• Sonuç bulunamadı

Başlık: YAYINLAR ÜZERİNDEYazar(lar):İNALCIK, Halil;AYGEN, Nermin;ÇAĞATAY, Ş. SaadetCilt: 5 Sayı: 2 Sayfa: 241-254 DOI: 10.1501/Dtcfder_0000000332 Yayın Tarihi: 1947 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: YAYINLAR ÜZERİNDEYazar(lar):İNALCIK, Halil;AYGEN, Nermin;ÇAĞATAY, Ş. SaadetCilt: 5 Sayı: 2 Sayfa: 241-254 DOI: 10.1501/Dtcfder_0000000332 Yayın Tarihi: 1947 PDF"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

YAYINLAR ÜZERİNDE

Osmanlı Devletinin Saray

T e ş k i l â t ı : Ord. Prof. İ. Hakkı

Uzunçar-şdı (T. T. K. yayınlarından, VIII. seri,

No. 15 Ankara 1945, 584 sahife, XXXIV levha).

Bugün tarih araştırmalarının, müesse­ seleri en önemli konuları arasına alması­ nın kuvvetli sebepleri vardır. Artık tama-miyle arızî, « b i r d e f a l ı k » hâdiselerin bir zincirlenmesi şeklinde bize sunulan tarih, ilmî tecessüsü tatmin etmiyor. Şüphesiz t a r i h , her şeyden önce bize geçmişin nasıl olmuş bulunduğunu, onun hakikî ve tam bir tasvirini vermek zorun­ dadır; Bunu, Avrupa için XIX. yüzyılda gelişen tarihçilik, sıkı tenkid usulleriyle büyük ölçüde başardı. F a k a t aynı devirde tarih ilmi, t e k â m ü l , d e v i r l e r i n u m u m î k a r a k t e r i gibi mefhumlarla bizzat hâdiseleri tayin eden bazı genel âmiller kabul ediyordu.

Pozitivizm, o e mi y e t k a n u n l a r ı halinde formüllendirerek bunlara ilmî bîr mahiyet vermek istedi. Bu m e k t e p t e n ge­ len içtimaiyatçılar, i ç ti m a î m o r f o 1 o j i ve cemiyetlerin tabii fonksiyonları şek-linde anladıkları m ü e s s e s e mefhumunu ortaya attılar. Bu determinist ve uzviyatçı görüş, bütün içtimaî ilimlerde olduğu gibi zaman ve mekâna tâbi müşahhas cemiyet­ lerin, tarihin, araştırılmasında da gittikçe büyük bir yer kazandı. Artık tarihî cemi­ yetlerde de bütün sosyal tezahürleri tâyin eden g e n e l ş a r t l a r ı n ve m ü e s s e-s e 1 e r rin araştırılmae-sı daha ilmî bir bilgi için zarurî görülmeğe başlamıştır. Meselâ, a r t ı k islâmın tarihi araştırılırken onun, ti­ careti esas yapmış bir şehirliler muhitinde doğmuş olmasının, inkişafı üzerindeki tesiri tesbit olunmakta ; Roma'nın, hemen impa­ ratorluk devrinden önce maruz kaldığı şiddetli iç mücadeleler tamamiyle münisi-pal bir cemiyete has eski müesseselerin yeni dünya imparatorluğuna uymamasiyle İzah edilmektedir. Şüphesiz bu izah tarzı, bu âlemşümul hâdiseleri tesadüflere

bağlı-yan görüşten daha kandırıcıdır. Bununla beraber tarihte « t e s a d ü f v e i m k â n » daima mühim bir âmil olarak kalmaktadır. Tarihte sosyolojik görüşün en hararetli müdafilerinden olan H. B e e r dahi «tesadüf ve imkân- contingence»ı belli başlı âmiller­ den biri olarak hesaba katmak lüzumuna kanidir ( La Synthese en histoire). Bugün G a r b tarihçiliğinde ön plânı t u t a n ve mües­ seseler tarihine hususî bir yer ayıran bu gö­ rüş, memleketimize Prof. M . F u a t Köprülü' nün kıymetli etüdleriyle girmiştir ve elimiz» deki muazzam malzeme, bize şüphesi» çok geniş ve enteresan- bir a r a ş t ı r m a sahası açmaktadır.

Prof. 1. Hakkı Uzunçarşılı'nın çalış-malarını, şüphesiz bir bakıma, bu nevi araştırmalar arasına katmamız gerekir. Gerçekte kendisi, Osmanlı devleti teşkilâ-tına dair seri halinde neşretmeğe başladığı cildlerde (şimdiye k a d a r çıkmış olanları : Osmanlı devleti teşkilâtından Kapıkulu Ocakları, I ve II'inci cildler ile Saray Teş­ kilâtı) « Saray ve Merkez teşkilâtından, idarî, askerî, ilmî (?) kısımlardan, t o p r a k ve halk idaresinden» bahsetmeği kararlaş­ tırmıştır (Kapıkulu, I, Önsöz). F a k a t şim-diye kadar neşrolunan bu çalışmalar gerek m e t o d , gerekse konu bakımından tamamiyle yukarıda anladığımız şekilde bir m ü e s ­ s e s e l e r t a r i h i değildir. Sayın profe­ sör, « d e v l e t i n t e ş k i l â t ı » ile n e kasd etmektedir ? Ele alınan konulara bakarak diyebiliriz ki, bununla, doğrudan doğruya devlet otoritesi tarafından yara­ tılan ve şekillendirilen düzenleri, yahut bir kelime ile, « siyasî müesseseler » i anla­ makta ve bu araştırmaları, bize Osmanlı cemiyetinin asıl yapısını gösterecek şekilde hertürlü içtimaî müesseselere k a d a r geniş-letmemektedir. Burada, memleketimizde müesseseler tarihinin belli başlı mümessil­ lerinden biri olan Prof. Ö m e r Lûtfi Bar-kan'ın çalışmalarını hatırlamamaya imkân yoktur. O, Osmanlı imparatorluğunda köy­ lü sınıfının durumunu, köyün ve şehrin

(2)

HALİL İNALCIK içtimaî - iktisadî düzenini konu alan yayın­

ları ile, tam Uzunçarşılı'nın ihmal ettiği bu çeşit müesseseleri incelemektedir. Biz burada, Prof. Uzunçarşılı'nın «Osmanlı

teşkilâtı» serisinden olarak son defa ya­

yınladığı «Saray teşkilâtı " nı ele alacağız. Eser, dört bölüm halinde şu konuları içine alıyor: I. Osmanlı pâdişâhlarının sarayı (muhtelif fasıllarında saraylar, hanedanın teessüsü, pâdişâhlar, şehzadeler, sultan hanımlar, s. 1-183) ; II. Saltanat şiarından

olan bazı merasim ve usul (muhtelif fasıl­

larında cülus merasimi, diğer merasim ve alaylar, unvanlar, ferman, berat, menşur, fetihnameler ve saire s. 184-296) ; III. Sa­

rayın Enderun taksimatı ve vazife sahip­ leri ( s . 297-357); IV. Sarayın birûn halkı ve vazifeleri (s. 359-464); V. Osmanlı sa­ rayının birûn teşkilâtından olan bostancı ocağı ve has ahır (s. 464-512). Eserin so­

nunda 40 resimle muhtelif vesika fotoko­ pileri, mufassal bir indeks ve bir bibli­ yografya vardır.

Eser sahibi, bu hacimli kitabını, bir Önsöz yerine geçen Netice kısmında, «Os­ manlı sarayının muazzam teşkilâtına ait bir eser olmaktan ziyade o teşkilâtın bir fihristi» saymaktadır. Bunun bir tavazu eseri olduğuna şüphe yoktur. Müellif bu büyük eseri meydana getirmek için hayli geniş bir çalışma yapmıştır. Bununla bera­ ber 512 sahife tutan kitabın asıl Saray teşkilâtından bahseden fasıllarının, son­ da 200 sahifelik bir kısmından ibaret bu­ lunduğunu görüyoruz. Eserde mühim bir bölümün boşluğu da kendini hissettiriyor '• Harem Teşkilâtı. Ancak, pâdişâha mensup kadınlardan bahsolunurken harem ağala­ rına, dar-üs-saade ağasına dört beş sahife ayrılmıştır (s. 172-183).

Osmanlı Saray teşkilâtını bilmek, devlet teşkilâtını anlamak için şarttır. Sa­ ray, Osmanlı devletinde sadece pâdişâhın ikametgâhı değil, XVI. yüzyıl sonlarına kadar hükümetin, devlet dairelerinin bu­ lunduğu, devlet adamlarının yetiştirildiği imparatorluğun en mühim bir müessesesi­ dir. Vezirler, valiler, komutanlar, genel olarak, köle sistemine göre sarayda hususî surette yetiştirilip saray hizmetlerinde ilerlemiş kölelerden tâyin olunur. Devlet padişahın sarayından «çıkma» bu «kullar»la

idare olunur. Esasen bu sistemin yalnız Osmanlılar'a has olmadığını biliyoruz. Her halde Saray teşkilâtının tam ve doğru bir tasviri, Osmanlı devlet teşkilâtının esasını anlamak için yegâne yoldur. Bu sebepten müellifin asıl Saray teşkilâtını, hattâ daha da esaslı bir şekilde ele alma­ sını temenni ederdik.

Eserin kaynaklarına gelince, şüphe­ siz en başta Arşiv'deki resmî vesikalar gel­ mektedir. Bunlar profesörün eserinde en orijinal ve değerli kısmı teşkil etmektedir. Bu vesikalar aynen veya kısmen notlarda verilmiştir. Fakat kitabın sonunda fotoko­ pileri konulan vesikaların çoğu, o kadar küçük çıkmıştır ki, okumak mümkün değil­ dir, bu sebepten hiçbir faide sağhyama-maktadırlar. Eserin asıl malzemesi, Os­ manlı yazarlariyle Garp seyahlarının ka­ yıtlarından gelmektedir. Vesikalar, bunla­ rın verdiği malûmatı teyit, yahut bazı teferruatı tesbit için kullanılmıştır. Şüphe­ siz, bilhassa Arşiv'deki vesikaların sistema­ tik surette kullanılmasiyle, Saray teşkilâ­ tını bütün teferruatiyle sarih bir şekilde: ortaya çıkarmak mümkündür. Sayın müel­ lifin Saray Teşkilâtını yazarken en ziyade dayandığı birkaç eser vardır ki, onlar da

Koçi beyin Teşkilât Mecmuası adını ver­

diği mecmua, Tarih-i gılmani,

Halkokon-dil zeyli, Enderun tarihi, Esat efendinin Teşrifat-ı kadimesi. Nimeti efendi kanun­ nâmesi, D' Ohsson'un meşhur Tableau ge-neral'idir. Müellif böyle bir tarih için baş

vurulması gereken belli başlı kaynaklara el atmakla beraber, bazı mühim eserleri kullanmamıştır. Tabedilmiş olmakla bera­ ber kullanılması şimdilik bizim için biraz güç olan Venedik bayloslarının raporla­ rını (Marini Sanuto, Diarii..., 58 cild, Vene­ dik 1879-1903 ve E. Alberi, Relazione ... 15 cilt, Floransa, 1839-1863) bir tarafa bırakalım. Fakat meselâ Nailî Abdullah Paşa'nın Defter-i teşrifat'ı ve bilhassa müs­ takil bir eser olan Mukaddeme'si mühim­ dir. Bu eser Esat efendinin «Teşrifat"ından daha eski olduğundan şüphesiz inkişafın muayyen bir halkasını tamamlamak itiba­ riyle faydalı olabilirdi. 1746'da Pâdişah'ın emriyle teşrifat defterlerine göre düzenle-, nen bu mecmua, Pâdişâh tarafından tasdik olunarak sonradan teşrifat için esas

ol-242

(3)

YAYINLAR ÖZERİNDE

243

muştu. Acaba Arşiv'de muhtelif Teşri­

fatçılık defterleri'ni kullanan Profesör,

Naili Abdullah Paşa'nın bu mecmuasını bunların bir eşi sayarak Arşiv'deki asılla­ rını mı tercih etmiştir, bilemiyoruz. Biz Abdullah Paşa'yı Mukaddeme'si ile ken­ disinden sonra Vâsıf, Cevdet gibi müver­ rihlere tesir etmiş değerli bir âlim olarak tanıyoruz. Diğer taraftan müellif kaynak­ larının kıymet derecesini münakaşa ve tesbit etmiyor. D'Ohsson'un, teşrifat defterlerinin ve Koçi bey'in verdikleri ma­ lûmat aynen zikrediliyor, hattâ bazan bir­ birlerine aykırı dahi olsalar!

Sayın profesör, tabii olarak, evvelâ Osmanlı saraylarını tasvir ederek konuya giriyor. Fakat başlangıçta şu hükümle karşılaşıyoruz : Osman öldüğü zaman Beylik

henüz kurulmamıştı, Osmanlı teşkilâtının menşelerini ancak Orhan devrinde araya­ biliriz. Evvelâ bu hükme iştirak edemiyo­ ruz. Bir beylik veya bir devlet ne zaman kurulmuştur, bunu bize anlatacak kriterium nedir? Osmanlılar herhalde Osman ölme­ den siyasî bir varlık olarak tarih sahnesin-dedir. Muasır bir kaynak, P a c h i m e r e s ,

Batı Anadolu'da fütuhatta bulunan beyler arasında, meselâ kudretli Germiyan oğlu Alişir' in yanında «Olimp mıntıkası ve bütün Bitinya'ya hâkim Ataman (şüphesiz Osman) dan " bahsediyor ( bk. P. Wit-tek,

Menteşe Beyliği, Türkçe tercümesi, O. Şaik

18 ). Öte taraftan yine muasır bir islâm kaynağı, İbn Batûta, 1333'de, Osman'ın ölü­ münden hemen 7 yıl sonra, onun oğlu hak­ kında « Sultan Orhan Türkmen mülûkünün âzami ve kesret-i emval ve bilâd ve asâ-kirce cümlesinin ekberidir ... Bursa'yı eya-di-i Rumdan feth eden pederidir. » diyor (1, 341). Şüphesiz bu, yedi yılın eseri de­ ğildi ve Osman Gazi'nin son zamanlarında Osmanlı Beyliği kesin şekilde kurulmuş bulunuyordu. Bu nokta üzerinde durma­ mızın sebebi, müellifin başka birçok yazı­ larında da bu iddiasını şüphe götürmez bir vakıa olarak kabul etmesindendir. Mamafih müellif kendisi de, bazan bu fikrinden dönmektedir, eserin biraz ilerisinde «Osman Bey k u d r e t l i b i r B e y olduğunu is­ pat etmiştir » diyor ( s. 40 ). Müellif, Os­ manlı Beyliğinin merkezi hakkında da sarih değildir. İbn Batûta'nın ifadesine

dayanarak « Osmanlı'ların ilk devlet mer­ kezi B u r s a ile İ z n i k olmuştur» hük­ müne varıyor. Bize göre şöyle bir izah mümkündür : İznik fethinden sonra Orhan, birkaç yıl burasını merkez yapmış, aile­ sini buraya yerleştirmiş, burada bir. med­ rese açmıştır. Zaten Âşık Paşa zade (Ali tab'ı, 43, Neşrî'de, T. T. K. baskısı,162) onun, burasını fetihten sonra « b i r n i c e y ı l t a h t e d i n d i ğ i n i » sarih olarak kay­ deder. Bu zamanda Bursa'yı, Bey sancağı adiyle küçük oğlu Murad'a bırakmıştır. Karesi'nin ilhakı ve « G a z a » nın Geli­ bolu yardımadasına intikal etmesi üze­ rine Devletin ağırlık merkezi tekrar Bursa olmuştur. Onun bu esnada Burşa'da, Hisar içindeki sarayında oturduğu hakkında eski vekayinânielerde sarih kayıtlar var (bk. Aşık paşa zade, 46 ; Neşri, 165). Bursa sarayının XVI. yüzyılda bile pâdişâhlar tarafından ziyaret edildiğini biliyoruz (bk. Naima, I, 433-35). Edirne'nin ne zaman payitaht olduğuna gelince, müellif «tarihî karinelere göre Edirne'nin devlet merkezi olması Emir Süleyman zamanında başlar» diyor-, fakat bu «tarihî karineler» hakkın­ da hiç bir bilgi vermiyorlar. 1396 da Niğ-bolu savaşında esir düşen ve Osmanlı sarayında kalmış olan Alman J. Schiltber-ger'in Edirne hakkında ifadesi dikkate de­ ğer : «leh bin och gewen in Kriehen, do

heist die hopstat» (Neuman tabı, 93).

( Adı Kriechen olan bir başkente hopstat -gittim). Her halde büyük Rumeli fütuha­ tından sonra Edirne, devletin Balkanlar'da ikinci merkezi haline gelmişti.

Edirne sarayı hakkında verilen ma­ lûmat yetersizdir.

Osmanlı saray teşkilâtının asıl gelişti­ ğ i yer şüphesiz İstanbul'da Y e n i S a r a y (Topkapı sarayı) dır. Bu bahiste profesör, bazı ilâvelerle Abdurrahman Şeref beyin TOEM de çıkmış makalelerini esas tutu-r yor. Her köşesinin ayrı bir tarihî değer ve manası olan bu sarayı, mükemmel bir şekilde tasvir etmek, muhtelif devirlerde uğradığı değişiklikleri belirtmek, sadece Saray teş­ kilâtı için değil, bütün Osmanlı tarihi için önemlidir. Yeter açıklamalarla güzel çizil­ miş plânlar, bize uzun izah ve tariflerden daha kolay ve açık bir şekilde bunu sağ-lıyabilirdi. Müellif bu güzel esere, yazık ki

(4)

HALİL İNALCIK

Fransızca bir eserden aldığı Fransızca bir plân koymuş. Bu plânın da yazıları iyice seçilemiyor. Tarihî bir değer taşısa bile, hangi tarihe ait olduğunu, kimin eserinden alındığını öğrenemiyoruz - esasen kitabın sonuna '"eklenmiş"resimlerin hiç birinde nereden alındığına, hangi tarihe ait olabi­ leceğine dair bir kayıt yoktur. Osmanlı­ lara dair G a r p ' t e neşredilmiş eski eserlerde kıyafetler ve tipler çok tahrife uğramak­ t a d ı r . Rycaut'nun resimlerini bizzat çiz­ diği îngilizce meşhur The preseni state of

the Ottoman Empire ( Londra, 1668 ) in­

deki mevsuk tiplerin, Fransızca tercüme­ sinde (Briot t a r a f ı n d a n , 1671) Fransız hak­ kak tarafından ne kadar değiştirildiği ko­ layca görülür. - Saraydan sonra tabiî ola­ rak sahibine. Padişaha geçiyoruz. Müellif burada « Osmanlı hanedanının teessüsü » başlığı altında mühim bir tarihî mes'eleye dokunuyor. F a k a t bu bahiste öne sürülen faraziyeler ve deliller yetersiz ve mes'-eleyi çözmekten uzaktır. Bu bahiste Fatih Mehmed'e k a d a r Osmanlıların «aşi­ r e t an'anelerine sadık kaldıkları» , «Bey­ lerin intihabiyle hükümdarlığa geldikleri» Osmanlı hükümdarlarının «memleketi geniş­ leterek yeni yeni kanunlarla devletin esa­ sını kuvvetlendirdikleri» , hanedanın böy­ lece yerleştiği, nihayet Fatih'in «Bizanslı'ları takliden bir saltanat usulü kurduğu» id­ dia olunuyor. Osmanlı devletinin daha başlangıçtan itibaren tribal an'anelerle hiç bir ilgisi bulunmadığı hakkındaki iddia­ ları ( bk. J. H. Kramers, Wer War Os­

man ? Acta Orientalia, VI ) aşırı say­

sak dahi, Mısır'daki Abbasi halifesin­ den sultanlık teşrifatı istiyen Yıldı­ rım Bayezid'in ve haleflerinin, beylerin i n t i h a b i y l e hükümdar olduğunu nasıl kabul ederiz ? Uzunçarşılı üstadımız, Os­ manlı ailesinin « Kayı han neslinden gel­ mesi ve beylerin kendisini intihap etme­ leri » suretiyle bir hükümdar hanedanı haline geldiği hakkındaki rivayete tarihî bir değer vermekle şüphesiz yanılıyor. Oğuz beylerinin, sözde, toplanıp Kayı han neslinden olduğu için Osman'ı kendilerine bey seçtikleri hakkında Lûtfi Paşa'daki rivayet (s. 21) şüphesiz bir masaldan başka bir şey değildir. Bu masalın XV. yüzyılda hangi tesirler altında ortaya çıktığı­ nı da biliyoruz ( bk. M. Fuat Köprülü,

Osmanlı'ların etnik menşei, Belleten, sayı

28, 1943, s. 284). Osman ve haleflerinin « Ahilerin faaliyetinden istifade ettikleri » doğrudur (bk. s. 40-41). Fakat bu yardı­ mın nasıl, hangi şartlar altında ve ne öl­ çüde gerçekleştiğini tayin etmek gereki­ yor. Evvelâ «uçlar»da Ertuğrul, Osman ve Orhan'ın ne sıfatla faaliyette bulunduk­ ları, siyasî bir varlığın nasıl teşekkül et­ tiği, hükümdarlık otoritesinin Osman'ın ailesi üzerinde nasıl ve hangi âmillerle toplandığı, bu hâkimiyetin nasıl inkişaf ettiği, ve bunun gibi bir sürü çetin mese­ leler aydınlatılmadıkça Osmanlı hükümdar ailesinin tessüssü hakkında bir fikrimiz olamaz. Osman'ın, etrafındaki aşiret kuv­ vetleriyle uçlardaki « Gaziler * arasına ka­ tıldığını ve bu uç savaşlarında başlangıçta b i r g a z i g r u p u n u n r e i s i sıfatiyle faaliyette bulunduğunu, elimizde en eski kaynaklar ( bilhassa İskendernâme ) ve Anadolu'nun g a r p u ç l a r ı'ndaki diğer benzeri olaylar teyit eder görünmektedir. Hiçbir zaman t a a s s u p görülmemekle bera­ ber, Rumlara karşı c i h a d karakterini taşıyan mücadelelerin geçtiği bu uçlarda muhtelif tarikat ve dervişlerin büyük faa­ liyetini müsbet vesikalar da ispat ediyor (bk. Ö. Barkan tarafından neşredilen zaviye kayıtları, Vakıflar Dergisi II, 305-353). Uçlardaki şeflere dinî - siyasî bir meşruluk bağışlıyan « G a z i » sıfatını, yani Osmanlı hükümdarlarının daima eri başta gelen « S u 1t an - ü 1 - g u z z a t» sıfatını onlara bu tarikat şeyhleri vermekteydiler, Nitekim Aydın beyine bir mevlevi şeyhi, me­ rasimle bir gürz vererek onu böylece «gazi­ ler sultanı» yapmamış mıydı? (Eflâkî'de, bk. Wittek, Les ghazis dans l'hist. O t t o m a n , Byzantion XI, 1936, 308). İşte Osman Gâ-zi'nin de Ahiler'le ve bilhassa okadar efsanevî bir hale getirilen Şeyh Edebâli ile münasebetlerini bu çerçevede görebili­ riz. Bu durum bize, bu Uç Beyliği'nde hâ­ kimiyetin ve hanedanın menşei hakkında da tarihi realiteye en yakın bir izah ver* mektedir. Esasen Osmanlılar bütün tarih­ leri boyunca, menşedeki bu anâneye sadık kalmışlardır. Osmanlı Pâdişâhlarının cülus­ larında, daima büyük bir din adamının eliyle kılıç kuşanmaları şüphesiz bu anâne ile ilgilidir. Osmanlılar misilsiz muvaffa­ kiyetlerle geniş ülkelere sahip olunsa

ya-244

(5)

YAYINLAR ÜZERİNDE 245 vaş yavaş bu uç ananelerinin hükmünden

kurtularak islâmın klâsik hükümdarlık te­ lâkkilerine uymuşlar ve bu tesirledir ki, Yıldırım, Mısır'daki Abbasi halifesinden sultanlık teşrifatı istemiştir (bk. M. Halil Yinanç, Bayezid I, İslâm Ansiklopedisi, cüz 15, s. 3 7 5 ; İbn Şahne'den - Wittek, bu mühim kaydın mevsukiyetini tamamiyle tasdik e t m e k t e d i r : Le Sultan de Rûm, Ann. de l'Institut de Philo. et d'hist. orien-tales et slaves, Brüksel, cilt VI, 1938, s. 20).

"Osmanlı'larda saltanat usulü- baş­

lığını taşıyan müteakip bahiste de izah edilmiyen bir takım faraziyelere Tasla­ m a k t a y ı z : Fatih'e kadar devlet büyük Türk ailelerinin elindedir, Fatih Bizanslı'ları takliden bir saltanat usulü kurmuş ve Türk aristokratları yerine devşirmelerden mü­ rekkep bir idare vücude getirmiştir. Bu faraziyeler d a h i evvelleri de ortaya atıl­ mış, fakat hiç bir zaman ciddî bir tetkike konu olmamışlardır. Prof. Uzunçarşılı da ye-ni bir incelemeye girişmiyor. Binaenaleyh bütün bu iddiaları şimdilik ihtiyatla kar­ şılamak gerekiyor. Ancak üstadın, hazır­ lamakta olduğunu işittiğimiz «Osmanlı Ta­

rihi' nde bütün bu mes'eleleri lâyık ol­

dukları önemle ele alıp inceliyeceğini ümit etmekteyiz. Padişahın durumu, salâhiyet­ leri hakkında verilen hükümleri de aynen kabul etmeğe imkân yoktur. « Memleket yalnız hükümdarın malı ve tebaa da anın reayası oldu» ; yahut «Padişah memleketin sahibi olması itibariyle tebaasının emlâki üzerinde tasarruf hakkı vardı»; keza padi­ şahı halkın, «Peygamberin vekili» tanıya­ rak hürmet ettiği (s. 50) şeklindeki hüküm­ ler ciddiyetle nazarı itibara alınamazlar. Kaldı ki bunlar üzerinde hiç bir müna­ kaşa yürütülmemiştir. Şehzadeler sancak idaresinde iken saltanat makamı boş kalırsa « merkezdeki devlet ricalinin ka-rariyle yerine geçirilecek olan tayin» olunu-yormuş ( s. 51 ). Acaba aşiret «intihab» usulü halâ mı mer'idir ? Hulâsa müellif, Osmanlı hanedanında muayyen bir veraset usulü tesbitinde. mütereddittir (s. 184-6 ya

da bak). E s e r 'Padişahlar» başlıklı fasılda bize değerli bâzı tarihî tafsilât vermekte­ dir. Burada Padişahları, cülusta, seferde, divanda, camide, sofrada, gezintide görü­ yoruz. "Osmanlı padişahlarının şahsiyet­

leri» başlığı altında ayrı ayrı her padişa­

hın şahsiyet ve karakteri de tesbit olun­ mak istenmiştir. Bunun, belki padişahlar­ dan, Saray hayat ve teşkilâtında değişiklik yapanların bu hareketlerini açıklamak ba­ kımından önemi vardır. Fatih Mehmed'in, Yavuz Selim'in, İbrahim'in karakterlerinin saraydaki hayata büyük tesirlerde bulun­ duğuna şüphe yoktur.. F a k a t bu bahiste hiç kaynak göstermiyen ' müellifin verdiği malûmat çok umumî mahiyette kalıyor. Yıldırım Bayezit'in, Bizansı bir eyâleti ha­ line indirdiği, Haçlılara galebe çaldığı, Ankara'da mağlâbiyeti vesaire .. anlatılı­ yor ki, bize kalırsa burada hiç lüzum yok­ tur. Keza «malûmatlı idi, âlim idi, azim ve irade sahibi idi, cesurdu, iyi görüşlü idi» gibi umumî tâbirler de bir Padişahın karak­ teri hakkında bize hiç bir sarih fikir ve­ remez. Müellif, bazen hâdiselerden netice çıkarmak istiyor ve meselâ Fatih için «az ve­ falı, çabuk usanıcı» neticesine v a r ı y o r ! I.Ahmet, A d a l e t f e r m a n ı neşrettiği için onun tebaasına karşı şefik olduğu ne­ ticesi çıkarılıyor. III. Mehmet de böyle bir adalet fermanı neşretmişti (bk. Ç a ğ a t a y Uluçay, Manisa'da eşkıyalık, vesika 1); o

halde bu sıfat neden ondan esirgeniyor. * Şehzadeler » faslında Çelebi Meh-med'e kadar bunların hepsine Çelebi denil­ diği, « şehzade » tabirinin bundan sonra yayıldığı hakkında her hangi bir kaynak gösterilmemiştir, Müellifin me'haz ve kay­ nakları g ö s t e r m e k t e bu ihmalini yukarıda da işaret ettik. Bazan da mehazlar noksan gösterildiğinden ayrıca güçlük doğuruyor. Meselâ şehzadelerin kementle boğulması hakkında « Köprülü'nün tetkikine bakın » deniyor. Az yukarıda zikrolunmadığına göre hangi" tetkikin bahis mevzuu olduğu malûm değildir. « Kantakazen tarihi » şek­ linde gösterilen eser (s. 131, not 1) herhalde Cantacassin'in meşhur « traîcte . . » sidir; fakat sahifesi verilmemiştir.

Şehzadelerin sancaklarda fiilen idare başında bulunmalarını, Osmanlılarda «dev­ let, hükümdar ailesinin müşterek malıdır diye malûm olan bir k a n u n a » ( s. 117 ) bağlamak şüphesiz biraz mübalâğalıdır. Os­ manlılarda böyle bir kanunun varlığı hakkın­ da kaynaklarda hiç bir malûmata rastlamı­ yoruz. III. Mehmed devrine k a d a r şehzadele-rinmuayyen bir sancağı fiilen idare etmeleri usulünü, menş'e itibariyle, birçok Türk

(6)

dev-HALİL İNALCIK

Ietlerinde, h a t t â Osmanlılarla muasır Ana-doludaki Türkmen beyliklerinde gördüğü­ müz müşterek âdete bağlamak daha ma­ kûldür.

Şehzadelerden sonra pâdişâha mensup kadınlara, harem ağlarına dair malûmat veriliyor ve « s a l t a n a t şiarından olan bazı merasim ve usul" başlığı altında Cülus merasiminden, kılıç alayından , bayram tebriklerinden, alkıştan, pâdişâhların libas ve başlıklarından ayrı ayrı bahs olunuyor. Burada kılıç alayı ve bayram tebrikleri hakkında teşrifat defterlerinden faydalanan rak değerli tafsilât verilmektedir. Ancak müellif, isteseydi, bunları şüphesiz' daha terkibi ve canlı tasvirler haline koyabilirdi. Burada yine resimler kısmına dokunacağız. O k a d a r güçlük çekmeden bulunabilecek birtakım resimlerin saray teşkilatındaki bu merasimlerin tasvirinde müellife çok yardımı olurdu. Meselâ bayram tebrikini gösteren XXXIII levha ne k a d a r güzeldir. Ancak hangi zamana ait olduğu işaret olunsa ve resimdeki gruplar ve kıyafetler hakkında ufak notlar ilâve edilseydi şüp­ hesiz çok daha istifadeli olacaktı.

Mısır Arap kaynaklarında İbn Iyas'dan önce, Osmanlı hükümdarları için «sultan» ünvanının kullanılmadığı iddiası doğru değildir. Çünkü meselâ İbn Tagrıbirdi'nin, II. Muradı « Es-sultan Murad bey bin Meh-med ibn Osman melik-ür-Rum» diye andığını görüyoruz (En-nücum-üz-zâhire, Popper neş­ ri, VII, 1, 301). Keza Pâdişâhların tuğlarının altı değil, yedi olduğu hakkında Feridun bey'deki kaydi, Nailî Abdullah Paşa, Mukaddeme'sinde 9 yapıyor. Profesör'ün Vasıf'dan naklen Cevdet'de gördüğü kaydın ( C . de 9) asıl menbaı Nailî paşa'nın bu Mukaddeme'sidir. Vasıf, buradan tuğ mad­ desini aynen almaktan başka bir şey yap­ mamıştır. Böylece Cevdet tarihi'ndeki kay­ dın değeri anlaşılmış oluyor.

Kitabın asıl Saray Teşkilâtı'ndan bah-_ seden kısmı, 297 inci sahifede başlıyor. Bu­ rada her şeyden önce halledilecek bir me-tod mes'elesi vardır: Saray müesseselerini her birini ayrı ayrı ele alıp bütün devirlere has karakterleriyle mi tasvir etmeli, yani müesseselere göre bir tasnif mi yapmalı, yoksa her devrin müesseselerini kendi hu­ susî şartları içinde bir bütün sayarak de­ virlere göre tarihî bir tasnif mi takip et­

meli? Birinci halde tarihî realiteden uzak­ laşmış, müesseseyi sunî olarak tecrit etmiş oluyoruz. Bir müesseseler lûğati hazırla­ maktan ziyade hakikî bir müesseseler ta­ rihi vücude getirmek istiyorsak, her şey­ den önce tarihî şartları ve inkişafları gözö-nünde t u t m a k mecburiyetindeyiz. Ayni ad­ ları taşıyan müesseseler, muhtelif devir­ lerde, muhtelif şartlar içinde bambaşka mahiyet gösterirler. Kanunî devrinde Ga-latasarayı'nda devşirmeden gelmiş oğlan­ larla XVIII. yüzyılda yine burada S a r a y ve devlet hizmetlerine hazırlanan rical ev­ lâtları arasında ne derin bir fark vardır ve bunun umumî neticeleri ne kadar fark­ lıdır ! Şu halde ilk iş devletin inkişaf ve teşkilâtlanma merhalelerini umumî karak­ terleriyle tesbit ve bu müesseseleri bu çerçeve içinde tasvir etmektir. Osmanlı imparatorluğu tarihi gibi yüzyılları kaplı-yan bir tarih için bu, bilhassa zaruridir.

Profesör, birinci şekli seçmiştir. Saray teşkilâtını devirlere göre değil, ayrı ayrı müesseselere göre anlatmaya çalışmıştır. Meselâ Çavuşbaşı ele alınmış, her devre şâmil olarak vezifeleri tarif olunmuş, teş­ rifattaki mevkii, maaşı, bazen muhtelif za­ manlardaki farklarına işaret olunarak, gös­ terilmiştir. Fakat Sadrazam sarayda, di­ vanda hükümet işlerini gördüğü devirlerde divan teşrifatına nezaret eden Çavuşbaşı, XVIII. yüzyılda hükümet Babıâli'ye inti­ kal ettiği zaman burada Veziriazam gel­ meden dâvalara bakan, Emniyet Umum Müdürü vazifesini gören Çavuşbaşı'dan ne kadar farklıdır- Bu vaziyette XVI. yüzyıl­ daki Çavuşbaşını ayrı, XVIII. yüzyıldakini ayrı, daha doğrusu bunları iki ayrı devre içinde görmek zarureti vardır. Uzun-çarşılı hocamız, tarihî inkişafı esas tutma­ dığından, ayni bahiste ayni müessese hak­ kında iki ayrı devre ait kaynağın verdiği birbirine aykırı malûmatı bir arada zikret-mek mecburiyetinde kalıyor, yahut ta­ rihlerini tesbite ve böylece ayırmaya mu­ vaffak olduğu zaman da bu malûmat ka­ rışık, insicamsız bir manzara arzediyor.

Kendisi bu bölümün başında Saray teşkilâtı hakkında Merkez teşkilâtı müna­ sebetiyle kısa malûmat verdiğini, bunun bir hulâsadan ibaret olduğunu söylüyor. Gerçekte burada kıymetli arşiv vesikala-riyle de desteklenen mühim malûmat

top-346

(7)

YAYINLAR ÜZERİNDE

247

lanmıştır. İlkin iç oğlanı yetiştiren saray ve odalardan behsediliyor. Osmanlı teşki­ lâtının temeli olan « g u l â m s i s t e m i » yani h ü k ü m d a r ı n ş a h s ı n a b a ğ l ı olup sarayda hususî bir terbiyeye t â b i tutularak saray ve devlet hizmetlerinle verilen k ö l e l e r ( K u l 1 a r ) s i s t e m i Osmanlılar 'da . ne zaman t a t b i k edil­ meğe başlanmıştır ? Prof. Uzunçarşılı, bunu Yıldırım Bayezid zamanına kadar götürüyor, fakat kaynak göstermiyor (s, 300). İstinat ettiği rivayetin kıymet derecesini bu sebepten bilemiyoruz. Bize göre «gulâm sistemi» daha eskiden I. Murat devrinde sarayda tatbik edilmiş olmalıdır. Çünkü daha bu devirden itibaren, devletin elinde pek çok esir toplandığını, bunlardan bir kısmının, meselâ Y e n i ç e r i gibi pâdi­ şâhın şahsına bağlı «kul» 1ar sıfatiyle hiz­ met gördüklerini biliyoruz. XVII. yüzyıl ortalarında s a r a y d a iç oğlanlarının büyük

oda'da 258 kişi bulunduğu tesbit olunuyor

( Kavanin-i Osmanî ve Rabıta-i asitâne'ye göre). Aynı tarihte İstanbul'da bulunan Rycaut (Ricaut) nın verdiği malûmatı bunu tamamlamak üzere nakledelim : O n a göre

büyük odada 400, küçük odada 200 - 250

oğlan vardı. Oda'ya girerken gündelikleri umumiyetle dört veya beş akçadır. (Fran­ sızca tercümesi, 1671, s. 73). 1675 'de ge­ rek sarayda kollej mahiyetindeki bu oda­ ların, gerekse Edirne, Galata ve İbrahim Paşa saraylarındaki «oda»ların lâğvolundu­ ğunu görüyoruz. F a k a t bunun sebep ve âmillerine temas olunmuyor. XVII. yüzyı­ lın sonuna doğru saray teşkilâtında «ilk ve orta devirlerden» bahs olunuyor, fakat fazla bir izahat verilmiyor.

Bazan saray memurlarının vazife ve salâhiyetleri karışıyor. Ş e h r e m i n i di­ ğer vazifeleri arasında « G a l a t a s a r a y ' ı ve İbrahim paşa sarayı'nın yiyecek ve giye­ ceklerini verir » , sarayların vekilharçlı-ğını y a p a r » (s. 3 7 5 - ' ) . D ö r t sayfa sonra deniyor ki « yeni ve eski saray, G a l a t a sarayı matbahlarına lâzım olan zahireleri buralara tayin edilen v e P a z a r b a ş ı denilen memur tedarik ederdi » ve « bütün alış veriş m a t b a h emininin tetkikile cere­ yan e d e r d i » . Bu malûmatı uzlaştırmak biraz güç! Belki kronoloji bunu hallederdi. Aynı bahiste, bilhassa saray matbahı hak­ kında değerli tafsilât vardır. Burada bin­

lerce adamı ile saray matbahının ne mu­ azzam bir teşkilât olduğunu, Osmanlı sa­ rayında bu işin ne kadar büyük bir önem taşıdığını açıkça görüyoruz. Saray matha-hına yalnız Eftak'tan 20 bin koyun, 15 bin okka bal, Mısır'dan 36 bin kile pirinç gel­ mektedir. 1660'da m a t b a h masrafı 44 mil­ yon akçeyi a ş m a k t a y d ı . B o s t a n c ı ocağını ve H a s ahırı ele alan son bölümde Arşiv vesikaları bol bol kullanılmıştır ve bu itibarla bu bölüm gerçekten değerli kayıt­ ları ihtiva etmektedir.

Bir Amerikan âliminin söylediği gibi, Türkler, XVI. yüzyılın en kudretli ve mü­ tecanis devletini, uzun yüzyıllar süren bü­ yük ve devamlı imparatorluklarını yalnız kılıçla değil, daha ziyade birçok kavimleri cazibesi içine alıp birleştiren medenî ve fikrî bir sistem y a r a t a r a k kurdular (A. H. Lybyer, The Governement of the Ottoman

Empire Londra 1913, s. 4 ) .

Uzunçarşılı, Türk dehasının yarattığı bu cihanşümûl kültür yapısını aydınlığa çıkarmanın büyük önemini kavramış ve bunu üzerine almış ilk tarihçilerimizdendir. Başlamanın ve yolu açmanın büyük şerefi ona aittir.

Dr. H A L İ L İ N A L C I K Tarih Doçenti

İnsanlığın Kaynakları ve ilk

M e d e n i y e t l e r : İ Ord.IProf. Dr. Şevket

Aziz Kansu: (Ankara 1946, Türk Tarih

Kurumu Basımevi, 263 sahife.)

İnsanlığın tarihinin ve şüphesiz çok uzak geçmişinin ilmi bir s u r e t t e tanınması, bilinmesi zarureti gayrı kabili inkârdır. İnsan - bilimi (Antropoloji) bu bakımdan gün geçtikçe bilim dünyasına yeni gerçek­ ler kazandırmakta ve bu alandaki bilgile­ rimizi a r t t ı r m a k t a d ı r . Ve şüphesiz kazan­ dığımız bu bilgiler sayesindedir ki insan­ lığın mukadderatının başı boş bir sergüzeşt, bir macera olmadığını öğrenmiş b u l u n u - , yoruz.

Diğer taraftan, insanlığın mukaddera­ tı ile ilgili meselelerle, bilginlerimiz k a d a r aydın kitle de ilgilenir. Bu münasebetle, Batı bilim âleminde bilginlerin ve ay­ dın kitlenin bu husustaki tecessüsünü

(8)

248 NERMİN AYGEN

tatmin için «insanlık tarihi» hakkında çeşitli seri külliyatların yazılmış oldu­ ğunu görmekteyiz. Memleketimizde de bu bakımdan duyulan eksikliği doldurmak ve yazılmış dünya tarihi külliyatlarının ben­ zeri bir eser vücûda getirmek üzere bir dünya tarihi serisinin yazılması işinin Türk Tarih Kurumu tarafından ele alın­ dığını sevinçle gördük.

Son günlerde bu seri yayınlar ara­ sından, Ankara Üniversitesi Rektörü Sayın Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu'nun yetkili kaleminin memleket bilimimize kazandırdığı bir kitap yayınlanmıştır. Bu eser «İnsanlığın Kaynakları ve İlk Mede­ niyetler» adını taşımaktadır. İki ciltlik bir eserin birinci cildini teşkil eden bu olgun ve dolgun kitap, adından da anla­ şılacağı üzere, insanlığın menşei'nden, yani kaynaklarından, uzak geçmişinden ve ilk medeniyet merhalelerinden bilgi vermek­ tedir. Bahis konusu kitabı etraflıca göz­ den geçirdiğimizde, burada-verilen bilgide memleket araştırma ve çalışmalarının ve Türk bilginlerinin çalışma ve görüşlerinin değerlendirilmiş olması, bilhassa memleket bilimimiz yönünden İftiharımıza değen bir özellik • olarak kaydedilmektedir. Ayrıca zengin ye öğretici- resimler (1 levha 54 resim) ve levhalarla birlikte 263 sabifeyi bulan kitap üç bölümü ihtiva etmektedir.

Birinci bölüm ; 67 sahife içine top­ lanmış olan bu bölümde, hayatın ve insan­ lığın tekâmülü, gerçekte, ancak bir evrimden başka bir şey olmayan kâinat ve küremiz revolügyonlarına sıkıca bağlı bulunduğuna göre, kâinat (evren) ve küre­ miz hakkında esaslı ve özlü bilgi veril­ mektedir. Aynı bölümde, canlılar dünya­ sının ve insanlık tarihinin sıkıca ilgilendiği kıtaların teşekkülleri ve iklim tarihi hak­ kında da önemli ve en son görüşler (Wegener teorisi) kaydedilmektedir.

İkinci bölüm : İnsanlığın canlılar dün­ yasındaki yeri başlığını taşımaktadır. Bu­ rada, insanın omurgalı ve memeli hayvan­ lar .dünyasında-Primat adı verilen bir aile­ nin son örneği olduğuna ve insan ataları bu aile içinden doğup evrim yolu ile bu­ günkü insanlığı yarattığına göre, Primatlar (fosil primatlar, üçüncü zaman primatları) ve fosil insanlar hakkında bilgi yerilmekle ve buradan da; inşan kaynağı hakkındaki

eski, yeni görüş ve bilgilere geçilmek­ tedir. Bu kısımda, Paleontolojik belgele­ rin desteklediği üzere, primatların ilk mü­ messilleri ortaya çıktıkları zaman bu grubun temelli ve tipik yönseminin vâki olduğunu öğreniyoruz (yani beyin volümünün çoğal­ ması ve beynin inkişafı ve belki ide bunun neticesi olarak yüzün küçülmesi, omnivor bir diş sisteminin kazanılması ve savunma araçlarının azalması). Fakat insanda bey­ nin gelişmesi ve büyümesi için ilgili bütün yönsemeler adam akıllı serpilmişler ve in­ sanda beynin maksimum inkişafına ulaş­ mıştır. Bu beyin uzlanımı (specialişation cerebrâle) insanın en gerçek özelliğidir. Böylece natüralistlerden, başka hayvan espeslerinde olduğu gibi, insanın da de­ ğişme yolunda olan küçük bir aile gru­ bundan doğmuş olduğunu ve sonra yavaş yavaş dünyaya yayıldığını öğreniyoruz. Diğer, taraftan, bazı fosil insan numune­ lerinin bilhassa Asya'da keşf edilmiş olmasının, insanlığın beşiğini Asya'da ve Uzak Doğu bölgelerinde aramayı düşün­ dürdüğünü, bununla beraber, zengin Pale-ontolojik belgeler vermesi dolayısile Afri­ ka'nın da insanlığın evriminde temelli bir rol oynamış olduğunu görüyoruz.

Üçüncü bölüm: Bu bölüm eski taş çağı medeniyetlerini (Avrupa, Asya, Af­ rika ve Türkiye) içine almaktadır. Burada, tarih-öncesi bilimini kavramak ve yapmak için gereken metodların ön plâna alınmış olduğu görülmektedir. Bundan sonra, bugün hâlâ bâzı yanlış anlayışlara yol açan «ırk kavramı» hakkında açık ve özlü bilgi verilmekte ve nihayet kara parçaları üze­ rinde yeğan yeğan eski taş medeniyeti merhaleleri incelenmektedir. Bahis konusu bölümde üzerinde durulmaya değer bir kısım «Türkiye'de eski taş medeniyetleri» konusudur. Gerçekten, bu kısımda, Türk araştırıcılarının da büyük payı olan memleket araştırmalarına, çalışmalarına, yayınlarına dayanılarak, üzerinde yaşadı­ ğımız kara parçasının insanlık ve mede­ niyet tarihinin uzak geçmişi bakımından durumu aydınlatılmaktadır. Bu kısımda bilhassa Ord. Prof. Şevket Aziz Kansu Anadolu taş çağları medeniyeti araştır­ malarının başında heyecanlı bir araştırıcı olarak görülmektedir. Onun ye talebele­ rinin bu alandaki çalışmaları memleket

(9)

YAYINLAR ÜZERİNDE bilimimiz Ölçüsünde gerçekten iftiharımıza

değecek ölçüdedir. Ve işte bu Türk bil­ ginleri bize, dördüncü zamanın eski taş çağ insanlarına ait Arkeolojik kalıntılarının yanı sıra sistemli araştırmaların Türkiye'de fosil insanları da' meydana çıkaracağını müjdelemektedir. Bu halde Anadolu eski insanı ve medeniyetlerinin uzak geçmişi hakkında önümüzde daha cevabı verilmemiş bir çok meseleler vardır: Avrupla eski Paleoiitîk kronolojisinin Türkiye'ye uyup uymadığı kesin olarak bilinmemektedir; Diğer taraf tan Anadolu'nun insan mede niyeti tarihi bakımından mağra ve nehir sekileri kadar deniz yalıları sekilerinin de sistematik bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Burada sayın yazar; tari­ hin uzak geçmişi hakkında ve hususile Ana-dolumuz hakkında, mevcut boşlukları ye meseleleri titizlikle işaret etmiş bulunmâk-tadır.

Eser,bahis konusu kısımlar hakkında tecessüs duyan kitleye, aydın kitleye bir Ansiklopedinin vereceğinden fazlasını ver­ mektedir. Diğer taraftan bir Tarih ama­ törünü de tatmin edecek karakterdedir. Çünkü, cidden titiz bir çalışmanın mahsulü olan bu kitap, yalnız tarihin çok uzak geç­ mişi hakkındaki en mevsuk konuları takdim etmekle kalmamakta, Bu konular üzerinde yapılmış travaylârın envanterini verirken geride yapılması gereken, açık kalmış me­ selelere de temas etmektedir. Ve binaen­ aleyh bu nokta da eserin bir hareket nokta­ sını teşkil ettiğine göre, kitap ispesyalistle-re de faydalı istikametler temin edebile­ cektir. Gerçekten, ilmî metodla yazılmış, iyi tanzim ve tertip edilmiş: bir eserin güzel bir numunesini teşkil eden bu kitap bize, nihayet insan ve insan kültürlerinin uzak geçmişini iyice ve etraflıca, bugün için gayri tam olmakla beraber, ve sebep-lerile birlikte tanıtmaktadır.

Dr.N E R Mİ N A Y G E N

A n t r o p o j i Doçenti

Grammatika turetskogo

ya-zıka (Türk Dilinin Grameri)! A. N.

Kononov, (Moskva - Leningrad, Akâdemia

Nauk, 1941, 312 S; )

Yukarıdaki isimle Rus Akademisi yayımı olarak-çıkan Türkçe Gramer, son yıllarda Rus müsteşrikleri tarafından ya­ zılmış ve birbirini takibeden Türkçe gra­ merlerin en iyilerinden biridir. KONO-NOV'un grameri Türkiye Türkçesinin grameridir. Son yıllarda, 1940 ta V. M. Nasilov, Doğu Türkçesinin güzel bir grame­ rini (Grammatika uygurskogo yazıka, -Uygur Dilinin Grameri; bk. Fak. Dergisi 1944, c. II, Sayı 4 Baskakov 1940 ta No-gay gramerini (Grammatika noNo-gayskogo

yazıka i yego dialektı, Moskva - Leningrad

1940), N. P. Dırenkova Urenha - Altay gramerini (Grammatika oyrotskogo yazıka 1940 AK. Nauk Moskva Leningrad), ayni Dırenkova 1945 te Şor ( A l t a y ) lehçesinin mükemmel bir gramerini bizlere sunarak, Türkçe bilgimizi yıldan yıla arttırmışlar ve Türk gramerini aydınlatmağa büyük hiz­ metlerde bulunmuşlardı. Bu şekilde, Türk Lehçelerinin ayrı ayrı ele alınıp incelen­ mesiyle, ilerideki Türkçe çalışmaları için geniş ufuk açıldığı gibi, mukayeseli Türk gramerine de temel atılmaktadır. Yukarıda bahsi geçen yeni gramerler, metot bakı­ mından da (bilhassa ele aldığımız KONO-NOV'un grameri ve Dırenkova'nın son çıkardığı Şor grameri), Türkçenin bünye­ sine uygun şekilde yazılmışlardır. Malzeme bakımından da, daha eskiden yazılmış olan gramerlerle ölçülemiyecek kadar zengin ve geniştirler. Eskiden yazılmış olan ekseri gramerlerde iptidâi bilgi, iptidai tasnif içinde bütün diğer dillerde olan' umumî gramer kaideleri Türkçeye geçirilir ve Türkçenin hususi hâlleri pek seyrek ve pek az ortaya konulurdu. Bunlardan sonra bu yüzyılın başlangıcında, bilhassa umumi harp yılla­ rında işlenip ortaya konan gramerler 1 G.

1 G e ç e n Y ü z y ı l l a r d a yazılmış- iyi Türkçe gra­ merlerin bazılarını gözden geçirelim: "Kavaîd-i Osma­ n i y e " adiyle Fuad ve- Cevdet Paşanın 1851-de ya­ yımladıkları Türkçe gramer 1855'te H. K e l i m e n tarafından Almancâya tercüme edilerek Helsingfors'ta yayımlanmıştır. Rus ve Alman dillerinde bu sahada e p e y tecrübeler vardır; Bilhassa:

A. Kazem-Bek "Obsçaya grammatika turetsko-tâtarakogo yazık Kazan 1846," bu eser 1848'de J. Th. Zenker tarafından Almanca olarak Leipzig de "Allgemeine Grâmmatik d e r türkish-tatarischen Sprache adıyle çıkarılmıştır.

O. Böhtlingk "Über" die' Sprache der Jakuten,, . Petersburg 1851.

(10)

SAADET Ş. ÇAĞATAY

Weil, 'Grammatik der

osmanisch-türki-schen Sprache» Berlin 1917; J. Nemeth «Türkişche Grammatik' 1916 Berlin-Leipzig;

J. Deny 'Grammaire de la langue Turque,

dialecte Osmanlı» Paris 1921; öbürlerinden

çok çok üstün olan gramerlerdi. Fakat yine de son yıllarda çıkan gramerlerde olan tam sarahat yoktu. J. Deny grameri bun­ lar arasında geniş bilgisi ve geniş malze­ mesiyle başta gelir; G. Weil grameri daha düzgün tasnifi ve mantıki görüşleriyle birinci derece, J. Deny'den pek geride kalmıyan gramerlerdendi. Avrupa'da son önyıtların esaslı Türkçe çalışmaları, tefer­ ruat üzerinde incelemelerin semeresi olarak iyi gramerler meydana gelmeğe başladı. Nitekim KONONOV'un gramerinde, aşağı-notlarda, belli başlı türkologların Türkçe tetkiklerine dair eserlerinden faydalanıla­ rak, bazı literatür gösterildiği gibi, grame­ rin işlenmesinde de bu güne kadar olan hatalar önlenmiye çalışılmış ve tarihi gra­ mere ve hattâ mukayeseli gramere önem verilmiştir.

Bu cihetle KONONOV'un grameri, tam bir ilmi gramerdir ve şimdiye kadar çıkmış olan Türk gramerlerinin belki en iyisidir. Teessüfle söyliyelim ki, bu ayarda Türkçe olarak bir gramer henüz çıkara-mamışızdır.

Müellif eserin «Giriş» kısmında şun­ ları yazmaktadır : « Türkiye Cumhuriyeti

ahalisinin konuştuğu dil, Türk dilleri sis­ temine mensuptur. Bu sisteme mensup olan diller, bazı lûgatlardan ziyade, bir takım fonetik, morfoloji ve sintaks husu-siyetlerile birleşirler. Sovyetler ittifakında bu sisteme giren dillerin mümessilieri Azeri, Kırım Tatarcası, Kazan Tatarcası, Başkurt, Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız ve başkaları vardır. »

Devamında müellif, «Türk Dili» tâbi­ rini anlatarak, eskiden Türkiye Türkçesi için ilmi literaturda «Osmanlı» tâbirinin kullanıldığını ve bugün resmen Türkiye, kendi ahalisinin dili olarak «Türkçe» tâbi­ rini kanunla tesbit ettiğini izah eder. Bundan sonra müellif, Türkçenin ahenk kanunu ve iltisaki dillerden olduğunu ve Türkçe köklerin değişmeyişini mi­ saller göstererek anlattıktan sonra, Ana­ dolu Türkçesinin başlangıcı olan XIII-XIV yüzyılın ilk eserlerinden «Yunus Emre» divanı, Sultan Veled ve Mevlâna Celâlettin Rumi'lerden bahsetmektedir. Sonra kı­ saca, Türk Edebiyatı ve dilinin gelişme­ sinden, ilk gramer ve Türkçe öğretimden, bunların yüzyıllar boyunca yabancı unsur­ lar altında kalıp, Türkçe lûgata çok tesir etmesinden, ve nihayet son yüzyılda

«saf Türkçe» mücadelesinden bahsetmek­ tedir. «Giriş» in sonunda yeni alfabenin kabulünü, onun için olan mücadeleyi an­

latmaktadır.

Kitabın iç bölümü şöyle tanzim edilmiştir : Fonetik 11-70 S . ; Morfoloji 71-166 S. ; Sintaks 197-293 S . ; Bazı kelime ve teşkillerin indeksi 295-302 S . ; Bibliyog­ rafya 303-12 S.

Fonetik kısmı şu bahislere bölünü­ yor : vokaller, bunların telâffuzu, kon-sonlar, bunların telâffuzu, bunların ced-velleri, bazı işaretler mes.: alem, âlem mahsus, mahsûs, imlâ, mes'ut, Ankara'h v. b. gibi. Tonlu ve tonsuz s e s l e r ; Vokal­ lerde, konsonlarda ahenk kaidesi : Reg-ressif assimilation: mes. şöyle, öyle, böyle <şu+ile, bu+ile, o + ile ; Bahar <behar,

duvar<divar, t e t k i k i < tedkik, cambaz< canbaz, tembel<tenbel, v. b. ;

Anlaut-önses, Auslaut = sonses, Inlaut as içses. Konson y'nin muayyen fonksiyonları, y-vikaye, v. b. mes. talebe, talebe-y-im, oku -y-acak, talebe-y-di, yaza-y-dı, evde-y-ken baba-y-la v. b. Sonra vokallerin kelime Altay komisyonu tarafından : "Grammatika

al-tayskogo yazıka 1869.

W. Radloff "Phonetik der nördlichen Türk-sprachen, 1882-83.

İlminski "Materialı dlja izuçenija kirgizskogo yazıka, 1861 Kazan.

Castren "Versuch einer koibaischen und kara-g-assistchen Sprachlehre„ 1869 Petersburg.

Pfitzmaier "Grammaire Turque„ Vienne 1847. Melioranskij "Kurze Grammatik der Kazak. Kirgizischen Sprache, 1894 Petersburg.

H. Jehlitschka "Türkişche Konversations -gram­ matik, Heidelberg 1895.

August Müller "Türkişche Grammatik mit Paradigmen,, Berlin 1889.

Viguier " E l e m e n t s de la langue turque, Cons-tantinople 1790, v.b.

Bu gramerler arasında fevkalâde olanı, 19 uncu yüzyılın belki en iyi işlenmiş olan grameri ve Rad-loff'un yukarıda ismi geçen "Phonetik,,in önsözünde kendi işlerinin istikametini gösterici diye aldığı Böht-lingk'in Yakut grameridir. Radloff Phonetik'ini bu eserin devamı olarak göstermektedir.

(11)

YAYINLAR ÜZERİNDE

bükümünde değişmesi: mes. k a p a - , kap-ı-yor ; söyle-, söyl-i-kap-ı-yor, bulma- bulm-u-kap-ı-yor, göz göz-ü, göz-i-yle, vapur, vapuru, vapur-i-yle v . b . ; vokal ve konsonlarda ses düş­ mesi : ayak, ayacık, küçük küçücek gibi (konsonlar için bu bahiste çok misal ver­ mek imkânı yoktur, onun için müellif bazı­ ları için eski dilde olan misalleri ve umumî Türk diline giren, kaide olan kelimeleri alıyor mes. köprü < köprüg

kapı < kapıg çeri < çerig içeri < içkerü

dışarı < d ı ş k a r u < t a ş k a r u v.b. Morfoloji kısmında da fonetikte olan teferruat, pek çok malzeme ve derin bil­ giyle karşılaşıyoruz. Bu kısım şu şekilde tanzim edilmiştir: İsim (substantif), kem-miyet, predikat (ve cevher fiili i- v.b. bu­ nun ekleri ve menfi değil kelimesinin kul­ lanılışı) ; isimlerin mülkiyet ekleriyle kul­ lanılışı, isim tasrifi, mülkiyet ekleri alan isim tasrifi, isimlerin -ki mülkiyet eki alarak tasrif edilmesi, zamirlerin tasrifi. Böylece burada i s i m l e r d e n bahsedildiği zaman, hemen bunların cevher fiili ekleri ve mülki­ yet ekleri almasından sonra, i s i m olan za­ mirlerden ve onların tasriflerinden bahse­ dilmesi b u gramerin " T ü r k ç e görüşünü, T ü r k ç e y e göre iyi tanzim edilmiş ol­ duğunu göstermiye kâfi gelmektedir. Bun­ ları umumî Türkçede isim- nomen olarak almamızın ne kadar isabetli olduğunu bu grameri yazan müellif te isbat etmiştir. Müteakip maddelerde sıfat bahsinde de müellif i s i m -nomen'den ayrılamıyor, bu bahis kelime teşkiliyle birleştirilmiştir. Sin-taksin başında da (bk, § 378) hemen, sıfa­ tın teşkil b a k ı m ı n d a n , ancak bazı hususî ekler alan kelimelerde, mes. -ki, -msı,

-mtırak, -sı, -al, -sal gibi şekillerle ayrıl­

ması, umumiyetle diğer isimlerden ayrıl­ maması yazılmaktadır. İşte bu büyük bir­ leşmeleri gramerlerde tam olarak göstere­ bilmek gramerciliğin ilk vasfıdır. Ele al­ dığımız gramer, bu tarafı mükemmel bir şekilde itina ile tebarüz ettirmeğe muvaf­ fak olmuştur. Bu cihet onun gramer kıy­ metini ve derecesini madde madde arttır­ maktadır. Müellif böylece, tarihi gramere önem verdiğini, umumi olarak dilin

geliş-meşine ve Türk dilinin bünyesine dikkat edip, onun teşekkülüne asla göz yummak imkânı olmadığını açık göstermektedir. Kitap, böylece Rus gramerine göre değil de, Türk grameri icabına göre tasnif edilmiştir. Bu hâl, bilhassa kelime teşki­ linde görünmektedir. Kelime teşkili bahsi bütün teşkil eklerini alarak ve pek çok misal verilerek mükemmel işlenmiştir 1

Kelime teşkilinden sonra sayılar, ondan sonra zamirler ve bunların nevileri ve § 220 den itibaren «fiil» bahsi gelmek­ tedir. Fiil teşkilleri geniş yer aldıktan sonra, mürekkep fiillerden bahsedilir. Sonra § 271 de fiil tasrifleri (Verb finit) bahsi gelmekte, bunları (verbum infinitum) partisipler ve gerundifler takip etmek­ tedir. Nedense, bunlardan sonra isim zarfları geliyor, bize göre bunlara isimler arasında yer verilse daha münasip olurdu. Gerçi bunlar da yukarıdaki fiil zarfları (gerundifler) gibi cümlede rol alırlar; teşkil bakımından isme eklense de fena olmazdı. Hele gösterilen şu dört c i n s : mes. 1) -ce ben -ce, uzun-ca, 2) -casına delicesine v. b. 3) -n (instrumental) yazın kışın, güzün v . b. 4) -leyin sabahleyin, geceleyin . . . ismin parçalanmaz ekleridir, h a t t â (ekvatifle instrumental) tasrif ekle­ ridir. Datif, lokatif ve ablatifle olan teş­ killerde mes. buraya, burada, buradan

yakından gibi teşkiller de bu sınıfa sokul­

muştur. Rabıt ve nidalarla bu bahis kapanıyor.

Sintaks bahsinde müellif, cümlede kelimelerin sıralanmasiyle başlar. Morfo­ lojik parçaların bir biriyle birleşmesinden

1 ) . 6 6 S. 136 m. da verilmiş olan -lı eki <l-meçhul (Passif) fiilden ve -i gerund'dan yapılmış olduğunu tahmin ediyoruz. Bu misaller içinde ancak

kokulu ve örtülü -lu,-lü sıfat ekiyle yapılmış olan

sıfatlardır. Ötekiler : yazılı < yaz-, yaz-ıl-, yazıl-ı yazılmış mânasında; ek-, ekil- ekil-i = ekilmiş mâ­ nasında: kapa-, kapa-l-, kapa-l-, = kapanmış, döşe-döşet-, döşel-î-, = döşelmiş, daya-, dayal-, daya-l-ı dayalmış mânasındadır. İlk bakışta, bunların passif oldukları anlaşıldığı halde (KONONOV'ta pek doğru olarak passif mânayi anladıkları .gibi) teşkil bakı­ mından yanlış tesir veriyor, ve -it, .li, -lu, -lü sıfat ekiyle karıştırmıya sebep oluyor. Burada , isimleşmiş ekle) karşılaşıyoruz.

(12)

252

SAADET Ş. ÇAĞATAY

husule gelen kelime dizinini inceler ve

bununla muhtelif tâbir, kısa hükümler ve mürekkep kelimeleri ortaya koyar. Bundan sonra rabıt ve edatlarla olan kelimeleri inceliyor, isim hâllerinden asılı olan cümle teşkilini gösteriyor, bunlar bitince asıl cümle bahsine geçiyor. Bunları da basit cümle ve mürekkep cümleye ayırıyor. Sonunda tekrar «fiil» bahsi ile, fiil cüm­

leleri üzerinde ve isim hâlleri çekiminin cümle içindeki rolünden bahsediyor. Son bahsi de noktalamalar alır. Göründüğü gibi sintaks kısmı da iyi işlenmiştir. Cüm­ leye ait bütün incelikler muvaffakiyetle belirtilmiştir.

Dr. S A A D E T Ş. Ç A G A T A Y Türk Lehçeleri Doçenti

(13)

H A B E R L E R

Üniversitelerarası Kurul

toplantısı

Üniversitelerarası Kurul, üçün­

cü toplantısını, 24. 2. 947 den iti­

baren Ankara Üniversitesinde yap­

mıştır.

Millî Eğitim Bakanı R. Ş. Sirer

ve Ankara Üniversitesi Rektörü

Ord. Prof. Dr. Ş, A. Kansu'nun

başkanlığında yapılan bu toplantı­

larda, "Üniversite doçentliği imti­

han yönetmeliği,, ile "Üniversite

öğretim üyelerinin seçimleri hak­

kındaki Tüzük,, kabul edilmiştir,

Prof. J. Garstang'ın konferansı

Türkiye'de uzun yıllar arkeolo­

jik araştırmalarda bulunmuş olan

tanınmış İngiliz arkeologu Prof. J.

Garstang, 4. 4. 1947 de, Fakültemiz

Hâmid dersevinde, yaptığı "Mersin

kazıları,, hakkında önemli bir kon­

ferans vermiş ve bu konferansta

6-7000 sene boyunca aralıksız iskân

edilmiş olan "Yümük-tepe,,

hüyü-gündeki 26 yapı katından bahsede­

rek meydana çıkan kalıntıları pro­

jeksiyonla göstermiştir.

Konferansta ve Üniversitemiz

Rektörü Ord. Prof. Dr. Şevket

Aziz Kansu'nun konferanstan önce

Profesör şerefine verdiği çayda,

İngiliz Büyükelçisi, İngiliz ve Ame­

rikan elçilik mensupları, İngiliz Kül­

tür Kurulu temsilcileri, Türk Tarih

Kurumu, Müzeler Umum Müdürlüğü

ve Fakülte mensupları hazır bulun­

muşlardır.

Ankara Üniversitesi Sağlık

ve Sosyal İşleri Merkezi

1947 yılı Ankara Üniversitesi

bütçesinin 36. maddesi 3. bölümü

gereğince, Üniversitemiz Rektörlü­

ğüne bağlı bir Sağlık ve Sosyal

işleri merkezi kurulmuştur. Bu mer­

keze uzman olarak Dr. Perihan

Çambel ve bir sağlık memuru tâyin

olunmuşlardır. Merkezi kurma işini

ele alan Ankara Üniversitesi Rek­

törü sayın Ord. Prof. Dr. Ş. A.

Kansu, bu merkezin gerekli çalışma­

larını plânlı ve programlı bir tarzda

sağlamak üzere şu komiteyi teşkil

etmiştir: *

Adasal, Prof. Dr. Rasim, Tıb

Fak. Akıl hastalıkları Profesörü,

Aşar, Prof. Dr. Efdal, Tıb Fak.

Röntgen Profesörü,

Aygen, Doç. Dr. Nermin, D. T.

C. Fak. Antropoloji Doçenti,

Çambel, Dr. Perihan, Enstitü

Uzmanı,

Erel, Doç. Dr. Faruk, Hukuk

Fak. Ceza Doçenti,

Gördüren, Prof. Dr. Süreyya,

Göz hastalıkları Profesörü,

Karasu, Prof. Dr. Nusret, Tıb

. Fak. İç Polikliniği Profesörü,

Titiz, Prof. Dr. İrfan, Tıb Fak.

İç hastalıkları Profesörü,

Tunakan, Doç. Dr. Seniha, D.

T. C. Fak. Antropoloji Doçenti.

Bu komite, sonradan bir Enstitü

haline getirilmesi düşünülen merke­

zin çalışma plânını hazırlamaktadır.

(14)

254 HABERLER

Dördüncü Coğrafya meslek

haftası ve Birinci Jeoloji

Kurumu toplantısı

Coğrafya Kurumu'nun tertip et­

tiği dördüncü meslek haftası top­

lantısı, 19-22 Şubat günlerinde Fa­

kültemiz Coğrafya Enstitüsü'nde

yapılmış ve bunu Türkiye Jeoloji

Kurumu'nun birinci ilmi toplantısı

takibetmiştir.

Coğrafya meslek haftasında

ve J. K. toplantılarında verilmiş

olan konferanslarda, memleketimiz

Coğrafyası ve Jeolojisi ile ilgili ko­

nular ele alınmıştır. Bu toplantılarda,

her iki bilim kolunda çalışanlar

görüşlerini karşılaştırmak imkânını

bulmuşlardır. Her iki ilmî toplantıda

görüşülmüş olan konular, Dergimi­

zin gelecek sayısında, kısa bir ra­

por halinde sunulacaktır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Bulgular: Normal term doğumlarda, maternal ve umbilikal kord kan endotelin-1 düzeyleri sezeryan doğumlara göre daha fazlaydı, fakat bu fark istatistiksel olarak

The widespread species here belong to the families Amaranthaceae (syn: Chenopodiaceae) and Plumbaginaceae (Kurt et al, 2006). Steppe vegetation in Turkey occupies large areas

Through a social network analysis approach, it shows that the countries where actors work and the scientific branches of these actors play a role in the structuration of

On Greek territory from the valley of Mesta River to Slavyanka Mountain no protected area exists.It is justified for the area around Ilinden - Eksohi border

Emrullah GÜNEY, Dicle Üniversitesi Gülen GÜLLÜ, Hacettepe Üniversitesi Nilgül KARADENĐZ, Ankara Üniversitesi Nizamettin KAZANCI, Ankara Üniversitesi Günay KOCASOY,

Aysel ATIMTAY, OrtadoğuTeknik Üniversitesi Ali İsmet DEMİRSOY, Hacettepe Üniversitesi Ayşen ERDİNÇLER, Boğaziçi Üniversitesi Neriman ŞAHİN GÜÇHAN, Ortadoğu Teknik

Lütfü ÇAKMAKÇI Ankara Üniversitesi Mehmet ÇELİK Ankara Üniversitesi Aykut Namık ÇOBAN Ankara Üniversitesi Ahmet ÇOLAK Ankara Üniversitesi Reyhan ÇOLAK

• Makale A4 normunda birinci hamur kağıda, sayfa kenar boşlukları üst 3cm, sol 2,5cm, sağ 2,5cm, alt 4cm olarak ayarlanarak, PC ortamında, Microsoft Word programının yeni