• Sonuç bulunamadı

Efsanelerle Beslenen Platonik Bir Aşk Şiiri: Monna Rosa

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Efsanelerle Beslenen Platonik Bir Aşk Şiiri: Monna Rosa"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Osman Gündüz

*

A PLATONIC LOVE POEM WHICH FED FROM LEGENDS: MONNA ROSA ABSTRACT

“Monna Rosa” poem, which was written by Sezai Karakoç in his emotional intensity of his youth years, is a mysterious and at the same time sad love story. This poem, which brought reputation to Karakoc, is also the largest opening for Karakoç poetry. However, what makes this poem interesting is its becoming of a rich consumption tool, enriched by a number of add-ons in the hands of geeks till the present day. For this reason, Monna Rosa Poem, with the stories knitted around it, is one the poems which are most talked in our literary history. Key words: Sezai Karakoç, acrostic, second new poetry, “Monna Rosa”. ÖZET

Sezai Karakoç’un ilk gençlik yıllarının duygusal yoğunluğunda yazdığı “Monna Rosa” şiiri, gizemli aynı zamanda hüzünlü bir aşk öyküsüdür. Karakoç’u üne kavuşturan bu şiir, aynı zamanda onun sanatının da en büyük açılımını oluşturur. Ancak şiiri ilginç kılan, günümüze kadar meraklılarının elinde birtakım eklen-tilerle zenginleşerek verili bir tüketim aracına dönüşmüş olmasıdır. Bu yüzden “Monna Rosa” şiiri, çevresinde örülen aşk öyküleriyle, lirik anlatımıyla edebiyat tarihimizde adından en fazla söz ettiren şiirlerin başında yer almaktadır.

Anahtar sözcükler: Sezai Karakoç, akrostiş, İkinci Yeni Şiiri, “Monna Rosa”.

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 4, Ekim 2011, s. 197-204

(2)

...

“Monna Rosa”, Karakoç’un on dokuz yaşın uçarılığında ve duygusal yoğunlu-ğunda yazdığı ünlü ve ilginç bir manzumesidir. Kendisini üne kavuşturan bu manzu-me, aynı zamanda şiir serüveninin de en büyük açılımını oluşturur. Şiiri ilginç kılan ise, manzumenin ilk bölümünde verilen “Muazzez Akkaya’m” akrostişi çevresinde örülen gizemli ve hüzünlü aşk öyküleridir. Bu yüzden şiir, edebiyat tarihimizde adın-dan en fazla söz ettiren şiirlerin başında yer almaktadır. Karakoç’un yayımlandığı yıldan yaklaşık kırk yıl sonra 1989’da İlk Şiirler adı altında kitaplaştırıncaya kadar şiire pek sahip çıkmaması, meraklılarının elinde zengin ve verili bir tüketim ara-cı olmasına yol açar. Bundan sonra gizemli sevgilinin kimliği ve şair ile ilişkileri çevresinde üretilen öyküler, şiir ortamlarının/şiir gecelerinin değişmez konusu olur. Hatta yazarının pek tanınmadığı yıllarda şiir, kendi adına bastıranlardan, daktiloyla/ teksirle/fotokopiyle çoğaltılmış korsan yayınlara kadar pek çok çalıntının ortak mal-zemesini oluşturur.

Karakoç’u yakından tanıyanlar ve kimi sınıf arkadaşları şiirin yazılış sebeplerini ya da şiirin esin kaynağını bilmelerine rağmen şaire saygılarından dolayı uzun yıl-lar bu gerçeği dillendirmekten uzak durmuşyıl-lar; şair ise gençliğinin tek yanlı aşkını olabildiğince gizlemeye ve kendinden uzaklaştırmaya çalışmış, bu konudaki suskun-luğunu hayatının sonuna kadar sürdürmüştür. Bu yüzden şiir uzun süre efsanelerin ve gizemli aşk öykülerinin içinde boğulup kalmış. Bundan sonrası, şairin aşkının karşılık bulmaması üzerine içine kapanmasından, okulun mezuniyet gecesinde şiirin akrostişinde adı anılan kişiye aşkını duyurmasından, gizemli sevgilinin daha sonra intihar etmesine kadar birbirine eklenen bir sürü öyküler yumağı. Ancak şiirin çev-resini saran bu giz, 2006 yılında M. Akkaya’nın kızı olduğunu iddia eden bir kadının bir gazeteciye annesi ile ilgili bilgi verdiği elektronik mektubuna kadar devam ede-cektir.1

Sezai Karakoç, Diriliş dergisinde yayımladığı “Hatıralar”ında şiire “modern bir Leyla ile Mecnun denemesi” adını veriyorsa da gerçekte tertemiz ve tek yanlı aşktan

1 Hürriyet gazetesi yazarlarından Ahmet Hakan Coşkun, “Monna Rosa” ile ilgili bir yazı yazdığını, o

yazıda şiirin gizemli öyküsünden ve şiire esin kaynağı olan kadından söz etmesi üzerine elektronik postayla Akkaya’nın üç çocuğundan en büyüğü olan kızı doktor Ayşegül Giray’dan mektup aldığını ifade etmiştir. Bu mektupta Giray, annesinin öğrencilik yıllarında Grace Kelly tipinde güzel, neşeli ve popüler bir genç kız olduğunu, hatta okul yıllarında masa tenisi şampiyonu olduğunu, kendisine şiir yazan Karakoç’u ise anımsamadığını, ancak mantosunun cebinde zaman zaman adını vermeyen bir şair tarafından yazılmış aşk şiirleri bulduğunu, mezuniyetten birkaç yıl sonra aynı okulun 1944 yılı mezunu Maliye Bakanlığında üst düzey görevlerde bulunan Orhan Giray ile bir aşk evliliği yaptığını, çeşitli devlet kurumlarında çalıştıktan ve kocasını 2006 yılında kaybettikten sonra ABD’nin New York kentinde kendisiyle birlikte yaşadığı bilgisini vermektedir (“Ve Mona Roza Efsanesi Tamamlandı”,

(3)

doğan bir şiirdir “Monna Rosa”. Bu hususta tüm bulgular, şiirin ilk bölümünde akros-tiş yoluyla adı verilen Muazzez Akkaya’yı işaret etmektedir.

Çevresinde oluşan efsanelerden kısmen arındırılmış şiirin öyküsü ise şöyle: Sakarya’nın Geyve ilçesinde doğan Muazzez Akkaya, Karakoç ile Mülkiye’de aynı sınıfta okuyan birisidir ve Karakoç tek yanlı da olsa ona ilgi duymaktadır. Hatta anı-larından öğrendiğimize göre aynı yıl evlenme isteğiyle ailesine mektup yazmış ama olumlu bir cevap alamamıştır.2 Karakoç, söz konusu anılarında “seçilmiş biri” olarak

nitelediği bu kadına duyduğu ilginin gerçeği yansıtmadığını, şiirin kurmaca dünyanın mantığı içinde değerlendirilebileceğini, gerçek yaşamdan alınan her şeyin değişerek ve “realiteyle ilişkisini keserek” şiirin evrenine girdiğini, seçilmiş birini ise “ideal bir âlem çerçevesinde” düşünmenin daha uygun olacağını3 söylemektedir ki bu

yar-gıyı kurmaca metnin mantığı içinde kabullenmek daha uygun olacaktır. Zira şiir, bir kurmaca metindir ve onda yazarın yaşam öyküsünün izleri olduğu kesin. Ne var ki yazarını aramak için iz sürmek, çoğu zaman, meraklısını hiç beklemediği ve içinde kaybolacağı tuzaklarla dolu labirentlere çekebilmektedir. Bu yüzden biz de şairin önerisine uygun olarak olanı yorumlamakla yetineceğiz.

Şiirin uzun yıllar yayımlanamayışının nedenlerine gelince, bir ölçüde yine Ka-rakoç’un dönemin değişen şiir zevki ile ilgili gerekçelerini kabullenmekten başka çare yok. Şöyle ki 1940 sonrası, Orhan Veli ve arkadaşlarının estirdiği serbest şiir rüzgârının etkili olduğu yıllar. Vezin, uyak, şairanelik gibi geleneksel şiire özgü tüm değerlerin ayaklar altına alındığı, alay konusu edildiği ve her şeyin madde ile açık-lanmaya çalışıldığı bir dönem. İşte “Monna Rosa” şiirimizin büyük bir değişim ve dönüşüm yaşadığı böyle bir dönemin ürünüdür. Karakoç’un nitelemesiyle “gül kav-ramını yeniden canlandırmayı hedefl eyen ve Orhan Veli’nin ‘tak takıştır sür sürüştür. Muhallebiciye gel piyasa vakti” türünden bayağılaştırılmış kadın erkek ilişkisine kar-şı isyan eden, tepki gösteren aynı zamanda aşkı yücelten çağdaş bir Leyla ile Mecnun öyküsüdür4. Şiire bu dikkatle bakıldığında yer yer geleneksel şiirin söz kalıpları ve

mazmunları da farklı ve zengin anlamlar yüklenmektedir.

Karakoç, “Monna Rosa”nın çeşitli bölümlerine serpiştirdiği geçmişe dönük bu sözcük dağarı ile bir yandan şiirine çok yönlü bir anlam zenginliği katarken, bir yan-dan okurunu yarı kapalı gizemli bir ortama sürüklemekte, bir yanyan-dan da “seçilmiş biri” ile kendisi arasındaki bağları gizleyerek izini kaybettirmeyi amaçlamaktadır.

Karakoç’un bu husustaki tavrı için pek çok neden sayılabilir. Söz gelişi şiirin gördüğü ilgi feda edilemeyecek kadar büyüktür ve gurur okşayıcıdır. Ama şairin yük-lendiği misyon ile bu çeşitten dünyevi aşklar birbiriyle

uyuşamamaktadır/örtüşme-2 Turan Karataş, Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 213. 3 Sezai Karakoç, “Hatıralar”, Diriliş, nr. 49, 23 Haziran 1989.

(4)

mektedir. Ya da sevgisine karşılık göremeyen içli, gururlu ve aşırı kırılgan biri için bu çeşitten öyküler tek yanlı bir aşkı anımsattığı ve anıları sürekli canlı tuttuğu için acıtı-cıdır. Üstelik misyonuyla uzlaştıramadığı bu güzel ve yoğun emek ürünü şiiri bir za-manlar Necip Fazıl’ın yaptığı gibi kendi şiir evreninden söküp atması da zor. Öyleyse ne yapmalı, seçilmiş biri gibi soyut ifadelerle kendinden uzaklaştırarak, Leyla-Mec-nun benzetmeleriyle genelleştirerek, gül mazmunlarıyla bezeyerek, akrostişi bozmak için ilk bölümdeki bentlerin sırasını bozarak,5 ya da Akkaya’yı anıştıran sözcükleri

değiştirerek6 şiirin esin kaynağı olan kişiyi soyutlaştırmak. Bütün bu saydıklarım biz

okurların yorumu. Şairin amaçlarıyla örtüşmeyebilir. Örtüşmesi de gerekmez. Ama ne söylenirse söylensin “Monna Rosa” adlı güzel bir aşk şiiri var ve şiir, etrafında örülen efsaneler/öyküler yumağıyla yaşamaya devam edecek.

“Monna Rosa” Çağdaş Bir ‘Leyla ve Mecnun’ Öyküsü mü?

“Monna Rosa”; “Aşk ve Çileler”, “Ölüm ve Çerçeveler”, “Pişmanlık ve Çile-ler”, “Ve Monna Rosa” başlıklı dört bölümden meydana gelen oylumlu bir şiir. Biri dışında vezin, uyak ve biçim bakımından geleneksel formlarda yazılan bu şiirlerden en fazla tanınmış olanı “Aşk ve Çileler” adını taşır ve birtakım değişiklikler geçirdik-ten sonra yakın zaman aralıklarıyla Hisar, Mülkiye, Büyük Doğu gibi üç ayrı dergide yayımlanır7. Şiirin çevresinde örülen öykü yumağına neden olan akrostiş de bu ilk

şiirdedir. I.

“Aşk ve Çileler” adını taşıyan birinci bölümde bir gencin ağzından ve onun dik-katiyle sevgilinin portresi, ya da belirgin vasıfl arı çizilmektedir. ‘Ben’in konumunu belirleyen “bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa” ile karşıt görüştekilerin ayrımına işaret edilen “Uyur aya karşı kirli çakallar” dizeleri gibi dönemin kutupluluğu içinde karşı tarafa gönderme olarak düşünülebilecek imgesel kuruluşlar dışında tüm dikkatler, sevgilinin bedenine ve bu bedenin eylem ve fonksiyonları üzerine odaklanmıştır.

5 Karakoç’un şiirlerinin toplu basımı olan Gün Doğmadan adlı kitabında (4. b. Diriliş Yay., Kasım

2004, s. 14-17) “Monna Rosa”nın ilk bölümünde akrostişi oluşturan ve “Açma pencereni, pencereni çek” diye başlayan üçüncü bendi beşinci sıraya, “Yağmurdan sonra büyürmüş başak” dizesiyle başla-yan on ikinci bent ise on birinci sıraya çekilmiştir.

6 Şiirin Büyük Doğu ve Mülkiye dergilerinde yayımlanan ilk baskısında Akkaya’nın doğduğu yeri

imle-yen ilk bendin ikinci dizesindeki “Geyve’nin gülleri…”, Hisar’daki yayımında “Malatya gülleri…” (Karataş, age., s. 213), toplu basımda ise “Gülce’nin gülleri…” şeklinde değiştirilmiştir (Gün

Doğma-dan 2004: 13, 17). Başka değişiklikler için bk. Karataş, age.)

(5)

Sevgilinin bedensel olarak öne çıkan vasfı beyazlıktır. Bununla şair, ‘ben’in aşkının safl ığını ve kirlenmemişliğini verirken bir yandan da sevgilinin bedenine gönderme yapmaktadır. Bunlar, sevgilinin bedenine bağlı uzuvları arasında öne çıkanı elleridir. Şiirde bu ellerin beyazlığı ve parmaklarının zarafeti bize adıyla çağrıştırdığı Mona Lisa portresindeki kadının ellerini anımsatır. Sevgilinin aynı tabloyla ilgi kurulabi-lecek bir başka özelliği sürekli gülümsemesidir. Şiirde beyaz yatak, ak güller, zam-baklar... beyazlığı sembolize eden sözcük ve sözcük gruplarıdır. Karakoç metaforik bir anlatımla ilk bentte geçen ‘beyaz güller’ ile ‘ben’in kirlenmemiş aşkını; günahı, kibri sembolize eden ‘siyah güller’le ise sevgiliyi karşılamaktadır. Aynı kutupluluk içinde on üçüncü bentte geçen ‘kanlı kuş tüyü’ ile karşıtlığı oluşturan ‘altın bilezik-ler’ aynı bağlamda değerlendirilebilir. Günahtan arınmayı, bereketi ve aşkı simgele-yen yağmurun “iğri iğri” toprağa düşmesi, üçüncü bendin ilk dizesinde geçen elinde ‘elma’ taşıyan sevgili imgesi aynı zamanda ‘ben’i aşka davet eden bir uyarıcı görevi üstlenmiştir. Öte yandan ‘ben’in sevgili ile arasındaki ilişkisinin biçimine, dünya gö-rüşüne yönelik zıtlıklar ise ‘zeytin ağacı’, ‘mum’, ‘ışıksız ruh’ ve bu ruhu sallayan karşıtlığın simgesi ‘rüzgâr’ imgesiyle verilir. Zeytin ağacı alçak gönüllülüğü, sevgi-nin derinliğini ve yüceliğini; mum ‘ben’in sevgisini iletmedeki çekingenliğini ve bu yoldaki ürkekliğini, rüzgâr ise sevgilinin bu konudaki kayıtsızlığını ve kıyıcılığını imlemektedir. Üçüncü bentte geçen ve ‘ben’in yakıcı aşkını sembolize eden ‘yakut yüzük’ ile beşinci bentte sevgilinin elleriyle nar çiçeğini ezmesi imgesi âşığa acı ve-ren eylemleriyle geleneksel şiirimizin alegorilerinden sevgiliyi anıştıran unsurlar ola-rak düşünülebilir.

Altıncı bentten sonra karşılıksız aşk giderek karamsar bir havaya bürünür. ‘Ben’in sevgiliye sitemi şiirin sonlarına doğru tedrici olarak ölüm ve intihar eğilim-lerini güçlendirir. Altıncı bendin üçüncü dizesi, sevgilinin eylemleri ile ilgilidir. Sev-gilinin bir bakışı ‘ben’in ölmesi için yeterlidir. Yedinci ve sekizinci bentte sevSev-gilinin baskılarından bunalan ‘ben’in intihar eğilimi yansıtılır. Bu yarı uykulu yarı uyanık görülen bir rüyayı anımsatır. Gece yarısı, saat on ikidir. Lambalar sönmüş, karan-lık bütün yoğunluğuyla çevreyi kuşatmıştır. Zihninden toplu hâlde göç eden turnalar geçer. Akşamları ölümü anımsatan beyaz ve sarı renkli incir kuşları konar bahçenin incirlerine. Kuşların masum bakışları sevgiliyi anımsatır. Öte yandan sevgilinin il-gisizliği ya da küçümseyici bakışları ölüm arzusunu güçlendirir. Sonra ölüm arzusu tüm bedenini kaplar. “Benim aşkım uymaz öyle her saza / En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.” dizeleri ölüm isteğinin uç sınırlarını yoklarken aynı zamanda Doğu’ya has coğrafyanın şekillendirdiği insan tipinin aşk ve kıskançlık ile ilgili tavrını da sez-dirmektedir. Bu kanlı aşk serüvenine son bentlerde aşkın çeşitli hâlleri ve bu yolda çekilen çileler, aşk acısı ve sevgiliye sitem eklenir. Şiir, ‘ben’in romantik hayalleriyle açıldığı gibi yine aynı hayallerin yinelenmesiyle kapanır. Şiirde geçen ve şiddeti sem-bolize eden kurşun, hançer sözcüklerini ise şairin ifadesiyle “sembolik olarak

(6)

ıstıra-bını anlatmak açısından, şiirin kahramanının kendisine yönelmiş kurşunlar”8 olarak

düşünmek sanırım daha uygun olacaktır. II.

Bir gencin ölümünün anlatıldığı “Ölüm ve Çerçeveler” adını taşıyan ikinci bö-lümden itibaren aşk duyarlılığı, yerini matem havasını veren sarı renkli dekora bıra-kır. Camlardan yayılan ışık “hafi f ve sarı”dır. Sonra bu renk giderek tüm şiire egemen olur ve çevrede görülen her şey ölümü anımsatır. Sabaha kadar aralıksız kar yağar; topraktan et ve kemik çıtırtıları, taşlara çarpan kafataslarının ürkünç sesleri duyulur: “Ölüler ki yalnız tırnakları var, / Ve yalnız burkulmuş diz kapakları…” Üçüncü bent-ten itibaren esmer gencin ölümünden sonraki yas evinin bildik seremonisine geçilir. Lambanın “hafi f sarı” aydınlığında ölen için ağıtlar yakılır. Geride kan ve silik anı-lar kalmıştır. Uğrunda ölünen sevgililerin altın saçanı-ları zamanın değirmeninde uzayıp ufalanırken, ellerini gökyüzüne açmış bir kadının ağıtları/yakarışları ölüm dekoruna karışır. Çocuklara açılmış masal mağaralarının, gün görmemiş kuşların ve örümcek-lerin, aşkını ilan eden dil balıklarının gerçeküstü dünyasını yansıtan düşsel dünya, esmer gencin dünyasından yansıtılır. Yeşil gözlü genç bir kızın hıçkırıkları, kan ve gözyaşı, kanaryaları parçalayan köpekler, mektupları kemiren boz ağaç kurtları, ha-rabelerde öten baykuşlar ve süvarisiz atları vuran kaza kurşunları, biz okurlara düş ile gerçek arasında gelgitler yaşatan bu hüzünlü tabloyu tamamlar. Öte yandan hafi f ve sarı lambanın solgun ışığında annelerin, babaların ve erkek kardeşlerin dudakla-rından savrulan hüzünlü şarkı sözleri göklere doğru sıkılan kurşun seslerine karışır. Bu bölüm, özgürlüğü simgeleyen sonsuz denizlere açılmış bir korsan gemisi hayali ve ilk bentteki rüyaları bölen/parçalayan hançer imgesiyle kapanır.

III.

“Pişmanlık ve Çileler” adını taşıyan üçüncü bölüm sevgilinin dilinden verilir. Savrukluğun egemen olduğu bu bölüm, sevgilinin ruhsal durumuna uygun olarak ser-best bir tarzda yazılmıştır. Bu bölümün serser-best olması sevgilinin dağınık duygularını ve uçarılığını sezdiren ruhsal durumu ile açıklanabilir. Şiirin açılımı bir ev dekoru ile yapılır. Muhtemelen bir köy evidir burası. Duvarda bir fotoğraf ile −esmer gencin fotoğrafı olabilir− ateşlenmeye hazır bir tüfek asılıdır. Ocakta ya da şöminede ateşin karşısında başı ellerinin arasında bir kadın. Sonra bu sahneye gencin ölümüne neden olan suçluluk duygusu içindeki sevgilinin hayali karışır. Bu gizemli sevgili, anne-sinden ilk sütü Geyve’de (Gülce’de) içmiş, göğsünü Kara Dağın sert rüzgârlarıyla

8 Sezai Karakoç, “Hatıralar”, Diriliş, nr. 49, 23 Haziran 1989; Karataş, age.; Sezai Karakoç, s. 217’den

(7)

doldurmuştur. Dışarıda delice esen rüzgârın uğultusu içinde kediler halıları parçala-makta, rüzgâr perdeleri savurmaktadır. Bu bölüme egemen olan “Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara…” dizeleri olur. Şiirde üç kez yinelenen bu dizeler aynı zamanda yaşam biçimleri, sosyal durumları ve dünya görüşleri gibi birtakım zıtlıklar-dan hareketle sevgili ile ölen gencin ilişkilerini ve konumlarını belirler. Şiirde geçen ‘Meryem’in yanağındaki tüy’, ‘azizin nefesi’, ‘Allah’ın ellerinin durduğu kalp..’ gibi sözler/söz grupları şiirde anlatılan ben’in sevgisini kutsayan klasik şiire özgü imgesel kuruluşlardır. Yine aynı şiirde geçen “Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim” dize-si ise karşılıksız aşkta sevgilinin suçluluk duygusunu vermeye yarar. Bundan sonra genç kızın suçluluk duygusu içinde yaşadığı çöküntü, dudaklarından dökülen zehirli aşk şarkılarının eşliğinde ve at sırtında ağır ağır ölüme gidişi verilir. “Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım, / Siz beni ne anlarsınız siz! / Artık ben gideceğim atım kiş-niyor; / Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor, / Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz, bir deniz; / Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam.”

IV.

Şiirin dördüncü ve son bölümü “Ve Monna Rosa” adını taşımaktadır. Hecenin 7+7 vezniyle yazılan ve şairin dilinden verilen bu bölümde gerçeküstü imgelerle yük-lü bir rüyadan uyanışın betimlemesi yapılır. Bundan önceki böyük-lümleri bir rüya hâlinin anlatılması olarak kabul edersek bu bölümde ben, artık uyanmakta ve gerçeğin acı yüzüyle karşı karşıya kalmaktadır. Daha farklı bir açıdan bakacak olursak bu kez suç-luluk duygusu içinde acı çeken sevgilinin durumu, aşkına karşılık alamayan ‘ben’in dikkatiyle değerlendirilmektedir.

Şiirin açılımı, bir düş mavisinin yani peygamber çiçeğinin aydınlığında sevgili-ye uzanan çaresiz ellerin yakarışı ile başlar. Her tarafı sevgiliyi anımsatan objelerle kuşatılmıştır. Ben’in elinden kayıp suya düşen bir çevre, saçından toprağa düşen saç telleri… Beşinci ve altıncı bentlerde geçen “Bir ekmek kadar aziz fi kirler böyle pişti: / Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun” dizeleriyle maddi aşktan sıyrılan ben’in yü-celişi başlar.9 “Aşk ve Çileler”deki kurşunun yerini gül almıştır. Ben, artık rüyasında

bir örümceğin acısını, satılmayan çiçeklerin hüznünü, av olmamak için çırpınan iri gözlü bir geyiğin çaresizliğini duyacak kadar çevresine duyarlıdır: “Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa; / Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar. / Rüyasında örüm-cek başlarsa ağlamağa, / İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.” Sürekli yağan ve “boğazına kadar çıkan” yağmurun fon olarak kullanıldığı şiirde birkaç kez yinelenen yalnızlık temel izlek olarak belirir. “Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!” dizesi, can sıkıntısını ve yaşama azabını veren bu izleğin bir tortusu olarak kalır bellekte.

9 Noel ve manolya sözcüklerinin açılımı için “Ve Monna Rosa”nın sonuna eklenen notta geçen şiirin

(8)

‘Ben’in uyanışı, gerçeği kavrayışı ve çaresiz aşktan kurtulma çabaları üçüncü bentten itibaren başlar. İlkin “taş bebek” sevgili ile ilgili anılar birer birer ortadan çekilir. Ne ki sevgilinin etkisini bellekten ve anılardan silmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bu yüzden onun yerini düş dünyasında yaratılan yeni objeler alır. Bir tren ışığından güneşe yönelmek ve ruhundan Geyve/Gülce diye bir şehir yaratmak, sonra parçalanan aşk gemisinin yelkenlerini sessizce söylenen bir türküye katarak içindeki sevgiliyi öldürmek. Yedinci ve sekizinci bentlerde, olgunlaşmış ve düşlerin karaba-sanından kurtulmuş ‘ben’in değişim süreci verilir. Ben, ilkin içindeki tavus kuşu-nun renkli ve büyülü dünyasını keşfeder; sonra bu kuşlar birer birer kaybolarak ve değişim geçirerek bir çift ak kanatlı güvercine dönüşürler. “Ve Monna Rosa”, öteki şiirlerde olduğu gibi açıldığı bentte geçen alacakaranlığı ama daha çok düş mavisini simgeleyen “peygamber çiçeğinin aydınlığında” kapanır.

Sonuç

Peşinden sürüklediği pek çok efsane ve öyküyle “Monna Rosa”, edebiyatımızın en çok tanınan ve ilgi çeken aşk şiirlerinin başında gelir. Bu şiiri bu kadar ilgi çekici kılan yukarıda andığım öykülerin gizemi kadar şiirin estetik ve şiirsel güzelliğidir. Ancak “Monna Rosa”nın bu yanı bugüne kadar öykülerin gölgesinde kaldığından layıkıyla incelenmemiştir.10 Karakoç’un ilk şiirlerinden olan “Monna Rosa”,

çevre-sinde örülen efsaneler dışında, şiirin büyük ölçüde yükünü taşıyan ve estetik değer yükleyen birtakım yineleme dizeleri/nakaratları ve aynı bentle açılıp kapanan biçim-sel yapısıyla, biçime ait titiz işçiliği ve söyleyiş rahatlığıyla, çağrışımsal bakımdan zengin ve özgün imgeleriyle, oluşturduğu yoğun ve lirik atmosferiyle, nihayet “Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi” ya da “Ellerinde kılçıklı balıkların bir düşü” ya da “Ruhumu bayrak yapıp ben teslim edeceğim / asılmış bir adamın iki eli yağmura.” gibi İkinci Yeni şiir hareketi içindeki yerini sezdiren kimi dizeleriyle kendini okuttu-ran şiir olarak sevenlerinin gönlünde yaşamaya devam edecektir.

KAYNAKLAR

[Coşkun], Ahmet Hakan; “Ve Mona Roza Efsanesi Tamamlandı”, Hürriyet, 12 Kasım 2006. Karakoç, Sezai; “Monna Rosa”, Gün Doğmadan, 4. b. Diriliş Yayınları, Kasım 2004 s. 7-38. (Tüm şiirleri).

______, “Hatıralar”, Diriliş, nr. 49, 23 Haziran 1989.

Karataş, Turan; Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998.

10 Burada Karakoç hakkında başarılı bir monografi k çalışma yapan ve söz konusu şiiri çalışmasının

Referanslar

Benzer Belgeler

In addition, intravenous injection of PMC (5 &mgr;g/g) significantly prolonged bleeding time by about 1.6-fold compared with normal saline in severed mesenteric arteries of

For the same wheel torque, the same gear ratio and the same outer rotor radius, a drivetrain with a single-stage gearbox has a higher average efficiency over the driving

Özel alan ve öğretim bilgisine sahip bu öğrencilerin Avrupa Kredi Transfer Sistemi (AKTS/ECTS) çerçevesinde, Avrupa’da eğitim alanında kişilerin ülkeler

Bütün bunlara ek olarak çok zengin bir eşan­ tiyon kibrit, sabun koleksiyonu, ufak çaplı bir oyuncak koleksi­ yonu, 500'ü aşkın plaktan olu­ şan bir

K on­ serde musikî zevkîni bı­ rakabilip edebiyat hata­ ları araştırmasını bece- rememek, belki bu be­ nim bir noksanımdır, fa­ kat işte nedense insan için

latifolius, Alnus glutinosa (L.) Gaertner subsp. minor Miller subsp. minor, Salix caucasica Andersson, Frangula alnus Miller subsp. alnus, Fraxinus angustifolia Vahl. ex Willd.)

Tanju Okan, Zerrin Arbaş, Erdo Vatan, Celal Şahin, Haldun Güıran, Nejat Uygur, Orhan Aksoy, Tunç Başaran, Hulki Sa- ner, Bülent Oran, Kadri Yurdatap, Türker Inanoğlu’nun

AraĢtırmanın amacı; resmi ve özel okul öncesi eğitim kurumlarında görevli, okul bahçe donanımı ve güvenliği düĢük, orta ve yüksek olmak üzere birbirinden farklı