• Sonuç bulunamadı

Ömer Seyfettin bir sosyolog mudur?

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ömer Seyfettin bir sosyolog mudur?"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

â€

Omer Seyfettin

Bir Sosyolog mudur?

Bilindiği gibi «sosyolog», sosyoloji olaylarım in­

celeyen bilim adamıdır, insan topluluklarının hayatım ve onu yöneten kanunları inceleyen bilim ise sosyoloji adını alır.

Biz, Ömer Seyfettin’i bir sosyolog olarak kabul ediyoruz. Çünkü gerek hikâye ve gerekse diğer eserle­ rinden hangisi ele alınırsa alınsın, muhakkak ya psiko­ lojik veya sosyolojik bir yönünün bulunduğu derhal gö­ ze çarpar, özellikle hikâyelerinde yer alan sosyal hâdi­

seleri bir sosyologdan farksız olarak tahlil ediği ve

olayları sebep ve sonuçlan bakımından doğru hüküm­ lere bağlayışı bu düşüncemizi pekiştirir durumdadır. İsmail Hakkı Baltacıoğlu daha ileri giderek diyor ki : «Gökalp gibi o da Meşrutiyet devrinin bellibaşlı düşünce adamlanndan biridir. H attâ onun için Emile Durkheim (i) çığırından bir sosyologdu diyebiliriz» (2):

İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nu bu hükme götü­

ren, Ömer Seyfettin’in iki önemli yazısıdır. Bunlar sı­

rasıyla : 1 •— Terbiye nasıl ilim olur ? 2 — Hars, Me­

deniyet ve Temeddün, adlarını taşımaktadır. İsmail

Hakkı Baltacıoğlu yazısına şöyle devam eder : «Ömer bu son yazısında toplumlann ruhi (ma­ nevî, moral, spritüel) varlıklarını «hars ve medeniyet» diye ikiye ayıracak yerde «hars, medeniyet ve temed­ dün» diye üç unsura ayırmaktadır. Emperyalizm gerçe­ ğinin zorlayıp geliştirdiği bu toplum kavrayışı şimdiye kadar Ömer’i incelemek ve kavramak isteyenlerin üze­ rinde hiç durmadıkları ve değerlendirmedikleri özel bir görüştür.

Ömer Seyfettin’e göre (3 ) « 1 — Müesseseler bir

milletin muayyen hududu dahüinde tenazum (coordina­ tion, ortak güdüm) ettikleri zaman husule getirdikleri ahenk «hars» namını alır. 2 — Müesseseler bir dine mensup milletlerin mecmuu olan bir «ümmet» yani bir «beynelmileliyet» dairesinde terekküp ettikleri zaman bundan çıkan mecmuaya «medeniyet» denilir. 3 — Mü­ teaddit ümmetlerin arasında intişar eden yahut etmek­

te bulunan müesseselerin mecmuuna da «temeddün»

ismi verilir». Sosyal realitede hars (culture), medeni­ yet (civilisation), temeddün (technique) diye üç varlık vardır ; 1 — Kültür, yani toplumun duyuncunda

yaşa-H. Fethi GÖZLER

yan değer yargılan. 2 — Medeniyet yani teklerin kafa­ sında yaşayan gerçek yargılan. Bu sonuncuya teknik de diyebiliriz.

Osmanlı imparatorluğu yıkılır yıkılmaz Ömer

Seyfettin eserini yaralayan uzaklaştıncılıktan kurtulu­ yor, realiteleri daha tam olarak kavramaya başlıyor. İşte bir belgesi : Mütarekenin kara günlerinde 19 Kâ­ nun evvel 1918 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde basılan Tabiî Mefkûreler başlıklı yazısında şunları söy­ lüyordu :

«Bugün hayatta yaşayan en tabiî mefkûre insa­

niyet esaslannı ihtiva eden demokrasidir. Demokrasi

sayesinde milletler hürriyetlerine, tabiî haklarına nail olacaklardır. Evet, nihayet demokrasinin hakikî gale­ besi dünya yüzünde esir millet bırakmayacaktır.»

«O halde biz Türkler istiklâle daha emin bir na­ zarla bakamaz mıyız? Aleyhimize de yapılacak hak­

sızlıkların muvakkat, geçici bir mahiyette olacağına

İman edemez miyiz?»

Bu yargılar imparatorluğun yapmacık, sıkıcı ide­ oloji havasım almaktan kurtulan Ömer Seyfettin’in sos­ yal öngörüsü çok kuvvetli bir insan olduğunu göster­ mektedir.

. . . Ömer Seyfettin de Gökalp gibi milliyetçi ol­ makla birlikte hem de ümmetçidir. Bu ümmetçilik onun Türkçe anlayışında da kendini gösterecektir. O da, Gö­ kalp gibi, bir «ümmet dili» nin olabileceğine inanıyor­ du. Onun için ideale «ülkü» değil «mefkûre», realiteye

«gerçek» değil «şeniyet», sociologieye «toplumbilim»

değil «içtimaiyat» diyecektir. Böylece dilde öze değil, sadeye gideceklerdir. Sadeye gitmekle birlikte de bir­ çok kelimelerde Osmanlıcacı kalacaklardır.

Ne de olsa ümmetçi olup da Türkçü olmayan Türk aydınlarına karşı en yaman tepkiyi yapacaklar, dili sadeleştirecekler» (■*).

Ömer Seyfettin, özellikle kadının sosyal hayattaki önemini kavramış ve millî gelişmede çok etkili olaca­ ğını anlatmıştı. Esasen eski Türklerde kadına verilen değer, destanlarda bile dile getirilmişti : «Yaradılış des­ tanında büyük Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için ilk ilhamı veren Akana bir kadındı. Oğuz’un an­

(2)

nesi Ay Kağan öyle ışıklı bir varlıktı. Oğuz’un ilk ka­ rısı karanlıklar içinde gökten yere düşen mavi ve mu­ kaddes bir ışıktan doğmuştu ve başında kutup yıldızı gibi parlayan bir «ben» vardı, ikinci karısı bir ağaç kovuğunda yaratılmıştı. Bu İlâhî kadınların güzellikleri Oğuz destanında en sıcak ve en parlak sözlerle teren­

nüm ediliyordu» ( 5 ) .

Görüldüğü gibi Türkler, kadına ve özellikle ana­ ya büyük değer vermişler ve destanlarda kadını «Dişi Tanrı» saymaktan çekinmemişlerdir.

Kadın haklan üzerinde Ömer Seyfettin’den çok önceleri, Tanzimat ve sonraki dönemlerde gerek eğitim­ ciler, gerek hükümetler ve gerekse sanatçılar durma­ mış değillerdi. Hatta olumlu adımlar da atılmıştı. Eği­ timcilerin ve sonra da sanatçıların bu çok önemli me­ seleye eğilmeleri ile toplumun dikkati, bu çok hayatî noktaya çekilmek istenmişti.

Şinasi, katı evlenme geleneklerini hicveden bir

perdelik Şair Evlenmesi?ni yazdığı (6) sırada Sultanah­

met’te ilk defa bir kız rüştiyesi de açılıyordu (?). Beş yıl sonra da Mithat Paşa Rusçuk’ta kız tek­ nik öğretimle ilgili basit bir denemeye girişiyordu (8).

1869 yılında «Maarif-i Umumiye Nizamname­

si» kabul edilmiştir. Bu nizamnameye göre «6 - 10

yaşındaki kız çocukları da okula gitmeye mecbur tu­ tulur» maddesi bizim için çok önemlidir. Aynı yıl kız rüştiyelerinin yaygın hale gelmesi için bir teşvik ira­ desi çıkarıldı. Bu İrade devletin de bu çok hayatî me­ seleye şuurlu bir biçimde el attığını göstermesi bakımın­ dan çok ilgi çekicidir. Aradan on yıl geçtikten sonra yani 1879’da kız ilkokulu ve rüştiyelerine kadın öğret­ men yetiştirmek amacıyla 26 Nisan günü bir Darülmu-allimat kız öğretmen okulu açılır.

Sanatçılarımız ise Şinasi’den tam on yıl sonra

kadın konusuna eğilirler. Ahmet Mithat Efendi, Teeh-

hül adlı eserinde, aşk konusu üzerinde durur. Bu ro­ manda, âdeta gelenek haline gelmiş olan, evlilikte ana

-baba arzusunun dikkate alınmadığı ve bu otoriteye

karşı çıkıldığı ve bundan böyle evlenecek gençlerin

kendi isteklerinin muhakkak surette değerlendirilme­ sinin yerinde olacağı fikri ısrarla müdafaa edilir. Aynı

yazar Felsefe-i Zenan adlı romanında tamamen kadın

psikolojisine yer vermiş olduğunu görürüz.

Şiirde ise kadına gerekli yeri veren ilk şairimiz

hiç şüphesiz Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Name-i

Seher adlı eserinde Ekrem Bey kadın psikolojisiyle il­ gili temaları işleyen şiirler yazar.

1872’de Namık Kemal «Aile Hakkında» adlı bir makale kaleme alır. Bu makalede Osmanlı-Türk ailesi­ nin çürüklüğünden bahseder ve özellikle bu durumun Türk toplumunu nasıl kötüye doğru sürüklediğini an­

latır. Aynı yıl, Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-i Talât ve

Fitnat adlı romanı yayımlanır. Roman edebî yönden

kuvvetli değildir. Ancak kadın konusunu işlediği için ilgi çekicidir. Romanda babaların münasip gördüğü bir evlilik ölümle sonuçlanır. Çünkü Fitnat’ın babası onu, ihtiyar bir adama vermiş, sevdiği Talât’la evlendirme-miştir. Bu roman çağdaş Türk edebiyatının ilk roman­ larından biridir, ilgi çekici bir yönü de tesadüflerle yük­

lü oluşudur : Fitnat, annesinin karnında iken annesi babasından ayrılır. Fitnat üvey baba elinde büyür. Çün­

kü Fitnat’m annesi ayrıldıktan sonra tütüncü Hacı

Mustafa ile evlenmiştir. Ancak birkaç yıl sonra kadın ölür. Fitnat pencereden gördüğü Talât'a aşık olmuştur. Talât da aynı şekilde Fitnat’ı sevmiştir. Bu sırada bir gün Ali Bey adında zengin bir kişi Fitnat’ı babalığın­ dan ister. O da kıza sormadan Ali Bey’e verir. Kız de­ vamlı ağlamaktadır. Istıraba uzun süre tahammül ede­ mez ve eline geçirdiği bir çakıyı kalbine saplayarak in­ tihar eder. Ve bu arada Ali Bey’in Fitnat’m babası ol­ duğu anlaşılır. Ama iş işten geçmiştir. Çünkü kız ölür. Bu sırada kadın kıyafetiyle orada bulunan Talât da düşüp ölür. Fitnat’ın asıl babası Ali Bey de çıldırır.

1873’de Namık Kemal’in yazdığı «Zavallı Çocuk» piyesi de aşağı yukarı aynı temayı işler : «Şefika adın­ da genç bir kız babasını borçtan kurtarmak için anne­ sinin ısrarıyla sevmekte olduğu amcasının oğlu Ata’yı terkederek zengin bir adamla evlenmeyi kabul eder. Bu adam ihtiyar bir paşadır. Ancak daha düğün olmadan Şefika verem olur, ölür. Sevgilisi Ata da kendini öldü­ rür.

1873, 9 Şevval 1290’da yayımlanan Mü-sâmeretnâ-

>ne «Gece Hikâyeleri» adlı eserin 5. hikâyesi Vasfi Bey ile Mukaddes Hanım’ın Sergüzeşti adım taşır, işlediği

tema : «O zamanki evlenme geleneği incelenmiş ve

aksayan tarafları gösterilmiş ve gençlere zorla evlen­ dirilmek için yapılan yanlış baskıların nelere sebep ol­ duğu açıklanmaya çalışılmıştır.

Namık Kemal tarafından yazılan intibah adlı

romanda cariye diye alınıp satılan esir kadınlardan bah­ seder. Bu tip kadınların haklarım savunur. Bu roman­ da cariye Dilâşub’un başına olmadık olaylar gelir «Meh-peyker düşmüş bir kadındır. İyi bir aile çocuğu olan Ali Bey’in bu kadınla düşüp kalkması üzerine validesi, Ali Bey ile Dilâşub adında bir cariye arasında bir mü­ nasebet tesis ederek çocuğu Mehpeyker’in elinden kur­ tarmağa çalışır. Fakat iyi kalpli Dilâşub Mehpeyker’in tertip ettiği bir entrika sonucunda ölür. Ali Bey de Dllâşub’un intikamını almak için Mehpeyker’i öldürür. Fakat kendisi de hapse mahkûm olarak kısa bir süre sonra vefat eder».

Namık Kemal’in intibah’mı, Samipaşazade Se­

zai’nin Sergüzeşt’I, 1889, Nablzade Nazım’ın Zehra'sı,

1895 takip ederek ve bu tema yavaş yavaş klasikleşe-cektir.

Namık Kemal'in Intibah’taki Mehpeyker’i, Re-

calzade’nln Araba Sevdast’ndaki Periveş’i, Nablzade

Nazım’m Zehra’sındaki Urani adlı Rum kadını, toplu­

mun «orta malı, düşkün kadın» dedikleri cinstendir.

Toplum bu tip kadınları daima horlamış ve çok kere onlara acımamıştır. Zira bunlar, «acımasız, hane yıkan, yılan» kadınlardır. Mutlu aileleri söndürürler, bir bay­ kuş uğursuzluğuyla aile yuvalarına çöker, yuvayı taru­ mar ederler. Bundan ötürüdür ki, Namık Kemal, Meh-peyker'in bu yanlarını azami titizlik göstererek tasvir etmekten kendini alamamıştır.

Ahmet Mithat Efendi, Henüz On Yedi Yağında,

1880 adlı realist romanında çok ileri bir fikre yer ve­

(3)

rir : «Toplumun naletlediği ve kendilerine «kötü kadın, düşük kadın, yılan kadın» diye ad taktıkları bu kadınla­ rın bu duruma düşmelerine sosyal sebepten çok iktisadi sebebin rol oynadığını müdafaa eder. Bu romanın ko­ nusu kısaca göyledir : «Kalyopi isminde henüz 17 ya­ şında düşkün bir kız, Ahmet Efendi tarafından kurta­ rılarak bir Rum delikanlısıyla evlendirilir. Kalyopi çok yoksul bir ailenin kızıdır; anasını, babasını ve kardeş­ lerini geçindirebilmek için el hizmetinde çalışmaya baş­ lamış ve bu yoksulluk yüzünden bir gün düşmüştür».

Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Cahit Yalçın, çeşitli romanlarında bu konuya önemle ağırlık vermişlerdir.

Ömer Seyfettin kadın ilişkilerine daima Türkçü­ lük açısından bakmıştır. Ancak bir tek hikâyesinde Pamuk İpliği İslâmî prensipleri müdafaa eder. Müdafaa etmesinin sebebi de kendi fikrini daha kuvvetli esasla­ ra dayamak içindir. Bu hikâye üzerinde durmadan ön­ ce onun aşağı, yukarı hikâyelerinin büyük bir bölümün­ de üzerinde durduğu meseleleri sıralamak yerinde ola­ caktır sanırım :

«...yabancılaşmaya, kökünden koparak yozlaşan tiplere ve bunların yarattığı meselelere ayırmıştı. Sos­ yal bünyenin hızla dejenere olduğuna, aile yapısının bo­ zulduğuna, cemiyetin giderek çözülmekte ve çökmekte bulunduğuna dikkatleri çekmeye çalışmıştı.

Toplum, öz bünyesinden koparak, sunî bir Batı­ lılaşma dönemi içerisine girmiştir. Sıhhatsiz bir değişim içerisindeydi.

İstanbul sosyetesinin yabancı okullarında yetiş­ miş, Batı eğitimi almış sivri tipleri.

Parayla ilişkileri olan seçkinleri, yüksek memur tabakasının hovardahkla ün yapmış örnekleri.

Devleti talan etmiş, savaş ticareti yapmış, son­ radan görme zenginleri.

Başıboş bir hayata, romanlardan öğrendikleri aşklara ulaşmak acelesiyle artık kendilerine dar gel­ meye başlayan aile çevrelerinde kıpırdamaya başlayan civelek aile kızlan, onun hîkayelerine malzeme hazır­ lıyordu (’ )».

Yukarda sözünü ettiğimiz Pamuk İpliği adlı hi­

kâyede Ömer Seyfettin «evlilik meselesi» ni ele alır. Islâm aile hukuku ile kendi evlilik anlayışının birbiri­

ne uygun düştüğünü açıklar. Ve : «izdivaç etmesini

de isterim. Yeni filozofların marazi fikirleriyle dimağ-lan zehirlenen birtakım gençler gibi izdivacı itibarî bir yalan değil, İçtimaî bir hakikat addederim» der. Ömer Seyfettin bu hikâyesinde aşkı bir vasıta, bir «üreme» vasıtası addeder. «...Türklerin bir çiçekle bahar olmaz» darbı meselleri tabiatın bu ezelî kanunu, erkeği birçok kadına karşı mütehassis eder» sözleriyle bu gerçeği açıklamak ister.

Çirkinliğin Esrarı adlı hikâyesinde ise aşk hali­ kındaki fikrini aynen devam ettirir. Hikâyenin kahra­ manı Sütûde, çok çirkin biriyle evlenir. Ömer Seyfettin

hikâyenin sonunda şöyle demekten kendini alamaz;

«...iğrenç çirkinliğinin İlâhî güzellikle kaynaşması, ru­ hunda bir gazap isyan ettiriyor. Şair Fâzıl, «aşk» ı hodgâm tabiat tarafından cinsimizin temâdisi için bize insafsızca oynanılmış bir «dek» telâkki eder. Der ki :

M i l l î KÜLTÜR

«Bu vücudun hevesi Leylâsı O vücudun sebebi eşfası...»

Ömer Seyfettin’in çizdiği kadın tipleri aşağı yu­ karı Dede Korkut’taki güzel kadın tiplerine uyar, iki anlayış arasında bir yakınlık vardır. Birkaç hikâyesin­ den birkaç örnek verelim:

Çirkinliğin Esrarı'nûa. Sütûde’nin tasviri:

«...Siyah, iri, parlak gözler... Gür siyah saç­

lar... Sonra inanılmaz derecede saf bir beyazlık. Mu­ kaddes bir rüya beyazlığı... Bir göğüs ki... Bir boyun-ki...»

Balkonda adlı hikâyesinde Resam’ı bakın nasıl tasvir etmektedir :

«ince keten blûzun atında iri, gürbüz, munta­ zam bir vücudun, geniş bir göğsün şekli sanki taşıyor­ du...»

Ömer Seyfettin’in kadınları siyah saçlı, veya

kumraldır. Gözleri karadır. Dolgun vücutludurlar. Tenleri beyazdır. Dediği gibi «Mukaddes bir rüya be-yazlığmdadır.» Halk arasında böylesi beyazlığa «kâ­ furu beyaz» denir. Pembe burunlu, ağızları küçüktür. Yanakları şeffaf pembedir. Boyunları uzun, göğüsleri geniş ve pürüzsüzdür. Elleri ve ayaklan küçüktür. Yaş­ lan ise 15 - 20 arasındadır.

Ömer Seyfettin’e göre kadın, kanlı canlı, uzun boylu, oldukça iri ve mütenasip vücutlu ve ince belli ol­ malıdır.

Görülen tasvir aşağı yukan Dede Korkut ve halk edebiyatındaki güzellemelere çok benzer. Gerek Dede-Korkut’tan ve gerekse halk edebiyatı sanatkârlarından bu paralelliği göstermek amacıyla örnekler verelim :

Dede Korkut’dan :

Dirse Han’ın eşine seslenişidir : Berügelgil boşum bahtı, evüm tahtı Evden çıkıp yürüyende selvi boylum Topuğunda şarmaşanda karasaçlum Kurulu yaya benzer çatma kaşlum Koşa badem sığmayan dar ağızlum Güz almasına benzer al yanaklum Kodunum, veregüm, dölüğüm. ;» Kanturah’nın söyleyişi:

Yalab yalab yalabıyan ince donlum Y er basmayup yürüyen selvi boylum

K ar üzerine kan dammış gibi kızıl yanaklum Koşa badem sığmayan dar ağızlum

Kalemciler çalduğu kara kaşlum Kurumsu kırk tutam kara saçlum Aslan uruğu, sultan kızı

öldürmeğe men seni kıyarmıdum öz canıma kıyam

Men sana kıymayam Men seni sınartdum

«Bunu işidicek. Banı Çiçek kakıdı, aydır : Mere delü ozan men ayıblumuyam kim mana ayıb koşar­ sın, dedi. Gümüş gibi ağ bileğini açdı, elin çıkardı, Bey-regün geçürdüğü altun yüzük barınağından göründü’»

Kız aydur :

«Kargu gibi kara saçum yolduğum çok» (» ). 17

(4)

Halk edebiyatı mahsûllerinden : Şu yalan dünyaya geldim geleli Severim far atı bir de güzeli Değip on beşine kendim bileli Severim kır atı bir de güzeli Atın beli kısa boynu uzunu Kuru suratlısı elma gözünü Kızın iplik iplik süt beyazını Severim kır atı bir de güzeli Atın höyük sağrı kalkan döşlüsü Kalem kulaklısı çekiç başlısı Güzelin dal boylu samur saçlısı Severim kır atı bir de güzeli A t koşu tutmasın çıktığı zaman Yalı kaval gibi yıktığı zaman At dört kız onbeşe yettiği zaman Severim kır atı bir de güzeli

Dadaloğlu (U)

2

O yârın açılmış gülü koncadır Boyu fidan, beli gayet incedir Mutabık fakire hemen bencedir İpek poşulumun güneş başlımın Bir yol öpemedim kara gözünden Doyulmaz ki cilvesinden, nazından Hokka dekanından şirin sözünden Kiraz dudaklımın inci dişlimin

3 —

Top kara zülfünü teller sanırdım Kömür gözlü yârim idin bir zaman saçları topukla eyliyor cengi Bir hüma bakışlı on dört yaşlının Hezaran çubuğuna benziyor boyu

O ak kollarını dola boynumdan İnce bel üstünde cevahir kemer

Karacaoğlan (12) Ömer Seyfettin’in evlilik üzerine ilgi çekici dü­ şünceleri vardır :

Ömer Seyfettin’in evlüik hakkmdaki görüşlerine geçmeden önce eski Türklerdeki «evlilik müessesi» ne şöyle bir dokunup geçelim :

Toyonizm (u) Şamanizmin, yani dinle sihrin eşit­ liği, kadının hukukça ve siyasî, İktisadî faaliyetierce erkeğe eşitliği sonucunu vermiştir. Bundan başka, toyo­ nizm devrinde başlayıp kadınla erkek arasında «teset­ tür» ve «harem» gibi ayırıcı hallere sebep olan esra­ rengiz ikilik de Türklerde yoktur.

Eski Türklerde kadın «tabu» olmadığından, er­ keğin her faaliyetine katılırdı : Avda, harpte, ziyafet­ lerde, danışmalarda ve genellikle dinî, siyasî, bediî, ah­ lâkî, Jisanî İktisadî alanlarda kadın erkekle beraberdi, özet olarak, ilkel toplamlarda cinsî iş bölümü, kadınla erkeğin aynı âletlere el dokundurmamalarının sonucu­ dur. Türklerde ise gerek erkek ve gerekse kadın bütün âletlere dokunabilirdi.

Eski Türklerde zevcin (karının) «il» den olması şarttı. Zevcenin ilden, yani zevcin kocanın

akrabasm-dan bulunması, onu hukukça yükseltecek bir âmildi.

Çünkü, eski kavimlerde her cemiyet, kendisini diğerle­ rinden daha yüksek ve asil sayardı. İzdivaç, asalette birbirine müsavi iki ferdin birleşmesi demek olduğun­ dan, ancak iki tarafı aynı il’den olan bir evlilik, Türk

töresine uyabilirdi. Binaenaleyh, o zaman «dahilden

izdivaç» kaidesinin cari olması lâzım geliyordu. . . . Demek ki, annelik sıfatı, yalnız il’den olan hakikî zevceye mahsustu. Bundan başka, «kumaların» çocukları babalarının servetinden de hisse alamazlar­ dı (M).

Ömer Seyfettin, evliliğe ait düşüncelerini etraflı

olarak Pamuk İpliği hikâyesinde anlatmıştır. Fikirlerini

açıklayan birkaç pasajı aynen almakta yarar görmek­ teyim :

«Bakınız, işte edebiyat yapıyorsunuz. Sevmek!

Sakın ezelî bir aşktan, ölümle nihayet bulan mânevi

ve ruhî bir aşktan bahsetmek masumiyetini tecrübe

etmeye kalkmayınız! Aşk... Bir hiç, bir ihtiras, geçici bir buhran.. öyle bir buhran ki, neticesi mutlak nefret ve yorgunluktur! Ve izdivaçla aşkı kim karıştırırsa, bir görüşe göre mutlaka meyus olur. İzdivaç : Kadın için bir erkeğin fena kokularına, kabalıklarına, huşûnetle-rine tahammül etmekten, erkek için, solmuş ve yıkılmış bir kadının sırnaşıklıklarına, münasebetsizliklerine, asa­ biyetlerine aldırmamaktan ibârettir! İki vücudu bu mü­ tekabil azaba mahkûm edecek bir bağ, bir zincir var­ dır ki, o da izdivaçtır. Ailelerin, İçtimaî menfaatlerin, küfvî (birbirine denk) mutabakatların sigortası bu zin­ cirdir. Halbuki o kadar zayıf ki... Pamuk ipliği...

Hikâyenin kahramanlarından «Sürpİk» in evlilik hakkında ileri sürdüğü fikirler de ilgi çekicidir :

«Bilmiyor musunuz, dimağları tekâmül ve tahav-vül sıtmasiyle henüz o kadar hastalanmayan ilk insan­ ların arasından tenasül fiili «promiscuité» ( ıs) şeklinde idi. Gittikçe değişti, intizâma girdi. Vasî ve mükemmel bir poligami (çok eşle evlenme âdeti) halini kes betti. Sonra bir gün Yahudiler, muazzam tabiatın bu ezelî ka­ nununa isyan ettiler. Dünyaya ilk defa olmak üzere monogami (bir erkeğin bir kadınla evlenmesi) nin temel taşını vaczettüer. Biz Hıristiyanlar, zaten onların için­ den çıktığımızdan bu hatalarını kabul ettik. Daha başka bin türlü âyinler, kayıtlar, şartlar, sun’î ve yalan birçok şeyler icat ettik. İzdivaç namında bir zincir yaptık ki, bugün onun dayanılmaz ağırlığı altında yalnız isyan ve riyâ yaşayabiliyor. Asla samimiyet yoktur. Sonra Islâm-lar bu zinciri kırdıIslâm-lar. Tabiatın hakkını iade ettiler. Bu zincirin yerine «bir pamuk ipliği» koydular. İsyan ve riyaya ihtiyaç yok. Sevmeyenler, evvelâ sevip de sonra bırakanlar, istedikleri zaman ayrılabilirler. Evet, Türk-lerin dini asla tabiata düşman olmamış onunla muha­

rebeye, musaraaya (pehlivanlık) kalkmamıştır. Millî

lisanları; hatta dalâletleri bile dünyada ihmal olunan en yakın şeyler».

Söylenenleri özetlersek : «Evlilik sürekli bir ku­ ruluştur. Sevgi ise gelip geçicidir. Ve bir tabiat olayı­ dır. Zamanla, gamlı, pişman, basit, şiir ve hayalden uzak bir hayat yaşamağa mecbur kalırız. Evlilik tabi­ ata aykırıdır ve itibarîdir».

(5)

Ayrıca : «Hıristiyanlığın, evliliği» iki vücudu kar­ şılıklı bir azaba mahkûm eder. «Ağır, sağlam, ancak ölümle kopabilen kırılmaz bir zincir» olarak telâkki et­

tiği görüşünü kınar. Buna mukabil, Müslümanlığın

«boşanma» prensibini, «tabiî ve tabiata son derece uy­ gun ve medeni olarak kabul» eder.

Kendisi de bu düşüncelerine fazla bağlı kalmış olmalı ki, 1915 yılında evlenen Ömer Seyfettin, 1918 ta ­ rihinde Calibe Hanım’dan geriye Fâhire Güner adlı bir kız çocuğu bırakarak boşanır, daha doğru bir deyim­ le ondan «kurtulur».

Kadının eşini seçme hakkı ile ilgili olarak Tanzi­ mat’tan beri işlenen temaya Ömer Seyfettin’de temas etmiştir. O da evlenecek gençlerin birbirine uyan denk­ likte olmasını ister, özellikle genç kızların ihtiyar er­

keklerle evlenmelerine karşı çıkar. Bu fikrini, Birden­

bire, Devletin Menfaati Uğruna, Antiseptik, Nezle,

Yüksek ökçeler adlı hikâyelerinde etraflıca işlemiş­ tir :

«Hatice Hanım pek genç dul kalmış zengin

bir hanımcağızdı. On üç yaşında iken altmış altı yaşın­ da bir kocaya vardığı için «izdivaç» denen şeyden nef­ ret etmişti. İşte hemen hemen on sene vardı ki, erke­ ğin hayali zihnine romatizma, balgam, pamuk vandoz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış, pis, abus, lânet, bir heyulâ şeklinde gelirdi» (16).

«Masume Hanım, her vakit kendini hiddetlen­ diren, yüzünü buruşturan bu münasebetsizliklerin hiç­ birini duymuyordu. Bugün ruhunda bir keder vardı. Gizli, derin teselli kabul etmez bir matem canını sıkı­

yordu. Çünkü, işte, bu Hıdrellez otuz dokuz yaşma

girmiş bulunuyordu. Tam on seneden beri duldu, öm ­ rü bir rüya gibi geçiyor, günler, haftalar, aylar, yıl­

lar, bir saniye kadar hüküm sürmüyordu. Zengindi.

On sene evvel ölen ihtiyar, inmeli kocasından

Edirne-kapısı’nda koca bir konak, birçok mal, bir han, iki

hamam kalmıştı. Ah, işte on senedir tekrar varacak, boyu bosuna uyar, hotozu hotozuna uygun bir adam bu­ lamamıştı. Kendini isteyenler hep cılız sıska, İhtiyar,

bunak adamlardı. O, genç, dinç, kendisi kadar kuv­

vetli bir koca istiyordu.

Bu, vardığı zaman canlı bir ölüye benzeyen es­

ki kocasının daha sağlığında uzun uzadıya kurduğu

bir emel, bir arzuydu. Bu, onun en samimî, en azgın bir mefkûresiydi. Amma böyle bir bey, bir efendi çık­

mıyordu. Üç bin şu kadar gün kısmetini bekledi.

Adaklar adadı. Bakıcılara, niyet kuyularına, Tezveren Dede’ye gitti, istediği bir türlü gelmiyordu». (17).

Ömer Seyfettin'in hikâyelerinde, bütün yaşlı

erkeklerle evlendirilen kızların hiçbirisine bu kimse­

lerle evlenmek isteyip istemedikleri sorulmamıştır. Bu tip evlenmelerden sonra genç kadınların çoğu dul kal­ mışlardır. Dul kalmakla beraber çoklan erkekten so­ ğumuş ve izdivaçtan nefret eder olmuşlardır,

Ömer Seyfettin, bir zamanlann âdeti olan «gö­ rücünün de tamamen aleyhindedir. Bu usulün kadın­ lar kadar erkekleri de mutsuz ettiği düşüncesindedir. Aşk Dalgası ve Bir Temiz Havlu Uğruna adlı hikâye­ lerinde bu konuya şöyle temas etmektedir :

« .. . Ben evleneceğim zaman, görücü gezmeğe çıkacak anneme gönlümün sevdiği tipi tarif etmedim. Meselâ :

«— Uzun boylu, elâ gözlü, ablak çehreii, kâfuri beyaz olsun...

Filân gibi bir şey söylemedim. Yalnız sevmedi­ ğim şeyleri söyledim. Nefret ettiğim üç hal vardı, ih­ timal bu üç hal ayrı ayrı birer güzellikti. Ama ben nefret ediyordum işte : Mavi göz, kısa boy, muhacir­ lik. . .

«— Anneciğim, dedim, gözü mavi, boyu kısa

kendi muhacir olmasın . . . Ne olursa olsun makbu­

lüm! Ama bu üçüne dikkat et. Bani yakma».

«Rahmetli annem dikkat edeceğine tekrar tek­ rar yemin etti. Kız aramağa başladı. Dünyada en haz­ zetmediğim kadın boşamaktır. Evlenişim hem ilk

hem son olacaktı. Uzatmayayım, annem kızı buldu.

Bana bir medih, bir medih... Tabiî inandım. Ninâh

oldu. Koltuğa girdim. Bir de duvağı kaldırınca ne gö­ reyim : Çiğ mavi iki g ö z .. .

Ayakta duruyordu. Baktım, başı benim belimin hizasına bile gelmiyordu, ismini sordum. Konuşmağa başladık. Ah o siygalar, o muhacir siygalan . . . Çele­ ri, gideri, yapari, ideri! Gözlerim karardı. Sanki dün­ ya kafama yıkıldı. Vurulmuş gibi koltuktan çıkarken annem beni tu ttu :» (18)

« . . . Tanımadıkları evlere görücü giderler. Ve erkeklerin birçoğu hâlâ bilmezler ki, bu görücü hanım­ lar güzelden ziyâde bir çirkin ararlar. Ve mutlaka da

bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut

oğullarının onu seveceğini, onun lâfını dinleyeceğini

ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşün­ mek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler.

Bunun için İstanbul’da koca bulamayan, evde kalan

kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlilerdir.

Bu zavallı güzel Türk kızlarım görücü hanım­ lar beğenmez».

«A, kardeş, çok güzel amma, şeytan gibi bil­

miş. Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz.. .» derler. Kimine alafranga kimine sıska, kimine şirret gibi kusur bulurlar. Gayeleri tombul, beyazca, sessiz,

mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen

kızlardır. Böyle bir kıza rastgeldiler mi : «Ah, işte bir melek!» diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kar­

deşlerine mübalâğalandırarak anlatmaya . . Zavallı

erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kaim duvağı kaldırınca karşısında «Adı­ nız ne efendim?» sualine cevap veremeyen şaşkın ,te­ miz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez» (» ).

ÖMER SEYFETTİN ’İN KADIN HAKKINDAKI GÖRÜŞÜ:

Yukarıda Ziya Gökalp’in Medeniyet Tarihi’nden

aldığımız paragraflarında da görüldüğü gibi «Eski

Türklerde evin bir erkek bir de kadın sahibi vardı. Ev ortaklaşa karı ile kocanın ikisinindi. Çocuklar üze-> *!• ı î ı / i " ı ı T Î ' ı n

(6)

rinde velâyet-i hassa, baba kadar ananındı da. Erkek

her zaman karısına saygı gösterirdi» (20).

Gene yukardaki pasajlardan hatırlayacağınız

gibi « . . . Her işle ilgili toplantılarda kadın erkeğin

birlikte bulunması gerekli idi. Velâyet-i âmme, Hakan İle Hatun her ikisinin de belirdiği için . .. Buyruk ya­

zılan . . . Elçi kabulü . . . Şölenler, kurultay, ibadet,

âyin, savaş ve banş meclislerinde hatun da mutlâka hakanla birlikte bulunuyordu» (»).

«Gerek aile hukukunda ve gerek devlet huku­ kunda kadın erkekle hep eşit idi. . . Kadınlarla erkek­ lerin her işte birlikte bulunması ve hukukça eşitliği mecbur idi . . . Eski Türklerde kadın erkeğin karşıtı değil tamamlayıcısı İdi» (22).

Bu da bize eski Türk ailesinde ana soyu ile ba­ ba soyunun aynı değeri taşıdığını gösterir.

OsmanlI İmparatorluğu kurulduktan sonradır

ki, büyük şehirlerde, kültür merkezlerinde bilhassa

İstanbul’da Türk ailesine pederşahi (soyda temel ola­ rak babayı alan ve ailede çocukları baba soyuna mal eden) İslâm ailesi her türlü vasıf ve özellikleriyle yer­

leşir. Ömer Seyfettin Horoz adlı hikâyesinde bu aile

tipiyle alay eder :

« . . . Horoz . . . Kümesin bu mağrur kralı zu­

lümden başka hiçbir şeyden ta t almayan müstebit bir Neron’dur. Vâzife, fedakârlık, muhabbet şefkat, mer­

hamet nedir bilmez! Dehşetli bir hodgâmdır. Yalnız

tuvaletiyle kör boğazıyle, keyfiyle, nefsiyle meşgul

bir geveze . . . Bizim ktimesinkisi ihtimal bu kralların

en reziliydi! Geçen hafta onu . . . gayri ihtiyarî bir

hiddet içinde öldürdüm! Fakat bu kaç senenin birik­

miş intikamıydı . . . Sırtında sanki kanla, altınla iş­

lenmiş ağır, parıl parıl bir manto, başında vahşî ru­ hunun timsali gibi balta şeklinde kıpkırmızı bir taç . . . Hançer gibi keskin bir gaga . . . Sonra o ayaklarında­ ki mahmuz dediğimiz sivri süngüler . . . Dikkat eder­ dim. Tavukların hiçbirini sevmezdi. Akhna gelir gel­

mez «git, git git» diye yerden bir şey bulmuş da,

sözde ikram etmek istiyormuş gibi bağırır, yalanma kamp gelen masum tavuğu keyfi için hırpalar, ezer, canım yakar . . . Sonra dönüp suratına bile bakmaz­ dı. Hele yerde bir şey bulup «git, git» diye çağırma­ sı . . . beni en çok gazaplandıran bu yalandı. Yiyecek şey buldu mu, kendi yutardı. Yenmeyecek, yutulmaya­ cak bir taş, bir kum parçası buldu mu, hemen tavuğa ikram ı

«Gıtı git, git...» (23).

1867 tarihinde Namık Kemal, Tasvir-i Efkâr

gazetesinde «Terbiye-i Nisvan Hakkında Bir Layiha» adlı makalesi zamanına göre ileri bir görüşü aksetti­ rir. Bu layihada Namık Kemal, kadının bir çalgı âle­ ti gibi, bir mücevher gibi yalnızca bir zevk aracı ola­ rak kabul edilmesi ve o gözle bakılması, hatta kadının insan bile sayılmaması İslâm aile hukukunun bir so­ nucu olduğunu belirtir. Bu konuda Prof. Dr. Mehmet Kaplan : «Yerleşik medeniyette ve tslâm kültür çev­ resine girdikten sonra kadın bütün faal olma kuvve­

tini kaybetmiş ve «bir haz ve aşk konusu olmuştur» diyerek Namık Kemal’i teyid eder (24).

Ömer Seyfettin de kadının «bir haz ve aşk me­

tal» olmasına karşıdır. O evlenmeyi bir aşk olarak

kabul etmez. Bu hareketi düpedüz «hayvanlık» sayar.

Ömer Seyfettin, Pamuk İpliği hikâyesinde, İs-

lâmdaki kolay boşanmayı her ne kadar överse de. bu­ nun tek taraflı oluşu üzerinde de durur. Erkeğin aile ahlâkına uymayan bir hareketi karşısında bile kadı­ nın «boşanma veya boşanma isteğinde bulunma» hak­

kı yoktur. Bu görüşü Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür ad­

lı hikâyesinde açıklar ve tek taraflı oluşunu kınar (25), Erkek ve kadın mademki görücü denen aracı­ larla evlenmektedirler öyle ise «boşanmaların» müm­ kün olduğu nispette az olması ve erkeklerin «yeril yer­ siz» kan boşamamalan lâzımdır. Ömer Seyfettin «yer­ li yersiz» karı boşayanlarm yaptığı işi «cinayetle» bir tutar :

«Ayrılmak, bahusus «ezberden evlenme» usu­

lünü kabul ettikten sonra ayrılmak, büyük bir «cina­

yetti»; zavallı kızın ne kabahati vardı. Hiç bozuntu

vermedim. Talihine razı olmuş bir esir gibi ocağıma sadık kaldım» (26).

Kaçgöç Hakkındaki Düşünceleri :

Yukardaki satırlarda Ziya Gökalp bize, Türk

kadınlarının erkekleri ile birlikte yaşadıklannı, çalış­ tıklarını etraflıca anlatmıştı. Bu konuda da Ömer Sey­ fettin’in fikirleri eski Türk yaşayışına ve örfüne uy­ gundur. Ömer Seyfettin, peçeye, çarşafa, kaçgöç e ve hareme karşıdır. Sokağa çıkmayan kadın için ev bir hapishanedir. Hlkâyecimiz o zamanki evi şöyle anla­ tır : «- Peki büyükanneciğim, dedi, bu kitabı atayım. Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir ha­ pishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu mevkufiyetin yal­ nızlığı içinde çıldırayım mı?»

« . . . Hakikaten seksen sene evvel kadınların

mesut olmaları lâzım geliyordu. Kendileri, yeni nesil

okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidaî

kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar ruhlarda

bir isyan, bir ihtilâl tutuşuyor, eski kadınlığın zevke,

saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine

ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususî bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar ,siyah çarşaflan, kaim peçeleri ezici, soldurucu, vahşî, merhametsiz esaret örtüleri te­ lâkki ediyorlardı» (27).

Ömer Seyfettin, kaçgöç ve haremin hiçbir işe

yaramadığım, aksine çok kötü olayların gizlice mey­

dana geldiğini müdafaa eder ve Harem adlı hikâyesin­

de fikirlerini fantestik bir biçimde sergiler, özellikle

haremin ahlâkî kötülükleri ortadan kaldırmadığı tezi­ ni müdafaa eder :

«Oh, yapayalnız, konuşmadan, gülüşmeden ya­ şamak . . . Harem, bu bir kümes, bir ahır, bir in, bir kovuk . . . Hayır bir zindan! Sabahtan akşama kadar can sıkıntısından patlıyorum.

— Pek basit! Harem yaptığımız için Sermet ta ­ biî benim kadın ziyaretçilerimi göremiyor. Beni

(7)

mek isteyen erkek dostlarım çarşaf giyip kadın kıya­ fetine giriyorlar. Beni ziyarete geliyorlar.

Mart yirmi bir . . . İşte Meliha’dan bir mektup daha; diyor k i :

«Namusunuza ait bir mesele. Siz uyuyorsunuz. Harem yaptınız. Olandan bitenden haberiniz yok. Ben yarın geleceğim. Sizi uyandıracağım. Hazırlanın. E r­ kek esvabı giyeceğim, beyaz şayaktan bir spor esvap! Elime bir kırbaç alacağım ....» (28).

Gerçekten de eski Türklerde Dedem Korkut'a Selçuklularda ve OsmanlIların ilk dönemlerinde kaç-göç ve örtünme yoktur. Eski Türklerde kadınlar top­ lumun her işine karışmakta, şölenler düzenlemekte,

erkeklerle birlikte bu şölenlere katılabilmektedirler,

örtünme ve haremin Islâm yaşayışına girmesine, Bi­ zans ve Mecusi Iran sebep olmuştur (» ).

(D (1858- 1917) Au. Comte'un kurmak istediği bilim sel sosyolojiyi tamamlayan ünlü Fransız sosyoloji bilgini. Musevi bir aileden gelir. Felsefe tahsili yapmış ve öğretmen olmuştur. 1896'da profe­ sörlüğe yükselm iş. Paris'te, bağımsız bir Eğitim Kürsüsü'ne geç­ m iştir »Sosyoloji Metodunun Kuralları, Din Hayatının İlkel Şekil­ leri» gibi ünlü eserlerinden bazıları Türkçe'ye de çevrilm iştir. (2) D ilcilere Saygı. Haz. Hikmet Dizdaroğlu. TDK. yayını, 1966. (3) Ömer Seyfettin'in «Hars, medeniyet ve temeddün» adlı yazı­

sından.

(4) Türk Dili, sayı : 7. Nisan 1952. İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun ya­ zısından.

(5) Nihat Sami Banarlı, Resim li Türk Edebiyatı Tarihi, 1946. (6) Şln asi. Şair Evlenmesi : İlk basım, 1860. Diğer basım lar 1940,

1959.

(7) Padişah Abdülmecit zamanında, 1860.

(8) H. Fethi Gözler, Mithat Paşa’nın Eğitim Çalışm aları Türk Yurdu, 253, 254. 255 _____

(9) Mehmet Özdemir, Ömer Seyfettin ve Hikâyeleri, Ankara, T. O. Dergisi, 1976.

(101 Dedem Korkud'un Kitabı, Haz. Orhan Saik Gökyay, 1973. (11) Halil Vedat Fıratlı, İzahlı Halk Şiiri Antolojisi, 1943. (12) Seyit Kemal Karaalioğlu, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, 1969. (13) Toyonizm hakkında geniş bilgi için bakınız : H. Fethi Gözler,

Büt-tün Yönleriyle Ömer Seyfettin, 1976.

(14) Ziya Gökalp, Türk Medeniyet Tarihi, I. Türk Kültür Yayın ı. 1974. (15) İlkel topluluklarda kadınlarla erkeklerin törenlerde serbest b irleş­

meleri.

(16) Ömer Seyfettin, Yüksek Ökçeler, sayfa : 5. Rafet Zalmler yayını, 1962.

(17) Ömer Seyfettin. Nezle. Yüksek Ökçeler. Rafet Zaimler yayını, sayfa : 13. 1962.

(18) Ömer Seyfettin. Gizli Mabet. Bir Temiz Havlu Uğruna, sayfa : 148, Rafet Zaimler yayım, 1962.

(19) Ömer Seyfettin. Aşk Dalgası, aynı ismi taşıyan hikâye, sayfa : 13. 14.

(20) Ziya Gökalp. Türk Medeniyet Tarihi. I. 1974. (21) y. a. g. e.

(22) y. a. g. e.

(23) Ömer Seyfettin, Horoz hikâyesi. Sayfa : 65. Yüksek Ökçeler. (24) Dede Korkut Kitabında Kadın, Türkiyat M ecmuası, sayfa : 65. (25) Ömer Seyfettin, Bahar ve Kelebekler, Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür,

sayfa : 65.

(26) Ömer Seyfettin, Gizli Mabet, Bir Temiz Havlu Uğruna, sayfa : 149, Rafet Zaimler yayını.

(27) Ömer Seyfettin, Bahar ve Kelebekler, aynı isim li hikâye. Sayfa : 5 ve devamı. Rafet Zaimler yayını.

(28) Ömer Seyfettin. İlk Düşen Ak, Harem hikâyesi, sayfa : 5 ve deva­ mı. Rafet Zaimler yayını.

(29) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları. Osman Nuri Ergin. Türkiye Maarif Tarihi.

Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Bir hukuka uygunluk nedeni olan meşru müdafaa durumunda, hukuk düzeninin verdiği izin sınırlarının aşılması, ölçülülük şartı çerçevesinde değerlendirilmekte

Melek Lampe'nin oğlu, Güler Behçet'in sevgili eşi, İstanbul Barosu Avukatlarından..

değişmeler ve gelişmelerdir. Hızlı değişmeler ve gelişmeler sonucunda BT örgütler- de neredeyse tüm işlevlerde, süreçlerde ve uygulamalarda kullanılabilir bir konuma

Hafız Zekâi’nin musiki derslerine de devam et­ tiğini duyan Mustafa İzzet Efendi, Zekâi Dede’ye birkaç İlâhi okutmadan yazı dersine başlamazmış.. Mehmed

Kalust Gülbenkyan, servetini koru­ mak için sarfettiği ateşli ve sürekli gayret yüzünden, bu serveti kullan­ mak için ne istek duvar, ne de vakit bulurdu,

Li- sanımızdaki bütün aslen Arapça, Acemce olan kelimeleri çıkarıp atmak, yerlerine manasını bilmediğimiz eski kelimeleri koymak istiyorlar davasıyla meydana

Daha sonra Ömer Seyfettin Bütün Ne- sirleri: Fıkralar, Makaleler, Mektuplar ve Çeviriler (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 2016)

Polat, Nâzım Hikmet, Ömer Seyfettin, Bütün Nesirleri, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2018. Polat, Nâzım Hikmet, Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri, Yapı Kredi