayısız. Fikir ve ilim yolundan ayrı yollarda kalan tecrid ve teşhislere mukabil, Mutlak Fikr’in denetiminde hakkıyla tecrid ve teşhisi yerine getirmek, her şeyin hakikatinin İslam’da

olduğunu göstermek, vazifemiz. Göstermelik şivelerle tekerleme ve geveleme değil, üzerinde bulunduğumuz işin vecdini gösterici bir çaba, yaşama. Yanmakla, yanıyorum numarası yapmak arasındaki fark. Adi teessürlerle, ‘’tiridine bandım’’ işleri bu kategoriden sayamayız. Fikir mi? Üstadım’ın altun ölçülendirmesiyle, bütün meselemiz, ‘’malumu meçhullükten kurtarmak!’’ ; bizede böyle bakınız.”

(Salih Mirzabeyoğlu, BERZAH ‘’Bütün Dalların Birleştiği Kök’e’’, s.42)

“İmam-ı Rabbani Hazretleri, ‘’talebe, ruhunda ilmin mayasını tutturmaya bakmalıdır, yoksa ezbere ilimle bir şey olmaz; zaten ilmin gayesi de o mayayı tutturmaktır!’’ buyurur… Fransızların kültür tarifi malum:

-‘’Kültür, birçok şey bildikten ve onları unuttuktan sonra, kalan bilebilme hassasıdır!’’

Anlaşılıyor ki, irfan-kültür, ‘’bilebilme hassasına ait bilgi’’, bilginin diğer çeşidini de kendine bağlıyor: Bir şeyin nerede aranacağını bilme ve ne aradığını bilme… Mesela, bir hakim ve avukat, gelmiş geçmiş bütün kanunları ezberlemiş insan değildir. Bir cerrah da, ameliyathaneye bu bilebilme-yapabilme hassasıyla girer; ve gerektiğinde nereye müracaat edeceğini bilerek. Başka bir misalle: Ameliyathanedeki aletleri hademe de tanır ama, ameliyatı yapan cerrahtır.”

(Salih Mirzabeyoğlu BERZAH ‘’Bütün Dalların Birleştiği Kök’e’’, S:9)

“Senelerce İhtilal bahsini işleyen ve bunun fikir ve fiil riskini yaşayan İbda karşısında saf tutan ‘’teyze adam’’lar sınıfının cümlesinin, İran bahanesiyle birden devrimciliği keşfetmeleri misali(!)…Sözkonusu yüzsüz, bütün

yüzsüzlerle birlikte, ‘’İranda devrim, burada şakşakçı devrimci’’ hesabı, İranla ticaret ve İran konsolosluğundan maddi teşvik gergefinde, gazete, yayınevi, vesaire, tatlı kazanç yılları…Aaa! Bu adam partiye karşı değil miydi ki, şimdi partinin gazetesinde ona uyumlu! Aaa! Adam ‘’Kur’an’i kavram’’cılıktan, kendini ‘’sosyolog’’ olarak takdime çıkmış! Aaa ‘’Medine Vesikası’’ diye bir şey tutturmuş ki, evlere şenlik; Allah Resülü devrinde de kazanılmamış savaş vardı hesabı, ‘’bu bakımdan bizim karşımızdaki düşmanı yenmememiz lazım’neticesini çıkaran bir eblehliğe eş,

‘’Medine Vesikası’’nı öyle yoruyor ki, kendi orospuluğunun vesikası oluyor! Hanesine girip karısına saldıran adama mukavemet şöyle dursun, çözümü adamı kızdırmamak ve ‘’şöyle biraz nefeslen, sona yine devam edersin!’’ cinsinden bir hoşgörüye (!) ve evde onun varlığını meşrulaştırmaya bağlıyor! Oh be, yaşasın laik-demokratik devlet!”

(Salih Mirzabeyoğlu, YAĞMURCU ‘’Gerçekliğin Peşinde’’ Syf: 32)

“Bu çerçeve içinde, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulan düzenin kademe kademe İslam düşmanlığı çehresini göstermesine nazaran; şayet Türkiye Cumhuriyeti şu veya bu sebeple kurulmasaydı, Anadolu harekatı öncesi sözkonusu olan Kürt devleti kurulması gündeme gelecek, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu’da yüklendiği rolü düzeni, kademe kademe Kürdistan’da gerçekleştirecekti…Antiemperyalist mücadeleden bahseden bazı ilerici (!) çevrelerin, bugün hala İslam düşmanlığı sözkonusu olurolmaz düzenin gönüllü maşası rolüne bürünmeleri, ibrete değer ayrı mevzudur!...”

(Salih Mirzabeyoğlu ADIMLAR ''1984'den 1966'ya '' Syf:149)

“Dünyada bir çok anayasa tamamen göstermeliktir; ve tarif ettikleri rejimin, memlekette olanla hiçbir alakası yoktur, anayasa adeta mevcut rejimi gizleyen bir paravanadır…Burada da dava şuraya geliyor; bugün dünyanın hiçbir yerinde anayasalar vakıaya uygun değil..Bunun sebebi de nihayetinde,-mantığını yürüttüğümüz zaman-, ‘’Mutlak Fikrin Gerekliliği’’ davasına çıkar..İzah edebiliyor muyum?...El yordamıyla hukuk olmaz!...Bir zamanlar belirttikleri gibi, Roma Hukuku materyalist dünya görüşüne hizmet eder; bundan dolayı Almanlar , Almanlara has bir genel hukuk geliştirilmesini istemişlerdir…Bugün dünyadaki hukuksuzluk, hukukun tabii yapısı içinde mevcut; bunu haber vereyim!”

(Salih Mirzabeyoğlu ÜÇ IŞIK syf:74)

"Zamanımızda MEHDÎ’den beklenen veya MEHDÎ diye bilinecek olanın işareti kabul edilecek harika, o çapta sefil ve rezil bir anlayışa denk geliyor ki, insan mücerret insan haysiyeti adına utanıyor... Bu ahmaklardan birinin, küfür cephesindeki bir dergiye MEHDÎ hakkında söylediklerine bakın:

- “Meselâ, düşmanın kokusunu alan bir silâh yapan – taşıyan kişi!”

Mücerret kelâm haysiyeti karşısındaki şuura ve hayrete bakın ki, BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ gibi bir fikir

(3)

erginliğine eriştiren,AKINCI GÜÇ patlamasına mevzu olan, nihayet bugüne kadar hiç aklımdan çıkmayan mucize ölçüsü ne biliyor musunuz? Allah Resûlünün en büyük mucizesinin Kur’ân olması... Gelmiş geçmiş bütün Resûllerin mucizelerinin üstündeki mucize budur!...

Mucize hakkında verdiğim bu ölçüyü, keramet ve olağanüstü işler beklenen kişiye kıyas ederseniz, Mehdî’nin gelip gelmemesi değil de, görülüp görülmemesi, tanıyıp tanıyamamanın sözkonusu olacağını anlarsınız... Hani, adam tanımanın surat tanımak demek olmayışı davası!..

Adamın biri elini şaplatarak bir saksıyı yerden üç metre havalandırsa, etrafında Mehdî’yi görmeye gelen 3-5 milyon seyirci bulabilir... Sanki Mehdî’den beklenen bir sirk gösterisidir!

Nihayet bahsi kökünden halledici bir ölçülendirme daha:

O kutuptur, bu kutuptur şu kutuptur... Onun veya bunun “kutup – zamanın sahibi” olup olmaması, o şahsın değil, çevresinin meselesidir; kutup bilinip bilinmemenin ona ne zararı vardır, ne faydası... Kutup demekle “kutup” olmaz, değil demekle de bunun dışına çıkılmaz."

(Hikemiyat, s.140, Salih Mirzabeyoğlu) Dedi ki: (126)

— (İtiraz etmek yeterli değildir. Neye itiraz edildiğinin bilinmesi, meseleler üzerinde durulması, gerekli değişiklikler teklif edilmesi gerekir.)

(Marifetname "süzgeç ve şekil", s.273 - Salih Mirzabeyoğlu)

Dedi ki: (80)

— (Eski olan yıkılmadan, yeni olan inşa edilemez; eskinin yolu kapanmadan, yenisine yol açılamaz; ve eskisi durdurulmadan, yenisi ilerletilemez.)

(Marifetname "Süzgeç ve Şekil", s.264, Salih Mirzabeyoğlu) Dedi ki: (88)

- (Mevcut durum bize, ona karşı çıkma imkânını verdiği sürece, bizim bu imkânları kullanmamız, hâkim düzeni kabul ettiğimiz mânâsına gelmez.)

(Marifetname "Süzgeç ve Şekil", s.266 - Salih Mirzabeyoğlu)

Bir hikâye:

-

“Muhallebi çok güzel bir şey...”

-

“Yedin mi?”

-

“Yok !.. Babam yemiş!”

Bu hikâye, benim aklıma en çok Üstad’a gösterilen ilgi dolayısıyla gelir. Meselâ, “Üstadsız ve Büyük Doğusuz olmaz!” dedin ve bu mevzuu –aralarında senelerce konuştuğun güyâ en eski adamlar da var.- derinlemesine bir tahlil ve terkib hâlinde anlattın.

Muhatabının anladığı tek cümlecik “Üstadsız ve Büyük Doğusuz olmaz!” Bunu söyleyiverdikten sonra onun okuma ve anlama zahmetine girmesine lüzum (!) yok. Sen ne olursan, o da senin “gibi”n olarak aynı şey oluyor. Ve ne lâflar:

-

“Şu milleti bir türlü adam edemedik!”

Kendisi adam olmuş da, milleti adam edememiş; o, adam olması gereken milletten değil!..

Mesele: Her biri ayrı bir gerçek değer olan ne güzel arkadaşlarımız var. Bizzat Üstadın ifadesiyle, 40 senedir hasretini çektiği ve “sizin gibisini dün bulamadım, yarın da bulamam!” dediği cinsler. Ne kadar küt, bön, kaypak, kaçak, çilesiz ve alçakları da; çile içinde çile parantezi açanlar... Burası ne övülecek olanların yeri, ne de sövülecek olanların...

İsimleri değil bir meseleyi işaret etmenin üzerindeyiz ki, şu: Gölge I. Den bu yana ne yapmak istediğimizin hesabını muhtelif vesilelerle anlattığımız gibi, “onu babam da bilir!”

cinsinden malûm doğruları, fikirsiz, tahlilsiz, terkipsiz, “nasıl” ve “niçin”leri üzerinde derinleşmeksizin yanlışta kullananlardan olmamaya çalıştık. Meselâ, “kendimizi yetiştirmeliyiz!” doğrusunu haminne şivesiyle senelerce geveleyip, yetişmenin hangi mevzuda

, “nasıl” ve “niçin”i hakkında bize bir şey bırakmayan ve bizzat yetişmeyi engelleyenler gibi olmamaya çalıştık. Ve onlar gibi de olmadık!.. “İyi olduğumuz zaman güçlüydük, şimdi güçlü olarak iyiliği gerçekleştirebiliriz!” anlayışı ve hakikati, Büyük Doğu’nun ruhuna tam uygunlukta, tarafımızdan haykırıldı.

(NECİP FAZIL'LA BAŞBAŞA, SALİH MİRZABEYOĞLU)

“Hiçbir partinin dar ve hasis kalıbında harcanmaya razı olmaksızın ve yine hiçbir partinin fanî ve küçültücü nimetine

(4)

tenezzül etmeksizin vatan ve tarih çapında 33 yıllık bir çile hakkı kürsüsünden avaz avaz haykırıyorum:

Hangi teşekkülde, bu milletin bir buçuk asırdır kurutulmasına çalıştıkları, hele yarım asırdan beri de üzerine kezzap döktükleri ruh kökünü kurtarmak için en küçük bir temâyül ve istidat görürsek, biz oradayız!..”

(Necip Fazıl Kısakürek, Kayseri Mitingi Hitabesi'nden)

"Biz keyfiyetiz! Kaynatılsak da, yakılsak da, kömür haline getirilsek de, ufalansak da, mâna ve tesirimiz yaşayacaktır.

Ve biz mutlaka muvaffak olacağız!"

(Necip Fazıl, Rapor 9-10)

BİLMEDEN BİLMENİN'nin en güzel örneklerinden biri zaman... (...)

BİLEN, ruh; bileni BİLDİREN, ruh; BİLİNEN, ruh... Allah Kur'ân'da insan için buyuruyor:

-"Ona kendi ruhumdan-kudretimden üfledim."

(...)

Kendimizde ve çevremizde bulduğumuz "şey", gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle var ve "oluş"la hâlin içinde; bizzat "ben", benden gizli ve kendi kendimizin sırrıyız... İşte ölçü:

-"Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi." Ve diğer bir ölçü:

-"De ki; ruh, Rabbimin emridir."

(Bütün Fikrin Gerekliliği, s.146 / Salih Mirzabeyoğlu)

"... İdeolojik nitelikteki -düzenin kurallarına uygun olarak kurulan- bir siyasî partinin, iktidarın nimetlerinden faydalanarak kendi görüşü doğrultusunda değişim için zemin hazırlayabilmesi siyasetini görmezden gelerek, partinin gereksizliği sonucuna gidilemez."

(Bütün Fikrin Gerekliliği "İktidar-Siyaset-Hareket", s.116, Salih Mirzabeyoğlu)

"... yönetim biçimindeki değişiklikler, sistem değişimi mânâsında düzen değişimi değildir; düzenin içinde yaşanan şartlara göre özde niteliğini muhafaza ederek düzenlenmesi ile, düzenin başka bir düşünce sistemine göre değişmesi arasındaki fark, düzenin değişmesinden bahsedildiğinde gerçek mânâda neyin kastedildiğini gösterir."

(Bütün Fikrin Gerekliliği "İktidar-Siyaset-Hareket", s.116, Salih Mirzabeyoğlu)

(...)

Ve, dünya buhranının yanında bizim buhranımızın ayırıcı yanı da ortaya çıkıyor; yaşadığımız çıkmazın temelinde, ıstırapsızlığımızın ıstırabı yatıyor... Ulvî soydan ıstıraba yabancılığımızın! Resmi devlet ideolojisi ve onun hayat tarzının yetiştirdiklerinin idealize ettikleri "Batı" ve "Batı düşünce çeşitleri" karşısında, neyi ve niçin bildiklerini veya neyi ve niçin bilmek zorunda olduğunu bilmeyenlerin hali!

(Bütün Fikrin Gerekliliği "İktidar-Siyaset-Hareket", s.27 / Salih Mirzabeyoğlu)

Muradın ne olduğu anlaşılamadığı zaman, kuru mantıkla hüküm ve birbirine zıt neticeler doğar. Memuriyetimiz, incelikleri kavrayacak bir kafa yapısında “çevre” teşekkülü sağlamak olduğuna göre, bunun misâlini Muhiddin-i Arabî Hazretlerinden gösterelim:

“Eğer bir Peygamber, benim âyet ve mucizem şu duvarın konuşmasıdır dese, duvar da dile gelip, “hayır, sen Allah’ın Resûlü değilsin, yalancısın!” cevabını verse, elbette Peygamberin sözü doğru sayılır, bu delil ve mucize ile onun Allah’ın Peygamberi olduğu sabit olurdu; duvarın söylediği sözlerin mahiyetine itibar edilmezdi.”

Yâni murad, duvarın konuşmasıdır, ne söylediği değil...

(Salih Mirzabeyoğlu - İbda Diyalektiği "Kurtuluş Yolu", s.236)

"Bir büyük için, başka bir büyüğü kötülemek ve küçültmek câiz değildir!"

-İmâm-ı Rabbanî Hazretleri

(5)

"Kökler- Necib Fazıl'dan Abdülhakîm Arvasi'ye" diye, O'ndan O'na ithaf niyetine bir ithaf ederim var; tevafuku, Salih İzzet Mirzabeyoğlu'na gelir, reşahat-sızıntıya, bimarhâne-tımarhâne-akıl hastahânesi'ne... Bir hadîste, "Cahil insanlar size delilik isnad etmedikçe, gerçek imanda olamazsınız" der; vecd ve dîvânelik kastı. İş ve eser üzerinde kendinden geçme ile, "aklı yok ki gitsin!" hesabı deli arasındaki farkı anlamak için fazla zekâ gerekmez ama, ne yapalım ki gerekiyor... "Dehâ" ile "özürlü" farkı... Bizi ikinciye dahil etmek için yapılan mel'un tertibten bahsedecek değilim;

yani, "akıl hastahânesi" tevafukunun o yönünden. İşin aslı ve hakikati şudur: Gerçek "akıl hastahânesi" biziz. Aklın yeri, değeri, rolü bahsinde ölçü ve ölçülendirmeler sahibi olarak, İBDA markası altında, her iki soydan delileri, -dehâ çapında olanları ve salakları diyelim!- aslî yoluna sokmak üzere faaliyetteyiz...

Doktorlar ve kademeler hâlinde hastahâne personeli.

(Büyük Muztaribler "Düşünce Tarihine Bakış", 4.Cilt, s.83-84, Salih Mirzabeyoğlu)

(...) Bir Paşa, şâir değildir, musikîşinâs değildir, mimar değildir, hattat değildir. Ama güzeli bilir; şiirde de, musikîde de, mimarîde de, hatta da. Aydın tabakanın böyle olması gerekir ve tabaka tabaka cemiyete yayılan bir umumî zevk kültüründen ancak bu şekilde bahsedilebilir... Eserler kimin için ki? Günümüzün, hiçbir şeye ilgi duymayan ve aydın olmayı "meslekî itibar" içinde birşey zannedenlere bakıvermek, "aydın kim, aydın kimdir?" sorusunun,

cevaplanmamış bir mesele olarak ortada durduğunu göstermeye yeter. Bir toplumun entellektüel-aydın sınıfı, evvelâ

"mücerretleri anlama istidadında olan" sınıftır; entellektüelin tarifi bizzat bu... Bundan başlayarak herşey ve herşeyde keyfiyetçilik davası.

(Büyük Muztaribler "Düşünce Tarihine Bakış", 4.Cilt, s.81-82, Salih Mirzabeyoğlu) (...)

Giovanni Papini'nin söylediği, "unutmak, hatırlamanın özel bir biçimidir!" Onun ruhumuzda nasıl piştiği veya neyi ve neleri pişirdiği, vesileler içinde görülecek bir dava. (...)

Bu "unutmak" bahsinde, "kültür"ün tarifini hatırladınız değil mi? Herşeyi unuttuktan sonra, insanda kalan "bilebilme"

hassası... Eşya ve hâdisenin yeniliği içinde gerekli tavrı alabilmek de bu hassa ile ilgili, ezbere soydan bilgiyle değil. O hassa içinde, bildiğimizi biliriz, bilmediğimizi "unuttuğumuz herşey gibi" ve unuttuğumuzla birlikte, -arama da vesiledir!-, nerede arayacağımızı ve bulacağımızı biliriz. Bir mühendis, bir binanın hesabını yaparken, mevzuuyla ilgili yarım sayfalık formülü ezbere bilmek zorunda değildir; açar, o formüle göre yapar. Eğer öyle olmasaydı, o formülü ezberleyerek-ezberlemiş olmakla, bir ortaokul talebesi de mühendis olabilirdi; herhangi bir kimse de.

(Büyük Muztaribler, IV. Cilt, s. 48 / Salih Mirzabeyoğlu)

-

Vehhâb olan Allah, verdiğini geri almayacak, mükâfatı ve cezâsıyle sonsuzluğa teslim edecektir. Bu dünyada kaskatı görünen her mevcut, dumandan bir vehim, öbür dünyada ise her şey en sert gerçek...

(İman ve İslâm Atlası "Şekil-Ruh, Amel-Hikmet", s. 34 / Necip Fazıl Kısakürek)

22 Nisan 1981…

Kötü söz sahibine âittir; doğru.

Ama sahibi kim? Söyleyen mi, söylenilen mi?

Meselâ: “1400 sene önceki kanunlarla memleket idare edilmez” diyen kafayı alalım ele. İşine geldikçe dinden imândan bahseden, kendine benzerlere Allah’tan rahmet dileyen kafayı.

1400 sene sonrası da O’nun mahlûku iken, mahlûku kadar olsun iradesiz olsun Allah… Bu olur mu?

Senin kadarını olsun düşünemeyen Allah’a inanılır mı? İnanç mevzuunu kafaya hapsettin mi, inanç mevzuu mu kalır?

İnanç ne? Falan filân.

İşte bu kafa; ikiyüzlü, tezat duygusundan mahrum, cahil; uzatmaya gerek yok, öküz.

Bütün bu kötü sözler, onun hâlinin ifâdesi; ben ifâdecisiyim onun. Meselâ ben pikapsam, o plâk.

(Damlaya Damlaya "Yılanlı Kuyudan Notlar", s.253 - Salih Mirzabeyoğlu)

"... Niyetimiz şu: "Yenisi gelene kadar herşeye paydos" hesabı, mevcut düzen ahlâkî, idarî, siyasî, hukukî vesair unsurlarıyla bütünüyle değişmeden, açıkçası sıfırdan başlayıcı bir yıkım olmadan, bir otomobile tır tekeri takmaya yeltenme kabilinden İslâmî bir iktisadî sistem ve tabiî ki bunun para davası ve kompozisyonları sözkonusu olamaz. Bu hususta en çarpıcı misâl, "adil düzen" tekerlemesinden başka kafalarında hiçbir mimarî hayal olmayan gûyâ müslüman

(6)

Refah Partisi'nin 1996 senesindeki seçimlerden sonra düştüğü gülünç durumdur: Koalisyona girme - iktidar olma- şansı doğunca, seçim boyunca "faizi kaldıracağız" tekerlemesi yerine müşahhas şeyler söyleme gereğine çattılar ve

"faizi hemen kaldırmayacağız!" utanmazlığına düştüler... Hiçbir teklif sahibi olmadıkları siyasî, hukukî, idarî, iktisadî rejim bütün müesseseleriyle yerli yerinde dururken, öküzde boynuz hesabı tabiî bir vakıa olan faizi nasıl

kaldıracaksın?.. Hangi bankacılık, hangi vergi sitemi, uluslararası para ilişkileri karşısında hangi tutum?..

(Parakutâ' "Paranın Romanı", s.177 - Salih Mirzabeyoğlu)

"Kuşkusuz, insan gâyenin şerefini bilirse, ancak o zaman başlangıçta karşılaştığı büyük zorluklar ona kolay gelir."

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri

"Kaba saba sınıflandırmalardan kaçınmalı, bir kolaylık vesilesini, hakikatlerin kapana kıstırılıp kısırlaştırılması ve neticede yanlış anlaşılması işine alet etmemelidir. Hususen birbirinin kopyası hâlinde gûya yeni imzalarla çıkan ders kitablarında zaman geçtikçe bilgi adına hiçbir şey kalmaması ve kuru klişe ve kuru sıkı lâfızlarla vaziyetin idare edilmesi görüntüsü bu yüzdendir. Üniversitelerde hemen herkesin kendi branşından tiksinmiş bir vaziyette dışarı çıkmasının sebebi de budur."

(Büyük Muztaribler "Düşünce Tarihine Bakış", 2.Cilt, s.135)

"Tevhit kelimesi, nefsin temizlenmesi ve Hakka baş kesmesi için gelmiştir. Bütün büyükler nefsi kırmak mevzuunda hep bu kelimeden faydalandılar. Nefsin her serkeşliğinde Tevhit Kelimesine sarılarak imanı tazelemek lazımdır. Bu hususta Peygamberler Peygamberinin açık bir emirleri de vardır:

"İmanınızı, Allahtan başka Allah yoktur diyerek yenileyiniz.." Tevhit Kelimesinin boyuna tekrarı, nefsi bağ üstüne bağla bağlar. Yine bir hadiste buyurulmuştur ki:

"Arzı ve semaları bir kefeye, Tevhit Kelimesini de bir kefeye koysalar, o kelimenin bulunduğu kefe ağır gelir."

Yol, ona bağlı olan yoldur."

(İmam-ı Rabbani Mektubat - Necip Fazıl Kısakürek [Mektubattan Seçmeler], s.121) .

"Anlamadığı mesele karşısında "kaynaktan yapmalıyız!" tekerlemesine sarılan şapşalın hâlini izâha hacet yok... Bir meselenin çözümünün İslâmî olup olmadığını satır aralarına serpiştirilmiş âyet ve hadîslerden ölçmeye kalkan

şapşallar, evvelâ "bedahet-apaçık bilgi" davasını öğrensin... Bunun yanında, meselâ, "organ nakli" gibi bir mesele: Bu meselenin bir yanı, mümkün olup olmama şeklinde tıbbîdir, diğer yanı da kendini çözüm için "fıkıh"a arzedendir."

(Salih Mirzabeyoğlu - İbda Diyalektiği "Kurtuluş Yolu", s.100) .

"Nefs itminan derecesine çıktığı zaman bile kendi aslî sıfatlarından uzağa düşmez. Hâtta sıfatlarını kaybetmemesinde bir takım faydalar vardır. Eğer nefs kendi sıfatlarının bir daha zuhuru imkânından tamamiyle uzak düşseydi terakki ve tekâmül yolu kapanmış olurdu. O zaman ruhta meleklik hüküm sürer ve o bir makamda mahpus olur, kalırdı. Ruhun terakkisi nefsin muhalefetiyledir. Nefste muhalefet kalmayınca terakki nasıl olur?..."

(Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilip müstakil bir eser olarak "İmam-ı Rabbânî Mektûbat" ismiyle verilen eserin "Cilt:1 - Mektup:41" başlıklı kısmının 104-105'inci sayfalarından)

"...Kalbimizde bir nur var; ruh işte budur. O nur olmasa hiçbir şey mümkün olamaz. Göz onunla görüyor, kulak onunla duyuyor, insan o nurla seziyor, düşünüyor ve hareket ediyor. İnsana basit gibi gelen bu ifade çile çekenler için ne ifade eder?"

(Dünya Bir İnkılap Bekliyor, s. 84 - Necip Fazıl Kısakürek)

"Göz görüyor, ama nasıl görüyor? Ya kör ne görüyor ve rüyada ne yüzden görüyoruz? Kitaplardaki izah işin kabuk tarafı; öz nerede?.."

(Kafa Kağıdı, s.153 - Necip Fazıl Kısakürek)

(7)

“Hareket olduğu zaman, fikrî tekâmül hareketle içi içe, bir ihtiyaç gereği oluşur. İslamcı kesimin uyuzluğunun bellibaşlı sebebi burada.”

(Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya “Yılanlı Kuyudan Notlar”, s.189)

Ve devam etti:

-

Söyle ne yapayım, ne yapmalıyım? Bir Fransız muharririnin Hazret-i İsa hakkında söylediği gibi, bana elle tutulur, gözle görülür, kulakla işitilir, ağızla tadılır bir metod bildir!

-

Bildireyim: Dinin bütün emir ve yasaklarını, doktor reçete ve tenbihlerine baş eğercesine tatbik edecek ve bir hastanın doktora sormaya nefsinde selâhiyet görmemesi gibi "niçin?", "neden?" ve "nasıl?"ları bir tarafa

bırakacaksın!.. Ölçüleri, sonsuzluk kapısını açan bir şifre kabul edecek ve şifrenin rakamları üzerinde şekil ve mantık hesapları yapmayacaksın! Sır tablosu, şeriat... Onu sır idrakiyle anlayacak ve seveceksin! Seni günde 24 saat ayağının altına alıp tepeleyen, sonra tevbeye koşturan, derken tövbeni bozduran huylarından vaz geçeceksin! Fransız şairi (Rembo)nun bile anladığı ve "gerçek hayat burada yok!" dediği anlayış noktasına, ancak, olana yok denilebileceği hikmetiyle ve İslâm yoluyle ulaşmaya bakacaksın!

(Bâbıâli, s.220 / Necip Fazıl Kısakürek)

Dedi ki: (12)

(Memleketin içinde bulunduğu durumun ne olduğunu ortaya koymak, sonra ilmî bir şekilde bu durumun nereden geldiğini incelemek ve ondan sonra da kader sorusu olan «ne yapılmalıdır»a esaslı cevaplar vermek gerek...)

Dedi ki: (13)

-

(Her an değişen bir çevre içinde tehlike çanlarını sadece duyurabilmek için bile

çok daha keskin bir sese ihtiyacımız vardır. Bu derece ahenksiz ve akortsuz bir gürültünün hakim olduğu bir âlemde dinleyicinin yeni uyarıcılara karşı tamamen uyuşup, kendisini sığlıklardan selâmetle sıyırıp geçirebilecek dümen işaretlerini hiç duymaması tehlikesi çok büyüktür.)

Dedi ki: (14)

(Bir fırtınada kaptan rüzgâra söz geçiremiyor diye gemiyi terkeder mi?) Dedi ki: (15)

(Kitleler, hayatlarının gerçek şartlarını değiştirecek her yenilikten şuursuz olarak nefret ederler.) Dedi ki: (16)

(Mânâsı iyice kavranan bir işaret, önüne geçilmez bir felâketin habercisi değil, gereken tedbiri alıp durumu düzeltmenin uyarıcısıdır.)

(Marifetname - Salih Mirzabeyoğlu)

(...) Bu minval üzere giderken, Goethe'nin sözünü hatırlamadan edemezdim:

– «Bütün çağların hakiki insanları birbirini önceden müjdeler, birbirine dikkat çeker ve birbirini hazırlar!»

(Tilki Günlüğü - Salih Mirzabeyoğlu)

Şair-i azâm, zekâi nazır Ahmet Necip Fazıl, şiirdeki ihtilâl ve ihtilâldeki şiiri birbirinden süzücü bir buudtan sesleniyor:

-

“İhtilâl-inkılâp... Bu iş nasıl olur?.. Herkesin ayağa kalkmasıyla!.. Ya herkes ayağa nasıl kalkar? O, kütüphaneler dolusu iş!..”

Şimdi... Tek başına iktidarı ele geçirme hareketi, bazılarının zannettiği gibi bir ihtilâl ifadesi değildir. İhtilâl, iktidarı ele geçirince “istenen”i gerçekleştirebilme şartlarını “olma ve oldurma” hâlinde hazırlama, harekete fikirin damgasını vurma, iktidar ele geçirildiğinde de “gerçekleştirme” keyfiyetinin bütün seyrinin mânâsıdır; ve dünya görüşü

çerçevesinde, “ruhî muvazene”yi bulma davranışıdır... İşte bu harekettir ki, inkılâbın da anlamını kuşatır!..

Top peşinde birbirini taşlayan iptidaî sürü heyecanı ile Üstadımın “ayağa kalkmaktan” kasdı arasındaki fark:

-

“Üstün mânâsıyla inkılâb vasıtası ihtilâl, vasıtalık ettiği gayeye göre kıymetlenir... Gaye, ulvilerin ulvîsi Allah yolu olunca da, yığınların bazan hiç ve bazan hep, bazan bâtıl ve bazan hak yüzünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı mustakil değer kabul etmez... Vasıtayı hangi şekilde bulursa, onda kullanır ve inkılâb ismini alır... Ne getirdiğinin ve ne götürdüğünün hesabını veremeyen hareketler, üzerine filtre sıkılması gereken sivrisinek davranışlarından başka bir

(8)

şey değildir!”

(Salih Mirzabeyoğlu - Necip Fazıl'la Başbaşa)

“Batı, nasibsiz ruhçuluğu içinde, kendine ve dışarıya ait her oluşumu kendi formatlarına tahvil edebilen muazzam bir düşünce endüstrisine ve şirketler topluluğuna maliktir; her meseleyi kendine göre yaftalayıp, kendine maledebilen...

Öyle bir yapı ki, sanki insanlık ve düşünce kendisiyle başlamış gibi, bunların tarihlerini bile neredeyse kendinden başlatan ve gayrını adeta kendine "alt kategori" gösteren. "Amerikanın keşfi, Afrikanın keşfi, bilmem nerenin keşfi";

Batılılar'ın oraya gidişlerinden önce oralarda yaşayan insanlar, kültür ve medeniyetleri yok muydu? Adım attığı her yeri, asıl ismini unutturasıya, çoğu zaman oraya adım atan adamlarının isimleriyle markalayıveren... Bugün genel geçerliliği zedelenmiş olsa da, tarih ve düşüncenin takvim ve devreler halinde kategorize edilmesi de onun marifeti.

Keza, Üstadım'ın "Doğu ve Batı muhasebesi" halinde gösterdiği gibi, ilk "Doğu" ve "Batı" ayrımını yapan da o.

Mühim: İlk tarihçi addettikleri Heredot, kendilerine yönelik Doğu'dan gelen akınları, Farisi-Pers toslayışlarını

"Barbar" olarak nitelerken, kendilerinin yönelişlerini "Barbarlara karşı" diye nitelendirmiştir. Bugün aynı anlayış, Avrupa ve çocuğu Amerika'nın dünyaya bakışında da geçerlidir: Mesela Amerikan domuzundan misal, dünyanın hemen her yerinde mısır tarlasına girmiş domuz gibi kaynakları talan ve insanları -silahlı güçleriyle de!- telef eden bu kefereye karşı çıkan devlet ve örgüt bazında her direniş "terör"dür. Sen orada ne arıyorsun ve senin silahlı

kuvvetlerinin yaptığı ne? O, bir "iyilik meleği", bir "koruyucu", bir "demokrasi havarisi"dir! Milletlerin ağzına ederken bile makatlarından çıkanlar için teşekkür bekleyen, teşekkür ettiren!..”

(Büyük Muztaribler, III.Cilt, s.276 - Salih Mirzabeyoğlu)

“Tam 30 yıllık Büyük Doğu ideolocya mimarîsinin kuşbakışı plânına umumî (perspektif)ine bir göz atan, bu ocağın ne çileler karşılığı alevlendirildiğine ve niçin söndürülemez olduğuna kolayca akıl erdirebilir. Ne mutlu anlayanlara ve anlatmak için, destanlık ıstıraplar içinde hâlâ çırpınanlara!…”

(İdeolocya Örgüsü (11. Bölüm: Çilemiz ve Davamız) - Necip Fazıl Kısakürek)

“Şuur seviyesinin her değişmesinde gerçeklik seviyesinin de değişeceğini gözönünde tutarak, şuur seviyelerinin

"kurtuluş yolu" üzerinde derecelenmesi ve gelişmenin ve değişmenin "topluluk hakikati"nin hakikati içinde olabilmesi... İBDA diyalektiği bunun için. Bu anlaşıldıktan sonra, "dil-mana" alanı, gerçek bir aydınlar arası imece mahiyetine bürünür.”

(İBDA DİYALEKTİĞİ "KURTULUŞ YOLU", S.230 - SALİH MİRZABEYOĞLU)

“İBDA, topyekûn insan ve toplum meselelerinin hâlline dair yabancı verimin aslîleştirilmesi hususunda, kuşanılması gereken bir irfan dilidir!..”

(Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s.236)

Peşin fikrimiz Büyük Doğu demiştik..."İslam'a muhatap anlayış" Büyük Doğu'dur; yani "Kurtuluş Yolu" ve "topluluk hakikati" buradadır... Sünnet ve cemaat ehli diye ifadelendirilen ve bütün sapık, çarpık ve salak itikad oluşumlarını dışta bırakan yol...

(İbda diyalektiği, s.119, S.M)

"Pek çok kimse olumsuz bir şeyin yıkılması veya kaldırılmasıyla olumlu bir şeyin kendiliğinden ortaya çıkacağını sanır. Bu doğru değildir. Bir şey yıkılacaksa, onun yerine yepyeni ve depdeğişik birşey getirmek gerekir... İçtimai kurumlarımızın pek çoğu manalarını yitirdiler. Halka söyleyebilecekleri hiçbir şey kalmadı, canlılıkları kalmadı.

Ancak insanlar üzerinde hala arkaik bir etkileri olduğundan ayakta kalabiliyorlar. Bu kurumları ortadan kaldırmaya, sahib oldukları güce el koymaya kalkışmak, bir ölünün elindeki gücü devralmaktan farksızdır."

Batılı bir ortalama aydın idrakinin sınırsız bir şehvet cinneti terennümü içinde serdettiği artık sıradan olmuş bu satırlar,

"Batılılaşmak" tekerlemesinden başka birşeyden anlamaz mankafalar dünyasında hala "gelişme" ve "bütünleşme"

gayesine sed çekmiyorsa, onları mustarib insanlığın bağırsak yollarındaki netice oluş diye yaftalamaktan başka çare kalmaz. Ama böyle bir hayat sürüyor olmak umurlarında değildir; umurlarındaymış numarası yaptıkları zamanlarda ve zamanda da keyfiyetleri buydu, bu. Uzatmayalım; bunlar, maymuna da talimi mümkün git-gel davranışları içinde bizim tarafımızdan nasıl görüldüğünü ve üstü malum şuur altlarının düpedüz diplerinde oluşunu da nasıl olup bildiğimizi bilmeyenler. İçtimai süreç halinde bu soy, babadan oğula küsbeleşerek böyle geldi ve yavruları da böyle

(9)

gidecekse, cem-i cümlesini nideyim?

"Gerçek ve "gerçekçilik" laflarının, gerçek fikir ve idealist insan önünde sadece "zübük" olan ayaktakıma düştüğü şartlarda, yine onların "muhtevasız kelime ambalajcılığı" içinde süslü ve ukdeli laf etme hevesleri cinsinden -ama

"gerçekçi" saymadıkları(!) bir teşhisle, bu düşüş, Tanzimat devrinden başlar. Teşhisi kendi küsbelikleri içinde

tekerlerken, birdenbire "gerçekçi" olanların, "beraber ıslandık bu yollarda" estetik idrakinin çıplak gerçeğinde de aynı küsbelik duruyor. Ama sona gelinmiştir. Unutmayın. En sona. (...)

(Büyük Muztaribler 2. Cilt. s.299-300 - S. Mirzabeyoğlu)

"İnsan'ın dünyada en büyük paradoksu -insan faaliyetlerini kasdediyoruz-, her an yeni kendi ve içinde bulunduğu eşya ve hadiseler zemininde, sürekli olarak bildikçe bilinecek olan karşısında kalma durumu; düşünce faaliyetiyle "Mutlak Hakikati" bulamayacağı ve sistemini kuramayacağıdır...

Bu da iman ve teslimiyete dayanan "Mutlak Fikir" ve ona nisbetle kurulacak "vasıta sistem" şartını gerektirir. Gerekli olan "Mutlak Fikir", "yapılması gereken"de "vasıta sistem" idraki-çabalarının bunu göstermesi. Aksi takdirde, bütün düşünce ve ilim tarihinde görüldüğü üzere, her biri birtakım hakikatlere dayanırken, "doğruyu yanlışta kullanma" veya

"yerinde doğruyu genelleştirerek yanlışa düşme" şeklinde, mihraksız tümevarım zafiyetine duçardır.

(Sefine "Suver-i Hayal Alemi", s.262 - Salih Mirzabeyoğlu)

"Alemde zatıyla iyi ve kötü yoktur."

"İnsanlık tarihi boyunca gelmiş bütün medeniyetler “Peygamberler Tarihi”nin salkım saçak görünüşleridir..."

"Tefekkür tarihi boyunca görülen bütün düşünceler, kendi çıkış zamanlarındaki dinin mihengi içinde... Allahsız düşünceler de dinin antitezi olarak, hakikati tersinden gerçekleştirici ve görünüşlerini dine borçlu; herşey zıddıyla kaimdir ve tez olmadan antitez olmaz. Semavî olmayan dinler ve tahrif edilmişi gösterenler de antitez grubundaki derecelerde... Bu, aynı zamanda antitez cephenin de hep tekrardan kendi kendini iptal ede ede de olsa yenilenişini gösteriyor. Nasıl ki, maddeci de maddeci görüşünü ruhî çaba ile kuruyorsa, Peygamberlerin getirdiğine imân etmeyenler de, bütün tonlarıyla, onların getirdiğinin tersine nisbetiyle zamanlarının temsilcisi oluyorlar."

"Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı."

Salih Mirzabeyoğlu

"Ateist olan Sigmund Freud'un aksine, Psikolog Carl Jung, insanda doğuştan dinî bir ruh olduğuna inanmaktadır.

Buna bağlı olarak Jung'un "şuuraltı" ile ilgili görüşleri Freud'unkilerle uyuşmamaktadır. Jung bir doktor olarak edinmiş olduğu tecrübelere dayanarak, "müşterek şuuraltı" diye nitelendirmiştir.

Aslına bakarsanız bu, "Hakikati Ferdiyye, Ruh-i Muhammedî, Küllî Ruh" davasının, yani içinde "küllî oluş" ile

"ferdî"nin bir bütün olarak "zat sırrı neyse o" şeklinde bulunduğu, mevzuuna mahsus nitelenişidir."

(Ölüm Odası b-yedi "Giriş", s.81 - Salih Mirzabeyoğlu)

"Gerçeğin nihâi tabiatı, kelimelerle ifade edilmenin ötesindedir. Hem mistik düşüncenin, hem de yeni fiziğin azamî müşterekleri, her ikisinin de dilin kifayetsizliğine işaret etmeleridir. Zaman ve dilimizin sınırları, kainatı anlayışımızın sınırlarını belirliyor."

(Büyük Muztaribler 2.Cilt, s. 419 - S.Mirzabeyoğlu)

Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz. Doğru düşünce olmasaydı, "doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz!" doğrusu da bilinemeyecek, ilk doğru düşünceye varılamayacaktı... Dil olmadan düşünce olmaz... İlk dil, ilk doğru, ilk insanla vardı; ve ilk insan, ilk Peygamberdi!..

Peygamberler olmasa, medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı. (...)

O hâlde: Tefekkür tarihi boyunca görülen bütün düşünceler, kendi çıkış zamanlarındaki dinin mihengi içinde...

Allahsız düşünceler de dinin antitezi olarak, hakikati tersinden gerçekleştirici ve görünüşlerini dine borçlu; herşey zıddıyla kaimdir ve tez olmadan antitez olmaz. Semavî olmayan dinler ve tahrif edilmişi gösterenler de antitez grubundaki derecelerde... Bu, aynı zamanda antitez cephenin de hep tekrardan kendi kendini iptal ede ede de olsa yenilenişini gösteriyor. Nasıl ki, maddeci de maddeci görüşünü ruhî çaba ile kuruyorsa, Peygamberlerin getirdiğine imân etmeyenler de, bütün tonlarıyla, onların getirdiğinin tersine nisbetiyle zamanlarının temsilcisi oluyorlar. .

(10)

(Yağmurcu, s.269 - Salih Mirzabeyoğlu)

"Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemeseler de" ayetine gûya şeksiz bir itikad içinde bulunan veya gûya bu inançla "hoşgörü" edebiyatı yapan nice çilesiz pezevengin pişkinliği, bu itikadı fikrî, ilmî ve canını ortaya koyarak yaşayan ve çırpınan birine nisbetle aslında tam ters bir manayı temsil etmiyor mu? Makam, şöhret ve parayı görünce, o pezevenk tipinin nasıl "geliştim!" diye mürted olduğunu zaten biliyorsunuz!"

(Büyük Muztaribler, 2.Cilt, s.137 - Salih Mirzabeyoğlu)

"Neyi niçin bildiğini veya neyi niçin bilmek zorunda olduğunu bilmeyenlerin "Mutlak Fikir" adına "Mutlak Fikir"in hakimiyetini engellediklerinden de haberleri yoktur kuşkusuz. Atı alanın Üsküdarı geçmek üzere olduğu bir ortamda, hala rahatlık ve pişkinliği elden bırakmayanların durumlarını buna bağlamak gerek.

Mutlak güzel, mutlak doğru ve mutlak iyinin ifadesi olan Mutlak Fikir'in, tarihte güzel, doğru ve iyilikten pay almamışların elinde, çirkinliğin yanlışlığın ve kötülüğün ifadesi olarak sergilenmesi ve bunun verdiği dersler yetmiyormuş gibi, "Mutlak Fikri" hayata tatbik yolunda her türlü faaliyetimizi rehberliğinde yürütmemiz gereken BÜYÜK DOĞU "tatbik-vasıta" sistemi karşısında bönlük devam ediyor... Ve tabii başıboşluk da..."

(Salih Mirzabeyoğlu - Bütün Fikrin Gerekliliği, s.13)

“Sene 1970... Üstadım, Ankara'da konferans veriyor... Konferansın sonunda da, "İmam Hatib Mezunları Derneği" gibi bir dernekte, bir yorgunluk kahvesi içmek üzere, orada... Uzunca bir masa başında ve o masaya dizilmiş 20 kadar genç... Biri benim... Üstadım'ın oturduğu sandalyenin arkasında, ayakta, boynunu-kulağı ona ayar şekilde ve yüzü havaya dönük biçimde bükülmüş bir genç, eriyen ve eriten bir vecd manzarası çiziyor; akıl ve zeka payı nedir bilmem ama, kelimelerin ahengine bürülü manaları zerresini feda etmeme dikkatiyle öyle candan dinleyişi var ki, yüzünün bütün hatları ruhunun duyduğu zevke şahitlik etmekte... Benim halimi - dışyüzden taklidi kabil ve palavracıların kolayından sıraladığı laflar ve büründüğü haller değil, hiçbir serrişte(ipucu) vermeyen halimi- söylememe gerek yok;

ona hayatım ve eserim şahittir... Masada oturanlara şöyle bir göz gezdiriyorum; onlar sadece, konuşan bir meşhuru dinlemekte... Üstadım, vesilesi düşmüş, Bergson'dan bir sahne aktarıyor:

-"Ben Paris'te, onun bir sohbetine katılmıştım... Büyük kafa... Kafasında yüzbin vinç dolaşıyor; fikirleri oradan oraya, oradan oraya naklediyor..."

Ve beni paslı bir hançer gibi ta canevimden vuran izah:

-"Vinç dedimse, mecazi manada dedim... Anlıyorsunuz değil mi?

Masadakilerin keyfiyetini -ve ne demek istediğimi- anlayın ve bu işin nerelerden nerelere hangi efsanevi kıtlık şartları içinde getirildiğini kavrayın!..”

(Büyük Muztaribler, 1. Cilt, s.329 - S. Mirzabeyoğlu)

(...) Ve, fikir ve ilim adına ne varsa dünya çapında en büyüklerin yetişeceği bir irfan tarlasını hazırlarken, bütün bu ikazları, bir nevi aslan payını tarla hazırlayıcısına bırakmak telaşesiyle değil, -ki yaptığım işe nisbetle bunları ifade etmem bile beni küçültücü, gerçek ve sahici istidat ve çabalara istikamet gösterme mesuliyetiyle yapıyorum; nasıl ki sahabilerden sonra ümmetin en büyük ferdi olan İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Hanefi mezhebine bağlılığı onun bu sıfatını eksiltmiyorsa, benim İBDA'nın kurucusu olmam, İbda bağlılarının en büyük fikir, ilim ve sanat kimliği ile meydan yerini tutmalarına -ki hayatımın gayesi- bir tenzil değildir... Hedef yerinde dursun ve ihlas baki olsun da, kim ne menzil alabiliyorsa alsın!..

(Büyük Muztaribler 1.Cilt, s.199 - Salih Mirzabeyoğlu)

"İBDA külliyatını takip edenlerin -kimse!- teslim edecekleri veya dikkat etmeleri gereken bir hakikat: Bir takım temel ve terkibi hükümlerin ve ifadelerin çeşitli eserlerimizde AYNEN TEKRARI, Büyük Doğu-İbda "İslama muhatap anlayış" DİLİNİN ÖĞRETİLMESİ VE BENİMSETİLMESİ VE BUNUN DEĞİŞİK MEVZULARDA ALAKALARI İÇİNDE GÖSTERİLEREK YAPILMASI gibi bir teknik olmanın ötesinde, her mevzuda o mevzuun niteliğine nazaran yeni ve yeni bir tafsile mevzu olmanın gereğindendir." (1)

"DİL ÖĞRETİYOR OLMAMIZDAN KAYNAKLANAN bir zaruret

halinde yeri geldikçe tekrardan kaçınmama ve bunu şuurlu olarak yapma usulümüz..." (2) 1-(Büyük Muztaribler, I.Cilt, s.13 - Salih Mirzabeyoğlu)

2-(Hikemiyat, s. 283, 284 - Salih Mirzabeyoğlu)

(11)

*Büyük harfler tarafımızdan vurgulanmıştır.

“Tevatüren bilgi” haber olarak alınan bilgidir; öyle kalır veya tahkike mevzu olarak yakin getirilir... “Telkinle alınanı tahkikle bulma!” dediğimiz gibi; bünyeleştirme. Mesela, Amerika’ya gitmedim, ama öyle bir yer olduğuna dair bilgim var. “Şu doktor, iyi bir doktor!”; tıbbı bilmiyorum, ama iyi olduğuna dair itminan duymam gereken şeylerden dolayı ona kendimi teslim ediyorum. İnsan hayatının binde 999’u böyle bir bilgiye dayandığı halde, İslam tarihinin

yüzbinlerce kahramanının yaşadıkları, nedense öküzce bir “hurafe” tekerlemesiyle silinir. Bunlar, bizim için üst dil ifade eden “apriori- kabli” bilgilerdir ve Einstein gibi bizzat mevzuu madde olan bir deha bile, işi fikre ve fiziği onun ispatçısı durumuna düşürme pahasına, “kabli bilgilerle hareket etmeden olmaz!” der.

(Berzah "Bütün Dalların Birleştiği Kök'e", s. 329-330 / Salih Mirzabeyoğlu)

İmam-ı Gazali Hazretleri'nin beyanından süzelim:

-"Sen yalnız tecrübe ettiğin şeyleri tasdikle iktifa etmeyip, tecrübe edenlerin haberlerini işittin ve onları taklit ettin.

Binaenaleyh evliyanın sözlerini de dinle; onlar tecrübe ettiler ve Şeriat tarafından bildirilen bütün şeylerde Hakkı gördüler. Sen de onların yoluna girersen, bunların bir kısmını müşahade ile ispat edersin. Şunu da söyleyeyim ki, bu hususta her ne kadar tecrübe eden olmasan bile tasdik etmek ve uymak lazım geldiğini aklın kabul etmelidir. Biz bir adam farzedelim ki akıl baliğ olmuş ve olgunlaşmış, fakat henüz hastalığın ne olduğunu bilmiyor; bu adam hastalandı ve bunun merhametli ve tıb ilmini iyi bilen bir babası var... Ve aklı erdiğinden beri babasının tıb ilmindeki maharetini işitiyor. Şayet babası, "Bu senin hastalığını iyi edecek, sana şifa verecektir..." dese, bunun aklı ne yola hükmetmelidir?

İlaç acı ve iğrenç de olsa onu içer mi yoksa "Tecrübe etmediğim ilacın şifa vereceğini bilmiyorum!" deyip babasını yalanlar mı? Eğer böyle yaparsa şüphe yok ki, bu adama ahmak dersin."

(Hikemiyat "tefekkür ve hikmet", s. 122-123 / Salih Mirzabeyoğlu)

...fikir çizgisinde misyonu süt mevkiindeki Büyük Doğu Mimarı'na nisbetle kaymak olanım!

(...)

Kaymağın kalitesi bilinsin ki sütün cevheri değerlendirilebilsin!

(Hikemiyat, s.37 - Salih Mirzabeyoğlu )

“Büyük Doğu ve Mimarı'na dış yüzden meftun ve içyüzden sığ bağlı veya dış yüzden bakarak aşıcı ve içyüzden kıskanç bir kaçıcı tavrın mahkûm edicisi benim! Saf fikirle!”

(Hikemiyat, s.125 / Salih Mirzabeyoğlu)

"İşin derin hikmetlerine girmeksizin; alınacak baş dersi hemen söylersem; sebepten neticeye giden yolda sır payından dereceler halinde sonsuz ihtimaller bulunduğunun bilindiği, ‘sonsuz içinde sonsuz’ gibi hakikatlerin müsbet ilme mevzu olduğu bir devirde, mantığın kıytırık soyunun bataklığında manda gibi yatmak ayıptır.

Ayıptır söylemesi, böyle olmama ruhunun zarflayıcısı ve muhakemesini kuran da benim; ve size bunu sıçratma emelindeyim!.."

(Salih Mirzabeyoğlu - Gölgeler, s.31)

FİKİR ÇAĞI - İBDA ÇAĞI

Motor gürültüleri, savaşlar, esrar ve eroin dalgaları, sapıklık ve fuhuş, iyi ve kötü değer yargılarının ismiyle bile unutulmaya başlandığı bir zamanda, fikrin “beş para etmez” bir değer hükmüne indirildiği dünya çapı mekânda, yeni bir FİKİR ÇAĞI doğuyor!..

İmkânlar âlemine bakıldığı zaman, doğum değil de ölüm haberini veren bir hâl içinde yeni bir fikir çağının doğuyor olması iddiası, kutupta güneşin 24 saatte bir görüneceğini söylemek kadar imkân dışıdır; bu kaskatı bir vakıa... Eğer insanoğlunun henüz doğmamış soyu tükenmediyse, mevcut insan keyfiyetinin arkadan gelecek zincir halkasına geçit veremeyeceği, mevcudun tabiî görünüşünden bir teşhis!.. Öldürücü bir hastalığın bütün tezahürleri görülmüş, görülmekte ve ölüm beklenmektedir; manzara budur...

Bu yüzdendir ki, İlâhî sırlar hâzinesinden bir lütuf rüzgârı esmezse, insan soyunun sonu gelmiştir. Oysa biliyoruz ki gelmemiştir!..Gelmediğine göre de, sebepli veya sebepsiz bahşedilecek imkân, fikri sultan tahtına oturtacaktır!..

(12)

İşaretlenen ümitsizlik içindeki ümit, bu, işin çilesini çekenlerin biricik mânevi gıdası ve şevki, su kabağı cinsinden bön, çilesiz, tekerlemeci ve hissiz kereste yığınlarını, büyük ümit içinde en büyük ümitsizlik sebebi diye gösterse yeridir. Ama bunlara, fikir ve fikircilik haysiyetini işlerin en ucuzu hâline getiren içten çökerticilere rağmen de FİKİR ÇAĞI doğacak!..

MADEM Kİ BEN VARIM, ÖYLEYSE BU DAVA VAR dercesine yakın bir temas içinde duyuyoruz ki, FİKİR ÇAĞI doğacak!..

Çocuk için doğduğu ândan itibaren ana sütü kadar mânevi havaya da muhtaç olduğu idrak edilecek ve FİKİR ÇAĞI doğacak!..

Parça, bütünün habercisi olduğuna ve parça mevkiindeki İBDA göründüğüne göre, FİKİR ÇAĞI doğacak!..

(Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, s. 225)

"...Allah'a şükürler olsun ki, bugün bizim divaneliğimizi sözkonusu "kafa tahtası eksik nonoş"ların keyfiyetinden ayırıcı değer nedir bilir sahici müslüman insan tipi, Büyük Doğu-İbda gençliği hâlinde ve devrim kasdıyla meydan yerindedir! Devrim olana kadar ve ahmak sürü yaşadığı müddetçe, mahzunum!"

(Yağmurcu, s.24 - S.Mirzabeyoğlu)

“İslâmcılara karşı resmi ve gâyrı resmi olarak 60 senedir yürütülen horlama, sindirme, ikinci sınıf vatandaş

muamelesi, zulüm, terör ve katliam çığırını "nostaljik" bir duyguyla "şanlı günleri" olarak ananlar, bir daha o vasatı göremeyeceklerdir!..”

(Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık, 1996)

"İki kişinin bile bir yola giderken birinin diğerine imâm olmasını söyleyen İslâm, işin işe ve adamın adama bağlılığı içinde cemiyet plânını şekillendirir ve ferde sonsuzluk yolunu açarken, elbetteki eşsiz ve mutlak bir NİZÂM ifâdesi;

en ulvî ve esasî “bütün”den, en süfli ve “cüz’i-parça”ya kadar herşey, merkezde düğümlü bir nakış gibi içiçe, çelişkisiz ve eksiksiz...

NİZÂM deyince umumiyetle eşya tertibi cinsi, sıra ve hizâ anlaşılır; ve bunun da içinde bulunduğu “nizâm”ın, FİKİR demek olduğu bilinmez... Oysa diyalektik, metod, şekil, biçim, form ve estetik gibi kavramlarla üstüste gelen “nizâm”, yerinde “fikri temin eden kalıp”, yerinde ise fikrin kendisidir. Fikir olmadan neyin olacağı veya olamayacağı,

topyekûn salak adam faaliyetlerinin yekûnunu gösterir, ayrı bir bahis."

(İbda Diyalektiği, s.120 - Salih Mirzabeyoğlu)

... Ruhun bu seyr ve seferinde arif olan kimse, onu, ne ceset içinde, ne dışında, ne bağlı, ne de ayrı bilir. Sadece ruhun, cesedi tasfiye ve terbiye etmek için ona iliştiğini anlar.

Abdülhakim Arvasi Hazretleri

“Ruhtan sorarlarsa de ki; ruh, Rabbimin emrindedir” ölçüsü... Ruhların toplamı tek bir emirdir; ruh birdir... Sözkonusu

“Küllî Ruh”un tecellisi hâlinde kalb hakikatini meydana getirmek üzere nefsle birleşen ve “benlik-senlik” durumunda ruhlar... Her ruhun, Küllî Ruh’ta, “zat sırrı neyse o” makamı veya yeri, derece ve basamağı vardır...

Ruh safiyet kazanıp aslına döndüğü, Küllî olduğu zaman, Kâinat’ın gizlilikleriyle bütün âlemde bulunan mânâlar, kendine nakşolunmuş olarak bulunur; ve kendi ruhanî sıfatına göre, gaibden alacağını alır... “Müminin ferasetinden korkunuz, çünkü o Allah’ın nuru ile nazar eder!” ölçüsü... Allah’ın nuru ile nazar ettiğine göre, hiçbir şey ondan gizli değildir... Ama mümin var, mümin var...Herşey derecen kadar!..

(İbda Diyalektiği, s.96- Salih Mirzabeyoğlu)

“Hadis'te ikaz: Allah'ın Sevgilisi, kader bahsini tartışan bir topluluğa rastgelince, bu bahsi kısa kesmelerini ve geçmiş toplulukların bu yüzden helak olduklarını belirterek ikaz etmiştir... Nitekim, İslam'da bir dalalet fırkası olan

"Mu'tezile" taifesi, "kul kendi yaptıklarının halıkıdır!" deyip ifrat ederek, bu fiilllerde kaza ve kaderi reddetmişlerdir;

bu sapıklara "Kaderiyeciler" de denmektedir.”

(Sefine "Suver-i Hayal Alemi", s.124 - Salih Mirzabeyoğlu)

(13)

Ne dersen de

VÜCUD bahsi netameli ya yaşanandır yahut bir sekr hali

ona da sahtesi musallat erbabı olmayan anlamaz hal veya lafız yolundan küfre kadar musallat oysa mahlûkun Allah'a mahluk sırrını aşar

ne hulûl ne nisbeti mevcut değildir ne gölgesidir ne tecelli lakin ne demeli

nasıl anlatmalı derdimizi KELİMELER YETERSİZ!

Esatir ve Mitoloji - Salih Mirzabeyoğlu

"Çok şey bilinebilir ama, gerekli olan bilinmiyorsa, hiçbirinin anlamı kalmaz!"

Hermann Hesse | Siddhartha

"Demogocya zanaatı... Evet, sanatı değil zanaatı... Sahte para basmaktan daha şenî bir fikir suistimali... Kalpazan, hiç değilse, hakiki paranın sahtesini basar, demogocya zanaatçısı ise, sahte fikrin, sahte nahdini... Fikir, vergi değil, bahşiş almaya alışınca demogocya zanaatının istismar meydanı olur. Ve menfaat karşılığı ırzını teslim eden bir kadın gibi, ilk hamlede samimiliğini feda eder."

Necip Fazıl Kısakürek - Çerçeve 4

ESAS VE DİYALEKTİK

Davada "esas" daima yerinde ve sabit, diyalektik ise zaman ve mekana göre yer değiştirici ve hareketli olduğuna;

"esas" alta göre usül mevzuu, "usül" ise alta nisbetle esası belirttiğine göre, İslam esaslarına nisbetle usul belirten Büyük Doğu anlayışına nisbetle İBDA mihrakı, ona uygun usül, metod ve diyalektik'i gösterme durumundadır. Büyük Doğu ve Mimarı etrafındaki kuru sıkı pohpoh, tekerleme ve malumatfuruşluk değil; en geniş manasıyla öğrenilmesi gereken tek hakikatin, "dil-mana" alanının, gösterdiğimiz özün gelişmesi ve zenginleşmesi olarak, mevzulara yaymak.. Eteklerinin mıktanıs cazibesine tutunulacak, her kim derdini anlatmaya çıkarsa, karşı olurken bile

manamızın tesirini tersinden göstericilikten kurtulamayacak büyük diyalektik... Şahsiyeti ve kuvveti olanın cazibesi de olur. Elverir ki bu cazibe, soylu fışkırışlara fidelik etsin!

(İslama Muhatap Anlayış, s.87/ - Salih Mirzabeyoğlu)

“Üzerinde önemle durmak lazımdır ki, Büyük Doğu'nun muhakeme usulünü anlamak, önce "telkinle alınanı tahkikle bulma" şeklinde araştırıcı ve tahlilci bir yaklaşımla mümkündür. Bu, aynı zamanda meselelere sarkmanın yolu; izah için "tahlil" aleti... O hüküm koyuyorsa, biz hükme getirici; o sentezciyse, biz tahlilci... Her sentez tahlilin tabiî sonucudur, her tahlil ise en küçük çaplar içinde bile senteze bağlı...”

(Salih Mirzabeyoğlu - Kültür Davamız, s.18)

“Bütün bir tarih seyrinin bugün sırtımıza yüklediği mahkumiyet bakımından bu kadar çetinlik belirtici bir kurtuluşun kefaleti, hangi fikirler manzumesindedir? “Büyük Doğu”, işte o fikirler manzumesinin ismidir!”

(Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s.448)

“Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuruyla el atabiliriz. Su bulunmadan boru döşenemez.”

(Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, S. 200)

“Şu son zamanların mahut tekerlemesiyle, bir yerde insanı gerici diye damgalayıcı bir tip gördünüz mü, hemen hükmünüzü veriniz: Bu tip, sadece ucuz klişelerle geçinen bir ezberciden, sahte nispetler kuran bir hokkabazdan, bir

(14)

zamâne yobazından başka bir şey olamaz.”

(Necip Fazıl Kısakürek, ideolocya Örgüsü, Sf. 459)

RUH

Doğu kaynağından gelip Batıyı bütün tecrübeleriyle manada zapt ve fethetmiş olmanın yepyeni terkip ideali...

Ve her sahada bu ideale şahsiyet ifadesi...

İçinden ve dışından bütün yanlış anlayış ve tahriplere karşı müdaafalı, olanca asliyet ve saffetiyle din bağlılığı...

Ve bu bağlılığın, topyekün kainata mizan teşkil edici ölçüyü dinde bulmaya kadar giden genişlik ve derinliği...

Köyde, şehirde, sokakta, meydanda, mektepte, ailede, işte, dairede, itfaiye edasıyla, büyük ahlak seferberliği...

NİZAM

Bu ruha göre, bütün "iyi"leri getirici ve "kötü"leri süpürücü, bir logaritma bütünlüğü içinde, (ideolojik) kanunlar, emirler ve yasaklar tablosu...

Ve bu emir ve yasaklarda, şiddetle merhametin son haddi; ve insanda nüfuz arttıkça inkıyadı da artıcı şiar..

Milli irade temsilciliği ocağının duvarında ve cins kafaların alınlarında "hakimiyet halkın değil Hakkındır!" nakşı... Ve içtimai nizamı Batının ne (demokratik), ne (anti demokratik), ne(kapitalist), ne (anti kapitalist) rejimlerinde

görmeksizin, her tarafın hakkını istiklalini bir dünya görüşünde toplayıcı, çifte kanatlı cemiyet muvazanesi...

Asker, memur, köylü, işçi, tüccar, sanatkar, hoca, fikir adamı, bütün sınıflar arasında, hilkat ve keyfiyet baremine göre hak tayini... Ve bu hilkat ve keyfiyet ayrımının, insanlık noktasından, herkesi aynı güneş altında, namaz safında ve hak kürsüsünde birleştiren mutlak eşitlik ve adalet düsturu...

SİSTEM

Zirai temel (toprak ve hayvan) üzerine dayalı milli ekonomi.. Milli bünye içinden geliştirilmesi şartına bağlı sınai hamle... Ferdi mülkiyet esası etrafında, sermaye istismar ve dehhameleşmesine(urlaşmasına) mani devlet tedbiri... Ve bu üç prensip etrafında doğacak madde saadetinin riyazi kefaleti...

Yüzde yüz (totaliter) devleti, bellibaşlı kıstaslar içinde hizmetçisi gibi murakabe eden halk, halkı kaz sürüsü misali güden devlet... Ve imamla cemaat, mekteple aile, hakimle mahkum, şununla bu, arasında, birbirine kenetli dişliler şeklinde ahenk...

İçe doğru, tam 5 asırlık gecikmeyi giderici, gece uykusunu kaldırıcı ve mutlaka mana ve maddede erdirmenin yolunu açıcı, dışa doğru da bütün İslam ve Doğu alemini kapsayıcı, ona rehber olucu ve Batının karşısında Doğu eksiğini Batıya ekleyerek çıkıcı büyük politika... Ve bu politikanın mana ve maddede binbir inşa ve tesisi...

Yol budur ve tektir. Ve ikisi o türlü bitişmiş ve birleşmiştir ki, aynı çizginin şimal ve cenup kutuplarını gösteren ok işaretleri haline gelmiştir.

Bu ölçüler dışında her şey de, her gün biraz daha can, nefes ve ümit kaybetmekten ibaret kalmıştır.

Bizi ancak, yüce Yunus'un tabiriyle zehirli aş kurtarabilir. Onu yemeye ve yedirmeye kim gelir?

(NFK-HİTABELER, S.177-178)

"(Disiplin) şiirini anlayabilecek adam, davanın en üstün cephesi olarak, kendi kendini (Disiplin) altına alabilecek olandır. Yani Büyük Cihadın namzetleri... Büyük Cihat, milyonluk orduların boğuşması değil, tek kişinin kendi nefsiyle savaşması... Kendi nefsine zorlayacağı (Disiplin) ile beraber, başkasının zorlayacağı her türlü (Disiplin)den kaçanların, yangın yerindeki bir arsada, dört ayağı havada, keyifli keyifli eşelenen sanki hür bir merkepten farkları yoktur.

Safkan atlar hemen başlarını teslim ederken, mayalarında eşeklik olanlara, (Disiplin yular gibi görünür. Bir türlü taktırmazlar. Ve tekme, çifte anırma, zıplama, eşelenme içinde, ortalığı toz dumana boğarlar. Manzaramız budur."

(Necip Fazıl Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, s.80)

-

“Tesir altında kalmak değildir iyi veya kötü olan. Yapılan işe değerini veren, neyin tesiri altında kaldığın ve o tesirle ne yaptığındır.”

Tesir altında görünmemek için, Büyük Doğu’dan öğrendiği bir takım notaları, yani yarım yamalak anlayıp aldıklarını, onu inkâr ederek kendini göstermek çabasıyla arı dil (!) dedikleri “uydurukça” içinde sunanlar anlamalı…

Ne hakikati temsil eden birini (Üstadı) silmeye çalışmak, ne de onun söylediğinin kabuğunda boş cümleler kurmakla bir yere varılamayacağı anlaşılmalı; ” gibi” olmak isteği ve merakı ile, bundan yol bulan kıskançlığın verimsizliğine

(15)

düşülmemeli.Bunun dışında… Karşı kamptakileri onların istediği biçimde kavramaya çalışırken, kendi inancının gereği olan bir muhakeme usulü çerçevesinde hesaba çekemeyişi ifâde tarzına kadar karşıya yamanışından belli mahkumlar, niçin bu duruma düştüklerini anlamalı.

Herkes şunu içine sindirmelidir: Bir şeyi ortaya koymak kadar, onu yaygınlaştırmak, onunla bir mevzuya sarkmak, onu davranış hâlinde kendine maletmek ve onu kafalarda billurlaştırma mânâsına tahkim etmek de “birşey” yapmaktır.

Birşey yapmış olanı silmek ve onun “gibi”si olmak değil… Bunun örneklerini “Üstad” gibi olmak ve “Üstad”a karşı duyulan kıskançlıkla onun yerini almak isteği şeklinde gördük. Şimdi aynı tavır “Büyük Zuhur”umuzun mânâsı etrafındaki “mırmır”larda…

Oysa, en iyi taklit bile en kötü orijinden daha kötüdür; kaldı ki, her insan kendine has keyfiyetiyle dünyaya gelir ve insan memuriyeti olarak herkesin “misyon”u vardır. Meşhur hikmet:

-

“Dünya bir tiyatrodur, kimine reisicumhur rolü düşmüştür, kimine çöpçü; ve rolünü en iyi yapan alkışlanır!”

O hâlde mesele, ruhun derinliklerinden gelecek bir İbda aşkıyla “mânâmızı” kendi öz keyfiyetimiz içinde pırıldatmaktır; değişik mevzulara sarkarak, davranış olarak, yaygınlaştırma faaliyetlerinde bulunarak vesaire…

Nihayet sonun sonunda her fikir doğrularıyla “Mutlak Fikir” içinde fâni ve her davranış ve faaliyet onun için değil midir?.. Böyle hareket etmekle gerçekleşecek olan bizzat kendi varlığımız değil midir?..

Büyük Doğu şuuruyla çeşitli meselelere çözüm getirilirken, değişik meseleler arasında aynı anlayış mihrakını işaret edici bütünlük şuuru sağlanacak ve bu şuur kafalarda kutuplaşıp billurlaşacaktır. Biz bugüne kadar Büyük Doğucu bir

“görüş”, “inanış” ve “ölçülendiriş”le, ideolojik ve “sistemli hareket” plânındaki meseleler üzerinde bunu gerçekleştirme gaye ve hedefiyle durduk, duracağız.

Burada bir hususu da hatırlatalım: Bütün iş ve hareket şubeleri kendi usul, esas ve kuralları etrafında hayata hâkim kılınmak istenirken, sistemin yöneldiği mevzu olarak bizzat sistemi ifade eder; bu çerçevede sistemin kendisidir.

(Salih Mirzabeyoğlu, KÜLTÜR DAVAMIZ, -Temel Meseleler-)

"Vatan, Müslüman için İslam’ın hakim olduğu diyardır ve İslam’ın hakim olmadığı yerde de, vatan mücadelesinden bahis, İslam’ın hakimiyeti için mücadeledir…”

(Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar, İBDA Yayınları, İstanbul 1997, s. 191)

“Beyin cimnastiği niyetine, beyninin büsbütün kel oluşuna bakmadan cinlik yapmaya kalkanların, ne derken nereye vardıklarına ve ne derken nereye varacaklarına bakalım... "Kur'an'da kadere iman diye birşey yoktur!"...

Onları kendi kıytırık mantıkları içinde boğmak pek kolay:"Kur'an'da kadere iman yoktur lafı da yoktur!"...”

(Salih Mirzabeyoğlu, Sahabîlerin Rolü ve Manası)

«Silâh kullanılacak mı, kullanılmayacak mı, diye soruyorsunuz. Evvelâ İslâmcı kesime karşı silâh kullanılacak mı, kullanılmayacak mı, bunun cevabı alınmalı ve bundan sonra söylenmeli. Ortada bir fikir ve bu fikrin hayata

geçirilmesi için birtakım âletlere ihtiyaç vardır. Meselâ fikrin füzeye ihtiyacı varsa, bugün benim elimde tabanca var.

Öyleyse füzeyle vuracağım yerle, tabancayla vuracağım yer değişir. Bu çerçeve içinde söyleyeceğim şey, gerektiği yerde gerekeni yapmak...»

Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye, c. 5, İBDA Yay., İstanbul, s. 539-540 (1 Nisan 1990 tarihli Nokta Dergisi’ne verilen mülâkattan.)

“... Bugün ise, eğer ben beklenen isem, bunun şartları cümlesinden olarak bu iş şöyle veya böyle onu bitiren ve beni getiren şartlarla bitecek; eğer ben değil isem, eserlerimin yolda temel taşı olma manası bâki, yine şükür

makamındayım ki, Allah bana sahte bir geliş vermeyecek. Üstadım 'ın bana tâ 1982'de bir YEVMİYE bahsi olarak söylediğinin Hakk-el yakin'ini yaşıyorum: AKSİYONLARINI BİZDEN ALIYORLAR...Bize yakın ve düşman, kim ne yapıyorsa yapıyor veya yaparsa yapar, Allah'ın dediği olur. Daha önce söyledim: Bu, "mademki ben varım, bu dava var!" diyebilene kendini verimleriyle veren bir manadır. Biz bunu, dünya çapında bir oluş içinde seyredeniz, göreniz.”

(SALİH MİRZABEYOĞLU - ÖLÜM ODASI -B YEDİ- S.49)

“Din, buluş; felsefe ise bulduğu her şeyde hatâlı veya hatâ etmesi mümkün bir arayış... Böyle olunca, elbette ki,

"sabit"in değişene ve mihverini bulamayana tahammülü olamaz. Hiçbir kararsızlık kararın yerini tutamaz ve kuvvetini kazanamaz.

(16)

"Sabit" üzerinde donmamak ve her ân arayıcılıkta devam etmekse, ancak o "sabit"in bağlısı meçhuller âlemi üzerinde derinleşmekle olur. Dindar, mihverlik bir inanış etrafında fezayı dolaşırken, başıboş hakikat arayıcısı onu her defa kaybedici, neticesiz bir maceraya mahkûmdur.”

(Üstad Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, s.15)

"Sırra ilişik sır" bahsinde üzerinde duracağımız gibi, her şey tek "an"da ve zaman "sırra ilişik bir sır"; tek "an"da baş ve son, tek "an"da sebep ve netice... Alındığı yere göre biri öbürünün uzantısı... Sebep ve netice bitişikliği ne?.. Baş ve son bitişikliği ne?.. Büyük sır!

Nokta; iki çizginin kesişmesiyle ifade edilen mefhum... Çizgi; sanki bir bilye yuvarlanıyormuşcasına, sonsuz noktalar cümlesi...

Noktayı kağıt üzerinde kalem lekesi sananların bundan anlayacağı birşey yok... Remz ve mana farkı... Mesela "mana", M-A-N-A harflerine bölünmez; harfler, "mana"yı hatırlatmanın tertip şekline, resmedilişine ait unsur... Ve resim - suret-, mananın kendi değil!

Nokta olmadan çizgi ve çizgi olmadan nokta olmaz... Birinin sebebi, öbürünün neticesi; ve birinin neticesi öbürünün sebebi... Mesafe hükmünü kül eden, sonsuz büyükle sonsuz küçüğü bitiştiren büyük sırdan nişan!...

Bir dairede çember, her noktası baş ve son, sonsuz devir temsilcisi; bu hikmete nisbetle de merkezin sonsuzluğu, sonsuz sayıda merkez... Zamanı teselli verici bir süreklilik olarak görenlerin, zamanın maksatlılığının dışına düştükleri yer de burası... Dairenin merkezi ise kendisinden geçen sonsuz çap çizgilerinin kesiştiği nokta; çizgiler merkeze göre belirlenince merkez "sebep" ve merkezi çizgilere göre belirlersek merkez "netice".

Bir dairede merkez, çevrenin hem tespitçisi, hem de onun tarafından tespit edilen... Çevre sebep bilinirse, merkez netice; ve merkez sebep bilinirse çevre netice... Hemen anlaşılıyor; sebep netice bitişikliği, yani sır, dairenin her noktası için geçerli... Dairede her yer, sırrın imzası!

İki bilinmezle (nokta ve çizgi) tesbit ettiğimiz şekil (daire-bilgi) karşımıza başka bir sır olarak çıkıyor.

Eserde müessiri görüyoruz;sır!... Sebep-netice ikiliği yok, bir var!.. Dairenin kendisine bakıyoruz, daire sırdır; daire dürülüyor!...

Sırra nisbetle daireye bakıyoruz; daire sırdan!.. Sebep-netice ikiliği, BİR değil BİRDEN ve mahiyeti yokluk!...

Nereden bakarsak bakalım, herşey sırdan bir imza, sır içinde ve sırra ilişik; sırrın hakikatindeki sonsuzluk... İşte bu daire hikmetleri üzerinde, alemde "varlık", "oluş", "kader", "iman", "ben şuuru" gibi aklın tükendiği meselelerin "sır"

belirtişine nazaran, bir misal bulmuş oluyoruz... Sır... Besbelli ki, "ben varım" demek bile bir iman işi!

(İstikbal İslamındır, s.136 - Salih Mirzabeyoğlu)

... İslam’da her asrın bir yenileyicisi olduğuna göre 15. asır yenileyicisine çevre teşkil etmek şerefi tam kırk yıldır, suyu kan ve tuzu gözyaşından ibaret olarak teknemizde hamurlaşmasına çalıştığımız ve şimdi, şükürler olsun, sayısının milyonları aştığını gördüğümüz yeni nesle, Türk ruh kökünün davacısı nesle, senin nesline, sana düşüyor!

Mazi, hâl ve istikbal hükmünü sen getireceksin!

Tarihinden sahtelerle gerçekleri ayıklamayı, bazı ölüler üzerindeki kubbeleri yıkıp bazıları üstüne altından kubbeler çekmeyi sen başaracaksın!

Bu zamana kadar kavanozun camını yalayarak reçelini yediklerine inandıkları Batı marifetini, çilesini çekmek şartıyla nefsine mal etme hünerine sen ereceksin!

Ruhi tahakküm buyruğundan sıyrılınca, insanoğlunu burnundan yakalayan ve halkalayan ve kendisini putlaştıran makinenin burnuna “Hâkimiyet ruhundur ve makine köledir.” halkasını sen geçireceksin!

İslam’a “çağdışı” diyen tarih öncesi hayvanların çağdışı diye anılacağı çağı sen açacaksın!

Allah ve Resûlu’ne yanaşır gibi olup da şeriatı reddetmeye kalkışanların “güneşe evet ama ışığına hayır!” derecesinde bir abes temsil edici tımarhanelikler veya fikir yankesicileri olduğunu sen ispat edeceksin!

İnsanın bu dünya ve ötesine ait hesabını vermeyen herhangi bir rejimin, kubur farelerine gıda hazırlamaktan başka bir iş yapmadıklarını sen yaftalayacaksın!

Hâsılı, İslam’ı topyekûn genişliğine madde ve derinliğine ruh planında sen temsil edecek, sevdirecek, sindirecek, yayacak, döşeyecek, cihazlandıracak, nakışlandıracak ve dipsiz fezayı ören bunca yol arasında sen tekleştireceksin!

Sen!.. Sen!.. Sen!.. 15. İslam asrının eşiğinde bütün insanlığa karşı İslam’ı ve Türk’ü sen örnekleştirecek ve Resûlullah’ın mukaddes emanetini sen baş tacı edeceksin!

Referanslar

Benzer Belgeler

ELEMANI ÇEVRE KOŞULLARI VAROLAN YAPI SÜRDÜRÜLEBİLİR GEREKSİNİMLER SÜRDÜRÜLEBİLİR ÇÖZÜMLER 18 İ ç Bölümler: İç Bitirmeler: Duvar Bitirmeleri

As a result of the measurements conducted, it has been revealed that in the case o f the high frequencies (£>2-105 Hz) of the alternate electric field applied to the crystal

Da­ ha sonra resmi görevlerinden ayrılarak gazeteciliğe başlamıştır, önce Ahmet E- min Yalman'la birlikte Vakit gazetesini çı­ karmıştır... Sonra kardeşleriyle

Bunun sonucunda, etrafında daha fazla sayıda negatif yüklü parçacık bulunduran oksijen kıs- mi negatif yüklü iken hidrojenlerin bulunduğu bölümler ise kısmi pozitif

Portreler, natürmortlar ya da pezyajlannda de­ senlerinin tazeliğini bozmayacak bir renk trükajı içerisinde hassas bir den­ ge kurmaya çalışmaktadır, özentiye yer

* Kocaeli University Medical Faculty, Department of Otolaryngology and Head and Neck Surgery, ** İzmit State Hospital, Clinic of Otolaryngology and Head and Neck Surgery,

.Onlar İran Şâiri Enverî’nin dediği gibi kadirşinas insanların daima kalblerinde yaşarlar... Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha

Akci¤er kanserli hastalar› teflhis öncesinde hekime baflvurmaya zorlayan semptomlar di¤er solunum sistemi hastal›klar›nda da s›kça görülen ve akci¤er kanserine özel