edebiyat
alemi
Sene 1 — No: 10 PE R ŞE M BE 23 Haziran 1949 Fiyatı : 15 Kuruş
Lise imtihanlarından
Niçin randıman alamıyoruz?
Bu su alin cevab ın ı aşağ ıd a
veriyoruzs
iselerin bitirme im
tihanları sona er
miştir. Fakat neti ce; hiç te sevinç verici değildir. Ne zamandan beri tahmin edildiği gibi; verim çok düşüktür. Zira muvaffak olanların nisbeti yüz de kırkı bile bulmıyor.
Başaramıyan gençler gibi he pimizi de derin bir üzüntüye dii şüren bu durum karşısında, u- zun boylu düşünerek, sebeplen aramak zorundayız.
İşin esasına temas etmeden evvel, lise bitirme imtihanları nın uğradığı bu âkıbetin neler den tevellüt ettiğini belirtmem, bugün için daha lüzumlu ve fay dalıdır.
İmtihana girenler mi liyakat siz, tenbeldi, okutma usulümüz de mi aksaklık vardı, yoksa baş
ka âmillerin mi tesiri oldu,
bunları gözden geçirmeden ev vel, şimdi imtihanların yapılış tarzı üzerinde durmak istiyoruz. Temas ettiğimiz muhtelif lise lerin bizzat imtihan etmiş öğ
retmen ve mümeyyizleri kana atlerini şöyle belirtiyorlar.
— Çocukları muvaffakıyetsiz- liğe sürükleyen sebepler arasın da, imtihan günlerinin birbiri ni takip edecek şekilde sıkışım oluşu da vardır. Talebe 16 gün de 13 imtihana girmek zorun da bırakılmıştır. Yani, tatil gün leri istisna edilirse, talebe her gün bir imtihan vermiştir. Bu hal talebeyi çok yormuştur. İlk
günlerde tesiri görülmiyen bu
yorgunluk, ortalara doğru ken
dini açıkça hissettirmiştir. O
kadar ki, çok iyi bildiğinden e- min olduğumuz genç bile son lara doğru, yorgunluk tesiriyle meselâ 10 numara alması lâ zımken, ancak 7 - 8 alabilmiş tir.
Ancak geçecek derecede bir
numara alabilecek olan orta
seviyedekiler ise, yine bu yor gunluğun tesiriyle sınıfta kal mışlardır.
Milli Eğitim bakanlığının bu mahzuru düşünerek, imtihanla-
( Devamı 6 mcıda)
M etap sychique bir h ad ise
II
F â n û s ki m?
M. T E V F İK A R A R A D
«Varidat-ı Süleyman» münasebetiyle...
Çedikçi Süleyman Çelebinin jendisine, meselâ •
Kelâmın kelâmımla bir tek ke lâm 3 bir tek kelâm oldu gerçek ke lâm 3eka nuru Fanus dolmuş sana
Vnınçün doğar böyle yüksek.
kelâm liye seslendiği ve gayet açık ;ayet cesur olarak;
5erver-i âlem’i Cibril nasıl
cezbeledi Sîzdeki mevc-i ziya öylece Fa-
nus’a geçer lediği Fanus kimd -7
Öteden, yahut «içeri» den, da la doğrusu «Enderun-i Der un lan» yani «içerinin içerisi» n- ien bu türlü hitaplara mazhar ilan ve bir ispir t i mı ı masasını insizin bir mihrap haline geti ren Fanus, her halde bizim gibi
taşıyanlardan biri olmamalı,
tik akla gelen ve hattâ makul ilan bu olmakla beraber haki- cat, hiç olmazsa görünürde, bu ieğildir; Fanus, bizler gibi ya- jéyanlardan biridir. Yüksek bir
nemurdu; Hariciyeci olarak
nemleket dışında yıllar geçir
iliştir. Ankaradaki baloların,
mvarelerin, temsilleri nkonserle rin, resmî ve monden bütün top ;antılann mutat ve belirli sima j
lanndan biridir. Güzel adam dır, şık adamdır, zarif adamdır,
Edebiyatla derinden de -
rine başta miteik ve ti -
yatro olmak üzere diğer sanat larla da derece derece ilgilidir. Memur olarak müsteşardı, sa natkâr olarak şairdir. Hülâsa Fanus, meşhur Enis Behiçtir; hayatı, eserleri antolojilere ve mektep kitaplarına geçmiş olan Enis Behiç Koryürek.
Enis Behicin ince, zarif, çap km fantazileri olduğu gibi y i ğit, serden geçti, geniş bir taş kınlıkla taşkın yazıları da var dır. Aruzla ortaya çıktı, fakat hece ile Türk yiğitliğine âbide ler dikti; devrinin en erkek se sidir. İsmail Habip Sevük, «men sup olduğu genç zümre içinde en kuvvetli âfâki sesi Enis Be
hiç verdi» der; bugün de en
derin bir enfüsî sesi o veriyor. Enis Behicin kaderinde sız mak, sızarak bir yere girip o- rayı yavaş yavaş kaplamak yok tur; patlamak, fışkırmak, ani de ve velveleyle meydana çık mak vardır: 1913 te «Şehbal» de «Vatan mersiyesi» çıkar çık maz edebiyat âlemine -yekten
ön safa geçerek ve orada da
derhal mümtazlaşarak- girmiş ti. «Miras» müellifi, farkında ol madan farketmiş olacak ki ken
(Devamı 7 incide)
Yağma edilen kitaplar
Yerlerini buluyor!
* S. Savgın
_ on umumî harpte,
, Ç j
insanlar gibi, kitap larda menfalara sü rüldü.Almanları birer na kil vasıtası olmaktan ziyade, va sıtası olan kamyonları, Fransa- nın ne tarafı ellerine geçmişse, orada belediye, hükümet ve ü- niversite kütüphanelerinden tu tun, profesörlerin ve diğer mü nevverlerin evlerindeki kütiin- hanelerine kadar her taraftaki kitap hâzinelerine musallat ol
dular. »
Kamyonlara doldurulan kitap lar da, tıpkı yakalanan insan lar gibi meçhul semtlere götü rüldüler.
Hele Paris kütüphanelerinin
çoğu merhametsizce soyuldu.
Burada topladıkları kitapları
Almanlar evvelâ Richelieu so
kağında 10 numaralı hangara
götürüp, kömür boşaltır gibi yı ğın yığın atıp gidiyorlardı. Bu rada dağlar gibi kitaplar yığıl dı.
Mütahassıs süsü verilen Ber- linliler, bunları ayıklıyarak iç
lerinde kıymetli bulduklarım
doğruca Almanyaya gönderiyor lardı.
Paris kurtulduktan sonra, yal
nız, bu hangarda bulunan A l
manların beğenmeyip bıraktık ları kitapların sayısı dört yüz bini geçiyordu.
Fakat Almanyaya götürülen
kitaplar da, muhtelif yerlerdeki metrûk şatolara, mahzenlere dol duruldu.
Nihayet harp bitip te, kitap ların aranması zamanı gelince; Fransız heyetleri Almanyayı bu cak bucak dolaşmağa başladılar.
Bunlardan biri, tam yedi bin
kilometrelik sahayı, âdeta ka pı kapı dolaşarak taradı.
Ele geçirilenler hem karma karışık, hem de perişan bir hal de idi.
Nadide şaheserlerle, polis ro manları, okul kitapları, el yaz maları birbirine karışmıştı. Al manlar, mal bulmuş mağribi gi bi kitapları kamyonlara doldu rurlarken, hiç bir tasnife ria yet etmemiş oldukları için, bun lan ayırmakla uğraşan Fransız mütahassısları, tam üç sene ge ce gündüz çalışmağa mecbur oldular.
Ba arada, canları gibi sevdik
leri kitaplarını Alınanlara kap tırmış olan Fransızların, bu şı ğın yığın kitaplar arasında ken dilerine ait olanlarını bulmak için, gözyaşları dökerek araştır malan yürekleri sızlatacak bir manzara arzediyordu.
(Devamı 7 incide)
< ► Muhtelit tedrisat hak-J [ kında «Selim S im Tar- < t
* <► o
▲ can ın şayan-ı dikkat o babamın o sö2
' ’ fikirlerini orta sayfamız (( ¿¡a yer etmiş
< > da okuyunuz. 1
*
du. Ve bir gün Fmakam odasında babamı gör
Bu günün Edebiyatı var mıdır?
Anketi Yapan: K A N D E M İİt
K ıym etli edib im iz I.Habib S e v ü k
(Bir millet kendi dilinden
ayrılmak tenakusuna düşemez
H ak ik atin , ilmin d ediğ i e r g eç
M uzaffer o la ca k tır.) d iyo r
06
aç sene olu yor bilm em ;:: B irgün, çat kapı,
süpürge sapı
gibi, kara kuru bir kız geldi. O sırada, belki hatırlarsın, ro mancı değil öteki Reşat Nuri bir takım hikâyelerimizi Fran- sızcaya tercüme ederek kitap
halinde neşretmiş ve Parisin
Temps gazetesinde, beynelmilel münekkitlerden birinin fena hal de tenkidine uğramıştı. Bu mü nekkit tarafından hırpalanış, bir takım dedikodular uyandır mış ve böylece bir cereyan ve münakaşa başlamıştı.
İşte, bu kız da bana gelmiş, bu mesele hakkında ne düşündü ğümü öğrenmek istiyordu.
Tövbeliyim, dedim, konu şamam, ankete mankete cevap veremem.
Fakat kız lâ f dinler soyundan değil:
— Rica ederim... Kısacık bir cevap veriniz..
— Tövbeliyim dedik ya, ku zum..
İsmail Habib Sevük
— İki kelime... — Tövbeler tövbesi...
— Vallahi çıkmam buradan- Cevabınızı almadan bir yere git mem...
Hani, ahım şahım bir şey ol sa, çıkmasın, otursun, başımın üstünde yeri var amma, dedim ya.. Süpürge sapı mübarek.. Bak
(Devam ı 7 ci sayfada) T A N ID IK L A R IM :
S ü leym an N azif
Ercümend E. TALU
dini, kendisini tanı
madan işitmiştim |p
Serveti Fünunun |f||
bir nüshasında (İb
rahim Cchdi) ir.ı
zasiyle bir manzume çıkmıştı
Edebiyat-ı cedide hareketini,
kocasına taalluk eden her şey gibi, alâka ile takip eden anam mecmuayı babama göstererek;
— Kim bu İbrahim Cehdi
Bey? diye sormuştu.
Babam da bu müstear a d la yazanın Hüdavendigâr Vila yeti mektubcusu Süleyman Na zif Bey olduğunu fakat orada yan sürgün vaziyette olduğun
dan büyük babasının ismini
kullandığını üslûbunun Namık Kemal Beyin üslübüne benze diğini, netrinin de nazmından daha güzel olduğunu cevaben söylemişti.
Meşrutiyetin ilânı herkese hür riyetini İade edip de, Süleyman Nazif Beyin İstanbula gelmesi
bir emri vaki olduğu zaman
babamın o sözleri hafızam- bulunuyor- :du. Ve bir gün Maarif Nezareti
Merhum Süleyman Nazif
meğe gittiğimde, nazır masa sının öbür tarafında gayet edi bane bir tavurla oturan kara saç ve sakallı, şimşek bakışlı, henüz genç sayılacak bir zata
gözüm ilişti. Babam:
— Oğlum Ercümend.
Diyerek beni o zata tanıttık
tan sonra, bana da;
S ayfa: 7
S a y ı: 10 — 23/6/1949 E D E B İ Y A T Â L E M İ
Fânûs Kim?
i
(Baştarafı 1 incide)
dişi için «ölmeden önce ölmek» mukadderdir ve mirasını bırak
ması gerektir. Nitekim bugün,
Enis Behiç, Fanusun şaşaası ar kasında görünmez olmuştur. O, hem bir defa daha ve bambaş ka bir nûrani sima olarak ede biyat âlemine hem ruhiyat ve
tasavvuf tarihine yine kaderi
■elan olgunluk, anilik ve velvele ile giriyor.
İnsan, ibadetsiz, perhizsiz, iti kâfsız nasıl böyle (Fanus) laşa bilir? Bir salonda dansederken nasü kanatlanıp bir «Aziz pos tu» na yükselebilir? Bunları biz zat Fanus ta sessiz sessiz, gizli gizli sormuş olacak ki Çedikçi Süleyman Çelebi şöyle diyor: Kul var ki bi teallüm ü bicelıd ü
bi haber İlham-ı Hakkile bütün esrarı
keşfeder Kul var ki bi ibadet ü bi zühd ü bi dua Tâ barigâh-ı Rabb’a kadar ey ler itilâ En akıllılar, en gözü keskin olanlar bile çok defa görünüşe aldanırlar. Bir insanın dış ha yatına bakıp iç hayatını, hele
en mahrem, -kendisinin bile ha herdar olmadığı en iç- yaşayı şını anlamak imkânsızdır. Enis
Behiçte bu muazzam istihale
n a sıl başladı, ne gibi tesirlerle, ne yollarla bugünkü hale gel di? Bunları da gün olur tafsi lâ tı ile öğrenmemiz mümkün olur. Ben, şimdilik ancak belli başlı birkaç noktayı gelişi güzel kaydedeceğim:
A — Fanus, mümindir fakat «beş vakit namazında» değildir, n e muntazam ve devamlı dinî amelde ne dinî araştırmada ne he dini tefekkürde bulunmuştur. Yalnız kendisinin bir zaman ran metli Mehmet Ali Ayni ile ta savvuf etrafında uzun uzun mektuplaştığını, ara sıra görüş tüğünü bir de Üsküdardaki Na- suhi dergâhına adını veren za tın torunlarından olduğunu Di liyoruz. Fanusun yıllarca evve le ait dikkate lâyık rüyaları da
vardır; işte onlardan ikisi: 1 — Kendi cenaze alayını sey redişi,
2 — Kafiyen ezberlemediği
bir sureyi rüyada okuması ve
uyanınca tekrar etmiş bulunma
sı.
B — Fanus, son yıllarda, iş sizlik ve rahatsızlıklar yüzün den, ömrünün belki en sıkıntılı devresini yaşamıştır; bu devre
nin başlangıcındaki altüst ol
malar, hayatının ve şahsiyeti nin kabuğunu çatlatmış ve tâ içinden bu acaip ve göz kamaş tırıcı ışıkların fışkırmasına ve sile vermiştir.
B u öm r-i muvakkat ki rüya sana N e gam gelse âlâm -ı dünya sana G eçer taşradan darbe-i ıstırab Doğarken sunuhat-ı ulya sana
Bugünün Edebiyatı var mıdır?
Sen ey nüsha-i m utena-yi kemal Kelâm ından akseylesün
Zülce-mal Sözün Hüsn ü Aşk’ın mezami rdir N e vehm ü füsundur ne şi’r ü hayal
C — Fanus, dışı ile değil içi ile şairdir. Daima «güzel» i ara yan, «güzel» de titreyen, «gü zel» de eriyen bir ruhtu. Öylej sıcak, öyle güzellik ve sevgi do lu bir yüreği var ki bu yürek; onu sık sık kendinden çıkarır, hag> a «bir şey», başka «bir kim]
se» kılar; ona türlü h a lt la r yaşatırdı. Güzel eserlerini rçu sa yede verdi ve böylece «keı i n den çıkıp başka hayatlar jSa^a- ma» ya tabiatiyle idman etki:
Her sahici sanatkâr, esasta, böyledir ve her sahici sanatkâr -yalnız o kadarla da kalsa- rı veli» sayılır; zirar gerçek
nat hayatı, «Allah yolu» nda
•haberli habersiz- bir çıraklık tan başka ve fazla bir şey de ğildir. «Allah yolcusu», mistik ise ustadır; o, sesleri aşmış, kay naklarma «sükût» a, hareketle ri şekilleri geçmiş- kaynakları na «sükûn» a varmış yani Ce mal ve Kemal’e ermiştir.
Sanatkâr, bu duyu âleminin
görünürü ardındaki «görün
mez» i az çok farkedip -sözler, sesler, renkler şekillerle- az çok duyurmaya uğraşır; mistik, «ğö rünmez» i bulur ve onda saade te boğulur.
Sanatkâr, zaman zaman, an an ve bir dereceye kadar şah siyeti zindanından kurtulur ve hürriyet içinde başka hayatlar yaratır; halbuki mistik, «tuval
ressama, mermet heykeltıraşa
nasıl teslim olursa» öyle ve o kadar b'enliksiz kalarak hayat lar üstüne çıkar, hayatların kay nağına karışır.
Ne mutlu Fanusa ki âdeta hiç bir ceht sarf etmeden sırf Alla hın inayeti ile sanatın sınırla rını aşmış ve Yunus gibi Mev-
lânâ gibi «Velilik» göklerine
ağmiya başlamıştır.
D. — Fanus, ispirtizma ile ne meşgul olmuş ne ilgilenmiştir.
Süleyman Çelebinin daha ilk
andan itibaren ciddî, dini, ta savvur! olarak başlıyan nâzım lan, Fanusu da bazı arkadaş larını da gittikçe hayatlarını ve gönüllerini durulaştırmaya sevk ettiği gibi bu ispirtizma toplan tılarının havasını 'da değiştir
miştir. Hemen medyum, «F a
nus», ispirtizmacılar « yaran-ı Hak» ve bu toplantı «bezm-i âli» olduktan başka bir müddet son ra harflerin, fincanın, masanın da hep beraber ortadan kalk ması için Çedikçi Süleyman Çe lebi, (Fanus) una «kelâma gel»
diye seslenmeye ve,'
Yoktur bu hurufa ihtiyacın Kalbinde uyanmadan siracm Sen söylemek istedin mi söyle Çırpınma tereddüdünle böyle
demiye başlamış, kelâma gel
mek için ne yapılması gerekiyor sa onları da birer birer tarif et mistir. Nitekim dedikleri yapı
larak Fanus kelâma gelmiş;
bambaşka ve çok mehip bir
sesle ve titreme, terleme ve ağ
lamalar ortasında ilk olarak
«kelâm» nâzmını söylemiştir.
Böylece ispirtizma masasında ve fincan vasıtasiyle gözlerimi
ze gelen sözler, bundan sonra
Fanus ağzından kulağımıza gel meye başlamış ve «Bezm-i âli» ispirtizma havasından tamamiy le sıyrılmıştır.
Gelecek yazımda benim şa hidi olduğum ilk «Bezm-i âli» yi nakledeceğim; bu, (Fincan) lı devrenin sonlarına doğrudur. Bu yazımı da, o ilk devrenin en
aydınlatıcı parçalarından biri
olan 10 şubat 1947 tarihinde «gelen» le bitiriyorum:
Sen seni bilmedikçe ey Fanus Tatlı rüyaların olur kâbus Geldi on dört yıl önce tebşirat Ol gece afvolundu taksirat Okudun bir dem -i tecellâda
(Baştarafı 1 incide)
tim ki hakikaten belâ olacak: — Görmedim o kitabı., dedim. — İşte!., diye uzattı.
— Canım, kitabı görmekten ne çıkar?.. Okumadım ki...
— Siz hepsini biliyorsunuz za ten..
— Ne bileyim ben...
— Siz söyleyiniz, bu yanlış denen kelimeler hakkındaki fin rinizi söyleyiniz, siz hangilerini tercih edersiniz?
— Böyle anket olmaz, dedim, siz bunları gidin fikri olup La
kitabı olmıyan, yahut fikrini
belirtecek gazetesi olmıyanlara sorun...
Bir hafta kadar sonra bir ar kadaş yolumu kesti:
— Yahu sen neler söylemişsin Diye, bu kızın uydurduklarını anlattı. Meğer ben,
Onlar istedikleri kadar müna kaşa etsinler, ne halt ederlerse etsinler, ben yazacağımı yaza
rım..) falan, filan diye atıp
tutmuşum., da haberim yok
muş.. İşte o günden beri tekrar hem de nasıl, ankete mankete tövbeliyim... Şimdi söyle baka lım, kahven şekerli mi olsun?
— Yani oturur oturmaz, kalk git kahvesi mi?
— Yok canım, ne münasebet.. Hem bak, bir akıl öğreteyim sa na, on beş cilt kitabım var, hep si de aşağı yukarı soracağın şey lerin cevaplarile doludur. H a berim olmadan, onlardan kosko ca bir röportaj çıkarabilirsin.
— Bir fikrim var. dedim, kah veler gelinceye kadar çıkıp, şu radan bir horoz alıp geleyim..
— Ne olacak o?..
— Tövbenin kefareti... kesi- veririz olur biter...
— Deve kessen nafile... Bez dim bu işten artık... Evet veya hayır diyenlerin çoğu gayri me sul insanlardır. Ben öyle deği lim..
— Öyle olsaydınız sormazdım ki... Hem, bir süpürge sapı, ka ra kuru kıza sinirlenip, âlemi
sohbetinizden mahrum etmek
neden?
Ağızlığına yarım sigaralardan birini yerleştirerek, yüzüme, o her zamanki sıcak, samimî ba- kışiyle gülümsiyor;
— Peki, neydi sualin... Bugün bir Türk edebiyatı var mı, öyle mi? Bunun cevabı gayet kısa dır:
Edebiyatm dünü yoksa bugü nü de yoktur. Aktüel ne edebi yattır, ne tarihtir. .Onun için,
bütün medenî memleketlerde,
tarih kitaplarında aktüel, son
yirmi, yirmi beş yıla kadardır.. Zaman geçip te kıymetleri te bellür etmiyenler, edip olmadan
mektep kitaplarına giremezler
Hayatta olanlar arasında, sek senini aşmış Anatol Frans gi bileri tabiî müstesnadır. Onlar
Sure-i İnşirah’ı m anada Onu ezberleten sana ben idim Tekye-i kalbin içre neyzen idim Kurtulunca o anda ye’sinden N ur nuş ettin aşk ke’sinden Kendini anla artık ey Fanus Kılm a rüyanı kendine kâbus Esiyor sende bir nesim-i Hûda Diz çöküp deyn-i hamdi eyle eda Şimdi de işte böyle ikramım Akıyor parm ağından ilhamım Var mı artık devama bir hacet En büyük hüccet, en büyük hüccet» M. Tevfik ARARAD
zaten tarihini yapmış olanlar dır. Bizde dünküler ve evvelki ler, dil cezri olarak değiştiği için, anlaşılmaz hale gelmekte dir. Divan şiiri ve nesri sun’i- dir. Tanzimatçılar o nesli attı lar. Şiire yeniyi getirmekle bera ber eskiyi bırakmadılar. Tanzi mat şairlerinin şiirde iki dille ri vardı. Serveti Fünun büsbü tün şarkı bırakıp garbı getirdi. Fakat dilleri yine sun’î kaldı
Canlı Türkçe değildi. Bugün
canlı dili belirtmeğe mecburuz. — Evet, dil bahsine geldik..
— Dil davası hakkında 19
makale yazdım. Bir de mukad deme, oldu yirmi yazı... Bunla rı kitap halinde neşredeceğim. Böylece dil davasını bütün ob jektif şekliyle göstermiş olaca ğım.
Dil, bütün bir milletin; na tıka halinde, ezelden ebede a-
kan kendisidir. Bu bakımdan
dil davası diye bir şey yoktur. Dil ile dava olmaz. Dile karşı ‘ cephe alanı, dil çarpar geçer. ¡Esasen şimdi de anadan baba- ıdan duyduğumuz gibi konuşu- lyoruz. Karışan yok.
— Fakat, diyorum, uydurma dil...
— Nasıl divan nesriyle konu şulamazsa, bu uydurma dille de konuşulamaz. Amma, kanuna zorluyorlar, kanuna soktular, i s tılâh yoluyle mekteplere koydu lar.
Eskiden Mecelle, canlı dilde değildi. Şimdi de halkın anlama dığı kelimeleri kanunlara yer
leştirdiler. Halk bunları anlı-
yamaz hale geldi. Mektep ise,
medeniyet âleminde klâsiktir..
Yani oraya katileşmiş bilgiler
girer. Oraya (acaba) girmez.
Mektebe acaba) yı koymak, mek tebi tecrübe tahtasına çevirmeli olur. İşte bütün felâket te bur lardan geliyor.
— Bu felâketi önlemenin ça resi?
— Yanlış hesap Bağdattaıı
döner. Her zararlı şey gibi ba da duracaktır. Durması lâzım dır. İlmin, hakikatin dediği, er geç muzaffer olacaktır.
Başka türlü olmasma imkân yoktur. Her dil, o milletin yoğu rulmuş bir psikolojisidir, derler. Demokrasi demek te, milletin kendi iradesi demek değil mi dir? Yani bir millet kendi dilin den ayrılmak gibi bir tenakusa düşemez.
Şimdiye kadar yapılanları,
devlet yaptı. Bundan sonrasını millet yapacaktır. Demokrasiye bağlılığımızda samimî isek, bu böyle olur, değilsek, zaten, ey- vahlar eyvahı...»
Artık benim bir şey sormama hacet kalmadı, üstat, derdi de şilmiş bir insan halinde, anlat makta devam ediyor:
— Hiç şüphe yok ki, milletin kendi iradesi hâkim olacaktır. Zaten bizim dil davamız nedir? Canlı dil; nasıl asırlar boyu, medrese kültürünü dinlemedi ve bunların galat dediklerini ken dine mal edip kullandı ise, bu canlı dil; nasıl sağdan gelen ya bancı dili reddettiyse, soldan gelen uydurma Türkçeyi de ka bul etmez, atar. Onun içindir
ki; Türkçenin bin yüdır akıp
gelen varlığı, o bin yıl içinde A- rap Acem kökünden olmakla be
raber kendine mal ettiklerini
benimseyerek, ve o bin yılın
ötesinde kalanlarını kabul
et-Yağama edilen
kitaplar
Berthe teyze ismindeki bir
ihtiyar kadın, yıllardan bçri
ciltleterek torunlarına hediye
edip durmuş olduğu kıymetli ki taplaA meydana çıkarmak için, yangım yerinde sevgililerinin nâ aşlarını' arayan felâketzedeler gibi a yla ca iki büklüm ter dök tü.
Her bulduğu kitabı yüzüne gözüne sürerek öpüyordu. Kitao merakının, kitap sevgisinin ne olduğunu anlamak için bu ka dının halini görmek biıe kâfiy di.
Şimdi avukatlardan, mühen
dislerden, doktorlardan müte
şekkil heyetler, kendi meslek - daşlarına ait kitapları meyda
na çıkarıp, sahiplerine teslim
edilmek üzere, tasnifle meşgul dürler. .
Yirminci asır medeniyeti bu feci sahneye şahit olmamalıydı. Fakat yazık ki oldu... Bari, bun dan sonraki nesillere ibret ol sa...
e ^ W V W V ^ W V V V V V V V V \ V ^
miyerek ve bu haliyle gittikçe ¿aha sadeleşe sadeleşe akıyor, tekevvününü yapıyor. Artık bu nun önüne durulamaz.
Kültür lisanına gelince; o,
canlı dil değildir. Canlı dilin zirvesidir. Onun ıstılâhları, zir veye tırmanmıyacak olanlar için lâzım değildir.
— Davayı kökünden hallet mek için bir akademiye ihtiyaç var mı?
— Dil kurumu hayli hayırlı iş te gördü. Sözlemeler, Kâşgir-
li Mahmudun ve Meşahir'uı
eserleri, şarkta, garpta, Cin
de, her yerde Türkler
için ne yapılmışsa, hepsini top ladı.
Bu sahada öyle hizmetleri
vardır ki, onları başarmak, bun dan sonrası için de, kendilerine de yeter, evlâtlarına da yeter.
Mektep dili, daha doğrusu ıs- tılâhlar ve kanunlardaki keli meler, yani kültür dili haline getirilen bugünkü dil ise büyük
kültür adamlarının bir araya
toplanmasından vücut bulacaK bir akademinin halledeceği bir davadır.
İkimiz de geniş birer- nefes aldık.
Belki otuz yıllık bir dostluğun hatırını sayarak, bir defaya mahsus olmak için bile olsa, tövbesini bozan üstada, bin te şekkür borçluyum..
K A L D I
Burada gezen yok artık Kendi gitti izi kaldı Ayrılması acı oldu Yüreğimde sızı kaldı Çok belâ aldım dilimden Uçurdum şimdi elimden B ana giden sevgilimden B ir satırcık yazı kaldı D ağlar küme küme kardır Yarsız dünya bana dardır Birleşmek bir gumandır Kışı gitti yazı kaldı Onsuz dünya gözüme bet Kavuşuruz bir gim elbet ,Aşık Noyan hele sabret
«Çoğu gitti azı kaldı» M ustafa Noyan A K S U
Taha Toros Arşivi