• Sonuç bulunamadı

İki aşkım vardır, memleketim ve Paris:Yıllar sonra Türkiye'de ilk kez resim yapan Abidin Dino'nun resimleri İstanbul Sanat Fuarı'nda sergileniyor

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İki aşkım vardır, memleketim ve Paris:Yıllar sonra Türkiye'de ilk kez resim yapan Abidin Dino'nun resimleri İstanbul Sanat Fuarı'nda sergileniyor"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SAYFA

/ f f)

İ

j

C

YV£~

CUMHURİYET 2

!h

I

9

A

KULTUR

Yıllar sonra Türkiye’de ilk kez resim yapan Abidin Dino’nun resimleri İstanbul Sanat F uan’nda sergileniyor

‘iki aşkım vardır, memleketim ve Paris’

A H U A N T M E N

Abidin Dino çok uzun, çok özlemli yılların ardı­

ndan Türkiye’de ilk kez resim yaptı. Hem de Büyü- kada’da... İstanbul’u soludu, “imgelerle didişti”... Şimdi o resimler, Paris’te yaptığı resimlerle birlikte İstanbul Sanat F u an ’nda, Galeri N evstandında sergileniyor. Serginin adı, “Biçimden Öte”. Dino anlatsın bu resimleri: “Kalabalık çizgiler, ne idüğü

belirsiz biçimler, renkler, kederli ya da sevinçli, so­ murtkan ya da güteç, karamsar ya da alabildiğine iyimser yüzler. Varla yok arası bir gezinti.”

İstanbul Sanat Fuan bugün sona eriyor. “Galeri

Nev bir daha sergilemeyecek mi bu resimleri?” diye

soruyorum. Resimlerin satıldığını söylüyor. Ta­ bii... “Gayrı tabii” diye yanıtlıyor. “Resim yapmak

müthiş bir sevinç ürünü ressam için. Araya paranın girmesi ise birşey ifade etmiyor pek. Çaresiz birşey tabii. Ama Van Gogh’un o güzelim resimleri yapar­ ken bir tekini bile satamaması ve aynı resimlerin bu­ gün milyarlar etmesi, sanatta para hikayesinin ne kadar yapay olduğunu gösteriyor.”

Abidin Dino pek çok sergi açtı Türkiye’de. Ama resimleri buradaydı, kendisi yoktu. “Belki de doğ­

rusu bu” diyor. “Bütün sorun resimle izleyici arası­ nda. Çoğu zaman ressamla yaptığı resimler arasında gözle görülür bir bağlantı kurmak mümkün ol­ muyor. Yunus Emre’nin bir dizesi vardır, ‘Bir ben vardır bende benden içeri’ resmim için aynı şeyi söy­ leyebilirim: ‘Bir resim vardır bende benden içeri’... Resim ortaya çıkınca artık benimle bir ilgisi yok.” “Kendinizi nasıl tanımlardınız?” diye soruyorum

bunun üzerine. “İmkansız” diyor. İnsanoğlunu

“yılların biriktirdiği bir yaratığa” benzetiyor, “O yılların her tabakası tıpkı arkeolojik araştırmalarda olduğu gibi yeni bir tabaka teşkil ediyor. İnsan kendi kendinin aynası değil” diyor. Ben resimlerinin çok

satmasına şaşırmasına şaşkınım hala.

- Resimlerinizin belli bir sanat bilinciyle değil de bir tür ‘modaya’ kapdarak alındığına mı inanıyorsu­ nuz?

Düşlerimizden bir tanesi, başka bir yerlerde, se­ yircilerin, sanat meraklılarının dehşet yaratıklar ol­ duğu etrafında.... Öyle birşey yok. Bir ömür bo­ yunca rastladığım gerçekten resim delileri var, ama buna da zaten bilinç demek gereksiz. Bir delilik işi. İmgeye karşı tutku. Avrupa’da da aynı şey var. Sö­ zü geçen ressamın birdenbire çok sık anılmasından ileri gelen bir ilgi... Picasso’yu satın alanlar zanne­ diyor musunuz gerçekten Picasso’yu seviyorlar veya Matisse’i? Picasso’nun son yıllarındaki sergi­ lerinde kalabalığa rastlamamak için erken gidiyor­ dum. Ayak bastığım anda bütüh resimler satılmış oluyordu. New York’tan Tokyo’dan telefonla satın almıyordu. Resmi görmeden... Böyle acayip bir oyun resim oyunu. O bakımdan resim olayı Türkiye’de nispeten yeni olduğu için gerçek bir sev­ giye daha sık rastlanıyor.

- Türkiye’de pek çok ressam, ekononük nedenler­ le başka alanlara kayıyor. Hatta sanatın büyük öl­ çüde bu nedenle (burada devletin yeterince yardım etmemesi de sayılan etkenler arasında) belli bir sevi­ yeye ulaşmakta yavaş ilerlediği söyleniyor. Sanatçı zaten herşeyi göze alabilen değil midir? Yoksa bu tür idealler geçmişte mi kaldı?

Geçim zorluğu yalnız Türkiye’de yok sanatçılar için. Fransa’da taradığım birçok genç ressam iki şeyden birini seçiyor ya çok çok zor •koşullarda

B

A

\

' a

r¡>

. >

ç

,.-bidinDino

anlatıyor

resimlerini: ‘Kalabalık

çizgiler, ne idüğü belirsiz

biçimler, renkler, kederli

ya da sevinçli, somurtkan

ya da güleç, karam sar ya

da alabildiğine iyimser

yüzler. Varla yok arası bir

gezinti.’

*ir sokakta yıllardan

beri bildiğim birtakım insan

kaynaşmalarının

sürdüğünü gördüm.

1930’lardan başlayarak

yaptığım kalabalık

insan resimlerim vardır.

Şimdi bu kaynaşma

gittikçe benim

resimlerime daha çok

benziyor.

-herşeye rağmen- resim yapmaya devam ediyorlar veya kimisi bir ikinci uğraşla açlıktan kurtulmaya çalışıyor. Zannediyorum her ikisi de anlaşılır şey­ ler. Bazı ressamlar var ki geçinebilmek için her gün öğleden sonra ki -o da kolay bir iş değil izine bağlı- Montmartre’da gelen geçenin resmini yapıyor. Ve bunlann bazıları, yemin edebilirim ki size T ürkiye’­ de ve Fransa'da çok ünlü olan kimi ressamlardan daha değerli. Ama işte galiba buna benzer şeyler hep olagelmiştir; Rönesans zamanında İtalya’da da çıraklık uzun sürüyordu zaman zaman. Çeşitli ünlü ressamlar bile o zamanlarda şimdiki düşün­ düğümüz sanatçı kişiliğini taşımıyorlardı, prensle­ rin kanadı altında ikinci, üçüncü derecede insan­ lardı. Ama yavaş yavaş öyle güçlü şeyler yaptılar ki, ister istemez kabul ettirdiler kendilerini. Belki Si­ nan için bile düşünmemiz mümkün bunu; işte bir yeniçeri alt tarafı. Sonra bütün padişahlara kendini kabul ettirdi ve eminim ki kafa da tutabiliyordu.

- Fransa’da Matisse, Picasso gibi isimlerden sonra gelen kuşak öncekilerin gösterdiği performansı gös­ teremedi, ardından da Paris saltanatı yavaş yavaş yok olmaya, merkez New York’a kaymaya başladı. Siz oradaydınız, bu süreci yaşadınız...

1960’lı yıllarda Paris hakikaten egemenliğini sür­ dürüyordu hala. O dönemde satılan birçok resmim var Amerika'da. Sonra New York galerileri buna yavaş yavaş bir tepki gösterdi, özellikle De Gaulle’- ün kendi başına buyruk, Amerika’nın genel siyasal çizgisinden ayrılmasından itibaren Amerikan gale­ rileri bir nevi boykot yaptılar. Ve bir pazarlık yapıldı: Eğer Amerikan ressamlarını Paris’te ön planda satmazsanız biz de sizin resimlerinizi New York’ta satmayız... Ve yavaş yavaş Amerikan res­ samları Paris’te boy gösterdi. Ama karşısı pek o kadar gerçekleşmedi, ‘Paris Okulu’ dedikleri res­ samlar pek ayak basamadı öteki piyasaya. Ama işin komik tarafı şu ki Amerikan ressamlarının ço­ ğu zaten Paris’te yetişmişti... Ama bütün bunlar önemli değil, önemli olan gene resmin ortaya çıkması. Bana öyle geliyor ki -aldanıyor olabilirim tabii- üstelik de ezbere konuşuyorum çünkü New York’a hayatımda ayak basmadım, Amerika’da öyle nefes nefese, fazla oyuncaklı dönemlerin yor­ gunluğu başgöstermeye başladı. Yani denilebilir ki o sayede yepyeni bir sanat merkezi doğabilir ve bu ne Paris ne New York ne de Berlin olmayabi­ lir... Bu bir çeşit kehanet ama...

- Hala sürmekte olan Venedik Bienali’nde oluşan uluslararası sanat buluşması konusunda ne düşünü­ yorsunuz? Kimisi bienalin uluslararası sanat or­ tamını ancak Eurovision şarkı yarışması ölçüsünde yansıtabildiğim düşünüyor...

Sert bir eleştiri... Galiba Türk sanatçıları arası­ nda bienale biraz kenardan davet edilmiş olan ben varını. O da 1951 yılında Rom a’da bulunduğum bir sırada. Bienallar, buna benzer toplu sanat et­ kinlikleri acayip işler. Sanat, ne Kırkpınar güreşle­ rine benziyor ne de at yarışlarına. O rada sonuç

açık; sırtını yere getirirsen birincisin. At yarışları­ nda da milimetreye varıncaya dek kimin öncelik taşıdığı belli. Sanatta öyle birşey yok. Türkiye’nin Venedik Bienali’ne şimdiye kadar nispeten az katılmış olması da bir değer sorunu değil. Şimdi İstanbul Sanat Fuarımdaki yapıdan yurtdışmda bir etkinliğe taşısak, oradakileri de buraya getirsek arada pek bir fark olacağını sanmıyorum. Yalnız yurtdışı toplu sergilerinde araya bir Matisse, Picas- so, Klee kanşmış olabilir. Ama ben zaten burada bugün üretilen çağdaş sanat anlamında konuşuyo­ rum.

- Siz artık daha sık geliyorsunuz İstanbul’a... Yılların değiştirdiklerine alışabildiniz mi? Yoksa ço­ cukluğunuzun, gençliğinizin eski İstanbul'unu mu görüyorsunuz hala bir tür soyutluk içinde?

Alışabilme diye bir sorunum yok. Örneğin, bir iki akşam önce, geç vakit, bir taksiye binmek gere­ kiyordu... Öylesine dar, öylesine canlı, öylesine renkli, berberi, karpuz sergisi, meyhanesi vesairesi olan bir sokağa girdi ki, benim yıllardan beri bildi­ ğim, karman çorman birtakım insan kaynaşma­ larının sürdüğünü gördüm. Hatta bir nevi, ne ka­ dar gerçekçi bir ressam olduğum ortaya çıktı. K a­ labalık insan resimlerim vardır 1930’lardan baş­ layarak yaptığım; benim kaynaşmam bir milyon­ luk İstanbul’un kaynaşmasıydı -gene de epey bir kaynaşmaydı- şimdi artık rakamı bilmiyorum ama bu kaynaşma gittikçe benim resimlerime daha çok benziyor.

- Bunca yıl uzak kalmak, ama hiç unutmamak,

hayallerinde hep İstanbul’u görmek nasıl bir duygu? Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz? İstanbullu musunuz, Parisİi mi?

Çocukluğumda da Paris’te oturduğumuz için ai­ lece, o ikilik bende var, ama eğer bir terazi varsa, o terazide ağır basan muhakkak ki Türkiye ve İstan­ bul... Hatırlarsınız belki Joséphine Baker adında çok güzel bir zenci bayan vardı. 1930’iarda, 40'lar- da kırıp geçiriyordu ortalığı. Onun meşhur bir şarkısı vardır, bütün dünyada bizim kuşak ezbere bilir. “J ’ai deux amours, mon pays et Paris- “İki

Aşkım Vardır, Memleketim ve Paris”... Ben de bir

çeşit Joséphine Baker gibi sahneye çıkıp bunu söy­ leyebilirim.

- Hatta eşiniz Güzin hanım Türkiye’den ayrıldı­ ktan sonra 36 yıl hiç gelmedi değil mi?

2-3 yıldır geliyor. Gelemedi çünkü çalışıyordu. Önce, bilimsel araştırma merkezinde dil konusun­ da, sonra verdiği dersler onu alıkoyuyordu, sonra Radio France International’in Türkçe bölümünü idare etti. Bazen de darbelerden pek hoşlan­ madığımız için, uzak kalmayı tercih ettik.

- Abidin-Güzin Dino ‘evliliği’ ya da belki ‘dostlu­ ğu’ hep anlatılır durur. Bu birlikteliği güzelliğinden hiçbir şey yitirmeden sürdürmek, biraz da ‘ortak bir kader’ paylaşmanızdan mı kaynaklandı?

Bir kere Türk polisi sayesinde evlendik, o bakı­ mdan müteşşekirim yüksek organlara...Ben sürü­ lünce Güzin üniversiteden asistan olduğu halde kendi isteğiyle ayrıldı, A dana’ya geldi ve orada bi­ raz zor koşullarda çok güzel günler yaşadık. Çok

güzel günler... Orada genç Yaşar Kemal’i tanıdık,

Orhan Kemal hapisten çıkıp bizim ‘Adana ekoiü’ne

katıldı... ¡kincisi, Türkiye’den ayrılmaya karar ve­ rince, Güzin’in yanımda olması bir çeşit Türkiye’­ nin yanımda olması gibi birşeydi.

- Mutluluğun resmini yapamadığınızı söylüyordu­ nuz bir söyleşide. Ama mutlu bir insansınız, resim yaparken daha da mutlu. Resmini yapamadığınız bu kavram ne ifade ediyor sizin için?

Beni mutlu kılan birşeyi anlatayım. Alanya’da bir sergi açtım, Kızılkule’nin tepesinde... Bir sürü insan geldi. Kuleye tırmanmak da kolay değil, basamakları Selçuk basamakları...Çok sevimli gençler geldi, biraz alçak bir sesle “Abidin bey, siz

mutluluğun resmini yapabilir misiniz?” diye soru­

yorlardı... O bir çeşit parola oldu. Anladım ki

Nazım’ı okumuş gençler, beni Nazım sayesinde bi­

raz tanımışlar... Dolayısıyla o parolaya hayranım.

- Resminizde çok çeşitli dönemler var. Bunlar Res­ min iç sorunlarından mı kaynaklandı, yoksa yaşam mı etkendi?

Yalmz iç değil, yalnız çevrem değil, galiba dünya çapındaki birtakım olayların etkisi de kanştı. Me­ sela, dönemlerin bir tanesi uzun yürüyüş... Ama bu uzun yürüyüş, Anadolu Kurtuluş Savaşı’nm da uzun yürüyüşü, Çin’deki Kurtuluş Savaşı’nın da uzun yürüyüşü, bugün hala ne kadar uzun yürüyüş varsa yeryüzünde, hepsinin bir çeşit sonucu oldu o resimler... Hiçbiri karar verilmiş değildi. Önceden verilmiş kararlar iyi sonuç vermiyor sanatta. Ger­ çekten içten bir tepki, derin bir tepki oluşursa bir- şeyler çıkıyor ortaya.

- Aslında resminiz tüm bir yaşantının ipuçlarını taşıyor ama siz bunu belirli temalar aracılığıyla yansıtıyorsunuz resimde. Başta eller...

Galiba bizim ailenin elleri hep güzel. Yüzler çir­ kin bazen, bazen güzel ama eller oldum olası güzel. Ta Yunan filozoflarına çıkmak lazım; insanoğlu, el. Emekçilerin eli el, sanatçıların eli el, müzisyenle­ rin eli el, aşıkların eli el..

- Siz dostluklarınızla da ünlüsünüz... Haritanızda çok nokta var, Adana’dan İstanbul’a, Roma’dan Pa­ ris’e dek ama bununla birlikte anılarda hep mutlu ‘dostluk çemberleri’...Yalnızlık duygusunu tanıyor musunuz?

£

^ğer bir terazi varsa,

o terazide ağır basan

muhakkak ki Türkiye ve

İstanbul. Josephine Baker’ın

o ünlü şarkısı ‘İki Aşkım

Vardır, Memleketim ve

Paris’i, bende

onun gibi

sahneye çıkıp bunu

söyleyebilirim.

Ben kendimi hiçbir yerde ve hiçbir zaman yalnız hissetmiş değilim. Gerçekten de yalnız değildim hiçbir yerde, en zor yerlerde bile. Talih galiba. 1930’lu yıllarda genç bir gazeteci olarak Babıali’de çalışırken, birçok ilginç kişiyle, birbirinden çok farklı insanlarla arkadaşlık ettim. Nazım Hikmet’lc arkadaştım,ama aynı zamanda Necip Fazıl’la da gayet arkadaştık. BabIali’nin dibindeki meyhane­ lerde veya balık pazarında buluşuyordu herkes. Bütün farklara rağmen, kavgalara rağmen devam eden dostluklar vardı.Sonraki kuşaklarla da yakın arkadaşlıklarım oldu; Sait Faik’tcn tut, Orhan Ve- li’ye, Melih Cevdet’e, Oktay Rıfat’a varıncaya ka­ dar. Birtakım dergiler çıkardık hep beraber ye o sı­ rada çok somut olan- çünkü Alman ordulan ta sınırlarımıza kadar gelmişlerdi- antifaşist bir çeşit kültür yapısına biraz öncülük etmiş oldum. O yıl­ larda Türk aydınlarının ve sanatçılarının faşizme karşı bir cephe tuttuğu muhakkak. H atta Necip Fazıl bile buna bir ölçüde katılır gibi olmuştu.

- Necip Fazıl’ın özyaşamöyküsünde sizi ‘inandı­ ktan sonra’ kendi şeyhine götürdüğü söyleniyor...Bu olaydan söz edebilir misiniz?

Edebilirim am a etmeyeceğim, çünkü tam rengiy- le anlatmam için Cumhuriyet’in hiç olmazsa dört beş sayfasını işgal etmem lazım...

- Peki, bir de yurtdışmda yaşadığınız ünlü dostluk­ larınız var. Picasso, Meyerhold, Tzara, Aragon, Gertnıde Stein...

Gene bir çeşit talih... Rusya’ya gittiğim vakit o yılların en taranmış tiyatro isimlerinden Meyer­ hold ile beraber bir süre çalışabildim. ‘Maça Kızı’ operasının mizanseni yaparken birtakım eciş bü­ cüş resimler yapmıştım. Kaybolmuş olacağını tah­ min ediyordum bugüne dek, ama geçenlerde bir Fransız araştırmacı arkadaşım orada eski evrakı karıştırırken benim çizimlerimi bulmuş. Çok sevin­ dim. Aynı şey Gertrude Stein’la da oldu. ‘Yeni Bir

Faust’ oyununu o yazıyor, ben çiziyordum. Araya

İkinci Dünya Savaşı girince resimlerimi bir daha göremedim. Sonra bir genç İngiliz eleştirmen, Ox- ford’da bir şatoda o resimleri bulmuş, müthiş bir Sherlock Holmes ustalığıyla beni buldu. En çok saygı duyduğum da dada hareketinin ustası Tris-

tan Tzara, 1938 yılında Paris’te çok yakın arkadaş

olduk. Paris’te kafasını şişirmiştim Nazım Hik­ m etle, halbuki tercüme edilmemişti Nazım daha... Açlık grevinden önce o çevirdi Nazım’ın şiirlerini, dış dünyanın Nazım’a ilgisi o çeviriler sayesinde oldu. Picasso'yla dostluğum da ayrı, ama çok uzun bir hikaye...

- İngiliz sanat eleştirmeni David Sylvester, bazı sanatçıların atölyelerinin birer efsaneye dönüştüğü­ ne inanıyor. Siz Paris’te çok ünlü sanatçıların'atöl- yelerinde çalıştınız, bulundunuz...

Atölye kavramı biraz anlamsız bir kavram... Çünkü her yer atölye. Evet sonunda bir yere ka­ panıp ressam boyasını yapıyor ama biraz idealize edilmiş, biraz komik bir kavram aslında. Picasso’- yla beraber seramik yapıyorduk bir gün. her za­ manki gibi şakalar yapıyordu, komik bir İspanyol. Üzerine basa basa “Öğleden sonra ‘atölye’me gide­

ceğim” dedi. “Atölyeme kapanacağım. Ne yapıyo­ rum içerde? Kendi kendime oturuyorum, biraz başımı kaşıyorum, ondan sonra uyukluyorum. Dı- şardakiler, Picasso içerde, çalışıyor diye düşünüyor. Oysa hiçbir bok yaptığım yoktu...” Yalan tabii!

Çünkü günün sonunda bir iki tane tuval bitirmişti bile... “Acayip bir arısın” derdim ona, “Dolduruyor­

sun petekleri, sonra dolunca başka yer kalmıyor, başka bir peteğe geçiyorsun...”

-Sorularım bitmeyecek ama sizin de zamanınız kısıtlı. Onun için çok dolu dolu yaşanmış yıllara geri dönüp baktığınızda, hangi güne, hangi döneme geri gitmek isterdiniz sorusuyla noktalayalım.

Birçok dostum oldum olası bana anılarım yaz diyor -bu da komik bir sözcük, ‘anı’- belki de haklılar bir bakıma. Ama bu bana geri geri yürü­ mek gibi geliyor. Benim yaptığım, zamanın akışına kapılmamak, kafa tutmak, bir set çekmek gibi bir­ şey. O anı yaşamayacağını da geçmiş bir zamanı yaşayacağım- bu beni çok tedirgin ediyor. Galiba Nazım’da da vardı bu. Filan yılda ne yaptığını sor­ duğumda, “Bırak allahaşkına” derdi, “Yarınki işi­

mize bakalım...”

Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

MEASUREMENTS: QOL was assessed according to the brief version of the World Health Organization Quality of Life instrument (WHOQOL-BREF), functional balance and gait according to

某一位研究者想要測試某種流行性感冒疫苗的效果,有 150 位民眾接受流感疫苗預防注射,180 位接受安慰劑注 射,另外

The CE group was given one bottle (70 mL/bottle) of chicken extract three times a day to provide 18 g protein from the 37th week pregnancy to 3 days postpartum.. All women in the

Kocanın artık evin reisi kabul edilmemesi ve evlilik birliğini ilgilendiren konularda, ortak ko- nutun seçilmesinde eşlerin ortak karar alması ilkesinin getirilmiş olma- sı,

Yapılan analizler sonucunda, öğretmen nitelik ve motivasyonu, milli eğitim felsefesi ve stratejisi, eğitimin içerik ve yöntemi, rehberlik ve motivasyon, seçme ve

Bu sonuçların gerçekleşmesine ilişkin olarak üç farklı ihtimal bulunur: Birinci ihtimale göre icbarın somut olayda bulunmaması halinde bireyin iradesi sakatlanmadığı

White, yukarıda gördüğümüz gibi tarihçinin tarihsel alandaki nesneleri ve aralarındaki ilişkileri teşkil eder ve tanımlarken belli bir mecazi çerçeveden yararlandığını,

Ceza hukukuna en fazla yaklaşan “disiplin hukuku” alanında da gö- rüldüğü gibi, “disiplin cezaları” gerçekten ceza hukuku alanındaki an- lamları ile birer ceza ve