• Sonuç bulunamadı

(Aralık 1980 operasyonu ve yakalanmamız)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "(Aralık 1980 operasyonu ve yakalanmamız)"

Copied!
16
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

(Aralık 1980 operasyonu ve  yakalanmamız)

12 Eylül dönemine koşar adım yaklaşan Türkiye’de, 71 isyanı, 50 yıllık kulağı üzerine yatan bir harekete (TKP geleneğine) olan tepkinin bir patlaması olarak da değerlendirilebilir. 50 yıllık hareketi savunanların, bizim ve bizim gibi hareketleri eleştirmeleri, onların pısırık ve pasif tutumları, biz ve bizim gibi hareketlerin haklılıklarını yasallaştırıyordu aslında. Mücadele sertleştikçe, çelişkiler de sertleşiyor, ayrışma ve aynılaşma eğilimleri, daha da hızlanıyordu.

27 Mayıs ile başlayan dönemde, sosyal gelişmelerden kaygılanan ve siyasal silkinişten ürken güçlerin, ta o zamandan başlamak üzere yeni yeni oyunlar sergileyerek, kurdukları komplolar,12 mart sürecinde denenmiş olmasına rağmen tatmin edici bir sonuca yol açmamıştı. Devrimci mücadele daha da kabarmış, kitleselleşme, kar topu misali  büyümeye devam ediyordu.

Burjuvazi ve uluslararası ortakları tarafından, sürecin kesintiye uğratılması, 27 mayıs ve 12 mart’tan edindikleri tecrübenin de ışığında, kalıcı ve köklü tedbirlere başvurularak, sosyal uyanış ve siyasal yükselişin  topyekün ve en gaddar yöntemlerle bastırılarak yok edilmek istenmesi 12 eylül’e neden olmuştur..

Bu amaçla hazırlanan 12 eylül  öncesi süreçte, Özellikle MHP’li faşistlerden önemli oranda  faydalanan burjuvazi, sosyal dengeyi, dışa bağımlı burjuva kesimleri yararına değiştirmeyi büyük oranda başarmıştır. İşçi ve emekçiler başta olmak üzere, en geniş halk yığınlarının hak ve istemleri bastırılarak, güçlü devlet, otoriter yönetim kurulmuştur.

Dönemin,’’Türkiye işveren sendikaları konfederasyonu genel başkanı ‘ ’Halit NARİN’in, ‘’

eskiden işçiler gülüyordu, şimdi gülme sırası bizde’’

dediği, o meşhur söz, 12 eylül mantığını açık seçik ortaya koyması açısından önemlidir .

Metin TOKER,   “...24 ocak ve 12 eylül TARİHİ FIRSATTIR.24 ocak kararları ve 12 eylül yönetimi Türkiyenin otuz yıldır önüne çıkan en şahane fırsattır. Devlet bunu kaçırmalıdır’

’derken,

(2)

12 eylül’den  2 ay önce ( 20 temmuz 1980) katledilen DİSK Genel başkanı Kemal

TÜRKLER’in yerine seçilen, ABDULLAH

BAŞTÜRK

ve 51 arkadaşının 146-1 den idamla yargılanacakları açıklanıyordu.

Ordu kılıcını çekmiş, halka göz dağı veriyor, askeri tatbikatların isimleri bile dikkat ve özenle belirleniyordu.

‘’Hakimiyet milletindir.. 81 tatbikatı

Cumhuriyet fazilettir ...81 tatbikatı

Ne mutlu türküm diyene askeri tatbikatı’’ ile milli duygular şaha kaldırılmak istenirken,

Cunta’nın başı Kenan EVREN, Ankara’da, İstanbul,

yada İzmir’de değil.

Erzurum’da konuşuyor ve

‘...artık yeni aldığımız bir kararla ilk ve orta okullarda liselerde mecburi din dersi konulacaktır...”

buyuruyordu.

Elbistan’daki ‘’turist sevenler derneği’’ bile kapatılırken. İstanbul’da, İslamcı kesimin elinde bulunan ve 12 eylül döneminde kapatılmayan tek dernek olan,

‘’MİLLİ  TÜRK TALEBE BİRLİGİ (MTTB )nin faaliyetlerine seyirci kalınıyordu. Bugünkü Cumhurbaşkan

ı ve

Başbakan olan

‘’zat-ı muhteremler’’

, adı geçen dönemde bu dernek içersinde faaliyet gösteriyor, beslenip büyütülüyorlardı.

(3)

Aralık 1980’de, gözaltı süresi 90 güne çıkartılmıştı.

Aynı ay içersinde,  Erdal EREN’in yaşı büyütülerek idam edilmişti. Katil, ‘’Asmayalım da besleyelim mi netekim’’

diye sokak sokak dolaşarak nutuk atarken, İlhan ERDOST

,  16 kasıım 80’de  Mamak’da  sopayla dövülerek  öldürüldü.

İşsizler, İstanbul’da zorla çıkartılıyor, elleri kelepçeli gençler Haydarpaşa garında sürgüne gönderiliyordu.

Behice BORAN ve Gültekin GAZİOGLU, 6 haziran 1981 tarihinde Vatandaşlıktan atıldı.

Eylül öncesi dönemin, en kabadayı ATATÜRKÇÜ’leri bile şaşkınlık ve panik içersindeydi. Nadir NADİ, 12 eylül cuntası’nın beyni ve genel sekreteri

Haydar SALTUK’a sızlanarak

‘’ ne yazacağımızı şaşırıyoruz. Bari birer albay gönderinde rahat edelim sizde biz de..”

derken, aldığı cevap

.”.. gerekirse onu da yaparız, cesaretinizi frenlemek için.”

Olmuştur.

Peki, sonra ne olmuştur?

Ne olacak, Emperyalist-Kapitalist dünya sisteminin içi ferahlamıştır.

21 temmuz 1985 tarihinde, ABD’nin eski başkanı Jimmy CARTER ;

(4)

“  12 eylül hareketinden önce türkiyenin durumu savunma açısından tehlike arzediyordu.

Afganistanın işgal edilmesi ve İRAN MONARŞİSİNİN DEVRİLMESİNDEN SONRA TÜRKİYEDEKİ bu istikrar harekatı içimizi ferahlatmıştır..”  diyor.  Daha ne desin?

OPERASYON  ...

Alemdag askeri cezaevinde yatarken, TKP(B) den bir arkadaş’la konuşurken, şaka da olsa

söyledigi söz anlamlıydı. ‘’12 Eylül gelip de

herkes yakalanmaya başladığı zaman, biz hala olayın farkında değildik. Goşistler

yakalanıyor, meydan bize kalacak sanıyorduk. Çok geçmeden, sıra bize de gelmiş, sizden sonra bizim de ensemizden yakaladılar.’’

Espriydi elbette. İçersinde gerçek payının da bulunduğu bir espri olarak anlatıyordu. İşin aslına bakarsak, İstanbul olarak, şahsen bende böyle düşünüyordum. İstanbul örgütlenmesinin sağlam ve güvenilir bir şekilde mevzilendiği konusunda kuşkum yoktu. Tek korkum, Engin ve İbrahim Büyüker’di. Hapisten kaçmışlardı, özellikle Engin, tip olarak saçlarını bile boyatmış(!) olmasına rağmen değişmiyor,  üstelik de boyalı saçlarla daha fazla ilgi çekiyordu. Fazla dolaşmasını istemediğimiz halde, zorunlu olarak dolaşmak zorunda kalıyordu. Sokakta karşılaştığım kimi devrimci arkadaşlar, Engin’i beyoğlu’nda, yada Aksaray’da gördüm’’ dedikleri zaman, korkum daha da artıyordu.

Engin Erkiner’i,  Adana’da  bırakıp İstanbul’a döndüğüm zaman biraz rahatlamıştım.

Nakit paramız yoktu, Eylül’den sonra yaptığımız bir takım kamulaştırma eylemlerinde arta kalan, elimizde bir miktar pırlanta’mız vardı ama satmak kolay değildi. Pırlanta takıların, alınırken çok pahalı olmasına karşın, satışının pek kolay olmadığı anlaşılıyordu . İl komitesi

’nden

Kemal TURAN

’ın evinde bulunan bir kg’a yakın bu pırlanta takılar daha sonra anlatacağım gibi,  bir jandarma er’inin cebine konularak ele geçmemesi bayağı işimize yaramıştı.

1980 yılı,  Aralık ayının ikinci haftasında başlayan İstanbul operasyonu, Kemal Turan’ın, bir kaç ay önce, bize katılmak için görüşme talep eden, bir arkadaşın yakalanarak Kemal’i ele vermesiyle başlamıştır.

(5)

Ege bölgesi’, THKP-C (Eylem Birliği) örgütünden ayrılarak arayış içersine giren bir grup arkadaşın bizimle görüşmek istemelerini, Kemal bana ilettiği zaman, Kemal’e, bir süre

kendisinin görüşmesini, ciddi bir ilişki olacağına karar verirse, daha sonra benim görüşeceğimi bildirmiştim.  Kemal Turan, bu görüşmelerin birinde, adı geçen kişiyi evine götürerek misafir ediyor. Aynı şahıs, İzmir’de yakalandıktan sonra çözülüyor ve İstanbul’da

Acilciler

’in kaldıkları yeri de bildiğini söyleyerek, Kemal Turan ve Cihat’ın ‘

’yeni bosna

’’da kaldıkları evi ele veriyor.

Kemal’ler yakalanmış ama bizim haberimiz yoktu. Bir gün sonra, yine aynı bölge’de kalan ve benimle en sık görüşen yoldaşlardan Muzaffer Erdoğan’la randevum vardı. Muzaffer, Kemal’lerin kaldığı mahallede çok yoğun bir polis ve jandarma olduğunu, Kemal’lin de,

kendisiyle olan randevuya gelmediğini , bu bakımdan yakalanmış olabileceklerini düşünüyordu.

Muzaffer’e, aynen şunları söyledim. ‘’

Hemen git ve bölgeye bir göz at, yakalandıklarından emin olursan sakın evine gitme ve derhal bölge değiştir.’

’Kesinlikle evine gitmeyeceğini, gidebileceği bir çok hemşeri ilişkisi bulunduğunu ve merak etmememi söyleyerek, bir gün sonrasına

Merter cevizlibağ

otobüs durağında buluşmak üzere randevulaşarak ayrıldık.

NİYAZİ  VE FATOŞ  EVİME GELİYORLAR...

Kemal Turan ve Cihat’ın, kesin olarak yakalanıp yakalanmadıklarını öğrenmesi için Muzaffer’i,  Yeni Bosna’ya göndererek bilgi edinmesini, akşam evinde kalmamasını tembihlerken, Niyazi ve Fatoş’u da tedbir olsun diye benim evime getirdim. Muzaffer, Kemal’lerin yakalandığını

öğrenmesine ve evine gitmeyeceğini söylemesine rağmen, yine de evine gidiyor ve aynı gece o da yakalanıyor.  Ben bunlardan habersiz bir şekilde, yanıma Niyazi’yi de alarak, Merter’e

Muzaffer’le olan randevuya gittim.  Yürüyerek gidiyorduk. Saat sabah’ın 08 idi ve uzaktan gördüğümüz kadarıyla randevu yeri olan E5 karayolu üzerindeki  Cevizlibağ otobüs durağında olağan dışı bir kalabalık vardı. Dikkatimi çekmesine rağmen, polis olabilecekleri aklıma gelmedi.

Saat, sabahın 08’i olduğu için, otobüs bekleyen işçiler diye düşündüm. .Biz durağa  yaklaştıkca, kalabalık, iki tarafa doğru ayrılıyordu ve herkes ellerini göbek hizasından birleştirmiş ve bize doğru yaklaşıyordu. İyice yaklaşmıştık, İlk aklıma gelen sivil faşistler oldu. Muzaffer’in, o gece evine gideceği, yakalanacağı ve sabahleyin buluşacağımız yeri polise bildirebileceği aklımın ucuna bile gelmemişti. Etrafımız sarılmıştı ve aniden ‘’kıpırdamayın eller havaya’’ bağırışları arasında, 50 kişiye yakın bir polis ekibinin silahları üzerimize doğrultulmuştu. Birkaç adım arkamdan gelen Niyazi, geriye doğru fırlamaya çalışsa da kıskıvrak yakalanmıştık.

(6)

TERCÜMAN GAZETESİ  ZEMİN KATINDA İŞKENCE ..

Sabahleyin evden çıkarken, İstanbul eylem kadrosundan Fatoş yoldaşı evde bırakmış ve en geç akşam saat 21’e kadar gelmediğimiz taktirde evi terk et diye de tembihlemiştik. Esasen,

Niyazi’nin de benimle işi yoktu. Niyazi başka bir randevuya gidecekti ve ben muzaffer^den Kemallerle ilgili haberi aldıktan sonra Taksim’de,

Saat 11’de Sanayi ve Ayazaga bölge sorumlusu Mustafa ( Y.Ö) yoldaşla buluşacaktım. 

Evden dışarıya birlikte çıktığımız Niyazi’ye, ‘

’hadi beraber Muzaffer’i görelim, daha sonra ayrılırız’’

dediğim için Niyazi de yanımda bulunuyordu..Bu anlamıyla, Benimle birlikte Niyazi’nin de

yakalanmış olması gereksiz bir ihmalden kaynaklanmış oldu.Böyle demeseydim, belki Niyazi’de Fatoş gibi yakalanmamış olacaktı.

Bizi yakalayan polisler, E5 karayolunu trafiğe kapatarak yolun ortasında gözlerimizi bantlayıp doğruca yolun karşı tarafında bulunan Tercüman gazetesi’nin zemin katına, araba parkına götürdüler.

‘’ZEKİ YUMURTACI’YI İNFAZ  ETTİK’’, SİZİ DE ÖLDÜRECEGİZ...

Sivil bir arabanın arka koltuğunda oturur haldeyken, üstümüzdeki giysileri çıkartmaya, düğmelerimizi kopartarak açtıkları göğsümüze silahlarını dayayarak, ‘’..evlerinizi gösterin, nerde kalıyorsunuz, randevularınızı verin, kimlerle nerde buluşacaksınız’

’diye her biri bir yerden bağırıyorlardı. Sürekli  olarak, ‘’

Zeki Yumurtacı’yı öldürdüklerini ve bizi aldıklarından kimsenin haberi olmadığını, Zeki Yumurtacı gibi bizi de öldüreceklerini’

’ söylüyorlardı.  Ne Niyazi, nede ben evimizin yerini söylemediğimiz gibi, randevularımızı da söylemedik. Buradan bir şey çıkartamayacaklarını anladıkları an doğruca Gayrettepe’ye birinci şubeye götürüldük. İşkence’ye  orada devam

 edeceklerdi.

(7)

Akşam, saat 21’e kadar polisleri oyaladık. Fatoş’un, bu saatten sonra evde kalmaması gerekiyordu. Saat, gecenin 22’sine doğru, evlerimizi gösterebileceğimizi söyleyerek ayrı ayrı arabalarla ev göstermeye götürüldük. Fatoş’un, o saatte evde olmayacağını bilmeme rağmen, ya evi terketmemişse diye kuşku içersinde eve getirdiğim polisler  eli boş döndüler. Fatoş evi terketmişti. Artık rahatlamıştım. On gün kadar sonra, Fatoş’un, eylemlerdeki rolü ortaya çıkmaya başladığında, Niyazi’yi yanlarına alan polisler tekrar eve gittiklerinde, ev  eşyalarının toplanmış  ve taşınmaya hazır hale getirildiğini görerek, Fatoş’un hala İstanbul’da bulunduğunu düşünerek  ısrar etmelerine rağmen Fatoş’u yakalayamadılar. Denemedikleri yol kalmamıştı. Son olarak Niyazi’den, kendi el yazısıyla  ‘’polislerin elinden kaçtım, buluşalım’’ türünden bir pusula yazarak kapının altından eve bırakmasını istiyorlar. Niyazi, yazdığı pusulanın baş tarafına

‘’...Sevgilim..’’(!)

kelimesini özellikle yazıp, söylenildiği biçimde bir not    bırakıyor. ‘’ Sevgilim, diye başlayan notu gören Fatoş’un, durumu derhal kavrayacağını bildigi için bu yola başvuruyor ve Fatoş olayı bu haliyle kapanıyor.

Fatoş yoldaş olayına bu kadar yer vermemin nedeni, Yakalanan birkaç yoldaşın, Fatoş üzerine verdikleri ifadelerden dolayıdır. Daha önce yazmıştım. İstanbul eylem kadrosunda iki tane bayan yoldaş bulunuyordu. Bunlardan, H.E tarafından bana devredilen bayan yoldaşın ismi kimse tarafından bilinmezken, Fatoş yoldaş göz önünde olduğu için biliniyordu. İsminin ortaya çıkmasıyla birlikte, diğer bayan yoldaşın girdiği eylemler bile Fatoş’un üzerine yıkılmıştı. Bu bakımdan, beni korkutan, Fatoş’un yakalanması halinde, bir başka bayan yoldaşın da olduğunun anlaşılacak olmasıydı. Bu olmadı.

ÇÖZÜLME...

Başta ben olmak üzere, il komitesinden bir kişi dışında diğerleri yakalanmıştı. Askeri kadro’da 5 kişinin  yakalanmış olmasına rağmen, bunlardan 3’ü sorgu sonrası savcılık tarafından serbest bırakılmış. Sadece,  ibrahim Büyüker (önceki eylemleri nedeniyle zaten tutukluydu) ve Fikret Öztürk tutuklanmıştı, Fikret de, mahkeme sonunda 26 sene ceza almasına rağmen, Yargıtay tarafından bu ceza bozularak  tahliye edilmiştir.

Yakalanan arkadaşlar içersinde, Cahit, Kemal, Muzaffer ve İbrahim Büyüker dışında diğer tüm arkadaşların tavırları son derece iyiydi. Çözülen arkadaşların, bir çok şeyi söylemelerine karşın, İbrahim Büyüker dışındakilerin eylemlere giren kadroyu bilmemeleri nedeniyle, hangi eylemin kim tarafından yapıldığı anlaşılamadı. Adana’dan gelen üç kişiden özellikle M. Taştan, son derece dirençli bir tavır gösteriyordu. Polis’in, ikide bir beni tekrar tekrar sorguya çekerek, M.Taştan için, ‘’bu kişi Adana’da Serdar SOYERGİN’in yanında olan ve yüzbaşıyı vuran kişidir.  Tespit ettik, kendisi de bunu itiraf etti’ ’ diye ağzımdan laf almaya

(8)

çalışması da tutmayınca, M.Taştan ile beni yüzleştirme gereği bile duymadılar. Yakalanan arkadaşlardan Cahit’in, yakalanır yakalanmaz içersine düştüğü panikle, , ‘

’Recep

(beni kastediyor)  yakalanmadığı taktirde bunlar hepimizi öldürecekler ‘’

diye konuşarak morallerini bozması, çözülmenin boyutunu arttırmada etkili olmuştur.

Ben burada, yakalanan arkadaşlardan ikisinin tavrı üzerinde duracağım.

Birincisi; İbrahim Büyüker’. Daha önce yazdım. İbrahim, yakalanmamızdan kısa bir süre önce örgütten ihrac edilmişti. Bu nedenle, bana karşı bir husumeti olduğunu tahmin edebiliyorum.

Polis’te de, bu husumetini dışa vurduğunu gözlerimle gördüm. Gözlerim bağlı olarak sorgu odasına getirildiğim bir gün, göz bantları aralığında az da olsa sorgu odasının içersini görebiliyordum. Bir keresinde, İbrahim Büyüker’in ayak ayak üzerine atmış bir şekilde, ben odaya girer girmez, ‘’ anlat bakalım şimdi Recep efendi’’ diye bana seslendiğini ve orada karşılıklı söz düellosu da yaptığımızı söylemekle yetinecegim.

İbrahim, bu tavrı sadece bana degil, Niyazi’ye de göstermiştir.İbrahim, isteseydi, eylem kadrosunda olup da bizimle birlikte yakalanan ama sıradan bir vatandaş muamelesi görerek savcılık tarafından serbest bırakılan yoldaşları orada deşifre edebilirdi. Etmedi. İsteseydi, eylemlere katılan ikinci bayan yoldaşı da deşifre ederdi. O konuda da bir şey söylemedi. Buna rağmen polisten öte, Selimiye’de, askeri savcılıkta gösterdiği tavır son derece çirkindi. Savcılık ifadesinde, özellikle benim adımı vererek, ‘

’beni İbrahim Yalçın’la aynı cezaevine yollamayın, beni öldürecek’’

diye ifade verdiği için, bir değil birkaç defa askeri savcılık tarafından sorgulandım..

Askeri savcı, ‘’İbrahim’i neden öldürecek, yada öldürteceksin’’ diye iki yada üç kez yeniden sorguladı. Bizimle birlikte yakalanan tüm arkadaşlar bu durumu biliyorlar.

İbrahim Büyüker konusunu yıllarca düşündüm. Hala da, zaman zaman düşünürüm. Feodal bir yapısı vardı ve bu yanı ağır basıyordu. Devrimci mücadele içersinde daha önce göstermiş olduğu fedakarlığa karşın, zaman zaman ağır basan feodal  duygularıyla hareket ediyordu.

Kontrol edilebildiği oranda son derece faydalı, edilemediği oranda da, istemeden de olsa zararlı olabilirdi. Demek ki, ben İbrahim’in bu yönünü, zamanın da görememişim, görsem bile kontrol edememişim diye düşünüyorum. Adı geçen dönemde, bugünkü bakış açımla bir değerlendirme yapabilmiş olsaydım eğer, İbrahim’i, örgütten ihrac etmek  değil, korumaya alıp yurt dışına gönderilmesine ön ayak olurdum.

(9)

İbrahim Büyüker’i, ben dışardayken, kendisi hala cezaevindeyken bile uzaktan hep sordum.

Tanıyanlara sordum, bilgi almaya çalıştım. Birlikte cezaevi yattığı arkadaşlara sordum tavrını öğrenmeye çalıştım. En son Haydar Yılmaz’a sordum.  Haydar’ın, Çanakkale cezaevin de kaçması sürecinde yaptığı yardımları öğrendim. Tıpkı, Engin’lerin kaçışları sırasında gösterdiği çabayı  duydukca memnun oldum .  Ayrıca, ne kadar doğrudur bilmiyorum ama, itirafcılık yasasının çıktığı dönem, hanımı’nın, ‘’itirafcılık yasasından faydalanması için mektup yazdığını ve İbrahim’in bunu şiddetle reddettiğini de duymuştum. Bütün bu olayları genel olarak ortaya koyup da yeni bir değerlendirme yaptığım zaman, İbrahim’in örgütten ihrac edilmiş olmasını büyük bir haksızlık olarak görüyorum. Bu haksızlığın baş aktörü değil, belki de tek aktörü olarak da kendimi görüyorum elbette.

İkincisi, Kemal TURAN olayıdır. Kemal, olgun, ağırbaşlı ve bilinçli bir yoldaştı. Kim söyledi,ne zaman söylendi, hatırlamıyorum. Komser diye hitap ederdik. Yakalandıgı zaman üzerinde, benim tarafımdan korunması için kendisine verilen yarım kg’dan fazla, bir kg’a yakın pırlanta

vardı.Şubeye getirildiğim zaman, merek ettiğim şeylerden bir tanesi de pırlantalar konusunun bana ne zaman sorulacağı idi. Ne zaman yukarıya işkenceye götürülsem,’

’tamam şimdi pırlanta’ları soracaklar’

’diye düşünmeme rağmen,  beklediğim soru bir türlü gelmiyordu. Ara sıra, koridorda kemal’le karşılaşıyor, göz göze geliyoruz ama, soramıyorum. Konuşamıyoruz  Olayın sırrını, Selimiye’ye geldiğimiz zaman öğrenebildim. Kemal’lerin ev polis ve jandarma tarafından basıldığı zaman, üstleri aranmadan  doğrudan minübüse bindiriliyorlar .  Pırlantalar da Kemal’in ceket ceplerinde olduğu için, onlarla beraber ekip arabasıyla Şubeye götürülürken, Kemal’in yanında bulunan Jandarma, kulağına eğilerek ‘

’hemşerim üzerinde bir şey varsa yere at ,yada cebime koy’’

diyor. Bunun üzerine Kemal’de, polis’lerin fark edemeyeceği bir şekilde ceplerindeki tüm pırlantaları Jandarmanın cebine dolduruyor. Pırlantalar ele geçmiş olsaydı eğer, kısa zaman önce yapılmış olan bir eylem açığa çıkacaktı.

Kemal Turan, polis’te,  iyi bir tavır göstermedi. Buna rağmen, hepimiz için son derece riskli olan bu olayı da deşifre etmedi. Öte yandan, yakalanmamızdan iki üç ay önce, Feriköy’de, kendisine gösterdiğim ve hakkında bilgi topla dediğim bir evi de söylemeyi ihmal etmedi.

Ben şimdi burada, Pırlanta vs. Diyorum ama, sakın ola ki bu sözler bizim soytarı sekreterimiz(!) Mihrac Ural’ın kulağına gitmesin. Tilki gibidir puşt. Bu sözleri duyar duymaz, oturduğu yerden acele acele doğrulur ve derhal not alır. ‘’Örgütten habersiz bu pırlantaları ne yaptın? Kime

verdin? ‘’Neden örgüte( yani kendisine) haber

vermediğimin hesabını sorabilir ve bilmem kaçıncı dosya(!) yayınlar.

(10)

Her neyse, devam ediyorum.

ELEKTİRİK İŞKENCESİ GÖRDÜM. AMA...?

Okuyucu ne demek istediğimi anlamıştır. Gördüm, ama...? dememden anlamıştır. Evet, ben’de elektrik işkencesi gördüm ama, Bana şehir cereyanı bağlamadılar, Şartel’i de, indirip indirip kaldırmadılar. Ne yere battaniye serip, üzerine çarmıh koydular, nede,  şehir cereyanı verdiler.

Sözün kısası, bana  yapılan elektrik işkencesi, Mihrac Ural

’a yapılan kadar özel değildi. Mütevazi bir şekilde, Kulaklarıma, serçe parmaklarıma, bazen ayak parmaklarıma ama genellikle cinsel organıma doladıkları bir kablo ile manyeto çevirerek (bazen yavaş, bazen hızlı) herkese yaptıkları muameleden yaptılar. Bazen copladılar, bazen yılkı dedieimiz  kızılcık ağacından yapılmış kırbaç’larla çırılçıplak ederek dövdüler. Babalarının oğlu değildik, elbette dövecekler değil mi ama? Çok şeyi istediğimize göre, çok şeye de

katlanmak zorundaydık. Katlandık tabi. İstersen katlanma...

Unutmadan bir kaç şey daha söyleyeyim. Polis’e beyaz kağıt degil, dolu kağıt verdim. Beyaz kağıt verdim diye yalan söyleyecek kadar aptal değilim.  Beni Mihrac Ural ile karıştırmayın.

Benden önce söylenmiş olan şeylerin bir çoğunu kabul ettim. Kabul ettiklerim, kabul

etmediklerim ve bilip de söylemediklerimin yirmi’de biri kadardır. Hiç kimseyi deşifre etmedim.

Hiç kimseyi de ele vermedim. Yapabildiklerimi yaptım.  Benimle birlikte şubede beraber olduğumuz yoldaşlarım da vardı . Hepsi tanığımdır.  Varsa bir yanlışım, lütfen söylesinler, karanlıkta kalmasın.

GAYRETTEPE’DE  DEV-YOL’CU POLİS, ‘’ ACİLCİLERİ SEVMEM KARDEŞİMİ ÖLDÜRDÜNÜZ’’

Gayrettepe siyasi şube’de bulunduğum sırada, kaldığım hücreye bir kişi getirdiler. İzmir’den getirildiğini söylüyor ama örgüt’ten bahsetmiyordu. 20 gün aynı hücrede beraber kaldık. Beni, her sabah saat 08 dolayında alıp yukarıya çıkartıyorlardı. Akşama kadar yukarda sorguda

kalıyorum ve akşam’ları   aynı hücreye yeniden  getiriliyordum.  İzmir’den geldiğini söyleyen kişi, sabah akşam hücredeydi. Her gelişimde, merakla  ne oldu? Nasıl geçti? Diye başlıyor ve hep aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu. ‘’ben öttüm kurtuldum hemşerim’’ Bir seferinde merak ettim

ve sordum. ‘ ’ Sen ne

(11)

’’ Senden sonra beni de çıkartıyorlar, senden önce getiriyorlar.’’

Olabilir diye düşündüm ve ses etmedim. Aynı bolümde Kars’tan yakalanarak getirilmiş  ve polis olduğunu söyleyen bir devrimci vardı. Polis olduğu için onu hücreye koymuyorlar, Hücreler kısmının nöbetçileri, kendi yanlarında tutuyor sohbet  ediyorlardı. Bu bakımdan o da, fırsat bulduğunda, hücreler arası haber götürüp getiriyor, bazen bize sigara falan veriyordu. Bir gün bana hangi örgüt davasından  gözaltında olduğumu sordu.

Acilciler deyince. ‘

’ben Acilciler’i sevmem, kardeşimi öldürdünüz

’’demişti. Kendisi de, Dev-Yol davasından yakalanmış olan bu arkadaşa ,

‘’yanlışın var Acilciler böyle şey yapmaz

’’dedim. Meğer doğruymuş, hapishanede öğrendim. DY ile aramızda geçen bir olaydan sonra karşılıklı silahlar sıkılmış ve bir DY taraftarı öldürülmüş. Beni ayıktıran bu kişi oldu. Bir akşam tuvalete çıktığım sırada yanıma geldi ve ‘

’hücrende kalan puşt’a dikkat et, itirafcı’’

dedi. Bunun üzerine, mümkün oldugunca bu kişiyle fazla muhatap olmamaya başladım ve hissettirmeden hareketlerine dikkat etmeye başladım. Meğer, ben sorguya götürüldükten az sonra bunu da alıyorlar, sorgu odasında benim verdiğim cevapları dinlettiriyorlarmış. Ve bu kişi, Daha önce bahsettiğim, bu operasyona neden olan,

THKP-C  Eylem Birligi

örgütünden bize katılmak için İstanbula gelerek Kemal TURAN ile görüşen ve Kemal’lerin evini veren kişiymiş. Selimiye’de, bu kişiyi Kemal’e tarif ettiğim zaman ,’’

evet bu kişi odur . Ben senin bildiğini sanıyordum’

’dedi.‘’ Bu kişi ne oldu ? bilmiyorum. Ne bizimle birlikte tutuklandı, nede davada adı geçti. İzmir’e götürüldü diye duyduk ama doğru mu yanlış mı bilemiyorum.

Adana’dan, gizlenmesi için İstanbul’a getirdiğim ve aynı operasyonda yakalanan Mustafa TAŞTAN, benim kaldığım hücrelerin arka tarafında THKP-C  SAVAŞÇILARI örgütün  üst düzey sorumlularından olan,  

Ömer Faruk AYDIN

ile aynı hücrede kalıyordu. Ömer Faruk, nedendir bilmiyorum ama, Acilciler’den hoşlanmayan biridir. Hücre’de, Mustafa Taştan’ı, direndiği için taktir ederken, aynı zamanda da,

‘’sizin içinizde bir ajan var’’

deyip duruyormuş. Mustafa, tuvalete giderken benim hücremin önünde geçerdi. Her geçişinde de, acele ecele,,

‘’yoldaş, Ömer Faruk, bizim içimizde bir ajan çıktığını söylüyor, kim bu, doğru mu?

Der giderdi. Selimiye’ye geldiğimiz  zaman, Mustafa’ya sordum. ‘

’ Ne bileyim, Ömer Faruk diyordu’’

dedi. Ömer Faruk’la daha sonra karşılaşamadığım için soramadım. Ömer’in bahsettiği kişi’nin, İzmir’den gelerek bizim operasyonu başlatan kişi olup olamayacağını çok düşündük ama kesin bir sonuca varamadık. Kemal TURAN, bu kişinin adını hatırlıyor mu? Bilemem. Ben

hatırlamıyorum.

(12)

 MIÇO, TARIK AKAN VE BİR GENERAL...

Gayrettepe 1.şubedeki sorgu sırasında, alt katta bulunan hücrelerde korkunç  derecede  bit   kaynıyordu. Tam hatırlamamakla beraber, bir, yada bir buçuk ay sorguda kaldık. Geceleri sabahlara kadar kaşınmaktan nerdeyse vücudumuz yara olmuştu.

Aynı dönem, THKP-C (CAYAN SEMPATİZANLARI )davasından MIÇO diye bir arkadaş vardı.

Akşam olup ta,  sorguda olanlar hücrelerine,  perişan bir halde getirilirken,  bizim MIÇO’yu sille tokat getiriyorlar ama hızlı hızlı ve dimdik yürümesinden falaka falan yemediği belli oluyordu.

Mıço, ‘’ne

vuruyorsunuz başefendiler, yarın mutlaka gelir’

’ diye hücreye kapağı atar atmaz,

‘’oh bee bugünüde yırttık hele bir yarın olsun da bakarız’’

diye sırt üstü yatıyor, sabaha kadar uyuyordu. İşin sırrı daha sonra anlaşıldı . Bizim MIÇO, her sabah sorguya çıkartılır çıkartılmaz, işkence faslı başlayacağı sırada, ‘

’başefendiler vurmayın, bugün bir randevumuz vardı, gelin sizi götüreyim yakalayın’’

diye, polisleri yanına alarak, her seferinde bir  kahveye, yada bir başka yere götürdüğü polislerle akşama kadar ha geldi ha gelecek diye yakalatacağı(!) kişiyi bekliyorlar. Akşam olmasına

rağmen, ne gelen var ne giden. Polisler, ‘

’ulan hani adam , niye gelmedi ‘

’diye mıço’yu, sille tokat döverken, Mıço, bugün gelmediyse yarın mutlaka gelir diyerek, bir gün sonra polisleri başka bir randevu yerine götürüp bekletiyormuş. Bu durum, on gün falan sürüyor ve Mıco, bu arada, işkenceden kurtuluyor, akşama kadar çayını kahvesini içerek dolaştıktan sonra, akşam üzeri bir kaç sille tokat yiyerek hücresine giriyor ve sabaha kadar uyuyordu. Saf görünümlü ve köylü kurnazı(!) Mıço, herkese

başefend

i dediği için, polislerin bile sempatisini kazanmıştı.

Mıço, polis sorgusunu bu şekilde, hiçbir şey konuşmadan atlattı ve Selimiye askeri savcılıgına çıktığında da aynı rolü oynamaya devam etti. Askeri savcıya, ‘’ Vallahi başefendi benim bir

şeyden haberim yok’’ diye

savcıyı bile ikna etmişken, tam serbest bırakılacağı gün yakalanan arkadaşları, MIÇO’nun tüm eylemlerini ifşa ediyorlar. MIÇO, askeri savcı tarafından apar topar tekrar çağırıldı, tüm

eylemleri açığa çıkan Mıco’ya savcı soruyor. ‘

’Gel bakalım Mıço, az kalsın seni bırakıyordum, söyle bakalım, hakkında şu kadar iddia var, kabul edecek misin yoksa tekrar sorgu için Gayrettepe’ye mi yollayayım’’

(13)

TARIK AKAN..

Almanya’da yaptığı bir konuşma nedeniyle, ülkeye döner dönmez havaalanında göz altına alınmış ve Gayrettepe’ye, siyasi şubeye getirilmişti. Hücrelerin bulundugu bölümde’’ Kemik

kıran’’ laka

bıyla ün salmış işkenceci bir polis vardı. Her sabah Tarık Akan’ın hücre kapısını açıyor, ‘’

Artist, gel bakalım lan ibne’’

diye eline süpürgeyi verip yerleri süpürmesini istiyordu. Tarık Akan yerleri süpürürken, arkadan, elini çabuk tut diye tekmeleyerek hakaret ederek  kendince dalga geçiyordu. Sanırım, akşam evine gittiğinde,

‘’Tarık Akanı nasıl dövdüğünü ve yerleri süpürttüğünü’’

eşine çocuklarına anlatacak. Aşağılık duygusunu bu şekilde hafiflettiğini sanarak tatmin olacak.

Davranış biçiminden anlaşılan buydu. Tarık Akan’la aynı hücrede kalan arkadaşları ve rastlaştıkca, biz hepimiz, süpürme dememize rağmen ‘

’önemli değil’

’diye süpürüyor ve   Kemik kıran

’ın hakaretlerine maruz kalarak tekrar hücreye konuluyordu. ‘

’İşkence olaylarını,  dışarda duyuyordum ama, bu kadarını da tahmin etmiyordum’’

diyen Tarık Akan,  daha sonra kaleme aldığı bu günlerini,.

’’Anne kafamda bit var’

adlı anı kitabında  da anlatmaktadır.

FATİN, ABDURRAHMAN, M. TAŞATAN.

Mustafa Taştan’dan daha önce bahsetmiştim. Yetim Büyümüştü. Çok küçük yaşda,,

Adıyaman’dan Adana’ya gelerek, bir ağa’nın çifliğinde çalışmaya başlamış ve kahya’lığa kadar yükselmiş. Acilciler’le bu dönemde tanışarak örgütlü mücadeleye katılmıştı. Daha önce

hakkında hiçbir şey bilmediğim Mustafa’nın tüm hikayesini cezaevindeki sohbetlerimiz sırasında öğrendim. Gözaltı sürecinde, olması gerektiği gibi direndi ve onca işkenceye rağmen tek kelime konuşmadı.

Mustafa ile Adana’dan gelen diğer iki kişiden ufak tefek olanı Abdurahman’ı  (Abdullah’da olabilir)  Biz, Apo diye çagırırdık.

(14)

Apo, son derece uyanık  ve hareketli bir tipti. Kendisine işkence yapıldıgı esnada bazen sesini duyardım.  Basbas bağırdığına, ‘ ’ yandım anam, ölüyorum, ufffffff ’’ diye ortalığı

velveleye verdiğine bir kaç kez tanık oldum. Buna rağmen, polis’e dişe dokunur (!) bir şey söylemedi. Bağırmaları ve ortalığı velveleye vermesi,  kendini saflığa vurarak, işkenceden çok korkuyormuş gibi davranmayı, konuşmamanın bir

aracı olarak kullanıyordu. Bildiği bir şey olsa,  herşeyi anlatacak da, bildiği hiçbir şey yok ki, desinler(!) rolüne soyunuyordu. Başardı da..

Fatin, (Fatih de olabilir) uzun boylu, iri kıyım genç bir arkadaştı. Ne zaman yukarıya alsalar , bir süre sonra, mutlaka  beni de alıyorlar ve   ‘’Fatin, bir eylemi daha itiraf (!) etti gel

bakalım’’ diyorlardı. Gözlerim bağlı olduğu

halde, Fatin’in polise anlattıkları eylemleri, bana  da dinlettiriyorlar ve Kabul etmemi istiyorlardı.

En son götürüldüğünde, Adana PTT

soygunu

eylemini üstlenmiş, habire bu eylemin detaylarını anlatıyordu. Bir keresinde, Tuvalet ‘in önünde karşılaştık. Öfkeyle, ‘

’neden böyle davranıyorsun ayıp değil mi’’

 dedim. Bana, ‘’

abi, ben onlara yalan söylüyorum, üstlendiğim tüm eylemlerin yapıldığı zaman ben zaten içerdeydim.  Merak etme, ben ilk mahkemede tahliye olurum,  PTT eylemini yapanlar da, taa o zaman yakalanmışlardı.’’

dedi. Gerçekten de dediği gibi de oldu. Askeri savcılık ifadesinde, polis’te kabul ettiği her şeyi inkar etti ve ‘

’istersenız  sorun , ben bu eylemler yapıldığı tarihte Adana cezaevinde yatıyordum.

İşkenceye dayanamadım , polisin söylediği her şeyi kabul ettim’’

diyerek,. Apo gibi Fatin de ilk mahkemede tahliye oldular.

GENERAL..

12 Eylül döneminde, sokakta, rastgele gözaltına alınan sıradan insanlara bile  işkence edilerek, birden fazla eylemin sanığı olarak mahkemelere çıkartıldığını bilmeyen yok.  Eylül öncesi döneme ait her olayın  sanık yada sanıklarını yakalanmış gibi göstererek, başarı(!) hanelerini kabartmak isteyen sorgucular, canla-başla, sabahlara kadar  akıl almaz işkence yöntemleri deniyorlardı. Sabah, mesai saatinin başlamasıyla birlikte, gece yarılarına kadar insanlara

işkence edebilen bir kişinin, o saatten sonra evine giderek çoluk çocuguna  nasıl olup ta baba’lık

(15)

getirmişlerdi.

Daha önce sözünü ettiğim, Binali Akpınar’dan aldığımı söylediğim istihbaratlardan, Feriköy’de bulunan bir apartmanı, Kemal Turan’a göstermiş ve ‘

’bu evde altın koleksiyonu olduğu söyleniyor, mahalleyi bir kolla bakalım , hangi saatlerde sakin olup olmadığı konusunda bana bilgi ver

’’ demiştim.  Kemal yakalandığı zaman, sorgusunda bundan da söz etmiş, hatta, polis’eri adı geçen mahalleye kadar götürmesine rağmen apartmanı bulamamış ve benim gösterebileceğimi söylemişti. Bir sabah erkenden, beni arabaya alan sorgucularla , Feriköy’e, sözü edilen

mahalleye getirildim.Altın kolleksiyoncusunun evini göstermem isteniyordu. Bilmediğimi ve Kemal’in yalan söylediğini söyledim. Mahalle’ye kadar gelen polisler, elleri boş dönmek

istemiyorlardı. Görünümü güzel bir apartmanın önünde durdular ve olsa olsa burasıdır diyerek beni arabadan indirdiler ve adı geçen daireyi göstermemi istediler. Rastgele bir evin kapısını çalmışlardı. Kapıyı, uzun boylu ve 60 yaşlarında bir bey açtı ve 

General

olduğunu söyledi. Adamın Genaral oldugunu duyan polisler derhal hazır ola vaziyeti alarak, İçlerinden biri ,

‘’Generalim, bu şahıs THKP-C (Acilciler) örgütü İstanbul sorumlusudur. İfadesinde size karşı bir suikast planladıklarını itiraf etti, yüzleştirmeye getirdik, şahsı hiç görmüş müydünüz’’

dedi. Genaral olduğunu söyleyen şahıs, beni aşağıdan yukarıya süzdükten sonra, ‘

’hayır sanmıyorum’

’dedi ve ordan ayrıldık. Olay kapanmıştı. Bir daha bu konu hakkında tek bir söz etmediler. İfade tutanaklarına bile geçirmediler.

‘’MAHİR ÇAYAN’A MI ÖZENİYORDUN...?’’

Sorgularımız tamamlanmış, sıra, basına gösterilmemize gelmişti. Gayrettepe siyasi şubesi basın salonuna, ellerimiz ve yüzümüzü yıkattıktan sonra getirdiler. Önceden hazırladıkları masanın üzerinde, bize ait olmayan başka silah ve mühimmatları da koymuşlar ve bizden

yakalanmış gibi ifşa edecekleri anlaşılıyordu. Sesimizi çıkartmadık. Tek sıra halinde, söyledikleri masanın etrafında durmamızı istedikten sonra, salona polis muhabiri gazetecileri aldılar.

Gazeteciler ve polisler arasındaki samimiyet ve el-ense hareketleri ile şakalaşmalarına ilk kez orada tanık oldum. Mübarekler gazeteci değil sanki birer mehmetcik gibiydiler. Masanın

üzerinde bol miktarda, istanbul’da bastırdığımız, ‘’kapitalizm mi? Sosyalizm mi?’’ adlı kitap ve Cephe dergisi’nden birer ikişer alan gazeteciler, polis’lere ‘’

komserim nasıl olsa bunlar yakalandı, bu yayınları alıp okuyalım da örgütü biz devam ettirelim’

’ diye akıllarınca alay ediyor, şakalaşıyorlardı.  Fotoğraf çekmeye başlamadan önce yapılan bu konuşmalar esnasında, gazetecilerden biri, polis’lere

(16)

İbrahim Yalçın hangisi?

Diye sordu ve  yanıma gelerek, ayağıma tekmeyle vurarak,

‘’Mahir Çayan’a mı özeniyordun’’

dedi.  Biraz sonra ve gazetecilerin, ısrarla ‘

’Baba, baba bu tarafa bak’’

diyerek

İbrahim Büyüker

’in resmini çekmek istemelerine sinirlenen İbrahim, ‘’

Yeter artık, biz sirk cambazı mıyız’’

diye yüksek sesle bağırdığını duydum. Bu haber, ertesi günkü gazetelerde, ‘

’  Acilciler’in  lideri, Baba kod adlı İbrahim Büyüker, Ben bir mikrop’um diye kendini yerden yere attı

‘’ diye çarpıtırılarak çıktı. Bu haber, tamamen uydurma ve yalandır.

( 20.bölüm, Hasdal Askeri cezaevi ile devam edecek )

Referanslar

Benzer Belgeler

Nihat Akyunak'm ani kaybı, kı­ sa sürede İzm ir’de de duyuldu ve İzmir Resim Heykel Müzesi Mü­ dürü M ehm et Sabır ile sanat ya­ zarı eleştirmen TurgayGünenç,

4 — Aynı şekilde İslam Kalkınma Bankası’na tanın­ mış olan bağışıklığın benim orada bir göreve atanmamla ilişkili olduğunu iddia etmek, devlet ve devletin

6.ayda gerçekleşen FEV1 değeri, preoperatif FEV1 değeri üzerinden hesaplanan prediktif postoperatif FEV1 değeri ile karşılaştırıldığında, iki değer arasında orta ve

Bu bölümde öncelikle çalışmada müşteri ilişkileri yönetimi bağlamında uygulamalarının açıklanması amaçlanan yeni dijital teknolojiler olarak kabul

to significantly increase employment in Bulgaria, the labor market remains an area giving rise to major concerns.  the negative consequences of the crisis

En yüksek doğruluk oranı (%85) , Tüm adlı gruptaki verilerin %45’i alındığında ve sınıflandırma için Destek Vektör Makineleri algoritması kullanıldığında

Gazi  Mustafa  Kemal  Paşa  daha  sonraki  yıllarda  yaptığı  ziyaretlerde  özellikle  Numune  Çiftliği  ile  yakından  ilgilenmiş  ve  çiftlik 

Bu açıklamadan, Gökalp'in Türkçülük ve Turancılık düşünce- sinin dar ve geniş anlamda Türk ırkından olan zümreleri, roman- daki Yeni Turancı'arın düşüncesinin