• Sonuç bulunamadı

Die Zusammenfassungsstrategen Der Bilingualen Und Monolingualen Schler (Innen)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Die Zusammenfassungsstrategen Der Bilingualen Und Monolingualen Schler (Innen)"

Copied!
176
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

DİL VE TARİH – COĞRAFYA FAKÜLTESİ

DİL VE TARİH - COĞRAFYA

FAKÜLTESİ DERGİSİ

(2)

ANKARA UNIVERSITY

JOURNAL OF THE FACULTY OF LETTERS Yılda iki kez yayımlanır / Published semiannually. ISSN 0378-2905

Fakülte Adına Sahibi / Owner on Behalf of the Faculty Prof. Dr. Rahmi ER

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dekanı

Yayın Kurulu Başkanı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü/Chief of Editorial Board and Editor in Charge Prof. Dr. G. Nazlı ALKAN

Yayın Kurulu Başkanı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yardımcısı / Vice Chief of Editorial Board and Vice Editor in Charge Arş. Gör. Dr. İlhan KARASUBAŞI

Yayın Kurulu/Editorial Board Danışma Kurulu/Advisory Board

Doç. Dr. Şebnem ATAKAN Doç. Dr. Erdal CENGİZ Doç. Dr. Nurmelek DEMİR Doç. Dr. Ülker ÖKTEM Doç. Dr. Tunç SİPAHİ Doç. Dr. Oya G. TAMDOĞAN Arş. Gör. Dr. Zeynep ATAYURT

Prof. Dr. Bedrettin AYTAÇ (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Fahameddin BAŞAR (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Melek DELİLBAŞI (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Tuna ERTEM (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Kıymet GİRAY (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet İNAM (ODTÜ)

Prof. Dr. Sekine KARAKAŞ (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Hasan S. KESEROĞLU (Kastamonu Üniversitesi) Prof. Dr. Oya Batum MENTEŞE (Atılım Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet MERMER (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Nevra NECİPOĞLU (Boğaziçi Üniversitesi) Prof. Dr. Tuğba ÖKSE (Kocaeli Üniversitesi) Prof. Dr. Metin ÖZBEK (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Nevin ÖZKAN (Ankara Üniversitesi)

Prof. Dr. Ömer Naci SOYKAN (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniv.) Prof. Dr. Yaşar TONTA (Hacettepe Üniversitesi)

1942’den beri çıkartılan bu hakemli ve yerel süreli yayın, MLA (Modern Language Association of America) International Bibliography’de indekslenmektedir. Amacı sosyal ve beşerî bilimler alanlarında Türkçe ve çeşitli yabancı dillerde özgün bilimsel araştırma makaleleri ile derleme makaleler yayımlamaktır. Makalelerin sorumluluğu yazarlarına aittir.

This refereed and local journal (1942- ) is indexed in MLA (Modern Language Association of America) International Bibliography. The aim of the journal is to publish unique scientific research articles and review articles on social sciences and humanities, both in Turkish and various foreign languages. Authors are solely responsible for the content of their articles.

Yönetim Yeri / Managing Office: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

06100 Sıhhiye-Ankara-Türkiye http://www.ankara.edu.tr/letters Ankara Üniversitesi Basımevi

Basım Tarihi: …/…/2011 İletişim / Communication:

Prof. Dr. G. Nazlı ALKAN

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü

06100 Sıhhiye-Ankara Türkiye Tel: +90 ( 0312) 310 32 80 / 1679 E-posta: alkan@humanity.ankara.edu.tr

(3)

DİL VE TARİH-COĞRAFYA FAKÜLTESİ DERGİSİ

Yayımlayan / Publisher: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

Cilt / Volume 50 Sayı / Number 1 Yıl / Year 2010

İçindekiler / Contents

Ülker Öktem ● Felsefe-Edebiyat Etkileşimi: Felsefî Roman... 1 Ebru Balamir ● İtalyan Yazarı Luigi Pirandello’nun Tiyatro’ya Bakışı .... 19 Devrim Kılıçer ● Bakire Yeni Dünya ve Kapsamlamanın Mantığı ... 35 Ü. Fafo Telatar ● Propemptikon ve Epibaterion Dizeleri... 47 Zeynep Z. Atayurt ● Under The Poliphony of Voices: A Bakhtinian

Reading of Iris Murdoch’s Under The Net ... 67

Malgorzata M. Gajda ● Boleslaw Prus’un “Taş Bebek” Adlı Yapıtı

Çerçevesinde Polonya Edebiyatında Realizm ... 83

Gül Büyü ● Sartrean Look In The Zoo Story And A Delicate Balance ... 95 D. Çiğdem Ünal ● Theoretische Grundlagen Der Fremdsprachlichen

Literaturdidaktik ... 111

Kemal Tuzcu ● Hudbe B. El – Haşrem El-‘Uzrî ... 133 S. Sevim Çıkrıkçı ● Die Zusammenfassungsstrategien Der Bilingualen

(4)
(5)

50, 1 (2010) 1-17

FELSEFE - EDEBİYAT ETKİLEŞİMİ: FELSEFÎ ROMAN

Ülker ÖKTEM

Özet

Bu makalede, varlık, düşünce, dil, yazı, kültür ve uygarlık bağlantısında, felsefe ile edebiyat ilişkisi incelenmiş; felsefenin mi edebiyata, edebiyatın mı felsefeye yön verdiği araştırılmıştır. Felsefe ile edebiyat etkileşiminden ortaya çıkan ürünün, felsefi romanın, nasıl bir yapı arz ettiği, ne türden bir eser olduğu, ilk nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı, nasıl geliştiği söz konusu edilmiştir. Bu bağlamda, edebî bir eserin, felsefî sayılabilmesi için gereken şeylerin neler olduğu, felsefî ve edebî eserlerin özellikleri dile getirilerek ortaya konulmuş; örneğin, varoluşçuluğun etkisiyle yazılmış bir eserin, edebî olmakla birlikte, felsefî sayılıp sayılamayacağı tartışılmıştır. Antik Yunan filozoflarından Çağdaş filozoflara kadar uzanan tarihsel çerçevede, filozof-edipler ve edip-filozoflardan bahsedilmiştir.

Özellikle, felsefenin, edebiyata indirgenmeksizin, kapsamının genişletilmesinin olasılığı göz önünde bulundurularak, bunun için gerekenlerin neler olduğu sorgulanmış; kendi kültürümüzden, bu tarz bir yaklaşımı benimseyerek, yani, felsefeyi edebiyata indirgemeksizin, eserlerini kaleme almış olan değerli edip-filozoflarla, filozof-ediplerin, kaleme almış oldukları eserlerde, edebî tarz içinde gizlenmiş olan felsefî tefekkürün nasıl ortaya çıkartılacağı üzerinde durulmuştur.

Yine, burada, varlık, düşünce, dil, yazı, kültür ve uygarlık bağlantısı çerçevesinde, güçlü, sağlam bir düşünce yapısının göstergeni olan sağlam bir dil yapısının, felsefî ve edebî eserlerle nasıl daima canlı kaldığı, her iki alandan verilen örneklerle, gösterilmiştir.

Anahtar Sözcükler: Felsefe, Edebiyat, Roman, Felsefi Roman, Filozof-Edip,

Edip-Filozof, Dil, Kültür.

Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü,

(6)

Abstract

The Relationship Between Philosophy and Literature : Philosophical Novel

In this article, the relationship between philosophy and literature has been examined from the points of view of existence, thought, language, writings of literature and philosophy, culture and civilization. Then, the issue of whether philosophy or literature is the domineering factor has been raised. Later, ‘the philosophical novel’, the production of the interaction between philosophy and literature has been defined; such questions as what the structure of the philosophical novel is like, what sort of work it is, what the nature of the work is like, when and how it emerged and how it developed have been answered. The criteria for a literary work of art in order that it be considered as philosophical have been determined. As it is very well-known philosophical and literary writings have certain characteristics under which the work is produced. A work of literature, for instance, which is producedunder the influence of existentialism, possessessome features which make it be considered as philosophical. Reference to philosopher- writers and writer-philosophers from the Ancient Greece to the present day has been made, as well.

Bearing in mind the possibility of enriching and expanding the content of philosophical writings without reducing them to literary criteria, the requirements fort he achievement of the task have been questioned. Some examples from the works of some philosopher-writers and writer-philosophers from our own culture have been analysed in order to reveal the philosophical pondering inbuilt literary works of art.

Consequently,it has been determined that a sound and safe use of language is necessaryin order to achieve the sound and vivid body of thought which exist in philosophical Works.

Finally, a frame which considers the relationship between philosophy and literature from the points of view of existence, thought, language, literary and philosophical writings, culture and civilization is built up.

Keywords: Philosophy, Literature, Novel, Philosophical Novel, Philosopher-

Writer,Writer- Philosopher, Language, Culture.

1. Giriş

Felsefe ve edebiyat etkileşimi, öncelikle, birbirinden farklı bu iki alanın nasıl bir ilişki içinde bulunduklarını, yani birbirlerine göre yer ve

(7)

önemlerinin ne olduğunu belirlemeyi zorunlu kılar. Acaba, felsefe mi edebiyatın, yoksa, edebiyat mı felsefenin hizmetindedir? Kuşkusuz, felsefe, edebiyat gibi, güzel sanatların bir dalı değildir. Buna karşılık, her türlü düşünüş ya da fikri görüş de felsefe değildir. Ama, birer entelektüel kültür öğesi olarak, hakikati arayan ve açıklayan felsefe ile sanat, özellikle de güzel sanatların bir dalını teşkil eden edebiyat arasında asırlardan beri süregelen yakın bir ilişki vardır. İlk denemelerle, mitoloji ve trajedilerle birlikte başlayan felsefe ile edebiyat arasındaki ilişki, Aydınlanma’dan sonraki dönemde, sanata ilginin artmasıyla, daha da yoğunluk kazanır; yirminci yüzyılda ise, felsefî roman türünün ortaya çıkışıyla, gittikçe artan bir tempoda devam eder. O halde, bir edebî eserin felsefî olabilmesi; ya da bir felsefî eserin edebî sayılabilmesi söz konusudur. Ama, acaba bunun için ne gerekir? İşte, bu ilişkide ortaya çıkan en önemli mesele budur; ki, bu mesele, esasında, varlığa ilişkin bilginin nasıl oluştuğu ya da oluşturulduğu ve nasıl ifade edildiği meselesine, dolayısıyla, varlık-düşünce-dil-yazı ilişkisine dayanır. Bu meseleye, biraz sonra temas edeceğiz.

2. Felsefe-Edebiyat:

Herhangi bir dilin tarih içerisinde ve tarihin güncel uzantısında her konuda vermiş olduklarının yazıya geçirilmiş yanı; varlığı ifade etme biçim ve gücü; varlığa ilişkin bilginin güzel sözlerle ifade edilmesi olarak tanımlanabilen edebiyat ya da literatür, sanatın, sanat da, esasında, son derece genel bir şekilde, ‘varlık, bilgi ve değer alanlarında eleştirel bir düşünce ürünü’ olarak tanımladığımız felsefenin bir alanıdır. Felsefede sanatın yeri, etik ve estetik değerlerin söz konusu edildiği değerler alanıdır. Başka deyişle, değerler alanında, ahlâk ve sanat kritiği yapılır; ahlâk ve sanat, eleştirel olarak incelenir. Nitekim, on sekizinci yüzyıl, ünlü Alman Aydınlanma filozofu Immanuel Kant (ölm.1804), belli başlı ahlâki problemleri ele alıp değerlendirdiği, ahlâkın temeline konulabilecek genel-geçerli davranış ilkelerinin olup olmadığını araştırdığı, tek tek olaylardan genel ilkelere varmaya çalıştığı, dolayısıyla, pratik alanda, insan aklını sorguladığı üç büyük kritiğinden biri olan ‘Pratik Aklın Kritiği’nde ve belli başlı estetik problemlerin yanı sıra, estetik değerleri ve değer yargılarını incelediği; aklın estetik alanda nasıl yargılara vardığını ve varması gerektiğini söz konusu ettiği ‘Yargı Gücünün Kritiği’nde bunu yapmıştır. Beğeni yargılarının, üzerinde tartışılabilecek, estetik bir ortak zevke dayanan, dolayısıyla, temel bir ilkeye ve genelliğe sahip yargılar olduğu sonucuna ulaşarak, estetiğin anarşinin, kargaşanın hüküm sürdüğü bir alan olmadığını belirlemiştir. Kant, estetiği bilimsel bir bilgi alanı olarak kurabilmek için gayret sarf etmiş, bu nedenle, beğeni yargısının genel-geçer

(8)

ve zorunlu bir yargı olduğunu temellendirme zorunluluğunu ilk hisseden ve bunu da başaran ilk kişi olmuştur. O, gerek günümüz estetiğinin, gerek psikolojik estetiğin, gerekse estetik değerler mantığının birçok problemini de ilk keşfeden, onları gün ışığına çıkaran ilk filozof olma şerefini elde etmiş; idealist bir estetiğin yolunu açmıştır. Kendisinden sonra estetik, ondokuzuncu yüzyılda Schiller (ölm.1805), Hölderlin (ölm.1843), Schelling (ölm.1854) ve Hegel’in (ölm.1831), yirminci yüzyılın başlarında da Benedetto Croce (ölm.1952)’nin katkılarıyla gelişmiştir. (Tunalı, 1965; 15: 59)

3. Felsefe Tarihinde Edip Filozoflar:

Felsefe tarihine baktığımızda, pek çok filozofun, aynı zamanda, edebî bir tarzı kullandıklarını görürüz. İlkçağ filozoflarından bazıları, görüşlerini şiirlerle dile getirmişlerdir. Nitekim, Parmenides (ölm.M.Ö.470), ‘Doğa Üzerine’ adlı bir felsefî şiir yazmıştır. Zamanımıza, 150 fragment kalan bu eseri sayesinde, biz, onun, hem evrenin oluşumuna (kozmogoni) ilişkin öne sürdüğü görüşleri, hem de edebiyatın felsefedeki yerini ve önemini anlarız. Miletli Doğa filozoflarından Anaksimandros (ölm. M.Ö.547) ve Anaksimenes’in (ölm.M.Ö.528) de yine ‘Doğa Üzerine’ adını taşıyan evrenin oluşumunu anlatan şiirsel yapıtları vardır. Aynı şekilde, zıtların çatışması ve birliği öğretisinde Anaksimandros’tan, ruh öğretisinde de Anaksimenes’ten etki almış olan ünlü İonia filozoflarından Herakleitos’un (ölm.M.Ö.480) da ‘Doğa Üzerine’ adlı şiir tarzında kaleme aldığı fizik, teoloji ve siyaset olmak üzere üç kısımdan oluşan bir eseri vardır. Çoğulcu

materyalist,

eklektik filozoflardan Empedokles (ölm.M.Ö.432) de düşüncelerini şiir tarzında ifade etmiştir. ‘Arınmalar’ adlı şiirinin başında kendisini âdetâ bir Tanrı gibi takdim eden Empedokles’in de ‘Doğa Üzerine’ adlı, evrenin oluşumuyla ilgili öne sürdüğü kuramının yer aldığı eseri de yine edebiyatın, özellikle ve öncelikle şiirin felsefede ne denli önemli bir yeri olduğunu göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir. Hattâ, insan, bu durumda, ünlü İngiliz şair ve yazarı Shelley’nin “şiir, insanlığın değeri bilinmemiş kanun koyucusudur” (Edman, 1977: 25) sözünü hatırlamadan geçemez. Aynı şekilde, Antik Yunan çoğulcu materyalist filozoflarından Anaksagoras’ın (ölm.M.Ö.429) da gök cisimlerinden ve evrenin oluşumundan bahsettiği ‘Doğa Üzerine’ adını taşıyan, ancak, düz yazı ile kaleme aldığı bir eseri vardır.

Şu halde, ünlü dil bilgini Humboldt’ün de tespit edip belirttiği üzere, Yunan edebiyatı ve felsefesi, bize, anlığın gelişme yollarını teşkil eden ve zorunlu olarak anlıktan çıkan, dilde, belli başlı iki formdan biri olan şiirin,

(9)

düz yazıdan önce başladığını gösterir. Esasında, Yunanlılarda felsefe ve belagat iç içedir. Yunan filozoflarının çoğu, soyut fikirler üzerinde belagat sahibi hatip insanlardır. Örneğin, Platon, varlık ve siyasete ilişkin görüşlerini sistematik olarak oluştururken, dilin güzelliğine ve üslûba da son derece önem vermiştir. Aynı şekilde, Aristoteles, Poetika ve Retorika’sını zamanının Yunan dilini inceleyerek kaleme almıştır.

4. Felsefî Eser- Edebî Eser: Felsefî Roman:

Acaba, bir felsefî eserin edebî; ya da bir edebî eserin felsefî sayılabilmesi için ne gerekir? Kuşkusuz, her ikisi de bireysel bir çabanın ürünüdür. Fakat sadece, bireysel bir çabanın ürünü olmaları, böyle bir sayışta yeterli midir? Elbette yeterli değildir. Her şeyden önce, bir düşünüşün, dolayısıyla, bir eserin felsefî olabilmesi için, refleksif, yani geriye dönüşümcü olması, mantıksal ve tutarlı önermelerden oluşması, var olan karşısında bir tavır alışı dile getirmesi, eleştirel ve genel yani, evrensel olması; bütünü kapsaması, anlatımı duygulu kılan öğelerden bağımsız olması gerekir. Ayrıca, bir felsefi soru etrafında varlık kazanması, sistematik olması, felsefe tarihi çerçevesinde, belli bir tarihsel yapıda, sorunsal devamlılık içerisine oturtulabilmesi gerekir. Kuşkusuz, içinde birkaç felsefî fikir barındıran bir edebî eser, bir felsefî eser değildir. Ama, yine de edebiyat ile felsefenin bütünleşip kendine has bir yapı oluşturabileceği yeni bir türden bahsetmek mümkündür. Bunun da bazı gerekleri vardır. Örneğin, bir edebî eser, sadece duygulandırma seviyesinde kalmamalı, sadece psikolojik birtakım analizlerle yetinmemeli, kişiler ve olaylar bazında da olsa, eserin anlam bütünlüğünü sağlayacak gizli bir varlık felsefesi, bir metafizik ortaya koymalıdır. Bu edebî eser, felsefî inceleme seviyesinde, felsefe tarihinin problematik sürekliliği içerisine yerleştirilebilir ve yine, felsefe tarihi içerisindeki yeri tayin edilebilir olmalıdır ki, felsefe araştırıcılarının ve eleştirmenlerinin yaklaşımlarına elverişli olsun. Bunların tümünün bir edebî eserde bulunabileceğini kabul etmek son derece güçtür. Fakat, bir edebî eser, bu gerekleri yerine getirebilmiş; fikri, zevke indirgemeden, bu zevki, fikrin daha da iyi anlatımı için kullanabilmiş ise, aynı zamanda felsefî bir eser niteliğindedir. Ancak bu takdirde, karşımıza ne sadece edebî, ne de sadece felsefî olan bir tür çıkar. Böylelikle, felsefenin, edebiyata indirgenmeksizin boyutları genişletilmiş olur. Bu da, özellikle, Mevlâna, Yunus Emre, Şeyh Gâlip, Mehmet Âkif, Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Abdülhak Hâmid, Reşat Nuri Güntekin… vb. gibi, değerli şair ve yazarların, kendi kültürümüze ait kaleme almış oldukları eserlerde, edebî tarz içinde gizlenmiş olan felsefî tefekkürün ortaya çıkartılmasını sağlar. (Gürsoy, 1990: 75: Gündoğan, 1999; XL: 203).

(10)

Şu halde, felsefî bir eser, evrenselleştirilebilen bir içerikle karşımıza çıkar. Örneğin, Kant’ın ‘Salt Aklın Kritiği’, ‘Pratik Aklın Kritiği’ ve ‘Yargı Gücünün Kritiği’nde, insan aklını kritik ve analiz etmesi, sadece bir bireyin aklını kritik ve analiz demek değildir. Oysa, bir romanda incelenen sadece bir bireyin yaşamı ve düşünceleridir; ele alınan olayların zamanı ve mekânı bellidir. Romana, büyük ölçüde yazarın kişiliği yansımıştır. Felsefî eserin konusu ise, zaman ve mekânla sınırlı olmayıp, yazarın kişiliğinden de bağımsızdır. Örneğin, Platon (ölm.M.Ö.347), Aristoteles (ölm.M.Ö.322), Descartes (ölm.1650) ya da Kant’ın eserlerini okuyan bir kişi, bu filozofların kişiliği hakkında hiçbir bilgi elde edemez. Felsefî eser, bilgi veren, ele aldığı konuyu derinliğine inceleyen ve mantıksal bir akıl yürütme zinciri içinde irdeleyen bir eser olduğu için, onda önemli olan içeriktir. Edebî eser ise, genel olarak, içerikten ziyade, biçime önem verir. İçerik, biçimin önüne geçerse, o eser edebî olmaktan uzaklaşır.1

Hem felsefî hem de edebî eserlerden zevk alınır. Ama, herhangi bir felsefî eserden alınan zevk ile bir edebî eserden alınan zevk bir değildir. Şöyle ki: bir felsefî eserde zevk, fikrin anlatımı için daha büyük bir kolaylık sağlarken, bir edebî eserde fikir, zevke indirgenir. Felsefî-edebî diye adlandırılan Kafka, Camus (ölm.1960), Sartre (ölm.1980), Dostoyevski, Simone de Beauvoir gibi güçlü edip ve filozofların eserleri ise, tezli romanlardır ama, bunların hiç birinde, felsefî boyut kaybolmamış, fikir, üsluba motif oluşturmamış, yani felsefe, güzel sanatların bir dalı olan edebiyata indirgenmemiştir. Aksine, bunların uyandırdıkları etki, daha çok fikrî platformda olmuş, eserlerin ağırlık merkezini, yazarların temsil ettikleri metafizik anlayış oluşturmuştur. O halde, felsefeyi edebiyata indirgemekten, onun hizmetine vermekten kaçınıldığı âşikârdır. Ama, acaba bunun tersi, yani, edebiyatın felsefenin hizmetinde olduğu doğru mudur? Bu takdirde, edebiyat, kendisine yabancılaştırılmış olmaz mı? Bu problemi, biraz sonra, ülkemizde, felsefesinden ziyade, felsefî-edebî romanlarıyla oldukça tanınmış olan, yirminci yüzyılın felsefecisi ve yazarı Sartre’ı değerlendirerek çözebileceğimize inanıyorum.

Öte yandan, bir felsefî eser, soyut; bir edebî eser ise somuttur; çünkü edebiyat, somutu amaçlar; somutu olduğu gibi ve kendisi için gözler. Bu nedenle, edebiyat, var olan somutu düşündürdüğü ölçüde egzistansiyalisttir. Egzistansiyalist edebiyat ise, zorunlu olarak sübjektivisttir. Genel olarak söylemek gerekirse, edebiyat, esasında, objektifliğe yöneldiği zaman bile,

1 Bu mesele, biçim-içerik meselesi, edebiyatçılar arasında hararetli tartışmalara yol açmış bir meseledir. Biz, burada, konumuz ve amacımız bu olmadığı için, kesinlikle bu tartışmalara girmeyeceğiz.

(11)

sübjektif kalır; çünkü yazarların şahsiyet ve mizacına bağlıdır. O halde, kelimeleri kullanan bir sanat türü olan ve belirli duyguları uyandırmak için başvurulan disiplinli bir teknik olarak nitelendirilebilen edebiyat, felsefeye somutluk kazandırır. Öte yandan, edebiyatta orijinallik esastır; âdeta yasa gibidir. Filozofun ufku ise, bir edibin ufkundan daha geniştir; çünkü amacı, Varlığı ve varlıkların tümünü var olmaları bakımından tanımaktır. Bu nedenle, filozof, somuttan kaçar; aydınlatmak için, yani, bütün varlığı değerlendirip, insan yaşantısının tam bir panoramasını çizmek için uğraşır. Bunu yaparken, o, aynı zamanda, sadece dünyayı tanımakla yetinmeyip bir dünya yaratmayı, bu suretle, içinde bulunduğu dünyayı aşmayı dener. (Verneaux, 1994: 145; Edman, 1977: 42).

Felsefî romanlarda, hem biçim hem içerik birlikte önem kazanırlar. İşte, felsefe ile sanat, özellikle de edebiyat arasındaki ilişki, bariz bir şekilde, tam da bu noktada ortaya çıkar. Böylece, felsefenin soyut kavramlarıyla ifadesi güç olan, duygusal insan yaşantıları, edebiyatın anlatımı ile somutluk kazanır. Örneğin, başkaldırı felsefesinin temsilcisi olan Camus’ye göre, ölümü, dünyanın akla aykırılığına başkaldırı düşüncesini, en iyi biçimde sanat, özellikle de roman ifade eder. Böyle bir isyan ya da başkaldırı, felsefenin diliyle anlatılamaz. Bunu anlatabilecek olan sanat, özellikle de edebiyattır ve o, Camus’ye göre, yaşayan varlığın, yaşadığı için ve yaşadığı zaman boyunca sonsuz avukatıdır. (Camus, 1965: 31)

Antik Yunan’da Platon’un, Ortaçağ Hristiyan Dünyasında St.Augustine’nin (ölm.430), St. Anselmus’un (ölm.430), Boethius’un (ölm.525), Modern Çağ’da Descartes, Berkeley (ölm.1753), Hume (ölm.1776), Pascal (ölm.1662), Bergson (ölm.1941), Schopenhauer (ölm.1860) ve daha sonraları, Voltaire (ölm.1778), Rousseau (ölm.1778), Nietzsche (ölm.1900) ve Kierkegaard’ın (ölm.1855), değerli birer filozof oldukları kadar, aynı zamanda büyük birer edip oldukları da malumdur. Keza, Russell (ölm.1970), Camus ve Sartre Nobel edebiyat ödülü almış ünlü filozoflardır. Buna karşılık, Tolstoy, Dostoyevski, Proust, Thomas Hardy, Anatole France, Thomas Mann, Iris Murdoch gibi edip olarak ünlenmiş, ama filozof sayılabilen romancılar da vardır. Örneğin, Tolstoy, Savaş ve Barış’ta bir ölçüde tarih felsefesi yapar. Aynı şekilde, Dostoyevski, çoğu kez varoluşçularca yazarların en büyüğü olarak tanımlanır. Proust, Geçmiş Zamanın Ardında adlı yapıtından da anlaşılacağı üzere, filozofların klasik ilgi alanlarından birisi olan ‘zamanın doğası’ sorunuyla derinden ilgilenir. Yine, fenomenolojiye dayanan, öz fenomenlerini tek çıkış noktası olarak alan, 1950’lerde ortaya çıkan, şeylerin şu andaki görünüşlerini egzakt

(12)

biçimde betimlemeye yönelmiş olan ‘Yeni Roman’ akımı da, bize, felsefe ile edebiyatın iç içeliğini gösterir.2

Kuşkusuz, iyi bir filozof olmak için iyi bir edebiyatçı; iyi bir edebiyatçı olmak için de, iyi bir filozof olmak şart değildir. Örneğin, Aristoteles, Kant ve Hegel son derece iyi filozof oldukları halde, iyi bir edebiyatçı değildirler. Hattâ, Hegel’in yapıtlarının, neredeyse muğlaklığın destanı olduğu bile söylenir. Eğer, bir filozof, iyi yazıyorsa, ne mutlu; böylece, onun yapıtlarını incelemek daha çekici bir hal alır; ama, bu durum, kendisinin daha iyi bir filozof olduğunu kanıtlamaz. Sadece, felsefenin, edebî ve estetik değerlerden oldukça farklı bir yapı arz ettiğine işaret eder. (Maggee, 1979: 418).

5. Varoluşçu Roman:

İlk bakışta, edebiyatı, fikirlerini geniş halk kitlelerine iletmek için bir araç, âdeta bir propaganda aracı olarak kullandığı izlenimini uyandıran ateist varoluşçuluğun Fransız temsilcisi Sartre, esasında, kendi bilincine varmış bir edebiyatı söz konusu eder. Acaba, edebiyat, hangi durumda kendi bilincine varır? Ona göre, hiç kuşkusuz, sınıfsız, diktatörsüz ve donuklaşmamış bir toplumda edebiyat kendi bilincine varır. Böylece, somut evrensel varlığı, somut evrensel varlığa anlatmak amaç ve görevini yerine getirerek, insânî özgürlüğün gerçekleşmesine de yardım eder.3

Şu halde, Bulantı’da bir felsefe kuramını oldukça başarılı bir tarzda roman biçimine aktarabilmiş ve açıklayabilmiş olan filozof Sartre için

2 Bu akımın önde gelen temsilcisi Nathalie Sarraute’dur. Bu akıma göre, biçim, içeriği ve romanın gerçekliğini belirler. Romanda mekân, objelerin ilintisi ve insan ilişkileri bir yana bırakılır, içinde yaşanılan anın romanı yazılmaya çalışılır. Yeni Roman, fenomenolojik bir teorinin roman sanatına uygulanması olarak karşımıza çıkar. Yine,Yeni Roman’ın öncülerinden sayılan Alain Robbe-Grillet’nin ‘Kıskançlık’ adlı romanında insan ilişkilerinden ziyade, nesnelerin durumu, nitelikleri, birbirlerine göre konumları en ince ayrıntısına kadar verilir. Yazar, betimlemelerindeki nesnelerin algılanış biçimiyle gerçeğin bir kesitine yaklaştığını savunur ve genellikle de insanın bilincindeki ‘şimdiki zaman’ da yazmayı sürdürür; insana da nesneye baktığı gibi belli bir uzaklıktan ve nesnel bir gözle bakar. Romanda, kişileri ve ilişkilerini değil de çevresinden soyutlanmış insanı ve onun dünyadaki durumunu öykülemeden betimler, nesneleri başköşeye oturtur, insanın ancak sınırlı ve belirsiz yaşantısını aktarır, onu sadece şimdi ve buranın insanı olarak görür. (Bozkurt, 1991: 191-195).

3 Burada, açık ve net bir şekilde, Marks’ın Sartre üzerindeki etkisi görülmektedir. Hatta Sartre, varoluşçu edebiyatı Marksizmin lehinde kullanmaya çalışmış, ama bu çabasında başarılı olamamıştır.

(13)

edebiyat, sadece bir propaganda aracı, kurmuş olduğu felsefî kuramı için bir anlatım imkânı değil, aynı zamanda, bu anlatımın felsefeyle bütünlüğüdür. Bu nedenle, Sartre, romanı bir anlatım biçimi olarak seçmiştir. Böylece, hem roman felsefî bir derinlik kazanmakta, hem de felsefe, tasvire dayalı yeni bir idrâk ve yorum imkânına sahip olmaktadır. (Sartre, 1967: 12).

Demek ki, edebiyatla felsefe arasındaki ilişki, en yoğun şekilde egzistansiyalizm yani varoluşçuluk söz konusu olduğu zaman ortaya çıkmakta; öyle ki, felsefe ile varoluşçu roman özdeşliği bile gündeme gelebilmektedir. Acaba, neden edebiyatla felsefe arasındaki ilişki varoluşçulukta en yoğun şekilde gerçekleşmekte ve hissedilmektedir? Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Varoluşçulukta, bireysel insanın hayatı ve varoluşunun tasviri önem kazanır. Bu tasvir, felsefenin soyut ve kuru kavramsal diliyle yapılamaz. Burada, devreye edebiyat girer. Somut, sübjektif, kişisel tecrübeleri olan bir varlığın tasvirini, yine, somut ve bireysel olanı konu alan edebiyat, özellikle de roman yapabilir. Roman, genel bir sanat ilkesinin önemli olduğu kadar dikkat çekici bir örneğidir. Şöyle ki: O, hayalimizi sürükleyerek bize kaçış olanağı sağlar. Edebiyat aracılığıyla, yokluk ve acı bile, güzelliğe bürünmüş bir halde, bütün genişliğiyle yaşanabilir. Bu nedenle, on dokuzuncu yüzyılın ünlü Fransız edebiyatçısı Anatole France, edebiyatın, zamanımız dünyasının haşhaşı ve esrarı olduğunu söyler. (Edman, 1977: 13) Bir roman ya da tiyatro eserinin açık, sanatkârca düzeninde duygularımız bir çeşit katıksız yoğunluk kazanır. Esasında, birçok kimseye duygularının ne olduğunu öğreten, hayattan çok, edebiyattır. Nitekim, yine, on dokuzuncu yüzyılın ünlü İngiliz şairi, yazarı ve edebiyat eleştirmeni Mathew Arnold, “şiir, hayatın bir eleştirisidir” der. (Edman, 1977:17) Hamlet gibi bir trajedi, Anna Karenina gibi bir roman, bildiğimiz insan ilişkilerinin duygusal olaylarını, bizim için deşip derinleştirirler. Ciddî bir akıl yürütmenin soyutluğu içinde sığ, soğuk ve gösterişli olabilecek fikirler, şiir ya da dram gibi güçlü duygular uyandıracak formlar içinde sunulunca, içten ve canlı bir hale gelebilirler. Bilhassa, varoluşçuluk, soyutlamayı kullandığı zaman bile, esasında somut bireylilikte varolanı (egzistansı) açıklar ve keşfeder. (Verneaux, 1994: 146).

Peki, o halde, acaba, varoluşçuluğun etkisinde kalmış edebiyatın, kendi tarzında, insanı anlamaya ve tasvir etmeye çalışması felsefe için yeterli midir? Başka deyişle, varoluşçuluğun etkisiyle yazılmış bir eser, edebî olmakla birlikte, felsefî sayılabilir mi? Hayır, hiç kuşkusuz, varoluşçuluğun etkisinde kalmış edebiyatın, kendi tarzında, insanı anlamaya ve tasvir etmeye çalışması, felsefe için yeterli değildir; yani varoluşçuluğun etkisiyle yazılmış bir eser, edebî olmakla birlikte, felsefî sayılamaz. Eğer sayılırsa, felsefenin

(14)

sadece varoluşçuluktan ibaret olduğu yanılgısına kapılır insan. Oysa, felsefe, varoluşçu edebiyata göre daha kuşatıcı, kapsamlı ve evrenseldir. Dolayısıyla, insan varlığının somut olarak tasviri, bir felsefe kurmaya yetmez. Bu nedenle, bir eserin felsefî olması için varoluşçu edebiyatın tavrı yeterli değildir. Ama, acaba Sartre ve Camus gibi yazarlar, felsefenin evrenselliğine ulaşabilirler mi? Elbette ulaşabilirler, zaten ulaşmışlardır da; çünkü eserlerine baktığımızda, hep bir insan varlığının bulunduğunu görürüz. İnsan varlığını tasvir eden bir yazar ise, o varlığın, içinde yaşadığı evreni dikkate almadan bu tasviri yapamaz. Nitekim, Camus’deki ‘saçma’ (absurde) kavramı, evrenle insan bilinci arasındaki kopuşu, Sartre’da da ‘bulantı’ kavramı, evren karşısındaki insanın durumunu ifade eder. Ayrıca, bu yazarlar, romanlarında, bireyselliği de aşarlar. Şöyle ki: Sisifos’un durumu, sadece tek bir insanın durumu değil, bütün bir insanlığın durumudur. Bulantı’da Roquentin, aynı şekilde bütün insanlığı temsil eder.

6. Dil-Kültür-Medeniyet İlişkisi:

Edebiyat, bir milletin fizyolojisini ve psikolojisini en iyi yansıtan, en sağlam araçtır. Bu nedenle, bugün, bir milletin ahlâkını, doğasını, mizacını, düşünme ve hayâl etme biçimini, çeşitli zamanlardaki ruh hallerindeki değişiklikleri anlamak için, o milletin edebiyatını incelemek yeterlidir. Örneğin, Kuzey Avrupa halkı, mizaç olarak sert ve sağlam olduklarından; yağmurlu, puslu havalar, bereketli olmayan topraklar… vb. gibi yerel şartlarda yaşadıklarından, her türlü neş’eden uzak insanlardır. Oysa, güney Avrupa halkı, parlak güneş, temiz hava, berrak deniz… vb. gibi yerel şartlarda yaşadıklarından son derece neş’eli insanlardır. İşte, bu fark ve mizaç değişiklikleri de edebiyatlarına yansımıştır. Bu nedenle, Virjil’ler, Petrarck’lar güney Avrupa’da; Shakespeare’ler, Zavanos’lar ise, kuzey Avrupa’da ortaya çıkmışlardır. Kuşkusuz, her edebiyat, çeşitli görünümleriyle, ait olduğu milletin, ortaya çıkışından itibaren geçirdiği ruhsal durumlar ve değişimler hakkında bazı ipuçları verebilir. Esasında, bunları, tam manasıyla tayin ve takdir edebilmek için, asırlarca hüküm sürmüş olan klasik Yunan edebiyatı ile Fransız ve İngiliz edebiyatlarına ihtiyaç olmakla birlikte, genel olarak, anlaşılan, edebiyatın, bir milletin ruhsal durumlarının tarihinde, son derece büyük bir yeri ve öneminin olduğudur. (Lütfü, 1310-1311: 444).

Şu halde, her dil, her edebiyat, ait olduğu ulusun özelliğiyle belli bir özellik kazanır. Dil ile ulus birbirinden ayrılmaz biçimde birbirlerine bağlıdır. Bu nedenle, bir ulusun karakterini en açık bir şekilde ortaya koyan, o ulusun dilidir. Düşüncenin seslerle bağlılık biçiminde kendini gösteren dilin karakteri, bir anlamda, aynı zamanda, ruhtur. Bu ruh, dilde kendini

(15)

gösterir. Her dil, tıpkı insan gibi, zaman içinde, yavaş yavaş gelişen, sonsuz olan bir şeydir. (Humboldt, 1998: 56, 61).

Şurası muhakkaktır ki, bilimi, felsefeyi ve sanatı yapan ve yaratan; edebî, felsefî ve ilmî eserleri oluşturan dil ile kültür birbirlerinden ayrılamazlar. Her ikisi de birlikte gelişirler. Birinde üstün olan bir ulusun ötekinde de üstün olması zorunludur. Toplumun edebiyatı, felsefesi, sanatı, bilimi ve tekniği ile bütün kültürü, düşünceleri, kavrayış biçimi, töre ve görenekleri dille bağlılık içindedir; dilden ayrılamazlar. Dilden kopmuş bir kültür, dilden kopmuş bir düşünce soyutlamadan başka bir şey değildir. Ancak bir dille düşünebiliriz. Düşünüşü dile getiren de dildir. Dil ve düşünce karşılıklı olarak birbirlerini oluştururlar. Dil, düşünce içinde ve düşünceyle birlikte hareket eden bir simgeler sistemidir. Bu nedenle, dil, esasında, düşüncenin gerçekleşmesinin önkoşuludur. Bir düşünce, ancak cümle biçiminde dile getirildiği zaman, kendi içinde açıklık kazanır. Dil, anlam taşıyan bir iletişim aracı olduğu gibi, aynı zamanda, bir kültür taşıyıcısıdır. Bir ulusun dili incelenerek, o ulusun kültür ve uygarlık seviyesi belirlenebileceğinden, dil, uygarlığın aynasıdır. (Tekeli, 1978: 205).

Şu halde, dil olmadan, töre ve görenekler bile, olanaklı değildir. Bir kuşaktan öteki kuşağa göreneklerin aktarılması, ancak dil ile olur. Kültürü değişen bir toplumun dili de, düşünüş biçimi, töresi ve göreneği de değişir. Dil ile kültür arasındaki bağlantılar, günümüz kültür tarihçilerinin ve dil filozoflarının üzerinde durdukları başlıca sorunlardan biridir. On sekizinci yüzyılda, bu sorun, artık yavaş yavaş bir bilgi sorunu olmaktan çıkıp, bağımsız bir sorun olarak incelenmeye başlanmış; ilk olarak, Herder, dili, düşünce ve duyu formu olarak incelemiştir.

Humboldt’a göre dil, olmuş bitmiş, donmuş kalmış bir ürün değil, durmadan gelişen, yeniden yaratılan bir etkinliktir; yani o, bir ulusun bütün bir tinsel enerjisidir; insanlık tarihinin başlıca yaratıcı güçlerinden biridir. Dil, gerçek etkinliğini düşüncede gösterir; çünkü dil, düşünce etkinliğinin bir âletidir. Düşüncelerin gelişmesi, berraklık kazanması sonucunda dil de açıklık ve seçiklik kazanır. Başka deyişle, Fârâbî’nin de tespit edip belirttiği gibi, yazı dile, dil düşünceye, düşünce de varlığa göstergendir. Dil, yazıda, düşünceyi insan ruhuna açtığı için, gerçek varlık olarak ortaya çıkar ve düşüncede her zaman yeniden yaratılır. Bu nedenle, dil, düşünceyi tamamlayan, düşünceyi yaratan ve ileri götüren bir etkinliktir. (Humboldt, 1998: 41, 43; 47-48). Esasında bu etkinliği meydana getiren ve böylece insanlığın da gelişmesini sağlayan şey, insanda bulunan ruh gücü, yaratıcı yaşam ilkesidir. Bu ilke, yaşamdan meydana geldiği gibi, yaşamı türetir de. Her dil, kendine özgü bir yaşam ilkesini kendi içinde gizler. Bu ilke

(16)

sayesinde, diller, kendi varlıklarını sürdürebilirler. Bu güç, yıkılmalar ve bozulmalar arasından bile, dili, yeniden canlandırabilir. Bu nedenle, değişen sosyal düzenle, değişen ve gelişen kültürle birlikte, dilin de değişmesi kaçınılmazdır. (Humboldt, 1998: 93, 97 ).

Dilin, bilinçler arasında bir bağlantı olduğunu söyleyen ünlü İsviçreli dil bilgini Porzig ise, tarihte dil değişmelerinin olduğu dönemlerde, aynı zamanda, toplum tabakalarında da değişmeler olduğuna işaret eder. Dilin değişmesi, düşüncelerin değişmesinin bir göstergesidir. Porzig’e göre, dilde değişmeler her zaman olur. Dilin hiçbir yönü değişmeden kalamaz. Ancak, değişmeler, her zaman, sürekli ve kesiksiz olarak devam etmekle birlikte, daima, birbirleriyle bir bağlantı içindedirler. Öte yandan, nesnelerle sözcükler arasında nasıl bir bağlantı olduğu sorusu, bizi, dilin kökü ve özü sorununa götürür. Bu sorun, ‘varlığın kökü ve özü’ sorunu kadar eskidir. Öyle ki, varlık ile dil, sözcük ile anlam, başlangıçta, neredeyse birbirlerinden ayrılmazlar; birlik teşkil etmiş olarak görünürler.

Kuşkusuz, yukarıda da söz konusu ettiğimiz üzere, dil ile düşünce arasında karşılıklı bir bağlantı vardır; düşüncelerin dile, dilin düşüncelere etkisi tartışılmazdır. Zamanımıza kadar gelmiş olan ‘dervişin fikri neyse zikri odur’ sözü de, bu etkiyi gayet güzel yansıtmaktadır. Antik Yunan’dan beri gelen bir tanımla insan, düşünen ve konuşan bir varlıktır. Düşünmesi ve konuşması, insanı, hayvandan ayıran ve sosyalleştiren, onu bir ‘zoon politikon’, yani bir ‘sosyal hayvan’ yapan en bariz iki niteliktir. Şu halde, her şeyden önce o, bir ‘zoon logon ekhon’dur. ‘Logon’, ‘logos’la ilgilidir. ‘Logos’, bir yandan ‘söz’, ‘dil’; öte yandan ‘düşünce’, ‘akıl’ demektir. En eski uygarlıklarda da, fâni insan sözünün temelinde, ezelî-ebedî olan ‘Tanrısal söz’ bulunur. İşte, bu Tanrısal söz, Yunanlılarda ‘logos’ adını alır. Herakleitos’a göre, ‘logos’, aynı zamanda kosmos’un, yani evrenin güdücüsüdür. O halde, ‘logos’ kavramında ‘düşünce’ ve ‘söz’; ‘düşünce’ ve ‘dil’ iç içedir. İnsan, mutlaka bir dille düşünür, düşüncesini mutlaka bir dile bağlamak zorundadır. Ünlü Alman Aydınlanma düşünürü Thomasius da zaten ‘dilsiz sözsüz akıl yoktur’ derken işte bunu kastetmiştir. (Humboldt, 1998: 37-38 ).

Dilin, insanın özü için önemine ilk işaret eden Antik Yunan filozoflarından Elealı Parmenides, aynı zamanda, varlık hakkında salt akla, mantıksal akıl yürütmeye dayanarak bir açıklama vermek iddiasında olan ilk filozoftur. Ona göre, bir varlık vardır. Varlığın olmadığını söylemek imkânsızdır; çünkü var olmayan düşünülemez, dile getirilemez, dolayısıyla bilinemez. Şu halde, düşünülmesi mümkün olan, var olandır; varlıktır. Bu nedenle, asıl olan temel olan, önce gelen, varlıktır. Varlık, var olduğu için

(17)

düşüncenin konusudur. Buna karşılık, var olmayan da var olmadığı için düşüncenin konusu olamaz; yani düşünülemez ve ifade edilemez. Her düşünce, mutlaka bir varlığın düşüncesi olmak zorundadır. O halde, öncelikle varlık vardır. Daha sonra, onun düşünülmesi ve ifade edilmesi, dile dökülmesi, dilden dökülmesi, nihayet yazıya geçirilmesi söz konusu olur.

Nitekim, Sokrates (ölm.M.Ö.399)’e göre, sözcük, anlamı içinde taşımasa bile, onu göstergeler. Nesneler dünyasının da, adlar dünyasının da tek bir gerçekliği vardır. Bu kanaatta olan Platon da, Kratylos diyalogunda ‘adların doğruluğu’ sorunu ile dilin nesnelerin özüne anahtar olduğu görüşünü inceler. Ona göre, bir sözcük, nesne ile o şekilde bağlıdır ki, nesneyi düşündürür ve onu düşüncede temsil eder.

Sofistlerle birlikte, söz söyleme sanatı olan retorik ön plana çıkar. İnsana yönelik çalışmalar ilkin dilde başlar. Prodikos, eş anlamlı ve eş sesli sözcükler; Hippias, gramer ile igilenirken, ‘hiçbir şey yoktur; olsaydı da bilemezdik; bilseydik de başkalarına bildiremezdik’ sözleriyle ünlenen ve bu sözlerle insanları önce septisizme, sonra da nihilizme sürükleyen Gorgias, stil üzerinde durur. İnsanın her şeyin ölçüsü olduğunu ifade eden Protagoras (ölm. M.Ö.411) ise, sözcüklerin doğru kullanımı ile uğraşır; ilk olarak isimlerin türlerini, eylemin çekimlerini, cümlenin temel biçimlerini ayırt eder. Euthydemos adlı bir sofist de, yine, dil ile düşüncenin birliğini vurgular ve ‘söylenen söz, düşünülen şey olduğundan aynı zamanda, var olan bir şeydir de’ der.

Dildeki ilk araştırmalarının yanı sıra, mantık üzerinde de çalışan, söylevde, bir tezin, yani, bir iddianın nasıl kanıtlanacağı, nasıl çürütüleceği üzerinde fazlasıyla duran, hattâ söylevin, sözün gücünü, sözlerle varlığı belirleyecek derecede, oldukça abartan Sofistler, bugün dilimizde yer alan, genellikle ‘nasılsınız?’ sorusuna, bazılarınca karşılık olarak kullanılan ‘iyi diyelim iyi olalım’ sözünün de sahibidirler. Bu sözün, bize, kültürler arası etkileşimin bir sonucu olarak, onlardan intikal ettiği bilinir.

Ortaçağ’da, gerek Hristiyan gerekse İslâm dünyasında, dil-mantık çalışmaları, daha da hız kazanır. Abelardus, Anselmus, Boethius, Bonaventura (ölm.1274), Fârâbî (ölm.950), İbn Sînâ (ölm. 1037), İbn Rüşd (ölm.1198), Aquino’lu St.Thomas (ölm.1274), Ockhamlı William (ölm.1349) dil ve mantığa ilişkin çalışmalar yaparlar. Tanrı, Ruh, Kilise, Öte Dünya…vb. gibi kavramların ağızdan çıkan birer ses mi, yoksa, gerçek varlıklar mı olduklarını, mensup oldukları izm’e göre (nominalizm, kavram realizmi ve konseptüalizm’e göre) yanıtlarlar. Bu sırada, yazının dile, dilin düşünceye, düşüncenin ise, nesneye ya da varlığa göstergen ( Türker, 1978:

(18)

73) olduğunu dile getiren Fârâbî, hitabet ve şiiri de mantığın bir kısmı olarak sayar. Ona göre, eğer akıl yürütme, kesinliğe götürürse, o burhâni yani ispatlayıcı4; iyi niyet yoluyla kesinliğe benzer bir anlayışa götürürse diyalektik; eğer, art niyet ve yanlışlıkla kesinliğe yakın sonuçlara götürürse safsata; muhtemel fikirlere yöneltirse hitâbî5; nihayet, ruha zevk veya acı veren, duygulara hitap ederek hayallere sevk ederse şiirseldir.

Dili, rasyonalistler bir düşünce formu olarak ele alırlar; akla ve mantığa dayanarak, incelerler ve açıklarlar. Her zaman bir ve aynı kalan bilginin birliği idealini dile de aktarmak isterler. Bu nedenle, Descartes, Mersenne’e yazdığı mektuplardan birinde, evrensel dil sorununa temas eder; bu konuda, özellikle kendisinden sonra gelenler için çığır açıcı bir rol oynar. Nitekim, kendisini izleyen Port-Royal mantıkçıları da, ‘dillerin ayrılıklarına bakmadan, her dil için, aynı ilkeleri göz önünde bulunduran, evrensel bir dil yaratılabileceği’ tezinden hareket ederler. Descartes’a göre, bütün bilgilerin temelinde, bilginin aynı ana formu, insan aklı bulunur. Bütün dillerde de, dilin temelinde, bir genel akıl formu vardır. Bu genel akıl formu, dillerdeki söz yapılarının çeşitliliği altında saklı bulunur ve ortaya çıkarılmayı bekler. Leibniz (ölm.1716) ise, dili, mantık bağlantısı içinde inceler. Ona göre dil, aklın aynasıdır. Bu nedenle, o, Alman kültürünün ilerlemesi için, Alman dilinin gelişmesinin gerekli olduğuna inanır. Tıpkı, Fârâbî gibi, ona göre de, sözcükler birtakım göstergelerdir. Anlık, bu göstergelerle düşünür; düşünürken nesnelerin yerine bu göstergeleri, yani, sözcükleri koyar. Sözcükler ne kadar kullanılışlı ve açık olurlarsa, anlık da o kadar iyi işler. (Humboldt, 1998: 40-41 ).

Empristler ise, dili, dil-mantık bağlantısından çıkarıp, emprik kökler, emprik amaçlar bakımından araştırırlar, psikolojiye dayanarak açıklarlar. Mantıksal görüşün evrensel dil sorununa yönelmesine karşılık, psikolojik görüş, bunun karşıtı olan yolu tutar. Onlara göre, dil, mantık ve metafizik bağlantılar içinde değil, psikolojik durumlar içinde tanınır. Şu halde, dili, bütünüyle bir düşünce formu olarak inceleyen rasyonalistler yanında, sözcüklerin idelerle bağlantısını araştıran Locke gibi empristler, onun sadece tinsel özelliklerine ilgi duyanlar, onu başlı başına bir amaç değil, idelerin çözümlenmesi için bir araç olarak gören, genel gramer düşüncesinin bir kuruntu olduğunu söyleyenler de vardır. Ona göre, her dili, kendi özelliği içinde kavramaya çalışmalıdır. Nesnenin her türlü öznel algısı, zorunlu olarak, dilin kurulmasına ve kullanılmasına yol açar. Bir algıdan meydana gelen sözcük, nesnenin izlenimi değil, nesne tarafından ruhta uyandırılmış

4 Ona göre, burhani akıl yürütmeyi filozoflar ve bilim adamları kullanırlar. 5 Ona göre, siyaset adamları, hitabete dayalı kıyasa sığınırlar.

(19)

bir tasarımın izlenimidir. Sözcük, nesneye kendi anlamını da katarak kendini yeniden ruhun karşısına koyar ve nesneye yeni bir özellik verir. Sözcüklerde, hiçbir zaman nesnelerin değeri dile gelmez; dile gelen, sadece insan ruhunun öznel bir davranışıdır. Sözcüklerin, nesnelerin değil, kavramların göstergesi olduğunu söyleyen Thomas Hobbes (ölm.1689)’a göre ise, her gerçek, dilde anlatımını bulur. Doğruluk, nesnelerde değil, yalnız ve yalnız sözcüklerde ve bu sözcüklerin kullanılmasındadır. Locke (ölm.1704) ile Hobbes, bu hususta, birbirlerinden ayrılsalar da birleştikleri bir nokta vardır: O da, her ikisinin de, sözcüklerin, bilgiyi elde etmede araç olarak kullanılıp kullanılamayacağını araştırmış olmalarıdır. Her ikisine göre de, kavramlar ve onların taşıdığı anlamlar, anlam yükleri ile dış dünyaya yöneliriz. Eğer, bir dış dünya yoksa, kavramları ve tasarımları oluşturamayız. (Humboldt, 1998: 63 ).

Şu halde, dili, insan aklının bir ürünü kabul eden rasyonalistlerle, onu, duyuların kendini açması olarak değerlendiren empristler, her ne kadar, mantıksal ve psikolojik kuramları birbirine karşıt olsa da, esasında, dil anlayışında ortak bir temelde birleşirler; ki, bu temel, dili, kuramsal içeriği, bilginin kuruluşundaki başarısı bakımından incelemeleri; sözcükleri idelerin göstergesi saymalarıdır.

Pozitivistlere göre ise, dil, doğanın seslerini taklit etmekten doğmuştur. Teolojistlere göre dil, Tanrı’nın insana bağışladığı bir şeydir. Romantik anlayışa göre, dilin organik bir yapısı vardır. Hegel, ‘gerçek olan ussal, ussal olan gerçektir’ derken, bu gerçekliğin, aynı zamanda dile getirilebileceğini de ifade eder.

Humboldt ise, sözcükleri ve kavramları, rasyonalistlerle empristlerin yaptığı gibi bilginin kuruluşundaki başarısı bakımından değil, dilin bütünü içindeki yeri bakımından inceler ve doğrudan doğruya insanın doğasına bağlar. Ona göre, dil olmadan insan da olamaz; çünkü dil, insan olmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle, dili olmayan ilk insanlar, onun nazarında hiçbir anlam taşımaz. Dil, bir yandan insanın doğasında bulunan bir şeydir, öte yandan, hazır olarak verilmiş bir şey değildir; tarihsel bir gerçekliği vardır, tarih içinde gelişir. Dil yapılarının ayrılıkları, bizi, onları belli bir araçla belli ereklere ilerleyen bir devinim olarak ve uluslara şekil kazandıran bir şey olarak incelemeye zorlar.6 Oysa, insandaki dil yeteneği,

ona doğrudan doğruya verilmiş olan bir şeydir. Aksi halde, dil öğrenilemezdi. (Humboldt, 1998: 65 ).

6 Burada, ‘oluş içinde nesne neyse, söz içinde de sözcük odur’ diyen Herakleitos’un etkisini görüyoruz.

(20)

Ayrıca, öğrenme de dil temeline dayanır. Dil yardımıyla insanlar daha önceki kuşakların deneyimlerinden ve başarılarından yararlanırlar ve ancak bunlar üzerine bina ederek yeni başarılara gidebilirler. (Sayılı, 1978: 376 ).

Dil, aynı zamanda düşünme ve duyma biçiminin bir kavrayış şeklidir. Güçlü sağlam bir düşünce yapısı, güçlü, sağlam bir dili doğurur. Başka deyişle, sağlam bir dil yapısı, güçlü, sağlam bir düşünce yapısından kaynaklanır. Dilin yapısı sağlamsa, o dilde güçlü bir düşünce yapısı, mantıksal düzen var demektir. Dil, ancak bir ulusun felsefesi ve edebiyatı yoluyla canlı ve temelli bir yapı kazanır. Bir ulusun felsefesi ve edebiyatıdır ki, o dili canlı ve temelli bir yapıya kavuşturur. (Humboldt, 1998:87 ).

7. Sonuç

Demek ki, dil olmadan, dile getirilmeden her düşünce karanlıktır. Düşüncenin sözlerle dile getirilmesi, ifade edilmesi gerekir. Descartes ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ derken, esasında, düşüncenin, varlığın garantörü olduğunu ifade eder. Ne kadar süre varım? Düşündüğüm sürece varım. ‘Düşünmekte olduğunun bilincine varmak’, ‘varlığını hissetmek’, ‘var olmak’ ve bunu ‘dile getirmek’; dolayısıyla, ‘başka bireylerle paylaşmak’. İşte, burada, yine felsefe ile edebiyatın iç içeliğini görürüz.

Şu halde, öyle anlaşılmaktadır ki, edebiyat, yoğun duyguların somut bir anlatım aracı olarak, felsefeye hizmet etmekte; felsefenin, soyut ve kuru kavramsal diliyle anlatılamayan bazı duygulanımlara tercüman olmaktadır. Böylelikle artık, edebiyat, sadece estetik bir heyecan uyandırmakla kalmayıp, belli bir felsefî düşünceyi de iletmektedir.

Sonuç olarak, ister, sanatın bir dalı olan edebiyat, isterse felsefe olsun, ölmezliğin bir anlık parıltısıdır. Ölümlü insan, bu parıltıyı yakalamış ve onu kelimelerle ifade edebilmiştir.

(21)

KAYNAKÇA

BOZKURT, N. (1991). “Yeni Roman Akımının Fenomenolojik Temelleri”. Türkiye

I. Felsefe Mantık Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri. (191-195). Ankara:

Ülke Yayıncılık.

CAMUS, A. (1965). Sanatçı ve Çağı. (Çev. Yıldırım Keskin). Ankara: Bilgi Yayınevi.

EDMAN, I. (1977). Sanat ve İnsan. (Çev.Turhan Oğuzkan). İstanbul: İnkilap ve Aka Mtb.

GÜNDOĞAN, A. O. (1999). “Edebiyat İle Felsefe İlişkisi”. A.Ü. İlâhiyât Fakültesi

Dergisi, Prof. Dr.Necati Öner Armağanı, 40: 195-203.

GÜRSOY, K. (1990). “Felsefe ve Edebiyat”. Felsefe ve Sanat Sempozyumu. İstanbul: Ara Yayıncılık.

HUMBOLDT, W. (1998). Dil-Kültür Bağlantısı. (Çev. Bedia Akarsu). İstanbul: İnkilap Kitabevi Yayıncılık.

İBN FİKRİ, L. (1310-1311). “Edebiyatın Felsefede Ehemmiyeti”. Maarif Dergisi. 7(202): 443-445.

MAGGEE, B. (1979). Yeni Düşün Adamları. (Çev. Uygur Kocabaşoğlu). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı.

SARTRE, J.P. (1967). Edebiyat Nedir?. (Çev.Bertan Onaran). İstanbul: De Yayınevi.

SAYILI, A. (1978). “Dil, Uygarlık ve Kültür; Sümerliler”. Bilim, Kültür ve Öğretim

Dili Olarak Türkçe içinde (376-386).

TEKELİ, S. (1978). “Bilim Dillerinin Tarihsel Gelişimlerine Bir Bakış”. Bilim,

Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe. içinde, (205-232).

TUNALI, İ. (1965). “Estetik Beğeni Problemi”. Felsefe Arkivi. 15: 57-67.

TÜRKER, M. (1978). “İleri Dil ve ‘Dil Transferi Üzerine Ön Düşünceler”. Bilim,

Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe. içinde (97-180).

VERNEAUX, R. (1994). Egzistansiyalizm Üzerine Dersler. (Çev. Murtaza Korlaelçi). Kayseri: Erciyes Üniversitesi.

(22)
(23)

50, 1 (2010) 19-34

İTALYAN YAZARI LUİGİ PİRANDELLO’NUN

TİYATROYA BAKIŞI

1

Ebru BALAMİR*

Özet

20.yy. İtalyan yazarlarından Luigi Pirandello edebiyat dünyasında özellikle tiyatro oyunlarıyla bilinen bir yazardır. Ancak tiyatro oyunlarına varana dek Pirandello ilk önce şiirler, daha sonra da öykü ve romanlar yazmıştır. Özellikle öyküler tiyatro oyunlarına zemin oluşturan son derece önemli metinlerdir. Pirandello’nun oyun metinlerini incelerken öncelikle bazı kavramlar üzerinde durulmalıdır, bunlar: “düş-gerçek”, “maske-yüz” ikilemi, “oyun içinde oyun” yapısı, “ayna tiyatro” ve “görecelik” kavramlarıdır. Bu kavramları bilmek Pirandello’nun yapıtlarını anlamak için gereklidir. Yazarın en önemli oyunları arasında “Altı kişi yazarını arıyor”, “Size öyle geliyorsa öyledir”, “IV. Henri”, “Ama bu ciddi bir şey değil”, “Herkes kendi halinde” sayılabilir.

Anahtar Sözcükler: Maske, Yüz, Sahne, Görecelik, Ayna, Oyun, Kahraman,

Rol.

Abstract

Theater from the Eyes of an Italian Writer: Luigi Pirandello

Luigi Pirandello, one of the Italian writers of 20th century, is known with his plays in the world literature. But before he wrote these plays, Pirandello wrote poems, then tales and novels. Especially his tales are very important texts because

1 Bu makale “Luigi Pirandello’nun Yazın Kimliğinde Son Nokta: Tiyatro” başlıklı doktora tezinden üretilmiştir.

* Araş. Gör. Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, İtalyan Dili

(24)

they have been the backstage to his plays. To analyse these plays we must study very well some of the concepts as: the dilemma of “dream-truth” and “mask-face”, the structure of “play in a play”, “mirror theather” and “relativism”. Studying all these terms means understanding Pirandello. Between the most important plays of Pirandello we can count on “Six persons search their own author”, “Henry the IV.th”, “Everyone is on his own way”, “If it seems like that to you, it’s like that”, “But this is not a serious thing”.

Keywords: Mask, Face, Scene, Relativism, Mirror, Play, Person, Role.

Luigi Pirandello yazın yaşamına şiirle başlamıştır, daha sonra öykü ve romanları ve I. Dünya Savaşı sonrasında da İtalyan yazınında hak ettiği yeri alan tiyatro oyunları gelmiştir. Daha çok bir oyun yazarı olarak bilinen Pirandello’nun oyunları kadar öykü ve romanları da önem taşımaktadır. Hatta bazı eleştirmenlere göre öyküler oyunlardan çok daha değerlidir, çünkü öyküler oyunların ortaya çıkmasında en büyük esin kaynağı olmuşlardır.

Pirandello’nun tiyatro oyunları ile öyküleri arasında mutlak bir bağ bulunmaktadır. Konular arasındaki benzerlik ve sezgilerin değiş tokuşu çok büyük dikkat çeker. Öyle ki, Bir Yıllık Öyküler (Novelle per un anno) adlı öykü derlemesi adeta tiyatrolar için hazırlanmış bir depo gibidir; gerek olaylar, gerek diyaloglar, gerek kahramanlar Pirandello’nun tiyatro metinlerinde de yer almak için orada saklıdır sanki.(Virdia, 1985: 113)

Sayıları iki yüz kırk altıyı bulan öykülerin çıkış noktası genellikle Sicilya’dır. Pirandello’nun mekân olarak Sicilya’yı seçmesinin en önemli nedeni zorluklarla geçen yaşamının izlerini taşıması ve sanatçı kimliğinin ve felsefesinin oluşmasını sağlayan tek yer olmasıdır.

Pirandello’nun edebi kimliğinin çıkış noktası diye adlandırabileceğimiz en son evresi ise tiyatrolarını yazdığı evredir. Bu dönem bir yazar olarak Pirandello’nun olgunlaştığı dönemdir. Düşüncelerini ve düşlerini şiirlerinde, varoluşun sorunlarını öykü ve romanlarında dile getirmiştir. Son olarak da tiyatro yapıtlarında dünyaya ve yaşama olan bakışını dramatize etmiş, kişileştirmiş, tüm edebiyat deneyimini bu metinlerde toplamayı başarmıştır.

Tiyatronun Pirandello’nun yaşamına girmesi, daha ilk ergenlik döneminde kardeşleriyle birlikte, evde yazıp sahnelediği metinlerle gerçekleşmiştir. Ne yazık ki, bu metinlerin hepsi kaybolmuştur. Kendi

(25)

yaşamıyla ilgili özellikler barındıran bazı oyun derlemeleri de bulunan yazar, bu metinleri ise Palermo ve Roma’da bir üniversite öğrencisi iken yazmıştır. Ne ki, bu denemelerden de hiçbiri bulunamamıştır.

Pirandello’nun yapıtları son derece modern, bitmez tükenmez bir yenilik düşüncesi ile ve yaşam doludurlar. Bu modernlik, bir yapıttan ötekine, olayların, durumların, psikolojik öğelerin geçişinde ve kendini sürekli yenilemesinde gizlidir. Dolayısıyla tiyatro Pirandello’nun yaşamında dönüm noktası olmaktan çok, gelişimini tamamladığı bir varış noktası olmuştur.

Pirandello hiçbir zaman tiyatro metinlerini sahnelensin diye ya da ünlü bir tiyatro yazarı olmak için yazmamıştır. Ancak zaman onu ister istemez tiyatro sahnelerinin içine çeker ve İyi düşün Giacomino! (Pensaci Giacomino!) adlı oyununun elde ettiği başarı karşısında şaşkınlığını oğluna yazdığı bir mektupta şöyle dile getirir:

...oyun büyük başarı kazandı. Böyle giderse bütün İtalya’da sahnelenecek. Yönetmen de bu başarıdan çok mutlu. Kendisine önümüzdeki ekim ayında sahnelemesi için bir oyun daha yazacağıma söz verdim. Sen de biliyorsun, tiyatro yazmaya pek isteğim olmasa da, ona verdiğim sözü tutmam gerek. (Boschiggia, 1986: 76)

Pirandello’nun tiyatro oyunu yazmaya olan isteksizliği zamanla azalacak, tersine yazdığı diğer türlerden neredeyse vazgeçecek ve tiyatro oyunlarına ağırlık vermeye başlayacaktır. Yazdığı tüm oyunlar sahnelenecektir.

Pirandello’nun tiyatrosunda ele alınması gereken ilk kavram “maske-yüz” ikilemidir. Yazar, daha sonra bu kavrama bağlı olarak “düş-gerçek” ikilemini ve “psikolojik rölativizm”i ortaya atacaktır. Pirandello her zaman tiyatronun geleneksel yapısından çıkmayı hedeflemiştir. “Oyun içinde oyun” yapısını kullanarak “maske-yüz”, “düş-gerçek” ve “psikolojik rölativizm” kavramlarını oyunlarına yerleştirmeyi başarmıştır. Bazı eleştirmenler, Pirandello’ya özgü bütün bu kavramsal özelliklere “pirandellizm” adını vermişlerdir. Ancak Pirandello oyunlarının bu derece kalıplaştırılmasını ya da kurallaştırılmasını istemiyordu. Ona göre, tiyatro metinleri belirli kurallara bağlı kalınarak yazılmamalıydı. Kendisi de aynen böyle yapmıştı, oyunlarını içinden geldiği gibi, iyiden iyiye gözlemlediği insan ve insan ruhundaki gizli saklı kalmış noktaları saptayarak yazmıştır. Gözlemlerinde ilk sırayı kendi yaşamındaki insanlar almıştır, bizzat kendi ailesi, arkadaş çevresi ve tabi kendisi.

(26)

İlkinden sonuncusuna değin yapıtlarımdan hiçbirini bir ‘tez’ ya da ‘prensip’ eseri olarak yazmadım. Oyunlarımdan hiçbirisi teşhisini kendim koymadığım ‘Pirandellizm’ hastalığına tutulmuş değildir, onlar, düpedüz Pirandello adında bir yazarın yapıtlarıdır. İlk dönem, sonraki dönem diye bir ayrım gerekmez. Tıpkı babanın ilk evlatları, son evlatları diye bir ayrım yapılmayacağı gibi. (Levendoğlu, 1975: 12)

Maske kavramı ise Pirandello’nun gözlem yeteneğinin bir sonucudur. Ona göre toplumsal bir varlık olan insan, toplum içerisinde yüzüne bir maske takarak dolaşır.

Maske, kişinin dışarıdan gelebilecek her tür baskı, şiddet, taciz karşısında kendi iç gerçeğini korumak, örtbas etmek, gizlemek amacıyla başvurduğu ve kullandığı bir araçtır. Bu durumda, maske, toplumu, yüz ise kişiyi simgelerken maske-yüz ikilemi, toplum ile birey arasındaki ikilem anlamına gelir. Başka bir deyişle ‘olmak ile görünmek’ arasındaki zıtlığı Pirandello, ilk öykü derlemesi olan Aşksız aşklar (Amori senza amore) (1894) başlıklı yapıtında, gerçek sevgi ile hiçbir ilişkisi olmayan yapmacık, göstermelik sevgileri ortaya koyarken ele alır. Maske ve yüz arasındaki ilişkiyi, İtalya’da 1916 yılında Maske ve Yüz (La Maschera e il Volto) adlı yapıtıyla Luigi Chiarelli anlatmıştır. Bu eserde başkalarına göründüğümüz ‘yüz’ ile gerçek anlamda olduğumuz ya da olduğumuzu sandığımız ‘yüz’ arasındaki tezat traji-komik bir şekilde ele alınır. Chiarelli’nin ele aldığı bu konuyu Pirandello, ilk kez 1904 tarihli romanı Merhum Mattia Pascal (Il Fu Mattia Pascal)’da da işlemiştir. (Uluğ, 1994: 158-159)

Pirandello, insan ilişkilerinin yapaylığını ve yapmacıklığını yüzdeki maske sayesinde gizlendiğini söyler. Ona göre yaşam zıtlıklardan oluşmaktadır. Bunlardan en önemlisi, ‘devinim’ (movimento) ile ‘biçim’ (forma) arasındaki zıtlıktır. Doğada olduğu gibi, insan ruhunda da sürekli bir değişkenlik söz konusudur. İnsan yaptıklarıyla, yaşadığı olaylara verdiği yönle aslında kendine de bir biçim yaratmıştır. Yaşadığı ve yaptığı herşey bir olay olarak kalır ve insan bu olay içerisinde hapsolur. Böylelikle kendi olayının içerisinde tutsak olan insan, gerçekte kendi biçiminin tutsağı da olmuştur. Bu kişinin etrafındakiler için bu olay tek gerçektir, bu nedenle kişiyi söz konusu olaya göre yargılarlar.

Biçim-yaşam ile ruh-madde arasındaki çelişkiden Pirandello’nun sanatının ana ilkesi ortaya çıkar: Hayatın akışını durdurduklarını, belirli bir biçime sahip olduklarını sananlara savurduğu acı mizah.

(27)

İnsan bu tezadı fark edince, başkalarının yakıştırdığı biçime itiraz eder; deli, isyankar damgasını yer. Bu itiraz, pasif olunca, insan bilinçli olarak biçime katlanır, boyun eğer. Bu biçimin gerçek yüzü ortaya çıkınca, kendisine yabancılaşmaya başlar. (Uluğ, 1994: 162-163)

Pirandello’nun tiyatro yapıtları yaşamın ta kendisini yansıttığından yazar oyunlarına “ayna tiyatro” adını vermiştir. “Oyuncu, aktör, seyirci bu yapıtlarda kendilerini bir aynaya bakarmışçasına görüp gözlemlediklerinden, göründüklerinden farklı olduklarını anlayıp, yaşamlarına yön vermeye karar verirler.” (Hall, 1981: 377)

Pirandello’nun amacı maskenin altına gizlenen gerçeği su yüzüne çıkarmaktır. O, insanı bir cerrah gibi, iç organlarına, ruh dünyasına eğilerek inceler. Ona göre, insan kendini çok iyi tanımaz, çok dürüst, saygın, şerefli bir kişi günün birinde tamamen değişip kötü, suç işlemesi olası bir kişiye de dönüşebilir.

Onu bu davranışlara sevk eden, ‘ahlaki ruhu’dur. Herkesten önce kendisi yaptığı işe şaşırır, hayretle, ümitsizlik içinde “ben bunu nasıl yaptım, yapabildim?” sorusunu kendi kendine sorar. Başka bir ifadeyle toplum ahlak yasalarıyla sonradan kazanılmış olan ‘yeni ruh’, doğuştan gelen ‘eski ruh’ ile çatışınca yenilir ve kişinin garip denilebilecek eylemlere yönelmesine yol açar.(Özgü, 1970: 161)

Bazen aynanın karşısına geçip kendi kendimize “Bu ben miyim? Neden böyleyim? Neden bedenim bu biçimde?” sorularını sorarız. Tıpkı Pirandello’nun Biri, hiçbiri ve yüzbinler (Uno, nessuno e centomila) adlı romanında kahramanı Vitangelo Moscarda’yı kendi kendine “Burnum yamuk mu? Bu tarafa eğik mi? Neden böyle?” sorularını yöneltmesi için aynanın karşısına geçirmesi gibi ya da Size öyle geliyorsa öyledir (Così è se vi pare) adlı tiyatro oyunundaki kahramanı Lamberto Laudisi’yi yine ayna karşısına geçirip kendi kendisiyle alay ettirmesi gibi.

“Pirandello’nun ‘ayna tiyatro’ adını verdiği trajedi, yaşamından hoşnut olan bir insanın bir anda ‘yaşadığını fark etmesi’, ‘sandığından farklı olduğunu keşfetmesi’ ile başlar. Bu durumda kişi ümitsizliğe kapılır, ne gülebilir, ne de ağlayabilir.” (Uluğ, 1994: 161-162)

Maskenin altında yatan gerçek nedir öyleyse? Ya da böyle bir gerçek var mıdır? Bu gerçeği kim belirlemiştir? Bu soruları sormadan Pirandello’yu okumak neredeyse olanaksızdır. Yazarın öyküleri, romanları ve oyunları da hep bu sorularla doludur. Pirandello için yaşam zaten bir trajedidir, yazarın

(28)

görevi ise bu trajediyi dile getirmektir. Bu nedenledir ki, yapıtları çözüm önermezler, aksine yalnızca durumu anlatmakla yetinirler.

Pirandello doğru ile gerçek arasındaki ilişkinin farklı olduğu görüşündedir. Ona göre, mutlak bir gerçeğe ulaşmak imkânsızdır. Mutlak gerçek demek, çelişkilerin olmadığı, birden çok yönü bulunmayan ve gelip geçici olmayan demektir. Kesin doğrunun saptanmasının olanaksız olduğu gerçeğini ancak sanat yapıtları anlatabilir.

Bu nedenledir ki, Pirandello’nun ‘oyun içinde oyun’ adı altında yazdığı her bir metin sanat adına birer yeniliktir.

O zamana değin tiyatro üzerindeki genel kanıya göre, yazar ve seyirciler gerçek, yaratılan kişiler ve sahnedeki oyun yapaydı. Pirandello, bu düşünceyi de değiştirmiştir, onun için tek gerçek sahnede temsil edilen tutkuların gelişmesi olmuştur. Çünkü bunlar sahnede günlük yaşamda, insanların omuzlarına binen dış etkenlerden uzak bir biçimde sunulmaktadır. Kişinin gerçekliği, psikolojik ve tarihi bir zamana bağlıdır, bunun dışında ise yoktur. Aynı biçimde, gerçek de, bir dizi psikolojik ve tarihi zamanların dışında var olamamaktadır. Böylece gerçek, her türlü evrensellik ve sürekliliği geri çeviren kişisel ve özel bir unsur olmaktan öteye gidememektedir. Buna göre herkes için geçerli, sürekli ve kesin bir gerçek yoktur. Gerçek, kişinin duygusallığına, düşünce tarzına göre biçim alır. Öyleyse gerçek, değişken ve kişisel bir şeydir. (Hall, 1981: 324)

Gerçeği bulmamıza bilincimiz de yardımcı olmayacaktır, çünkü bilinç de kişisel ve değişkendir. Pirandello bu noktadan yola çıkarak herkes için geçerli, kesin bir gerçek saptayabilmenin olanaksızlığını, gerçeğin kişiden kişiye, dahası ruh durumuna göre bile biçimlenebileceğini yani göreceli olduğunu vurgular:

O dönemde Einstein izafiyet kuramı ile fizik yasalarının ne kadar doğru olduğu konusunda kuşkular doğmasına neden olmuş, Freud ise tartışılmaz değerler dünyasının var olmadığını, herşeyin birey ve toplumlarda bulunan psikolojik komplekslere bağlı olduğunu ileri sürmüştü. Bu durumun sanat alanındaki öncülüğünü gerçeküstücülük akımı yapmıştır. Artık herşeye kuşku ile bakmaya başlayan insanoğlunun en bulanık, en karmaşık, en içgüdüsel eğilimlerinin yer aldığı, gerçeküstücülüğün çıkış noktası ile Pirandello’nun çıkış noktası aynıdır. Bu da bilinen ‘ben’ kavramının yani ‘bilinçaltı’nın varlığının saptanmasıdır.” (Kundakçı, 1990: 182).

(29)

Pirandello’ya göre gerçek, yaşamın sıradan görünümünden başka birşey değildir:

Rölativizm sözcüğü, psikolojinin doğru kabul ettiği ve klasik sanat ve ahlakın da saygınlık kazandırdığı ‘kişilik’, ‘karakter’, ‘erdemli davranış’, ‘erdemsiz’, ‘kusurlu davranış’ gibi o zamana kadar tartışmasız kabul edilmiş psikolojik gerçeklerin, kendisi için, geçerli olmadığını göstermek isteyen Pirandello’nun tutumunu belirtmek için kullanılmıştır. (Kundakçı, 1990: 182).

Herkesin farklı bir gerçeği vardır. Gerçek görecelidir. Çevresindekiler için bir Pirandello varken, hasta karısı için bambaşka bir Pirandello gerçeği bulunmaktadır. Böylelikle ortada iki farklı gerçek durmaktadır: biri, Pirandello’nun kendi gerçeği, bir diğeri de, diğer bireylerin gerçeği. Gerçek, yazarın deyimiyle ‘size nasıl görünüyorsa öyledir’, siz gerçeği nasıl algılıyorsanız, o sizin ‘gerçeğiniz’dir.

Pirandello’nun psikolojik rölativizminin iki temel kaynağı var: Birincisi, P. Janet, J.M. Charcot ve özellikle A. Binet’in bilimsel deneylerinin etkisi. İkincisi ve en önemlisi de, karısının deliliği nedeniyle yirmi yıla yakın çekmek zorunda kaldığı cehennem yaşamı sırasında, içimizdeki bir tutkunun gerçeği nasıl ters yüz edip bozduğunu keşfetmesidir. Bunlardan birincisi, ikincisinden çıkardığı sonuçların bilimsel olarak doğrulanması gibi gelmiştir Pirandello’ya. (Kundakçı, 1990: 183).

Pirandello’nun tiyatro oyunları öykülerindeki ve romanlarındaki gibi çok geniş bir insan yelpazesi sunmaktadır. Kahramanları, çıkış yolu bulmakta güçlük çeken tuhaf öykülerin içinde kaybolan gençler, kadınlar ve erkekler, korkuya kapılmış ve şaşkına dönmüş insanlardır. Yazarın kendi deyimiyle “dünyanın en mutsuz insanları”dır. Hepsi birer biçimin içine hapsolmuş insanlardır.

Kim olduğumuza inandırırsak kendimizi öyle yaşamaya devam ederiz. Deli gibi görünmek ve öyle davranmak anlamsız bir varoluşun sürüp gitmesinden korunma, bir çeşit özgürlük olabilir. Kim daha delidir o halde? Deliliğini açık açık yaşayabilen mi, yoksa olduğunu sandığı kişinin kimliğine bürünerek yaşayan mı? Deliymiş gibi davranan ve bu durumun farkında olan mı, yoksa gerçekten de deli olup, bu durumunu gizlemeden yaşayabilen mi? (Boschiggia, 1986: 74)

Yazar kahramanlarının canlı olmasalar da ruhen var olduklarını, onları kendisinin dahi yok edemeyeceği, yasak getiremeyeceği kadar bağımsız

(30)

olduklarını, ölümsüz olduklarını ileri sürer. Yazar, onları inkar edemez, onları hoşnut etmek, öyle veya böyle yaşatmak zorunda kalacaktır. Yazara göre yaşam da bir tiyatro oyunu gibidir, tuhaflığın, soytarılığın yer aldığı, sahnede izlediklerimize benzer bir düzmecedir yaşam.

Pirandello’nun ilk olarak 1910 yılında tek perdelik iki oyunu sahneye konmuştur: Kıskaç (La Morsa) ve Sicilya portakalları (Lumie di Sicilia).

Daha çocukken tiyatro oyunu yazmaya eğilimi olan yazarın bu tutkusu giderek büyümüş ve onu sahnenin gizemli dünyasına çekmeyi başarmıştır. Yazar, tiyatro tutkusunu şöyle anlatır:

Ah tiyatro! Günün birinde seni tamamen ele geçireceğim. Gerçek bir heyecan, tuhaf bir his, damarlarımda dolanan bir dürtü duymaksızın tiyatronun içine dalamam. Gaz ve vernik kokan, orada soluduğum o ağır hava beni sarhoş ediyor; ve (...) ateşimin yükseldiğini ve yandığımı hissediyorum. Beni sürükleyip götüren eski bir tutku bu ve oraya asla yalnız giremem, zihnimin yarattığı ve yaşattığı, her an sahneye atlamayı isteyen o hayaletler bana hep eşlik ederler. (Borzi, 2003: 12)

Pirandello’nun yazdığı tüm oyunlar sahnelenmiş ancak zamanla oyunlar sahnelenirken Pirandello’yu huzursuz eden bazı noktalar ortaya çıkmıştır. Özellikle 1892 yılında yazmış olduğu ve 1910 yılında sahneye konan Kıskaç (La Morsa) adlı oyunu, oyuncuların ve onların sahneleme biçimlerinin tartışıldığı oyunlardan biri olmuştur. Bu tartışmalar, yazılı metin ile sahnede yaşanan tutarsızlıklar, kahraman ile sahnedeki oyuncu arasındaki uyumsuzluktan ibaretti: “Provalar sırasında özellikle de oyuncuların role kattıkları yorumlar beni tatmin etmiyordu”. (Borzi, 2003: 12)

Pirandello, trajedi de yazmak istemiştir, nitekim bir trajedi yazmıştır da, ancak bu çağdaş dönemde trajedi yazmanın zorluğunu anlamış ve vazgeçmiştir. Antik çağların kahramansı ve efsanevi trajedilerini kendi çağına taşımanın zorluğunun bilincine varmıştır: “Biz fazla hissediyoruz, fazla acı çekiyoruz: yaşamımız zaten yeterince dramatik; ne ki, saplanıp kaldığımız bu kendi dramımız üzerine düşünecek serinkanlılığa sahip değiliz”. (Borzi, 2003: 13)

Pirandello, antik trajedi yazmaktansa, kendi çağının insanını, onun dramını, çektiği sıkıntı ve acıları anlatmayı yeğlemiştir. Antik trajediler yazmanın bu durumda hiçbir önemi yoktu, yazılacak bir dram varsa, o da hayatın ta kendisiydi, yazarın istediği günümüz kahramanının trajedisini yazabilmekti.

Referanslar

Benzer Belgeler

Kılınç, Watt ve Richardson (2012) Türkiye örnekleminde 1577 öğretmen adayı üzerinde yaptıkları çalışma sonucunda, öğretmen adaylarının öğretmenliği seçim

Bu çalışmada, kronik beyin infarktı olan hastalarda, beyinin infarktlı bölgesinde meydana gelen metabolit değişikliklerinin, MR spektroskopi ile değerlendirilmesi

Cerrahi tedavi uygulanan lomber disk hernili bireylerin ağrı, anksiyete ve depresyon açısından uygun şekilde değerlendirilmeleri hastaların ameliyat öncesi, sırası ve

Bozdoğan’ın natürmortlarında da gök­ ten inen bulutsu lekeler, zehirli ışınların soyut­ laşan oluşumlarıyla doğal ve somut formların bireşiminde — canlı

ABD’deki California Üniversitesi (San Diego) T›p Okulu ve Ludwig Kanser Araflt›rma Ensti- tüsü araflt›rmac›lar›, bölünme s›ras›nda geno- mun iki

Çeşitli vasküler anomalisi olan hastalarda sağ atriuma yerleştirilemeyen şant distal kateteri alternatif olarak sol brakiosefalik vene yerleştirilebilir.. Ventrikülo- atrial

3.4. HT VI 1725 ken wen tuu van: Im chinesischen Text gibt es die Abkürzung $flll xuan-tu, die im Uigurischen mit den Worten ken und tu übersetzt wird. Im Chinesischen ist xuan