• Sonuç bulunamadı

Yaşar Kemal'in Yörük kilimlerindeki nakışlar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yaşar Kemal'in Yörük kilimlerindeki nakışlar"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

□ Yasemin Yazıcı, Müge Iplikçi’nin

öykülerini değerlendirdi... ....3. sayfada

□A hm et Günbaş, Balıkçı’nın “ İmbat

Serinliği” ni değerlendirdi...

ı o . sayfada

□ Pelin Özer, Birhan Keskin’le

“Yeryüzü Halleri”ni konuştu....

12

. sayfada

□ Johannes Zeilinger, Alman Yazar

Kari May’ın “Şark Çemberi” dizisini

değerlendiriyor... ...

14. sayfada

Cumhuriyet

o

__ ___

K İ T A P

İnsanın bitmez tüken

Yaşar

Kemal

Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi” ana

başlığını taşıyan dörtlemesinin ikinci

kitabı “Karıncanın Su İçtiği” yayımlanır

yayımlanmaz olay roman haline geldi. İlk

kitap “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”

gibi yüksek bir satış sayısma da ulaşan

romanla ilgili sorulanımızı yanıtladı

Yaşar Kemal.

ALPAY KABACALI

- Kanncanın Su İçtiği', “B ir Ada H ikayesi" gen el başlı­ ğını taşıyan dörtlünün ikin ci kitabı. G erçekten, romanın başlıca kişilerinden biri d e ada... Ama daha p ek çok kişi var bu romanda. Oraya geleceğiz. Bir de, arka planda Bi­ rinci Dünya Savaşı var. Zaman zaman ön plana çıkıyor. İsterseniz bu savaştan başlayalım .

- Savaşlar birer soykırımdır. Bu, yalnız Birinci, İkin­ ci Dünya Savaşları için geçerli değil. “Üçüncü Dünya Savaşı”nda da böyleydi. “Soğuk Savaş” denen Üçüncü Dünya Savaşı da insanları ikiye, üçe, dörde ayırdı. Bit­ miş de değil. Bir yerde bitiyor, başka bir yerde başlıyor. Silah üreticileri devleder, ülkeler üzerinde çok etkili. Canlarını koymuşlar silah üretimine. Herhalde çok ka­ zanıyorlar. Bu gidişle savaşlar hiç durmayacak. Dünya­ daki sivil kuruluşlar bunun önüne geçebilir. Sivil kuru­ luşlar gittikçe güçleniyor ama, yeterli değil. Dünya sa­ vaşlarını Avrupalılar çıkardı. Daha önce dünya savaş­ ları yoktu. Makedonya’dan kalkıp Hindistan’a giden bir Büyük İskender var ama, bu dünya savaşı değil. Roma İmparatorluğu dünyanın bir kısmını istila etmiş, Os- manlı İmparatorluğu dünyanın büyük bir bölümünü ele geçirmiş ama, bunlar da dünya savaşı değil. Soğuk Sa­ vaş sürerken bile kanlı Vietnam Savaşları oldu. Nâzım H ikm etin Rusya’da yayımlanmayan “Neyi Bildirir Sa­ yılar” şiiri var. Diyor ki: “62 yılında iki avcı uçağmı sof­ raya koysak / çevirsek ete ekmeğe şaraba salataya / 40 milyon adam doyasıya yer içer”. Savaş karşıtı pek çok insan var dünyada. Savaşlar gene de sürüyor. Ben asıl bozukluğu eğitim sisteminde görüyorum.

- Savaşın sonucu olup olm adığı tartışılacak bir sorun daha var rom anda ön e çıkan : M übadele. İnsanlar yerle­ rinden yurtlarından, ülkelerinden edilip sürgüne gönde­ riliyorlar, bir daha dönm em ek üzere...

- Bu romana çalışırken mübadeleyi inceledim. İki milyon insanın yerinden yurdundan edilmesi... Bunu yazmaya kalktım. H iç de kolay değildi. En zor yazdı­ ğım kitap bu oldu. Konusunu 1973’te Abidin D ino’ya anlatmıştım. Abidin Bey, “Bunun altından zor kalkılır Yaşar” dedi, “çalıştın mı, inceledin m i?” Nereden gel­ miş bu değiş tokuş (“m übadele”yi ancak böyle çevire­ biliriz) fikri? Temellerini öğrendim. Bu romanla ilişki­ sini nasıl kuracağım, yazmadan önce onu da saptadım.

Bir romancmın en büyük çabası, koşullar içindeki, du­ rumlar içindeki insanı anlatmaktır. Durumlar içerisin­ de psikolojisinin nasıl değiştiğini... Bizim bütün soru­ numuz, insan psikolojisinde yeni ufuklara varmaktır. İnsan davranışları sonsuz. Örneğin savaşa girmeden önce korkuyor. Korku, çatışmaya, sıcak savaşa girince kalmıyor. Çocukluğumda, Çanakkale Savaşı’na girmiş bir Başçavuş İsmail Ağa vardı. Durmadan anlatırdı. Büyükler artık bıkmıştı. Biz çocuklar dizinin dibine oturur, dinlerdik. Dünyanın en iyi masalcısı gibi anla­ tırdı Çanakkale Savaşları’nı. Herkes savaşı anlatırdı. Avşarfardan on beş, on altı yaşında çocuklar askere git­ mişler. O nlar için “Vay anam kurasının ağıdı” diyebir ağıt yakılmış. Bir de Avşarların Sarıkamış kilimi vardı. Boynu bükük bir insan... H iç böyle şey yoktur Avşar kilimlerinde. “Vay anam kurasının kilimi” de deniyor­ du.

Birinci Dünya Savaşı, Karıncanın Su İçtiği’ni okur­ ken de duyumsandığı gibi, yalnızca bir cepheler sava­ şı değil. Osmanlı Devleti’nin savaşa girişiyle felaketler

başlıyor; savaş alanı dışında kalan bölgelerde de büyük kırımlar, acılar yaşanıyor.

îtihat ve Terâkki her şeye hâkim. Bir Bahattin Şakir var, korkunç... Enver Paşa zavallı, İttihatçıların silah­ şoru Yakup Cemil’den de fazla kan içici bir adam. Kül­ türsüz. Her şey onun elinde. Enver Paşa olmasa Osman- h bu savaşa girmeyebilirdi, deniliyor. Mustafa Kemal Paşa, kumandayı elinde bulunduran bu yozlaşmış adamlardan çok çekiyor. Kurtuluş Savaşı sırasmda da karşısına çıkıyorlar.

- B inlerce askerin donup öldüğü Sarıkam ış (b elk i “sa­ vaşı” dem em ek, “fe la k e ti” dem ek gerekir) da ön em li yer tutuyor bu romanda. Benim okuduğum üçüncü ciltte, Tanyeri H orozları’nda da çarpıcı şeyler anlatıyorsunuz.

- Sarıkamış’ta olup bitenler beni çok ilgilendirdi. Çok okudum. Belki de delirmiş bir insanın başının altından çıkan bir durumdu. Haşan izzet Paşa var Doğu cephe­ sindeki ordunun başmda, sanıyorum o devirde korge­ neral. Irak’tan ayağı yalın, başı kabak, yazlık elbiseli pe­ rişan bir kolordu geliyor buraya. Erzurum’da lojistik

(2)

r

O K U R L A R A

Yaşar Kem al usta, dört

kitaptan oluşacak “Bir

Ada Hikâyesi” ana

başlığını taşıyan

kitaplarının İkincisini

yayımladı: “Karıncanın

Su İçtiği". İlk kitap

“Fırat Suyu Kan Akıyor

Baksana” ile başlayan

roman dizisi savaşlar ve

yıkımlarla yerlerinden

yurtlarından ayrılmak

zorunda kalan

insanların, yaşadıkları

inanılmaz acıların

üstüne yeni bir yaşam

kurmalarının destansı

öyküsünü, bir ada

çevresinde aktaracak

bizlere.

“Karıncanın Su İçtiği”

ise insanoğlunun en

umutsuz anlarında bile

umudu ve yaşama

sevincini yeniden

yaratabilme yeteneğinin

benzersiz, yeni bir dille

anlatımı.

Bu ara tüm yayın

organlarında Yaşar

Kem al’le röportajlar ya

da haberler

yayımlanıyor.

Sayfalarımızda yer alan

söyleşi ise roman henüz

çıkmadan

gerçekleştirilmişti. Yaşar

Kemal, hep yaptığı gibi

sorularımızı yazılı

olarak yanıtlamamış,

doğrudan doğruya ses

kayıt cihazına

söylemişti.

Sayfalarımızda yer alan

Yaşar Kem al’le ilgili

diğer yazılar ise önceki

yularda yayımlanmış

yazılardan bir seçme.

Genellikle Yaşar

Kem al’in romancılığı

üzerinde duran yazılar

hâlâ güncelliklerini

koruyorlar.

Yaşar Kem al’in, “Bir

Ada Hikâyesi”ni bir an

önce tamamlaması en

büyük dileğimiz, çünkü

ilk iki kitap müthiş bir

okuma isteği

uyandırıyor içimizde.

Bol kitaplı günler!..

T U R H A N G Ü N A Y

K İX % P

imtiyaz Sahibi: çağ Pazarlama

Cazete Dergi Kitap Basım ve

Yayın AŞ yi temsilen

Cumhuriyet Vakfı adına Ilhan

Selçuk o Yayın Danışmanı:

Turhan Cünay

o

Sorumlu Mü­

dür: Fikret ilkiz

o

Görsel Yö­

netmen: Dilek Akıskalıo Bas­

kı: Sabah Yayıncılık A$

o

idare

Merkezi: Türkocağı Cad. No-

39-41 Cağaloğlu, 34 334 İstan­

bul Tel: (212) 512 05 05 O Rek­

lam: Publi Media

M üge îplikçi depremde sevdiklerim yitiren kadınların öykülerini getiriyor önümüze

Yıkık Kentli Kadınların Hikâyesi

Müge îplikçi, kadın sorunsalına

hep duyarlı olan bir

öykücümüz. Bu kez 17 Ağustos

depremi sonrasında,

hayatlarının anlamı olan

sevdiklerini apansız kaybeden

kadınların öykülerini derleyip

güncel hayatımıza bırakıverdi.

YASEMİN YAZICI

Kentler barındırdığı insanların ruhunu ta­ şıyorsa yıkık kentin ruhunu nasıl taşıyabil­ mektedir insanlar. Üstelik bu ruhlar evinin sahipleri kadınlarsa, yok olan ve artık hayal- siz kalan evleri sonrasmda, acılarını nasıl omuzlayıp taşımaktadırlar?

Müge îplikçi, kadm sorunsalına hep du­ yarlı olan bir öykücümüz. Bu kez 17 Ağus­ tos depremi sonrasmda, hayatlarının anla­ mı olan sevdiklerini apansız kaybeden ka­ dınların öykülerini derleyip güncel hayatı­ mıza bırakıverdi.

Bir gün yaşam nedenlerinizi yitirirseniz geriye kalan boşlukta neler yapabilirsiniz?

Çoğumuz böyle bir düşünceyi aklımızdan bile geçirmek istemez ama, o kaygı her şe­ ye karşın hep içimiz sıra bizimle yaşar.

(“ 1 Mayıs 2000 tarihinde anılarla dolu evimi, bir zamanlar çocuklarımla yaşadı­ ğım o evi terk etmek zorunda kaldım. Evi­ mizi satın alan yeni ev sahipleri bu tarihte boşaltmamı istemişlerdi benden. Yeni bir hayata doğru ilk adımdı bu. Evden ayrılır­ ken çok acı çektim. Asıl acım çocuklarımın olmayışıydı. Herkes normal hayatına dön­ müş, çevremde kala kala bir tek kızımın İn­ gilizce öğretmeni Cemile öğretmen kalmış­ tı. Bugün hayatta kalışımı ona borçluyum. Ölümlerden o çekip aldı beni. İntihardan o kurtardı. Aylarca evde tek başıma ilaçlar­ la yaşadım. 55 kilodan 42 kiloya düştüm. Sürekli ağlıyordum. Kabullenememiştim. En önemlisi çocuklarımın resmine hâlâ bir kere bile bakamamıştım. Yeni taşındığım evde çocuklar için bir oda ayırmış, ranzala­ rını koymuştum. Oyuncakları yatağın üze­ rinde onları bekliyordu. Ayşegül’leri, yap-bozları, arabaları... Küçük kızım, İbrahim Erkal’ın ‘Ayrılır mı et tırnaktan’ şarkısı çık­ tığı zaman ‘Anne bu bizim şarkımız, et tır­ naktan ayrılmaz değil m i?’ diye sorardı. ‘Hayır kızım ayrılmaz’ derdim. Ama bugün hiçbiri yoktu. Bundan acı hiçbir şey yoktu. Acı buydu.”)

Kitaptaki kadınların ortak acıları evlat acı­

sı: Zaten daha ötesi de yok sanırım.

(Gecenin bir vakti çocuklarımı tuvalete kaldırmak için uyandım. O arada asıl dep­ remden önce ufak sarsıntılar olmuş. Belki de ona uyandım, farkında değilim. Canım o sıra su içmek istedi, ama koridorun kapı­ sı kilitli olduğu için üşendim. Normalde hep bir bardak su alırım yanıma, ama o gün almamıştım. Sonra ne gereği var dedim, sa­ bah olur içerim. Tam yatağıma yatmıştım şöyle geçti içimden: Çocuklarımı bir öpe­ yim. Karşılıklı yatıyorpz. Onlar iki divan­ da, biz iki divanda. Öpeyim dedim işte. Sonra dedim ki, “E ee kaçmıyor ki yarın öperim, uyanmasınlar.” )

Kitabı okuyacağımı söyleyince bir arkada­ şım “iyi bir zamanda oku...çok hüzünlü” diye uyardı. Bilmiyorum artık hüzünlenme­ mek için iyi zaman bulmak olası mı? Haya­ tın tuhaf rasdanularında bir sürü aksilik üst üste geliyor, bazen az da olsa birkaç sevinç­ li haber Bir arada kutlanıyor. Belki de en ge­ çerlisi, duyarlıklarımızla baş edebilmeyi öğ­ renmek; bu hayatta.

17 Ağustos depreminin kötü anıları hepi­

mizin içinde bir korku tetikçisi olarak hâlâ ya­ şıyor. Ve hâlâ arada sı­ rada sallanıyoruz...üs­ telik, büyük bir depre­ min beklentisi içinde­ yiz, ancak yaşam sürü­ yor. Görünmez zincir­ lerimizle debelenip duruyoruz güncelin ritminde...

Onlar da günlük yaşama döndüler. Ama o günlerin acısını dindirebilmiş midir bu gün- lük yaşam?

(intihara gelince... Dini inançlarım inti­ har etmemi engelliyor.

Rüyalarım... Bazen konuşuyorum çocuk­ larımla, bazen öpüyorum bazen sadece gö­ rüyorum. Hastanedeyken beyimi rüyamda gördüm. “Ben iyiyim, bir kuduz aşısı yapıl­ dığı kadar canım yandı Gülay” diyordu. O rüya beni biraz rahadattı. Mezarlarına git­ tiğimde seslerini duyacak gibi oluyorum. Mezarlarını yaptırmadan önce sanki elleri­ ni bana uzatacaklarmış gibi geliyordu. (...) Doktor hanım bana “Eşinin, çocuklarının en sevdiği yemekleri yapmalısın” diyor. “Uzülmemen gerek, sen ölseydin onların

f

ıerişan olmasını ister miydin?” diyor. Bun­ ar bana biraz kuvvet veriyor. Ehliyet alıyo­ rum şimdi. Bilgisayar öğreneceğim. Yani onlar beni dimdik görmek isterlerdi.)

işte yaşamın anahtar sözcükleri, doktor hanımın söylediklerinde. G erçekten hepi­ miz sevdiklerimizin arkasından ölüp gitmek isteriz. Oysa kendi ölümümüz söz konusu ol­ duğunda hiçbirimiz sevdiğimizin ardımız sı­ ra ölmesini dileyemeyiz. Yaşama güdüsü de herhalde gücünü bundan alıyor. Acılar ne denli büyük olursa olsun, yine de biraz kü­ çük sevinçlerle de olsa, direnmektir yaşa­ mak.

(Geride kaldı. Şu an dine ve dini kitapla­ ra meyil etmiş durumdayım. Peki Allah’a inancım pekişti mi depremden sonra? Da­ ha çok isyankâr oldum. Gerçekten öyle. As­ lında bu isyanım hayatın kendisine. Ben me­ sela şu anda devlete, millete, yerel yöneti­

me, her şeye kırgınım.)

Bu anlatılanlara eklenecek pek az sözcük var. Sanırım bu nedenle, Müge îplikçi de kendisinin varoluşu olan edebi kaygılarını bir yana bırakmış. Değişik konumlardaki kadınlarla konuşmuş, arkadaşlık etmiş ve sonrasmda onların hikâyelerinin tüm çıp­ laklığı ile bizi karşı karşıya getirmeyi amaç­ lamış. Bir belgesel kitap... acıları ve her şe­ ye karşın ayakta kalmayı anlatan, yıkılmış hayallerin olduğu yerde, bir kadm olarak da direnmeye çabalayan o yufka yürekli anne­ ler.

(Eğer evimiz her şeyiyle tam yapılmış ol­ saydı, deprem perdesi, deprem bağlantısı, zemin etüdü falan, ondan sonra benim ço­ cuğum ölmüş olsaydı hiç gam yemeyecek­ tim, inan ki bu kadar yanmayacaktım “çün­ kü zamanı gelmiş” diyecektim. Ama öyle düşünmüyorum şimdi. Çocuğumun katili olarak, ben müteahhidti, görevini yapma­ yanları görüyorum. Hepsini suçluyorum. Zincirleme bir suç. İnan ki öyle. Şimdi fay hattının orası yeşil alan ilan ediliyor. Niye daha önce yeşil alan ilan edilmedi? Niye fay hatlarının üzerlerine binaları yaptırdı­ lar? Fay hattının üzerindeki binalar kırk milyara satılıyordu tabii.)

Yolsuzluğun ve yoksulluğun birbirine ko­ şut olduğu ülkelerde, hayat çoğunluk için daima zor geçer. Hep söyleniyor ya, dep­ rem değil yıkıcı olan, kurduğumuz kentle­ rin binaları toplu mezarlarımız.

Bir sivil bölgeyi bombalayan hedefine kilitlenmiş savaş pilotuyla, biraz daha mal mülk yapıp bol para yemek için uyduruk evler yapan müteahhider ve onların anlaş­ mak belediyeleri arasmda hiçbir fark yok. Savaş pilotu emir uyguluyor... peki bu mü­ teahhitler kimin emrinde çalışıyor?

Yıkık Kentli Kadınların Hikâyesi ne yazık ki ülkemizde bir türlü bitmeyen hikâyeler: Hep ucuz çıkarlar için ödenen insan haya­ tı; her zaman en pahalı bedel. ■

Yıkık Kentli Kadınlar/ M üge îp lik çi /

M etis yayınları / 1 3 4 s.

(3)

çıyorlar. Bizimkilerin Çukurova’daki o memleket hasreti... Van G ölü’nün en gü­ zel yerinden ayrılmışlar. Orası, Ernis

kö-Î

ü, Livan aşiretinin merkezi. Bir Kürt

öyü. Babamın amcasının oğlu ya da am­ cası, beyi. İstanbul’da aşiret mektebin­ de okumuş. Paris’te okuduğu da söyle­ niyor. O akıllı adam bile yerinden kalk­

mıyor... Sonunda on binlerce kişi Ana­ dolu’ya dağılıyor. Bir lokma ekmek bul­ maya. E ge’de müthiş bir savaş olmuş. Derken mübadele olmuş. Yani kıyamet kopmuş Anadolu’da...

- Rom anda tiplerin çokluğu, insan ka ­ labalığı da d ikkati çekiyor. Karıncanın Su İçtiği, bence en kalabalık romanınız.

İnsanın bitmez tükenmez öyküsünü anlatan bir büyük destancı

Kemal'in romanları

müzde, onların sağ­ layabileceği başarı­ nın ancak bir bölü­ müne değindiği- mizdir. Romanın bize, D. H. Law- rence’ın dediği gi­ bi, “insanı canlı” verebilmesi, kuşku­ suz onun özel bir niteliğidir. Ama yal­ nızca kişisel boyuta yer verecek olursa,

neredeyse farkında bile olmadan bir öz ­ n elliğe dalabilir ki, bu öznellik gerçek­ ten de elli yıldır Batı Avrupa’da ve K u­ zey Amerika’da yazılanlarda egemen ol­ muştur. Aykırı görünse de, bunun sonu­ cunda, tümüyle kişisel olan birçok şey kaçırılmıştır. Toplumsal boyut dışta bı­ rakılacak olursa ya da yalnızca bireyle­ rin, sanki özgürmüşlercesinebirbirleriy- le ilişki kurdukları ya da kuramadıkları bir çerçeveye dönüşürse, ya da bunun da ötesinde toplum olguları yalnızca bir “arka plan” oluşturursa, sonuç olarak yitirilenler insani düzeydedir. Çalışma, çatışma, yerleşme ve tedirginlik gerçek­ lerinin ötesinde ya da üzerinde yer alan insanlar, bir yarı-yaşam sürdürmeye baş­

larlar. Bunun yanında, tanıtımın ikinci yarısmı anımsayacak olursak, “toplum” konusunda da gerçek ve önemli olan, insanın kendisinde ya da onun aracılığıy­ la yaşanan, ona ya da onunla yapılandır. Çağdaş romanın bir türünde özenelliği savunan pek gözde bir eleştiri, “toplum­ sal çıkarlar” adıyla andığı şeyleri sosyo­ lojiye, siyasete ya da gazeteciliğe bırakır. Ancak, bu alanlarda en genel olgular be­ timlenip çözümlenebilse de, bunlarm söylemleri içinde insanlar, yaşayan er­ kekler ve kadınlar olarak değil, yalnızca birer nokta olarak ele alınır. Süreçler­ den herhangi birinin, yani tüm sürecin gerçeklerinin tam olarak ortaya çıkabil­ mesi ise her zaman, en ayrıcalıklı kişile­ rin yaşamlarında bile hep görüldüğü gi­ bi, en genel olanla en kişisel olanın iç içe geçmesine bağlıdır.

Bunun da en yoğun olduğu zaman, derin toplumsal değişiminin yaşandığı zamandır. Çünkü bu sırada bir yaşam tarzı yine değişiklik gösteren kişilikler tarafından özümsenmiş, bir parça yaşam tarzı da -dış ekonomik ya da siyasal bas­ kılarla, ya da iç gelişmenin yarattığı so­ runlarla- bunu zorlamaya başlamıştır. Bu yalnızca yaşam tarzını değil, gerçek insanların vücutlarım ve akıllarını da et­ kiler olmuştur. İşte bu noktada roman, 1 duruma bakıyorlar. B ir kere silah

az. Aknanlardan alınmış ama, Çanakka­ le’de çok silah gerekiyor. Savaşın can da­ marı da Çanakkale. Yiyecek de yeterli değil. Ve kış bastırıyor. En korkuncu da o. Haşan İzzet Paşa, “Bu kış yerimizde bekleyelim” diyor. “Rus ordusu üstü­ müze gelemez. Gelirse de durdururuz, hücum edeni durdurmak daha kolay­ dır.” Rusların Sarıkamış’ta iki üç tüme­ ni bulunduğunu da biliyor. Ruslar Al­ man cephesine önem vermişler, büyük vığmağı oraya yapmışlar. Onun için de burayı güçsüz bırakmışlar. “Bahar ge­ lince hücuma geçer, Sarıkamış’ı alır, de­ riye de gideriz” diyor. “Ama şimdi, bu kışta kıyamette bir şey yapamayız. Ordu da elden gider.” Bu düşüncesinde dire­ tiyor. Enver Paşa geliyor, başkuman- danvekili. “Kumandayı ben ele alıyo­ rum” diyor. 10 Aralık’ta hücum emri ve­ riyor. Hedef, Allahüekber Dağlan. Alla- hüekber Dağları’na çıktıklarında ordu­ nun dörtte üçü kırılmış. Yukarda, Kürt- lerin Yaylası dedikleri yerde müthiş bir bora, fırtına çıkıyor. Yiyecek de yok. Binlerce kişi donup ölüyor. Benim ro­ manda şeker yiyerek hayatmı kurtaran bir kişi var. Kurtuluyor, adaya kadar ge­ liyor.

- Edebiyatta ada, gen ellikle bir ütopya yaratm ak, bir ütopyayı anlatm ak için ya­ ratılır. Bu rom anda -aynı zam anda bir ki­ şilik olan- ada, başka bir işlev görüyor.

Hep sövlerim ya, Güneyi Savrun G ö ­ zesi diye bir roman yazmayı tasarlamış­ tım. Bu bir suyun trajedisiydi. Kasaba­ ya kadar gelen, önüne seder, bentler ku­ rulup çeltik tarlalarına akıtılan, yatağı yanlan,. İçinde ne kadar hayvan varsa ölen suyun... Evet, Anavarza’nın dibin­ den Ceyhan Irm ağına dökülen Savrun suyunun ölümüne şahit oldum pirinç tarlalarında. Bunu yazacaktım. Onu da Abidin Bey’e anlatmıştım on yedi, on sekiz yaşlarım davken. “Çok müthiş bir konu” demişti. Hâlâ yazamadım. Ama doğayla her zaman ilişkim oldu. Pirinç tarlalarında su bekçiliği ya da kontrol­ lüğü yaptığım zaman daha çok ilişkim vardı. Haftada iki kere Savrun boyunca elli, altmış kilometre gidip geliyordum. Yaya gitmek zorundaydım. Yol yoktu. Çiçeğiyle, otuyla, her şeyiyle suyun kıyı­ sını ezber etmiştim. O zaman doğanın her parçasının bir kişiliği olduğunu an­ ladım. Bunu her zaman da söylüyorum. Benim yazarlıkta şansım oldu bu. Başka şanslarım da oldu tabii. Hapishanesin­ den tut, batos ırgatlığına, traktör sürü­ cülüğüne, öğretmen vekilliğine kadar otuzdan fazla işe girdim çıktım. Şimdi sayacak durumda bile değilim... Sonra, adaya kadar gelenlerin hepsi bir mace­ radan geliyor. O maceraları anlatmak zo­ rundadır bir romancı.

Tarihin belirli noktasında adadan, ya­ kın geçmişte yaşananlara bakmak, in­ sanların yakan geçmişiyle o andaki ya­ şamları arasında bağlantı kurmak için... Ada, adeta o badirelerden geçtikten son­ ra geleceğini kurmaya girişen insanları bir araya getiren bir laboratuvar...

Anadolu’nun altı üstüne gelmiş. Ana­ dolu aç yoksul, yerinden yurdundan edilmiş insanlarla kaynaşıyor. Osmanlı imparatorluğu bitiyor. Sakat kalmış in­ sanlarla, askerlerle dolu ülke. Rus ordu­ ları gelince Doğu Anadolu’dan göç baş­ lıyor. Benim ailem de bu macerayı yaşa­ yarak Çukurova’ya gelmiş. Bir Ada

Hi­

kâyesinin birinci kitabı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da biraz da benim aile­ min macerası anlatılır. Rus ordusu yak­ laşıyor, yerlerinden kıpırdamıyorlar. Top güllelerinin sesi geliyor, gene aldırmı­ yorlar. Ancak köyün içine bir top gülle­ si düşüp de müthiş bir çukur açınca ka­

tır, once

Tarihte anlatım sa­ natının üç büyük ya­ pıtı var. Biri, Ilyada. Homeros savaşı anla- Akhille- us un sonra Hek- tor’un kişiliğini çizer, ikisi de büyük savaş­ çıdır, kahramandır. Sonra ne kadar insan anlatmışsa Homeros, Troyalılardan olsun Akhalardan olsun,

. . . . . - / ’ • iş­

tir. Bu çok büyük başarıdır. Ve Gogol, veni bir Ilyada yazıyorum diye, Ölü

Can-I«

hepsini kısa kısa, üç dört sayfada çizmiş lüyük ba

lar’ı yazmıştır. Bir adam Rusya’da çiftlik­ leri dolaşır, ölü canları satın alıyorum, der. Alır, alır, alır. Ölü canlar hiçbir işe aramaz. Romanda, bütün çiftlik sahip- erinin kişilikleri çizdir. Çok başarılı bir romandır. Üçüncüsü, Nâzım Hikm et’in Memleketimden insan Manzaraları. O da hep çiziyor. Kişileri, aileleri, bölgele­ ri çiziyor. Benim adam da bir kişiliktir. Cennet gibi bir adadır. Romanda bir iş­ levi var. En büyük işlev de adaya düşü­ yor, canlı bir insan gibi... Bunun bir de sonu olacak. Bu insanların, başka bir du­ ruma düştükleri zamanki psikolojileri... Bütün bu insan kalabalığının, savaşm yıkımlarının, savaş sonrası sorunlarının, yeni bir yaşam kurma çabalarının yanı sı­ ra, doğa da varhğmı hissettiriyor roman­ da. Hatta, son cildin adı (Çıplak Ada Çıplak Deniz) bile şimdiden birtakım ipuçları veriyor.

Başka bir roman daha var yazmak is­ tediğim. Ormanların yok edilmesi üstü­ ne. Uzun yıllar önce onu yazmak istiyor­ dum, önce röportaj yapayım dedim. Ma- raş’tan başladım, ta H opa’ya kadar... “Yanan Ormanlarda Elli G ü n ’’deki rö­ portajları biliyorsun. Karadeniz orman­ larını yazmadım, çünkü yanmıyordu. Y öre rutubetli, bir de çam cinsleri ayrı. Bütün Akdeniz kıyıları, ta Ispanya’ya, Lübnan’a kadar, sarıçamla kaplıdır. Sa­ rıçam çabuk yanar. Gazeteciliğimde son röportajım da, “Denizler Kurudu”. 1965’lerde, Türkiye işçi Partisi’nin her toplantısında, ne zaman çıksam kürsüye, “Biz Türkiye’yi kurtarmak istiyoruz ama Türkiye’nin toprağı çoktan gitti!” diye başlıyordum konuşmaya. Erozyonu an­ latıyordum. Sadun Aren, “Senin adını erozyon koymuştuk” der. Ben doğanm

Yaşar

RAYMOND WILLIAMS

Herhangi bir şey olabilen romanla her şeyin yapılabileceği söylenir. Gerçekten de, “rom an” bir biçim değil de biçimler topluluğu olduğundan, olağanüstü bir olaylar ve yaşantılar yelpazesini kapsayıp dile getirmesine olanak sağlayan bir es­ nekliği olduğu görülür. Bütün bunlara karşm, romanın toplumsal değişimin an­ latıldığı için tek uygun biçim olduğuna inanmak da olanaklıdır. Ben bu inanç­ tayım. Yıllar önce The Long R evolution (Uzun Devrim) adlı kitabımda bunu be­ timlemeye çalışmış, romanı “toplumun temelde kişisel açıdan, kişilerin de, iliş­ kiler aracılığıyla, temelde toplumsal açı­ dan görüldüğü” bir yazı türü olarak ta­ nımlamıştım. “Bütünleme denetleniri­ dir, ama kuşkusuz, irade yoluyla sağlan­ ması söz konusu değildir. Eğer yapılabil­ mişse, bu yaratıcı bir buluş olur” demiş­ tim. O günden bu yana ne zaman bu türden çağdaş bir romancı örneği ver­ mem istense, aklıma gelen ilk ad Yaşar Kemal olmuştur.

Kendisinin bu tanımı kabul edip et­ meyeceğini bilmiyorum. Benim bunun­ la anlatmak istediğim, romanları, akıllar­ da yer eden karakterleri için

övdüğü-Kapak konusunun devamı...

Kemal

(4)

nasıl tükendiğini, öldüğünü biliyorum. Örneğin Pos Ormanı vardı Kozan - Ka­ raisalI arasmda, büyük bir koyakta. Otuz metrelik sedir ağaçları vardı. Fenikeliler, eski Mısırlılar gemi yapımında, gemi di­ reklerinde kullandıkları keresteyi bura­ dan alırlarmış. Bu biliniyor. Çok dolaşan bir arkadaş, “Pos Ormanı diye bir şey kalmadı” dedi. Sonra Çukurova’da, b i­ zim Kadirli, Kozan, Osmaniye tarafla­ rında “kars ağacı” diye bir ağaç vardı. Kadirli’nin eski adı de Kars-ı Zulkadri- ye. Bu ağaç da kalmadı. Tek tük rastla­ nıyor. Kars, karacan gibi, meyve verme­ yen bir ağaçtır. Çukurova, 1940’lara ka­ dar çam ormanlarıyla doluydu. Şimdi bir tek ağaç yok. Toros ormanları he­ men hemen bitti. 1940’larda bir gün An- dırın’dan çıktım, Pehlivan Ustayla bir­ likte, ormanın içinden yürüye yürüye Kadirli’ye gittik. Kilom etrelerce o r­ man... Şim al tek ağaç yok! Bir ülkede toprağın yüzde 2 5 ’inin orman olması ge­ rek. Bu oran yüzde 8 ’e düşmüş. Olacak şey değil! Bir de “Sünger Avcıları” rö­ portajı yapmıştım. Şimdi sünger de yok Türkiye’de. Bizimkiler Cezayir’e kadar gidip oralardan sünger toplayıp getiri­ yorlar. Ege’de sünger de kalmadı! “D e­ nizler Kurudu”da tirolların nasıl denizi bitirdiğini yazıyorum, insanoğlu bunun farkında değil. Dünya elden gidiyor. O kadar hızla yok oluşa gidiyor ki, insanoğ­ lunun sonu yakında gelecek. Bunu kim­ se istemez elbet. Doğasız bir dünya, in­ sansız kalacak bir dünyadır. Bu bilince varamıyorlar insanlar.

Bu, teknolojinin sonucudur, deniyor. Ama teknoloji adına hiçbir önlem alın­ mıyor.

Teknoloji kimin elinde? işçi kimin elindeyse teknoloji de onun elinde. İşçi­ lere veriyorlar. Ama doğa parçası açık açık hiçbir şey isteyemiyor. Dili yok top­ rağın, dili yok suyun, dili yok denizin... Kimse bunun üstüne varmıyor. E ge­ menlik büyük insanlığın eline geçerse, ona göre bir düzen kurulursa dünyada... Dünyayı teknolojiden başka hiçbir şey kurtaramaz, İnsan gücü kurtaramaz. Onun için, teknolojiye düşman değilim. Teknoloji büyük insanlığın eline geçtiği zaman, soyunun kurumasını istemeyen insanlar yeni bir yere getirirler, teknolo­ jiye doğayı yeniden kurtarma görevi ve­ rebilirler. Teknoloji ilerleyeceğine göre, karşılaştırma kabul etmeyen uzak ve ya­ kın etki alanına, çok yoğun yerel ve ge­ nel gücüne ulaşır, ilk okuduğumdan bu yana Yaşar Kemal’in O rtadirek adlı ro­ manındaki unutulmaz yolculuğun aynı zamanda yoğun gerçeklikler de olan yo­ ğun imgelerini kafamda taşıdığımı bili­ yorum. Bu öncelikle, benim için yaban­ cı bir ülkenin unutulmaz yaşantısı değil­ dir. Başkalarının emri -kayıtsız ve acı­ masız emri, altında çalışmak için yapıla­ cak uzun ve sıkıntılı yolculuğun istenme­ yen zorunluluğunu bildirecek doğal bir işareti bekleyen, yoksul ve korunmasız insanları anlamaktır ve yerinin olağanüs­ tülüğü, benim için bunu daha genelleş­ tirmektedir. Belirli bir durumdan söz edilmektedir, ama bu çok sayıda birey ve topluluğun, korunmasız ve çoğu kez ya­ ratılmış yoksulluktan yola çıkarak, uzak, yabancı ve başkalarının denetimindeki keyfi yaşam biçimine yaptığı yolculuk­ tur. Bu yolculuk, şimdi bizi ayıran büyük uzaklığa karşın, özünde sevgili Gal- ler’imin tarihidir. Akıllarda yer eden ye­ rel ayrın ularıyla yoksun bırakılmış, de- ğersizleştirilmiş kişilerin uzun ve hâlâ sonu gelmeyen yolculuğunun, dünyada­ ki yoksulların sırtına yüklenen zorunlu hareketliliğin -ki bu sık sık sözü edilen büyük kent hareketliliğindeki sıçrama­ dan çok değişiktir- temel öyküsüdür.

Yaşar Kemal’in yapıtlarında benim bu uzaklıktan üzerinde yazamayacağım ama durmadan okuyabileceğim çok şey

kurtuluş gerçekleşebilir.

Romanda, çarpışan iki taraf arasında kalmış cerenler var. Onlar, bir bakıma doğanın simgesi. Ya çarpışan insanoğlu?

Mezopotamya’da büyük bir savaş k o­ puyor. Birinci Dünya Savaşı... Toplar tü­ fekler patlıyor, iki taraf birbirine giriyor. Dağlardan boşanıyor cerenler, oradan oraya kaçıştıktan sonra tam çarpışma­ nın ortasında kalıyorlar. Dalga dalga, bir bir tarafa vurup dökülüyorlar, bir öbür tarafa... Oradan oraya... Sonunda, her yandan gelen kurşunlarla yarıdan çoğu kırılıyor. Ortada durup kalıyorlar. Onlar ortaya gelip durdukları anda, her iki ta­ raftan da birdenbire kirp diye ateş kesi­ liyor. Cerenler çıkıp gidiyorlar, çölde çarpışma yeniden başlıyor. Sonu şöyle bitiyor: Çölün kumları üstünde asker­ lerle cerenlerin ölüleri yan yana, kucak kucağaydı. Bu, şu demek: Hayvanları öl­ dürmeyecek kadar merhametli insanlar, birbirlerini nasıl öldürüyorlar? Emirle, zorla... işte Enver Paşa... Sarıkamış’ta ordu falan kalmamış, herkes donmuş. Dağdan inmiş, canını kurtarmış insanla­ ra “Siz asker kaçağısınız” diyor, “aç ağ­ zını” diyor, kurşunu boşaltıyor... R o­ manda Kaçak Hasan’a soruyor, o da “Bölüğümü arıyorum” diyor. Alıp ordu karargâhına getiriyor iki kişiyi, “Bunla­ rı asm, bunlar vatan hainidir” diyor!

- Siz, rom anlarınızda kendinize özgü bir d il yarattınız. Benim bu konuda bir ça­ lışmam da var. Yaşar K em al olgu ve ey­ lem leri nasıl anlatır, doğayı nasıl anlatır, kişileri nasıl anlatır, insan psikolojisin i nasıl anlatır, bunları ele alıyorum. Bu son rom anda d il özellikle d ikkati çekiyor.

Yazar, her romanmda ayrı bir dil kul­ lanmak zorunda. Çünkü her roman ay­ nı değil. Göçebeyi anlatıyorsan ona gö­ re dil kullanacaksın, İstanbul’u anlatı­ yorsan başka bir dil... Örneğin duran bir ağacı anlatıyorsan, dilin de duran bir dil olmalıdır. Diyelim, O rtadirek’te dağdan iniyor bir kişi... Dilin ona uygun olması lazım, insan kendisiyse, bir anlatım bi- çemi de olur. Başka türlü olmaz. G el de gökyüzünü dalgalı bir deniz gibi anlat! Mümkün değil. Elbette benim dilimde, yazış biçim imde birtakım etkiler var. Ama kendine has... Nâzım H ik m etle Paris’te karşılaştığımızda, Ortadirek’ten birtakım cümleleri sordu bana. Ben, “Halk böyle söylüyor” diyorum. “Ha-var. Ama, kısaca çalışmalarının benim için çok büyük bir anlam taşıdığını söy­ lemek ve kendisinin uzun ve zor yazı yol­ culuğunu sürdürmekte gösterdiğiyete- neğe duyduğum saygıyı belirtmek istiyo­ rum. A kçasazın A ğalan ’nın bütün bu değişim örüntüsünü harekete geçirme yönünde daha geniş bir girişimin başlan­ gıcı olduğunu gördüğümde, yapıtlarını doğru kavramış olduğumu anlayıp özel­ likle sevindim. G örece hızlı değişim sü­ reci içinde olan ve göreceli katı ve eski alışkanlıklarından uzaklaşmakta olan toplumlar, günümüzde, değişim gerçek­ lerinin en güçlü örneklerinin bulunabi­ leceği tek değilse bile, asıl kaynakları­ dır. Batı Afika’da Achebe ile bunu du­ yuyorum; örnekler hızla çoğalıyor. Bu değişimlerden bazılarının çok erken başlamış olsalar da hâlâ bitmediği bir toplumda, kendi geçmişimden ve bugü­ nümden bunu biliyorum. Çoğunluğun deneyimine pek yer vermeyen bir kültür içinde, çoğunluk deneyimine kendileri­ ni adadıkları için böyle bir kültür için­ de yalıtılmış duruma gelen yazarların, aradaki uzaklık ne olursa olsun, yüzyılı­ mızda insanlığın çoğunluğunun yaşadı­ ğı bu geniş ve çok önemli deneyim sü­ recinde, birbirini tanımaları birbirlerini kabul etmeleri çok büyük önem taşır. ■

Ç eviren: A li Özer (Adam Sanat, O cak 1986)

yır” diyor, “bunlar senin cümlelerin.” Çok sonraları Ortadirek’i yeniden okur­ ken anladım ki, cümleler benim cümle­ lerim.

Bir parantez açıp bu konuşm ada Nâzım H ikm et'e de bir yer ayırsak mı?

Paris’te N âzım la uzun uzun her şeyi konuştuk. Bütün hayatı hapishanede geçsin, düşüncesinin uygulandığına inandığı ülkeye gitsin, müthiş bir düş kı­ rıklığına uğrasm... Bu Nâzım Hikmet için ölümden de ağır bir şey. Öldüğü ta­ rihlerde Budapeşte’de buluşacaktık. Bir gün, Ingiltere’de, Cambridge’teydim o sırada, bana telefon etti. “Budapeşte’ye biraz erkence gel” dedi. “Beni sen gön­ derdin, İngilizceyi öğrenemesen bile In- gilizleri öğren diye göndermedin m i?” dedim. Ama bırakmadı, her hafta tele­ fon ediyor, erken gel, diyordu. “Sen de Macaristan Kültür Bakanlığı’nın çağrılı­ şısın. Bilet gönderteceğim” diyordu. M a­ caristan’a telefon ettim, “Benim kitabım çıktı, alacağım yok m u?” dedim. “Var,” dediler, “gelince ödeyeceğiz.” Sordum öğrendim, bir aileye bir buçuk yıl yete­ cek kadar bir paraymış. Nâzım’a “Ben kendi paramla gelirim, bilet istemem” dedim. O beni çağırdı ya, para biriktir­ meye çalışıyor ikimize yetecek kadar, ha­ zırlık yapıyor. Macaristan’da şiirleri çıkı­ yor, para alacak ama, şiir kitabına daha az para ödeniyor. Rusya’dan daktilo ge­ tirip orada daha yüksek fiyatla satmayı bile düşünmüş, bunu sonradan öğren­ dim. Paris’e gidişimin ikinci günü Nâ- zım’ın ölüm haberi geldi. Oradan Buda­ peşte’ye geçe­

cektim. Gittim ama, Nâzım’sız hoş olmadı...

Bu son rom a­ nınızda cüm le­ leriniz sözdizi-m i (sentaks) açısından da özellikler göste­ riyor. Bir romancı­ nın dili, kendi kişiliğinin dili­ dir. Ben Binbo- ğalar Efsane­ sin d e de yeni bir şey yaptım. Ama kimse far­ kına varmadı. Dışarda da, içerde de... Ö r­ neğin Fran­ sa’da çıktığı za­ man Fransız E le ştirm en ler Birliği “Ydın K itabı” ilan et­ ti, göklere çı­ kardılar. Ama kimse bir şey yazmadı.

Sizin birçok rom anınız için de böyle ol­ du. K im i yön leri d ikkati çekiyor, kim i yönlerinin ayırdına varılmıyor.

Akçasazın Ağaları İkilisinde, yani D e­ mirciler Çarşısı C inayetiyle Yusufçuk Yusuf’ta romanın başlıca konularından biri, üretim aracı değiştikçe doğanın da değişmesidir. Ama onunla birlikte insan psikolojisi de değişiyor. Bir bilim adamı, Michelle Bosquet, bunu çok daha sonra yazdı. Roman Fransa’da çıktığında N o­ uvelle Littéraire dergisi “Olgunluk ça­ ğındaki bir romancının şaheseri” diyor, ama roman ne getirdi, onu anlatmıyor.

D il konusu açılm ışken sorm ak istiyo­ rum. Son günlerde bir televizyon görüş­ m esinde Kenan Evren’i kıyasıya eleştir­ diniz. Buna neden gerek gördünüz?

Evren Paşa, benim canımla oynadı. D il Kurumu’nu kapatmak ne demek? A tatürk’ün vasiyeti var, mülkünü Dil Kurumu’na bağışlamış. Paşa, mülk yağ­ macılığı yapıyor. (Bu da sert oldu ama, ben ne yapayım?) D il Kurumu, Musta­ fa Kem al’in kurduğu, bu ulusu ulus ya­

pan iki önemli kurumdan biri. Sevr ol­ saydı, Anadolu Türklüğü diye bir şey kalmayacaktı, o kesin... O ne yapmış, bir de dili kurtarmak istemiş. Çok da tu­ tumlu bir adam, devletin parasmı har­ camamak için çabalıyor. Kişisel parasıy­ la iki kurum kurmuş. Nasıl Kurtuluş Sa- vaşı’nda hayatmı koymuşsa, ulusun ha­ yatı için önemli gördüğü Dil ve Tarih Kurumlarını da kendi parasıyla kurmuş. Yoksa, macerasını bitirmiş, köşesine çe­ kilmiş, b it bölük candarmayla, belki bir bölük polisle korunan, tarih önündeki yeri belli Evren Paşa için böyle konuş­ mazdım. Ama canıma tak dedi. Üstelik, “Ben Atatürkçüyüm” diyor.

H ayati bir konu olan d il üzerinde dur­ duğumuza göre, d il - kültür ilişkisi, ulu­ sal kültür - evrensel kültür bağlantısı üze­ rine görüşlerinizi d e alsam.

Dili yazı yaratır, geliştirir. Yani yazdı edebiyat dili yaratır. Halk da yaratır ama, yazdı edebiyatın yarattığı kadar ya­ ratamaz. Bir devir gelir ki, dü kalıplaşa- bdir. M ustafa Kemal dde bu kadar önem vermeseydi, Nâzım Hikm et de benim kuşak da, bizden sonrakiler de kolay kolay çıkış yapamazdık. Bizim kültür temelimizde neler yok ki... Urar- tu, H itit, G rek, Arap, Fars, Osmanlı, Türkmen... Hepsinin üstünde oturuyo­ ruz. Mustafa Kemal, Türkçeye önem vermiştir ama, hiçbir dili, hiçbir kültü­ rü de yasaklamamıştır. Bunu İzm it’teki basın toplantısında Ahmet Em in’in bir sorusuna karşılık olarak söylüyor. D ün­ ya binlerce kultürlük bir çiçek bahçesi­ dir. Bu çiçek bah­ çesinden bir kül­ tür yitecek olursa, dünya bir rengini, bir kokusunu yiti­ rir. Emperyalizme kadar hiçbir kül­ tür başka bir kül­ türe en küçük bir zarar vermemiştir; tersine, bütün kültürler birbirle­ rini beslem işler­

dir. Bugünkü dünya uygarlığı­ nın Akdeniz’den doğması, Akde­ niz’in dünyanın başka yerlerinden daha çok kültürlü olmasından dola­ yıdır. Akdeniz belki de dünyanın geriye kalan yerle­ rinden daha çok kültür mozaiğine sahiptir. Bir kültü­ rün ölmesi, bir ül­ kenin ölmesi ka­ dar tehlikeli bir şey, çünkü insanlığın bir parçası gidi­ yor. Ben bu konu üzerinde çok duruyo­ rum. Herhalde Türkiye’yi bölmek iste­ diğimden değil. Bu devirde bölünmek değil, bütünleşmek önemli. Ama kimse­ nin kültürünü öldürmeye, dilini kesme­ ye kalkışmamak gerek. Benim bu söyle­ diklerimi kabul etmeyenler olacaktır, bu dört ciltlik romanı bizim ülkemizde ya­ dırgayanlar da olacaktır. Ben Avrupalı gibi yazmıyorum, kendim gibi yazıyo­ rum. Kendi kültürümce yazıyorum. Böyle olunca, insanlıkla birleşiyorum, insanlığımı yazıyorum. Mitterand, beni O lo f Palm e’yle tanıştırırken “Tanışıyor musunuz?” diye sordu. Palme, “Ben onun ikinci vatanının başbakanıyım, Yaşar Kemal için televizyonda da k o­ nuştum” dedi. Bunun üzerine M itte­ rand bana sondu: “Sen Çukurovalısın, İskandinav ülkelerinde nasıl best-seller oluyorsun?” Mesele şu: insan dünyanın her yerinde aynıdır. Eğer çok derinle­ mesine yazmışsan kendini, bütün insa­ noğlu üe derinlemesine berabersin. Yazar da bu demektir. ■

(5)

ADNAN BİNYAZAR

Yıllardır gerek Türkiye’de kamu­ oyunda gerekse dünyada Yaşar K e­ mal’in “N obel’e adaylığı” tartışılmakta­ dır. Kimi zaman bu konuda birden alev- leniveriyor, çevresinde yoğun bir tartış­ ma doğuyor. B ir romancı için az şey de­ ğildir D U .

Yaşar Kemal’e Nobel Edebiyat Ödü- | lü verilir ya da verilmez. Ama şu bir ger- ı çektir ki, çağdaş Türkiye’nin bu epik ya- ! zarı N obel’e çoktan hak kazanmıştır. | Geniş toplum katlarına ulaşmayı başar- I mış, evrensel boyudarda ün sağlamış bir ı yazar için bundan büyük ödül olur mu?

Kapitalist olsun, sosyalist olsun bu ülke | halklarının çoğu Yaşar Kemal’in adını i duymuştur, en az bir romanını da oku- j muştur. Önemli olan, bir yazarın ünü­ nün herhangi bir ödüle bağlı olmaması­ dır. Yaşar Kemal’in bu tür yazarlardan biridir.

Hangi bloktan olursa olsun, insanlık, ancak sanatçının yaratabileceği “evren­ sellik katı”nda bir araya gelmektedir. İn ­ sanlığın sınır tanımaz dostluğunu geç­ mişte nasıl sanatçı yaratmışsa, gelecekte de o yaratacaktır. Üluslararası yaygınlı­ ğı, Yaşar Kemal’in de bu soy yazarlardan olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşadığı I zamanda ya da bu zamandan sonra sa- ; natçının geniş halk yığınlarınca tutulma­ sı, gerçekten ödüllerin en büyüğü sayıl­ malıdır. Yarattığı evrensellik katıyla otuzdan fazla dile çevrilen Yaşar Kemal, dünya insanlığından en büyük ödülü al­ mıştır. Nitekim 1979’un ilk aymda (31 Ocak) Fransa’da “En İyi Yabancı R o­ man ” ödülünü alınca bu gücünü bir kez daha kanıdamıştır. Bu nedenle N obel’in Anadolu’nun tüm uygarlıklarının biriki­ miyle var olmuş böyle bir “çağdaş Ho- meros”a verilmesi, en başta bu ödüle, bu ödülü veren ülkeye, bu ödülü veren se­ çici kurul üyelerine saygınlık kazandı­ racaktır. Onların değeri gerek kapitalist gerekse sosyalist ülkelerin kamuoyu kar­ şısında bir kez daha artmış olacaktır. Hatta bu ödülün siyasal hesaplarla, bir­ takım uluslararası denge politikasıyla ve­ rildiğini savunanların kanılarında da bü­ yük oranda değişiklik yaratacaktır.

Yaşar Kemal’in başta Fransa ve İsveç olmak üzere yaygm okur yaygın okul ya­ ratması, yazarın sanatsal kişiliğiyle ilgili birtakım gerekçelere dayanıyor. Onu epik romanın en başarıh temsdcisi sa­ yanlar olduğu gibi, yerel bulanlar, özel­ likle yurdumuzda “masalcı” niteleme­ siyle, yaptığı işi hafife alanlar vardır. H er büyük rom ana gibi, Yaşar Kemal de de­ dikodu boyutunu aşmayan bir bağlam­ da değerlendirümektedir. Kimilerine göre onun yazdıklarına “rom an” bile denmez. Oysa Yaşar Kemal’in asd başa­ rısı, bu eleştirden yönlerinden doğar. G erçek anlamıyla kendini tam bir “ma­ salcı” sayar Yaşar Kemal ve ilgiyi de ma- sal’ın geniş dünyasına çeker. Yaşar K e­ mal’in romanı geleneksel değer yargıla- rma ve halkın oluşturduğu ad değerle­ rine dayanır. Roman dünyasını algılayı­ şında, insanları doğa içinde anlatım yo­ luyla biçimlemesinde Anadolu uygarlık­ larının yarattığı birikimlerin etkisi bü- vüktür. Türkiye’nin güneyindeki verim­ li Çukurova'nın kendine özgü dünyası­ na yönelen Yaşar Kemal bu özelliğiyle evrensel bir insanlık dünyasma da açd- maktadır. Bu kısa yazıda Yaşar Kemal’in romanı geleneksel değer yargdarma ve halkın oluşturduğu dd değerlerine daya­ nır. Roman dünyasını algdayışında, in­ sanları doğa içinde anlatım yoluyla b i­ çimlemesinde Anadolu uygarlıklarının yarattığı birikimlerin etkisi büyüktür. Türkiye’nin güneyindeki verimli Çuku­ rova'nın kendine özgü dünyasma yöne­ len Yaşar Kemal bu özelliğiyle evrensel bir insanlık dünyasma da açılmaktadır. Bu kısa yazıda Yaşar Kemal’in bu yerel- liği, geleneksel kaynakları nasd çağdaş

Yasar Kemal Gerçeği

boyudarda değerlendirdiği ve anlatımın- daİd o ırmaklar gibi coşup taşan şiirsel- liğin kaynakları ele alınacaktır.

Yukarıda da değinildiği gibi, Yaşar Kemal’in romanmı, Anadolu uygarlık­ larının yarattığı birikimler ve halkın de­ ğerleri açısından ele almak gerekir. Bu toplumun anlatmamı değer yargıları, ata­ sözleri ve deyimleri, sövgüleri, imgeleri,

f

enel anlamda beğenisini, özellikle dil

eğenisini oluşturduğuna göre, Yaşar Kemal’in, bu ana kaynağı dayanak yap­ tığı açıktır. Bu kaynak, masallarla, efsa­ nelerle, geleneksel sözlü edebiyat anla­ tıcılarıyla, Dedem Korkut, Karacaoğlan, Pir Sultan gibi sanatçıların yaratılarıyla beslenmiştir. Bunların tümü yoğun bir şiirsellik doğurur. Yaşar Kem al’in roma­ nındaki temel özellik de bu şürselliktir. Avrupa'nın ve dünyanın öteki ülkeleri­ nin Yaşar Kemal’i benimseyişlerinde bu şiirselliğin katkısı büyüktür. Nitekim Fransız olan Alain Bosquet, Yaşar K e­ mal’i Homeros’un soyuna bağlar ve do­ ğal olarak ona, “Anadolu halkının ka- nmdandır” der. Burada, Bosquet’in kul­ landığı “Anadolu halkları” deyiminden Anadolu uygarlıklarını oluşturmuş tüm göçebe ve yerleşik toplumları anlama­ mız gereğini hemen belirtelim.

Roman tarihi yönünden Yaşar Kemal önemli bir gerçeği vurgular. O da, Ana­ dolu’nun ilginç bir bölgesindeki kültür birikimlerini kurtarmıştır. Yaşar K e­ mal’in yalan arkadaşı, onun yetişme se­ rüvenini adım adım bilen Abidin Dino, “Kurtarmak gerekirdi Çukurova ve de Toros doğasının, insanının söz serüveni- " diyor. Kanımca Yaşar Kemal’in ro- konusunda da çok önemli bir ger­ çeğe değiniyor. Çünkü Yaşar Kemal, Çu­ kurova’nın romancısıdır ve tüm roman­ larında eksen Çukurova’dır. Türkiye’nin en zengin tarım alanı olan ova kısa süre­ de büyük değişikliklere uğramıştır. De- jişmenin olduğu yerlerde yoğun olay- arla da karşılaşılacağına göre, Yaşar K e­ mal’in romanmı bir gelenekler bütünü olmaktan öte, toplumsal yönüyle de ele almak gerekir.

Bugün Türkiye’nin en zengin tarım alanı olan, pamuk tarlalarının göz alabil­ diğine uzayıp gittiği Çukurova, ondoku- zuncu yüzyılın başlarmda bataklıklarla kaplıydı. Çevredeki dağlar ise toprak is-nı

manı 1

teyen göçebe Yörük ve Türkmenlerle doluydu. “Osmanlı padişahları derebey­ leri bastırmaya, göçebeleri o yöreye yer­ leştirerek, pamuğa elverişli toprakları el­ de etmeye karar verdiler; ama bunun için işçi gerekiyordu. M ısır’dan işçi ge­ tirildi, zamanla bu işçiler bölgenin yer lileriyle karıştı. Kabileler ayaklandı, b; tırıldı... Gerginlik çatışma, zorbalık sü

as-rüp gitti; çünkü açgözlü ağalar mümkün olduğu kadar çok toprak sahibi olmak istiyor, kabilelerin otlaklarına el koyu­ yorlardı.” Değişen Çukurova’da olma­ dık birikim unutulup gidecektir. Doğa­ nın değişmesiyle ekonomik yapı da de­ ğişecektir. Bu birikimlere sahip çıkmayı Abidin Dino, “mal kurtarma” olarak ni­ teliyor. Yaşar Kemal gerçekten bu “mâl”ıkurtarmıştır. Onun romanlarının en belirgin özelliği budur.

Bütün bunların yanında Yaşar K e­ mal’in romanı, Türkiye’nin geçirdiği toplumsal değişim açısından da büyük önem taşır. Romanların her biri toplum­ sal yapımızı ve bu yapıdaki değişimi vur­ gular.

Halkın dehasmı kişinin varamayacağı ileri süren Yaşar Kemal, en büyük zekâ­ nın da kalabalıkların zekâsı olduğunu savunur. Bu görüşlere, halkın yarattığı masallara dayanarak varır. Masalların, halkların yüz yıllık emekleriyle üretildi­ ğini özellikle belirterek masal, “Kırkbin yıl su altında kalmış, yıkanmış cilhalan- mış çakıltaşı gibidir” der. Oysa Yaşar Kemal’in en çok eleştirilen yönü budur. “lliad a” ile “Odysseus”, “Kalavela”, “Şehnam e”, “N ibelungen”, “K aybol­ muş C ennet”, “Kurtarılmış Kudüs”, “Ramayana...” gibi destanların oluşum tarihi gözden geçirilirse Yaşar Kemal’in ne denli övülmesi gereken bir iş yaptığı anlaşılır. “Öyle mutlu olacağım ki bir masalcı olmaktan” sözlerinin yarattığı özlem daha iyi kavranır. M asalcı say­ makla bir yazarı ne denli yücelttiğinin de bilincine vardır. Çünkü masal da efsane de yalnızca bir kişinin emeğinin halkla­ rının emeklerinin ürünüdür. Destanlar, masallar, efsaneler ortaklaşa yaratdmış halk imecesiyle doğar. G orki’nin şu yar- gdarı, bu yaratımın boyutlarını açıkla­ maktadır: “Kolektif yaratıcılığın gücü şu olguda çok açık olarak sergilenmekte- dir: Bireysel yaratıcdık yüzyıllar boyun­ ca, ‘llyada’ ya da ‘Kalavela’ ayarında hiçbir şey ortaya çıka­ ramamıştır; ve bireysel zekâ, halk yaratıcılı- jından kaynak- anmayan tek bir simgesel tip ya da halk ma­ sallarında ya da efsanelerde da­ ha önce görül­ memiş ve des­ tan kahraman­ ları gibi bütün dünyaca kabul edümiş tek bir tip ortaya koy­ mamıştır. ” Yaşar Kemal, romanın kay­ naklarını masal­ lara, efsanelere, destanlara, yeri yurdu bilinme- yen toplulukla­ ra, yerleşik ya da göçebe halk­ ların birikimle­ rine dayandırı­ rı r.

Türkmenle-rin âşıklar yoluyla bir epik’i ya da halk geleneklerini ağızdan ağıza yaymaları ve bunun kuşaktan kuşağa aktarılması so­ nucu doğan sözlü edebiyat ürünleri Ya­ şar Kemal’de yazıya geçmiştir. Orhan Şa- ik Gökyay’ın “Dedem Korkudun Kita­ b ı”, Prof. Dr. Faruk Sümer’in “Oğuzlar Türkm enler”, Burhan Oğuz’un Türkiye Halkının Kültür Kökenleri”, Claude Ca- hen’in “Anadolu’da Türkler” adlı yapıt­ ları bu birikimlerin temel kaynaklarını tarihsel görüş açısından sergilemektedir. Yaşar Kemal birikimleri ışığında, Türk­ men boylarmm tarihsel yayılımı açısın­ dan da değerlendirilmelidir.

Baştan beri söylediğimiz gibi, Yaşar Kemal’in romanları bir epik süreklilik içinde gelişir. Bu süreklilik içinde hiçbir romanı da sonuçlanmaz. Bittiği yerden, daha yoğun olaylarla, doğa, kişi ve yeni bir yapıyla yeniden başlar. “İnce Memed 2 ” bitmiştir ama, İnce Memed’in “ma­ cerası” bitmemiştir. “Ölmez O tu ”nun sonunda M emidik, Meryemce öylece durmaktadır. M em idik’in işi yalnızca Muhtar Sefer’i öldürmek edğüdir, yaşam sürekliliği içinde yapacağı başka işler vardı M emidik’in. Daha nice güçlerle, nice Muhtar Seferlerle karşı karşıya, b o ­ ğaz boğaza gelecektir. Memidik, varlığı­ nı duyurmak zorundadır. Sophocles’in “Antigone”sindeki, Antigone, Kreon, Ismene gibi bir tiptir Memidik. Tarih Memidik’in tarihi olduğu sürece Türki­ ye’de M emidik’in ve Memidik gibilerin romanı süreklilik içinde yazılacaktır. Meryemce ne eder ne yapar köylü Çu­ kurova’dan dönünceye değin ölmez. Ondaki direnme, inat öldürmez onu. Ay­ rı bir “ölmez otu”dur Meryemce. Yaşam ve doğa karşısında kemikleri sürme olsa da Meryemce ananın romanı yazılacak­ tır. Bir gün kente inmek zorundadır İn­ ce Memed. Bataklığı, bataklıktaki bör- tü böceğiyle, balkıyan ışığıyla, Anavarza kayalıklarının cerenleriyle... Doğa gün

C

değişmektedir. Doğada bir dönem

x anmış, yeni bir dönem başlamıştır. Feodal düzenin uzun türkülerinin yeri­ ni traktör sesleri almıştır. Pamuk topla­ ma neredeyse Yalak köylülerinin elin­ den alınacak, makinelerin ağzına verile­ cektir. Çukurova’nın düzünü dev bir ipekböceği gibi kımıl kımıl dolanan ma­ kineler alacaktır. Bu nedenle Yaşar K e­ mal’in romanlarının bir bitimsizlıği var­ dır.

Bir yerde bakıyorsunuz bir destan an­ latımı egemen, bir yerde bakıyorsunuz tragedyaların o ağır havası sarıyor ro­ man, yazgısı belli kahramanlarıyla, ka­ hinleriyle, tanrılarıyla, tanrısallığıyla... Gerçeğin şiirini yaratarak, şiirin kaynak­ larına inerek toplumun incelemesini yapmıştır Yaşar Kemal. Anadolu’nun söz değerlerini, sözcüklerini, atasözleri­ ni, deyimlerini, ilençlerini, sövgülerini, yergilerini, alkışlarını... ortak bir dil ola­ cak düzlemde halkın yaşamına katmıştır. Shakespeare’in İngiliz dilinde yaptığı gi­ bi, halkın yarattıklarını halkın kullanım alanına çıkarmıştır. Bununla da roman dilini geniş ölçüde geliştirmiştir.

Yüzyıllarca kapalı kalmış, için için üre­ miş bir kültür birikimini çağdaş dünya­ nın insanına aktaran Yaşar Kemal, Türk romanmı öz kaynaklarına ulaştırmayı ba­ şarmıştır. Stefan Zweig’ın G orki’ye söy­ lediğini Yaşar Kem al’e yönelterek yazı­ mı bitirmek istiyorum: “Kendi etinden bir ağız yarattı kendisine (Anadolu), kendi dilinden kendi sözcüsünü, kendi içinden bir adamı ve bu adam, bu yazar, (Anadolu’nun) kendi bir yazarı ve ken­ di bir sözcüsü (Anadolu) halkının haya­ tını, horlanmış, ezilmiş ve canını yitirmiş (Anadolu halkını) bütün insanlık bilip öğrensin diye ortaya çıktı (Anadolu’nun dev rahminden)”. G erçekten Yaşar K e­ mal, “K ibele”nin, o kutsal Toprak Ana’mn dev rahminden doğmuştur.»

(M illiyet Sanat Dergisi, Nisan 1980)

(6)

Yaşar Kemal'in Yörük

kilimlerindeki nakışlar

PERTEV NAİLİ BORATAV

Şair ve halk bilimi araştırmaları heves­ lisi Göğceli, gazeteci, hİkâyeci, romancı Yaşar Kemal olduktan sonra da Anado­ lu köylü ve göçebe halkının yaşam dü­ zeni ve sanat gelenekleri üzerine bilgile­ rini geliştirmekten geri kalmıyor. Bu ko­ nularda ilk birikimleri ta çocukluğuna ve ilk gençliğine çıkan yazar, bir yandan azeteciliğin verdiği fırsatlarla Anado- u’yu bir baştan bir başa dolaşarak yeni gözlemler ediniyor, öte yandan başkala­ rının araştırma ve yayınlarından yararla­ narak bilgi dağarcığını durmadan zen­ ginleştiriyor.

“Yaşar Kemal’in Yörük Kilim i” de­ mekle onun romanları ile Yörük kilim­ leri arasında bir benzetme kuruyorum. Bu arada şuna da parmak basayım: Ya­ şar Kemal “Y örü k” deyimini çok geniş anlamı ile kullanır: Onun “ Y ö rü k ”ü gö­ çebe, yarıgöçebe -ya da yerleşik köylü düzenine geçmiş eski göçebe- Türkmen, Kürt, Sünni, Alevi ve de dar anlamı ile “kara-çadırlı Y ö rü k ”ün karışımı bir Anadolu insanı tipidir; etnik (soyluk) ve dinlik-törelik özelliğini belirlendirmek, tanımlamak güçtür bu insanm. Yaşar Kemal’in yayınlarından kaynaklanmaya kalkışacak olan etnologları, onun ro­ manlarının verdiği bilgiler er geç şaşır­ tacaktır.

Yörük kilimine dönelim: Yörük ka­ dınları, kızları kilimlerinde analarında

ra

£

ninelerinde görüp öğrendikleri nakışla­ rı tekrarlar dururlar sanırız. G e r ç e k te

çevresinden ve kendi içgüdüsünden, di- eklerinden, özlemlerinden esinlenme­ lerle, eskilerine kattığı ya da eskilerinin yerine koyduğu yeni nakışlarla, yepyeni renk ve nakış bileşimleriyle yeniden ya­ ratması vardır her dokuyucunun. Bunu her göz seçemez. Bir yerin kilimini baş­ ka bir yerinkinden ayırt ettiren motifler olduğu gibi dokuyucununkini -anlayan göze- ötekininkinden ayırt ettirenler de vardır kilimlerde. Bu katkılardan kimi­ si yeni yaratmayı yozlaştırır; kimisi ise güzelleştirir, yüceltir. Ve bu böyle sürer gider. Hikâyeler, masallar, türküler de böyle oluşur...

Yaşar Kemal, Anadolu âşık hikâyeci- lerinin geleneğine göbek bağıyla bağlı kalmıştır yazar. Onu ta çocukluğundan başlayarak Anadolu sözlü geleneğinin destansı türleri büyülemiş. Bu yolda çı­ raklık dönemini Çukurova’nın Türk

âşıklarını ve Kürt “dengbej”lerini dinle-mekle geçirmiş Kemal Sadık Göğceli, Yaşar Kemal olma kararma varınca da, Batı romancıları arasmda Faulkner, So- lohov gibi, romana destanlık boyutlar verenlerden seçiyor ustalarını. Kalfalık sınavını Anadolu âşıklarının anlatı gele­ neğini sürdüren yapıdarla veriyor. Ama onun anlatmaları sıradan âşıkların bir tekrarı değildir: O , âşıkların dağarcıkla­ rını yeni konularla zenginleştirecek, es­ ki konularda, olduğu gibi bıraktığı eski nakışlara (“m o tiflere) kendi yaratması yeni nakışlar, yeni renk ve biçim bile­ şimleri katacaktır.

Yaşar Kemal’in gelenekten aldığı ile ona kattığı nelerdir? Aşağıda bunlardan birkaç örnek üzerinde duracağız. An­ cak burada bir noktaya daha parmak basmak istiyorum. Yaşar Kemal’in “ge­ lenekten aldığı şeyler” sözünün anlamı açık ama, onun “geleneğe katkısı” ola­ bilir mi, sorusu akla gelir.

Âşıkların hikâye geleneği üzerinde durmuş olanlar bilirler ki halk sanatçı­ ları ile aydın sanatçıların

yanatmaların-da bu iki yönde alışveriş olağandır. Rah­ metli Âşık Müdami’nin anlattığı hikâ­ yelerden birinin bir epizotu Tabari Ta- rihi’nin Türkçe çevirisinden alınmadır. Y ineo şık 1940-1941 derde benim ken­ disine verip okuttuğum ve Ülkü dergi­ sinde yayımlanmış eski bir “Ali-Şir üe Sultan Baykara” menkıbesi metnini, kendi hikâye- ci geleneğinin k u r a l l a r ı n a uygun bir halk hikâyesi biçimine sok­ muştu. Konu­ yu .sevdikten, beğ en d ik ten ve geleneğe aykırı düşme- eceğine aldı estikten son- âşık-hikâ- yeci, kaynağı ne olursa ol­ sun onu alıp kendine mal etmekte hiç­ bir sakmca duymaz. Ya­ şar Kem al’in, Paris’ten son bir geçişinde bana anlattı­ ğına göre, Çu­ kurova’da bir hİkâyeci, ince Memed’i ken­ di geleneğine uygun biçim ­ de anlattığını söylemiş ona. Bu haber, hi- kâyecinin romancımıza “hulus çakmak” için uydurduğu sevimli bir yalan da ola­ bilir, gerçek de olabileceği gibi, Çuku­

rova’da bu yönden bir araştırma yapma­ ya değer herhalde... Gerçek olan bir şey varsa Yaşar Kemal’in romanlarında an­ lattıklarını âşık-hikâyecilerin hiç de ya­ mayacaklarıdır. Çünkü Yaşar Ke- anlatıları ile âşık-hikâyecilerden m;

I

farklı saymıyor kendini. Cengiz Tun- cer’le “Köroğlu” üzerine yaptığı bir ko­ nuşmasında şu sözler bunu çok güzel kanıdar: “Bu iş için büyülü bir dil gerek; ■azarın dili hikâyenin gücünü, Köroğ- u’nun gücünü aşmak (...) Bunu başar­ maya çalıştım. Başarckm demek benim için değil zaten. (...) Ü ç sene, beş sene demek yanlış olur. Çocukluğumda K ö­ roğlu hikâyesini dinlerdim de, bir de an­ latsam, derdim; bir de ben anlatsam da cihan-âlem dinlese, derdim. (...) Bir ya­ zarın bütün hayatmı alır bu iş...”

Âşık-hikâyecilerle onun ortak bir özelliği de, geleneğin hikâyecileri gibi anlattığı şeylere “inanma”sıdır. Azra Er- hat’la konuşmasında ünlü Kürt “deng- b ej”i Abdale Zeyniki üzerine bir efsane­ yi anlatıyor: “Bu iki gözü kör destancı yolda bir yarak turna bulmuş. Y ü ce bir dağm başına çıkmış ve günlerce, gece- lerce Allah’a yalvarmış, ‘Turnayı sağalt benim de gözlerimi aç’ diye. Birden bir ışık patlamış. Gözünün önünde ve pat­ layan ışıkta turnayı görmüş. Turnaya eli- ni uzatmış, turna uçmuş gitmiş..”. Azra Erhat’m: “Abdale Zeyniki’nin gözü açıl­ mış m ı?” sorusuna Yaşar Kemal: “A çıl­ mış tabii ve gerçekten de açılmış. Altmış yaşından sonra açıldığı söyleniyor ve gö­ ren var” diyor. Yaşar Kemal bu mucize­ ye gerçekten inanmış mı? Bu, yersiz bir soru bence. Belki akk ile inanmıyor, ama hİkâyeci, destana olarak inanmak istiyor içinden. Öyle olmasa halk destancıları­ nın anlatmalarındaki tadı ve gücü vere­ mezdi hikâyelerine.»

(Bilim ve Sanat, Şubat 1982

Y A Ş A R

K E M A L

İ Ç İ N

N E

D E D İ L E R

Yaşar Kemal, Anadolu’nun halk edebiyatıyla akşveriş içindeyken başladı yazma-sel destanının tek kah-

Jelila Hafsia, La Pres-nun halk edebiyatıyla alışveriş ıçmdeykı

ya. G erçek bir yazar olduğu için de, dilin duyarlılığından, şiirsel d ramanı olan Türk hakanın kültüründen esinlenmesini bildi. Jelil se (Fransa)

Nobel jürisine açık mektup: Oyunuzu Yaşar Kemal’e verin... Bugün size neslinin ve çağının en büyük yazarlarından saydığım bir romancıdan söz edeceğim. Kuşkum yok ki ileride bir.Thomas Mann, bir Nikos Kazancakis ya da Sinclair Lewis l e bir­ likte anılacaktır. Öylesine güçlü, öylesine inandırıcı...- Alain Bosquet, L e Q uotidien de Paris (Fransa)

Yaşar Kemal’in özgün, becerikli ya da bilge bir anlatıcıdan çok daha başka bir şey olduğunu kabul etmek gerekir bir kez daha. Kişileriyle anlattıkları arasmda hiç m e­ safe olmaması, belki de yazarlığının sözlü halk edebiyatıyla ilişkili olarak doğmuş bu ­ lunmasından kaynaklanır. - jou rn al Du Centre (Fransa)

Korkusuz bir toplum eleştiricisidir Yaşar Kemal. Ve eşsiz bir şair. Onu okuyan hek- kes büyüleyici, güçlü anlatım yeteneğine hayran kalır. - Dagens N yheter (İsviçre)

Yaşar Kemal yalnızca Türkiye’nin en büyük romancısı değil, dünya edebiyatının da bir devidir. - Alain Bosquet, M agazine Littéraire (Fransa)

Yaşar Kemal, yüzyılımızın en büyük romancılarından biridir. - Europe (Fransa)

ANNEM BATIYA GİDİN DEDİ!

Nilgün Cerrahoğlu

Çetin Altan, Atilla ilhan, Rahmi Koç, Necdet Uğur, Yaşar Kemal, Vitali Hakko, Doğan Kuban, Betül Mardin, Macide Tanır, Genco Erkal, Mehmet Güleryüz, Ara Güler, Orhan Pamuk, Tansu Çiller, Emre Gönensay, Necmettin Erbakan, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Muhsin Batur, Doğan Batur, Beyza Bilgin, Bülent Arınç, Erdal İnönü, Abdullah Öcalan, Haşan Denizkurdu, Hasene Türkoğlu, Ali Nesin, Meryem Göktepe, Akın Birdal, Eren Keskin, Güldal Mumcu, Eşber Yağmurdereli, Fatoş Güney, Fadime Usta, Bakır Çağlar, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Ceren Deriş, Claudio Magris, Ferzan Özpetek, Goran Bregoviç, Güher-Süher Pekinel, Fazıl Say, Hüseyin Çağlayan, Oliviero Toscani, Eneco Landaburu, Mete Tunçay, Cem Duna, Mehmet Ali irtemçelik, Romano Prodi, Javier Solana, Hans Ulrlch Klose, Jordi Pujol, Claudio Roth, Tarkan, Mahsun Kırmızıgül, Okan Bayülgen, Huysuz Virjin, Kemal Sunal, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Hülya Avşar, Sinan Çetin, Meltem Cumbul, Şener Şen

ile Türkiye...

# h / v

Y A Y I N E V İ

“ Islık ç a l a r ”

+

C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 6 4 1

Referanslar

Benzer Belgeler

Şimdi İttihat ve Terakki ortadan kalktıktan sonra, vaktiyle onun kar­ şısında ayrı ayrı görüşlerle cephe alan iki ihtilâlci, Mustafa Kemal ve Prens Sabahattin,

Mina Urgan, bu kavrama, çok ya­ şamışlığını da bir espri öğesi olarak katıp “dinozor” olarak tanımlıyor kendisini.. Dinozor olmakla

TARİHTE BUGÜN mümtaz arikan 8 Nisan. GERÇEK B/R AYDININ

Dümbüllü,bunca yıllık yaşantısı sü­ resince ne affectlmez.ne tatsız kalleş­ liklere uğram ıştır kimbiUr.Hiç değilse kalbi uslu dırsaydı da tuluat ve ortao -

Akbaba'da her hafta başmakale ve çeşit­ li yazılar yazan Yusuf Ziya', nın kitap halinde yayını nmış romanı, şiir kitabı, lifti ırat ve piyesleri, Halk

Gnathopod 2 (Figure 4b): basis without setae on anterior ma rgin, 4 setae on inner face and with 4 long setae on posterior ma rgin; carpus/propodus long rate 0.38, carpal

(Ort=1,84: Düşük) Katılımcıların 237 kişisi ölçeğe “Kesinlikle Katılmıyorum” yanıtını vermiştir. Bu yanıt sayısı genel oranın %56’3’ünü

Red cell distribution width levels were found to be significantly higher in patients diagnosed with AA in comparison to the control group.. The commonly used, low-cost RDW test may