CUMHURİYET
Yahya Kemal ve şiirimiz
1910 senelerinde, türkçe o radar yanlış tecrübenin ve bir çık maz yola benziyen anlayışların gadrine uğrarken gene bir adam, arkasında hiç bir ders, kendini besliyecek bir dikkat olmadan, na sıl tekbaşına sadece kendi sezişile, o kadar hatalı göreneğin içinden sıyrılarak:
Garbın bir ucunda, son
kıyıdan en gürültülü Bir m ed zamanı gökyüzü
kurşunla örtülü (...) Mısralarını söyliyebilir.
Dilin ortasında, bütün başlan gıçlarını kendisinde bulan saf bir hareket, bir nevi oluş gibi bu iki mısraın, ve benzerlerinin doğuşuna biz, Yahya Kemalin muasırları kâ fi derecede hayret edemeyiz. Onu ancak, bu şiire elli, altmış senelik bir zaman uzaklığından bakanlar anlayacaklar, bu zekâya, dil üstün deki bu dikkate neler borçlu ol duğumuzu onlar söyliyeceklerdir. Buradaki mucize, sade konuşu lan türkçeyi bulmakla kalmaz, asıl şaşırtıcı taraf, bu herkesin türkçe- sinden şiirin tâ kendisi olan ter kibi, o acayib büyüyü çıkarmak tır; dilimize o kadar yabancı oldu ğunu hergün bir kere daha tekrar ettiğimiz aruzu, vücudleıin kemik ve mafsal çatısı gibi bu dilin bün yesine en tabiî şekilde maletmekle başlayan ve (garb), (uc), (kıyı), (son)... vesaire gibi gündelik keli melerden Neptün’ün gazabını, ta- biatin med ve cezir dediğimiz o hergünlük azamet macerasım ruh hallerimizden biri yapmakla biten bütün bir keşifler silsilesidir.
Bu Homiros’a lâyık beyti söyle diği zaman Yahya Kemal Türkiye- den çok uzakta, Atlantik sahille rinde dolaşan yirmi sekiz, yirmi dokuz yaşlarında oir genedi. G ö zünü dolduran o acayib ve yıkıcı ihtişamı, kulaklarına sağır ederce sine dolan o büyük unsur gürültü sünü türkçede aramağa onu hangi mesud düşünce şevketti.
Ah bu iki mısraın doğuşunu, o - nun tesadüflerini bize anlatmış ol saydı, dilinin ucunda ve ellerinin arasında dolaştıkça değişen, ahen gi, manası, kudreti artan kelimele rin birbirini arayışlarını, dikkati nin gözü altında birbirini bekleyiş lerini, İlâhî çiftler halinde birleş melerini bize hikâye etseydi ne kadar iyi olurdu.
O zaman bu kelimeden kelimeye kabaran, genişleyen ve sanki ko nuşma cihazımızın kuvvetlerini tüketmiş gibi bitip, sonra tekrar bittiği yerden başlayan ritmin, bu uğultulu ahengin sırrını öğrenmiş olurduk.
Nasıl oldu da bu gene adam şiirin ve edebiyatın, tabiat, eşya veya kendi ruh hallerimiz
karşı-[
Yazan'
A h m ed Ham di T an pm ar
j
sında takınmak itiyadında. olduğu du ruşların hepsinden birden kurtuldu ve yaratıcı hareket ha line getirdiği düi o andaki nesnesinin ye rine koyabildi? Çün kü bu iki beyit ve devamı med dediği miz tabiat hâdisesi nin dildeki saf kar şılığıdır, Fakat bir fazlasile. Yani şiir olarak.
•— 2—
Arkasında bir Ra- cine, bir Hugo, bir Baudelaire’in eser
leri varken ve hepsini birden ka dim lâtincenin cömerd kaynakları beslerken, -dört beş milletin dilin de her sualin bir yığm aksi şada bulduğu ileriye doğru devam ha linde bir tefekkürün ortasında, re sim, heykel, musiki gibi eş nizam ların mihrakında bir Mallarme’nin, bir Valery’nin yetişmesi kadar ta biî ne vardır?
Bunu söylerken bu şairlerin san atlarını küçümsemiyorum? Ne de yaptıkları işin, yalnız kendileri tarafından ancak şahsî meziyet ve vasıflarile yapılabileceğini *nkâr ediyorum. Sadece mükemmeliyete doğru yürüyen bir ananenin içinde yetişmekle, arkasında dayanacağı bir tecrübe olmadan yetişmenin arasındaki farkı göstermek istiyo rum.
zarasında yaptığı de- değisiklik!
Picasso, ben ara mam, bulurum! di yor, Ne kadar doğ ru bir söz. Yahya Kemal aramadı. A - ramak belki de biraz kaybetmektir. O bir biri arkasınca bir y ı ğın şeyi bulan adam dır. Yeni dille ilk neşredilen manzume si Leylâ, hakikatte bütün bir anlayış mücadelesidir
-3—
Şiirde muvaffak olmanın ilk şar tı şahsî bir dil sahibi olmaktır. Şiir dile tasarruf şeklile hususiyetini kazanır. Fakat Yahya Kemalin bulduğu dil sade kendisi için de ğildir. O bizim dilimizi bulmuştur. Ondan evvel, onunla beraber bu işte çalışanlar elbette vardı. Fakat kendini kabul ettiren cdur. Bu de nmektir ki, sade dili değil şiiri de buldu.
Tevfik Fikretle Mehmed Emin Beyin çalışmalarını paylaşan bir devirde, yani türkçe iki münteha- da dolaşırken o «sokağın ve evin anahtarını» buldu.
Yabancı bir dildeki okumaları mızda bizi ilk karşılayan tehlikeli cazibeye, mana dediğimiz afete kendini kaptırmadan şiirin ve di lin kaderi üzerinde düşünmek... işte Yahya Kemalin 1910 senele rinde edebiyatımızın umumî
man-Gece Leylâyı
ayın on dördü Koyda çıplak yıkanırken gördü. Bu ve bunu takib eden katıksız beyitlerin, yontulmuş ve şekil ve rilmiş mermeri andıran sade be- lâğati o zamanın bir çok şöhretli şairlerini şaşırtmıştı. Çünkü dili kendisi olarak görmeğe alışmamış- tık.
— 5 —
Eski şiirimizin ananesinde çok güzel şeyler bulabiliriz. Hattâ öy le mısralar vardır ki bence şiirden beklenen sevin kendisidir. Fa kat mükemmeliyet ve tamamlık fikri yoktur. Eskiler bizdeki ma- nasile nazımla şiiri birbirinden a- yırmaz’ ardı. Şiirin cereyanı onların eserinden cok defa tesadüfen ge çerdi. Belki Nedim, Nefi, Baki, Nailî gibi bir kaç şair zaman za man bunu is^verek elde ettiler. Fakat anlayışları, mazmunun gizli ve girift hendesesinin peşinde do laşırdı. Onlar şekli, bir uzuvlaş- ma olarak değil, bir kab gibi alı yorlardı.
Şinasiden sonra gelenler maz mundan yavaş yavaş kurtuldular. Fakat bunun yerini mâna aldı. Ancak Yahya Kemalle hakikatte dil içinde bir uzuvlaşma olan şekle ereriz. Yani muayyen olmıyanda başlayan bir vüzuh noktası, man zume raksını tamamladıkça mu ayyen hedefi olan ve her cüz’ü ay nı fonksiyonu paylaşan canlı bir
varlık olur.
Kullandığı madde üzerinde dü şünen, zihnini onun cihazı yapan adam. Bence büyük sanatkârın ilk
Vasfı budur. Çünkü maddeyi bü tün imkânlarında yıkalamak, in sanı yakalamanın ta kendisidir.
Yahya Kemalin bu kudretine ömrümüz boyunca süren bir sihir ve füsunu borçluyuz. Sesin o bü
yük lirizmi, vuslatın herkese bir den açılan cenneti, deniz türkü sünün imkânsız uçuşu,
Yürü hür maviliğin bittiği son hadde kadar! Diye bizi kendimizi bulmağa da vet eden o geniş ufuk, hayalle ha kikatin hepimizin içindeki müca delesi, ölümü aşk gibi üstün bir kader telâkki eden Üstüizm, Üs küdar Akşamları, Boğaz Saatleri, Kanlıcanın İhtiyarları, yani türkçe- nin Roc'in’inden çıkmış o Calais burjuvaları, dilimizin içinde ve hayalimizde ömürlerinin hakikati ne dalmış olanlar, hepsini ona borçluyuz.
Yahya Kemali başka bir millet ten bir şaire benzetmek lâzımsa Poushkin’e benzetebiliriz. Onun gibi gelecek nesillerin hesabına kapılar açmış bize dilimizle mille timizin şuurunu getirmiştir. Onun gibi, türkçeyi iki şeklinde, eski ve yeni şekillerinde kullanmıştır. Bu kıyas bizi Yahya Kemalin gazelle rine kendiliğinden götürür.
Her yenilik getiren şairde eskiye bakan bir taraf vardır. Maziyi in kâr ettiğimiz an, sanat kendiliğin den durur. Kaldı ki Yahya Kemal, Fikıetin konuşma dili ile ve nesil edasile getirdiği şiir anlayışının üs tünden, eski şiirin en halis ve yaşa ması gereken tarafını, eda ve söy leyişini yeniye nakletmesini bilmiş, böylecc ilhamında barıştırdığı bir ikiliğin üstünden konuşmuştur.
Musikisile bir âlem kesilir çalkantı Ve nihayet görünür gök ve
deniz saltanatı Cinsinden beyitlerle,
Aheste çek kürekleri mehtab uyanması!}
Bir âlemi hayale dalan âb
uyanmasın Veya:
Dünya biter o yerdeki mağlûb olur hayal Temdidi ömre kudreti kalmaz
tahayyülün! Gibi beyiüerin birleştiği yer bu rasıdır.
Bütün bu şiirleri, ömrümüzün bi ebediyette açılmış bu mevsimlerin burada hep birden nasıl sayabili rim. Onlar bizim üstüste yaşadığı mız ve yaşayacağımız ruh halle ridir.
Daha iyisi ondan alınacak tel dersi bir daha tekrarlıyalım. Yahy; Kemal tekbaşına dilimizin ortasın da bir renaissance’dir. Bunu he şeyi dilde arayarak, onun üzerin eğilerek, onun nabzını kendi nabz yaparak elde etti. Bu «Şafak Sal tanatı» daha keşfoîmamış bir çol eşlerile beraber türkçenin içinde idi
Evet, Yahya Kemalin en büyü! dersi budur; şür dildir.
Son ş i i r le r i
SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır y o l; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahattan elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu i Hicranlı hayâtın ne de son matemidir bu! Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler. Bir çok gidenin herbiri memnun ki yerinden, Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.
RİNDLERİN AKŞAMI
Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey öm rüm , nasıl geçersen geç! Cihâna bir daha gelmek hayal edilse bile, Avunm ak istemeyiz öyl e bir teselliyle. Geniş kanatları boşlukta sim siyah açılan V e arkasında güneş doğ mıyan büyük kapıdan Geçince başlıyacak bitmiyen sükûnlu gece. Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince, Y a şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Y a lâle açmalıdır göğsümüzde yahut gül.
HAYÂLŞEHİR
Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangirden bak! Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak! Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan; Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan; O ilâh isteyip eğlence hayalhânesine,
Çevirir camlan birden peri kâşanesine. Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka
Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka. Mestolup içtiği altın şarabın zevkinden, Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nece yüz bin senedir şarkın ışık mimârı Böyle mâmur eder ettik çe hayâl Üsküdan, O ilâhın bütün ilhamı fakat ânidir;
Bu ateşten yaratılmış yapılar fânidir;
Kaybolur hepsi de bir an da kararmakla batı. A z sürer gerçi fakir Usküdarın saltanatı; Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına, Serviler şehri dalar kend i iç aydınlığına. Ezelî mağfiretin böyle bir ikliminde
Altının göz boyamaz kalpı kadar hâlisi de. Halkının hilkati her semtini bir cennet eden Karşı sahilde, karanlıkta kalan her tepeden, Gece, bir çok fıkarâ evlerinin lâmbaları En sahih aynadan aksettiriyor Üsküdarı.
Yahya Kemal B E Y A T L I
tmm
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi