44
İnsanoğlu hep
‘nereden gelip nereye gidiyoruz'u
araştırıyor. İnsanlar sığındıkları b ir dünya yaratıyorlar.
M it ya da düş dünyası. Yarattığım ız ve yaratıldığım ız
dünyada yaşıyoruz
.
ik isi iç içe.
99
AŞAR Kemal, Ya şar Kemal olmadan önceydi: A dana’mn Osmaniye ilçesine bağlı Hemite köyü nün camisinde gü nün birinde tam na maz vakti silahlar patladı. Dua et mekte olan Sadık Yaşar vuruldu. Kan davası...
Sadık Yaşar’m beş yaşındaki oğ lu Kemal Sadık her şeyi görmüştü. Her şey gözlerinin önünde olup bit ti... Büyük bir şok. O an dili tutul du. Kekelemeye başladı... Ama burası Çukurova... Bir çocuğun, hele Sadık Kemal gibi türküye meraklı, ha bire halk türküleri; söyleyen bir çocuğun, hep kekeme kalması olası değil. Tür küleri öğrene söyleye açacaktı dilini...
2
Zeynep Oral
Kemal Sadık büyüyecek. Ve o dille (ne tutukluğu... gürül gürül akan, ter temiz, duru, aydınlık bir dille) yarat tığı “ senfonilerle” , “ destanlarla” dünyayı fethedecekti.
Yaşar Kemal, Yaşar Kemal olma dan önceydi:
Hemite köyünde günlerden bir gün kurban kesiliyordu. Her nasıl ol duysa, kurbanı kesenin elinden fırla yıverdi koca bıçak. Bula bula gitti dört beş yaşındaki Kemal Sadık’ın gözüne saplanıverdi. Millet koşuştu, çocuğun başına üşüştü. Yok, bir şey olmadı dediler. Yıllar sonra, anlaşı lacaktı ki Kemal Sadık’m sol gözü görmüyor. Ve artık çok geçtir, o göz tedavi edilemez... Kemal Sadık büyü yecek. Ve çevresine, yöresine, dünya ya, doğaya, insana ve bütün bunların
taa en dibine öyle bir bakacaktı ki, iki gözü 'de görenlerin görmediklerini gö recek; bununla da kalmayacak, biz- lerin bakıp da göremediklerimizi he pimize gösterecekti.
Kemal Sadık büyüyecek, babası nın adını alacak, Yaşar Kemal olacak tı... Ama o zamana dek neler neler...
Yaşar Kemal’in İstanbul’da Ba- smköy’deki evindeyim. Her yer kitap dolu. Odalar boyu duvarlan saran ki taplığın bir yanı yalnız Yaşar Kemal’ lerle dolu. Türkçe 35 kitabın çeşitli baskıları... Sonra öteki dillerdeki Ya şar Kemal’ler. Yaklaşık 40 dilde... 185 özgün baskı... Sonra-yabancı dil deki özgün baskıların yeni basımları. (Örneğin İsveç’te “ İnce Memed” in 17
baskısı var)... Sonra,(hepkitaplığı iz liyorum) dosyalar, dosyalar, dosya lar... Yabancı yayın organlarında ya yınlanmış, beş bini aşkın eleştiri... Tü mü, müthiş düzenli, tarih ve kaynak gösterilerek dosyalanmış. Belli ki bu işte Tilda’nın (Yaşar Kemal’in eşi) parmağı var.
En üstteki dosyayı alıp, rasgele açıyorum: “ Fransa’da 1987 yılı için de yayınlanan 12 bin roman içinden seçilmiştir” başlığının altında, “ Yılın en iyi 7 rom anı” tanıtılıyor: Yedi ro manın y azarlan şöyle sıralanıyor: Fe- licien Marceau, Goran Tunstrom, Ya şar Kemal, Rene-Jean Clot, Juan Carlos Onetti, Marco Lodoli ve John Fawles... Bir sayfa geri gidiyorum: Bir mektup fotokopisi: İnce Memed 3’ü “ Le Retour de Memed le Mince” (İnce Memed’in Dönüşü) diye Fran- sızcaya çeviren Münevver Andaç’a, yılın çeviri ödülünü kazandığını bil diren mektubun fotokopisi... Dosyayı karıştınyorum, en üst sayfaya geliyo rum: 20 Mayıs 1988 tarihli “ Le Generalis” dergisinde Jean d ’Ormes- son “ ö tek i edebiyatlar, bizim edebi yatımızı çoktan aştı. Bugün, her yıl beş Nobel ödülü verilse, Fransızlar buna giremez. Düşünün ki, dünyada bir Vargas Llosas, G arda Marques ve Yaşar Kemal var” diyor...
Dosyaların içindekilerin binde bi rini buraya aktaracak olsam, şu ekin sayfalan yetmez. Üstelik ayaklanmın dibinde dolaşan Jimmy de, dosyaları da daha çok kanştırmama yer vermi yor.
Yaşar Kemal, “ Jimmy, çekil yavrum” diyor ve simsiyah tüylü “ Arap” kedi, dosyalan, kâğıtları, be ni bırakıp, radyoyla teyp arasındaki rafa sıçrıyor. Yaşar Kemal’in, hepi mizin “ A rap” diye çağırdığı bir “ siyahi” yakın dostu vardı: James (Jimmy) Baldwin... Kedinin adı onun için Jimmy.
Neyse, Jimmy köşesine çekildi, Yaşar Kemal’in “ Tilda şunu bulsa- na... Tilda şunu versene... Tilda, yaa o resim nerede... Tilda, sana zahmet şu yazıyı getirsene... Tilda, şu olay ne zamandı, hangi tarihteydi... Tilda, söylesene... vb.” seslenmeleri bitti ve karşılıklı yerleşip, konuşmaya başla dık. (İçimden Allah, her büyük yaza ra bir Tilda nasip eyleye diye geçir mekten geri kalmadım.)
• Doğayla ilişki
Sizi bilmem ama, ben Yaşar Ke mal’in romanlarında doğa betimleme leri karşısında zenginleşirim, çoğalı rım, “ uçarım” , ayağım yere basar olur. O bana doğayı anlatırken, ben yalnız doğayı değil, insanı, toplumu
tanırım. Onun dilinden doğayı okur ken, varım, yeryüzünde yaşıyorum, bu dünyada yaşıyorum diye mutlu olurum ... Kaçınılmaz, ilk sorum ki taplardan tanıdığım, Yaşar Kemal- doğa ilişkisinin yaşamdaki izleri üze rineydi. Romanları doğayla onca iç içe olup da nasıl natüralizmden uzak kalabiliyor, o tuzağa düşmüyordu?
“ Bak, ben yedi, sekiz yıl her yaz su bekçiliği yaptım. Pirinç tarlaların da, 74 kilometre boyunca Savrun Göze’sini beklerdim. Halk ona Sav run Gözü d e r...”
(Yaşar Kemal Kadirli İlkokulu’n- dan sonra A dana’da ortaokula gitti, son sınıftan ayrılarak Çukurova’da pamuk tarlalarında ırgatlık, su bek çiliği, ırgat kâtipliği, çiftlik kâtipliği, hademelik, amelebaşılık, arzuhalcilik, ilkokul öğretmenliği gibi sayısız işte çalışarak, “ Yaşam Üniversitesi” nde eğitimini sürdürdü.)
“ Suyu köylüler çalmasın diye ba na bekletiyorlar. Ama ben köylülere suyun nasıl çalınacağını öğretirdim. Gündüz değil, gece çalın diye akıl ve rirdim. Çalanlardan biri de Toron Pa şa. En iyi türküyü o söyler. Ona da öğrettim ...”
Doğa diyorduk...
“ İşte su boyunca kilometrelerce yürür dururken yıllarca, otlarla, kır çiçekleriyle, sularla dağlarla, kuşlar la balıklarla arkadaşlık ettim. 90 pı nar karışır birbirine, koca su olur akar, ben tüm suları ayrı ayrı tanır ol dum. Sekiz yılda suların farklılığını anladım. Sumbaş Çayı, Kozan Çayı, Berdan Çayı, Göksu... Doğanın her parçasının ayrı bir kişiliği olduğunu anladım. Doğada hiçbir şey, ötekine benzemiyor. Bir çiçek, ötekine, bir ot öteki ota benzemiyor. Her birinin ayrı yapısı, biçimi var... Marx, kişi tektir, yeri doldurulamaz diyor. Doğa da öy le. Doğada her şey tek gelip tek gidi yor... Biz tanımadığımız için, koyun lar, aynı tür çiçekler birbirine benzi yor sanırız. Benim Tahir amcam ço bandı. Her koyunu tanırdı. Tahir am cam ...”
Su çalan Toron paşalara, her ko yunu tanıyan Tahir amcalara dalıp gi dersek, bu konunun sonunu getireme yeceğiz...
“ Natüralizmden uzaklık, diyor d u k ...”
“ Doğayı tanımadın mı natüraliz- me kayarsın. Natüralizm benim için kanserdir. İki şey romanı yıktı. Biri Natüralizm, öteki Sosyal Realizm. Her ikisi de sanatı sınırladı. Modalar sanatı sınırlar. Sınırlar da sanatı öl d ürür.”
“ İlk öykümü, ‘Pis Hikâye’yi yaz dığımda (21 yaşındaydı), doğayı, bu günkü gibi, bugün anlattığım gibi
de-E D de-E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİN YAŞAM
“ Doğayı tanımadın
mı natüralizme
kayarsın. İki şey
romanı yıktı: Biri
natüralizm, öteki
sosyal realizm. Her
ikisi de sanatı
sınırladı. Sınırlar
sanatı öldürür.”
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİN YAŞAM
“ Folklor yaşamdan
ayrı bir şey değil.
Halk yaşantısı, halk
yaratısı, destana
dönüşüyor. Halk
şairi, halkın
toplamıdır. Bu da
sonsuz bir güçtür,
bir şiddettir.”
ğil, fazla yakın anlatmıştım. Taa o za mandan taktım kafayı doğaya... İn sanı yaşama bağlayan ne? Onca zor luk çekiyor, onca karanlıkta yine de kendini öldürmüyor. İşte bunun gizini arıyordum, arıyorum, insanoğlu en karanlıkta bile bir şiir yaratıyor. Çün kü doğanın içindeyiz, doğanın bir parçasıyız... Doğayı bir dekor gibi kullanmayı yanlış buldum ... Ortadi- rek, doğanın uyanmasıdır. Kentin uyanmasını ise Deniz Küstü’de anlat tım .”
“ Sen arıların nasıl uyandığını bi lir misin? Bak anlatayım ...”
A nlattı... Önceki donmuş kalıp laşmış hallerini, kanatlarını, gövdele rini, ışıltılarım, hareketlerini... Yirmi dakika sürdü arıların uyanışı... Nere den buluyor bu sözcükleri, bu söyle yiş biçimlerini... Gözlemlemenin, ta nımanın, tanıdıkça bildikçe anlama nın, anladıkça sevmenin ötesinde bir şey bu...
“ Benim çok şansım oldu. Karaca- oğlan, Pir Sultan, Yunus Emre gibi halk şairleriyle büyüdüm. Bir bu... Bir de çok okudum. 17, 18 yaşımda Ilyada’yı okudum. Bizim halk şairle riyle benzerliğini gördüm ...”
Bir an için duralıyorum:
Pamuk tarlalarında ırgatlık, su bekçiliği yapan bir çocuk, ortaokul dan ayrılma bir çocuk, tüm o çocuk luk ve gençlik yıllarında nasıl olur da “ çok okur” , okuma olanağı bulabi lir?
“ Adana’da Ramazanoğlu Kütüp hanesinde hademelik yaparsan olur” diye kahkahalı gürlemesi yetişti imda dıma.
«
• Hademeliğin
yararları
“ Ben orada hademelik yapıyor dum. Gene orada yatıp kalkıyorum. Kütüphanede bir müdür var, bir de ben. Müdür, pek uğramaz. Ben kü tüphaneyi sabah dokuzda açıyorum, beşte kapıyorum... Yirmi bin cilt be nim gibi deliye kalmıştı!”
Bu “ deli çocuk” la Arif ve Abidin Dino ilgilenmişlerdi. (Nedenini, niçi- ni sonraya bırakıyorum) Arif Dino, Halkevi Başkanı Kemal Satır’a, “ Bu çocuğu kütüphaneye memur al” de mişti. Memurluk yoktu ama hademe lik kadrosu boştu... Çocuk “ atladı” bu işin üzerine.
“ Kütüphaneye pek kimse gelmez di. En çök Dino’lar gelirdi. Orhan Kemal’i de orada tanıdım. 43’teydi. Bir gün kütüphaneye geldi ‘Goriot Baba’yı istedi. Bizde dışarı kitap ver mek yok. Müdürden izin aldım ve ki tabı ona verdim. 15 gün sonra geri ge tirdi... Sait Faik’i de ilk orada oku dum. O zamandan beri benim yaza nındır... Sonradan kendisini de tanı dım ... Ben ondan çok şey öğrendim, (içeri sesleniyor:) Tilda! Sait’in bana imzaladığı kitaplar nerede? Birini ‘Türklerin en Kürdüne, Türklerin en Türküne’ diye imzalamış...
Bu kez Tilda imdada yetişmedi. Kendi kalktı kitabı arayıp buldu. “ Birtakım Insanlar” m ilk baskısı. Bi rinci sayfasında Sait Faik’in el yazı sı: “ Sürülmemiş tarla gibi, ellenme miş kız gibi, bakir hikâyecimiz dos tum Yaşar Kemal’e. Sait Faik.
19.2.1953” yazılı.
Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde geçirdiği 3 yıl boyunca hep okuyacak
tı. “ Sait Faik dışında, kimdi senin ya zarların?”
“ Çehov! Ondan da çok şey öğren dim. Sonra Dostoyevski. Sonra Stendhal. Romancı olarak başyaza rım Stendhal... Don Kişot baş kita bimdir. Köye giderken Arif Bey ba na bir çuval dolusu kitap hediye etti. Çuvalı açtım ki içinde bir sürü kitap arasında beş tane Don Kişot var. Her halde yanlışlık oldu dedim. Aynı ki taptan beş adet... ‘Yok’ dedi Arif Bey, ‘Bütün ömrün boyunca okuya cağın için eskir.’ Doğru demiş. Hapis te 34 ay kaldığımda, gece gündüz hep Don Kişot okudum. Bir de Kamelya- lı Kadın... Arif Dino hep ‘Roman sürüklemeli’ derdi. Romanın nefes kesiciliğini Kamelyalı Kadm’dan öğ rendim.”
“ Hapisteyken” sözcüğüne açıklık getirelim: Şiirleri Adana’daki “ Çığ” ve “ Görüş” ; İstanbul’daki “ Varlık” , “ Millet” , “ Kovan” gibi dergilerde yayınlanmaya başlamasından, ilk öy küsü “ Pis Hikâye” yi yazmasından sonraki dönemdeyiz. 1950’de solcu luk propagandası yapıyor gerekçesiyle tutuklanır. Kozan Cezaevi’nde yatar.
Yaşar Kemal’in “ yazarları” na dö nüyorum:
“ Gençliğimde Şolohov da çok et kilemişti beni. Sonradan Faulkner’i keşfettim. Onu Tilda’dan öğrendim. Tilda bana sözlü olarak Faulkner ki taplarını çevirirdi.” (1952’deydi. Cumhuriyet gazetesinde röportaj ya zarıydı. Ömer Sami Coşar’la aynı odada çalışıyorlardı. Tilda da Ömer Sami’nin ajansında gazeteciydi. Bu ilk karşılaşma, bugüne dek süregelen beraberliğe yol açacaktı.)
“ Yalnız yazarlardan değil sinema dan, Charlie Chaplin’den de çok şey
On Üç, On Beş Yaşında
C em al
S ür ey a
Savrun suyu ada yapm ış Kadirli'de, yarısı bük lük, yarısı b o s ta n :
Tabancalı ç o c u k bo sta n bekler.
M e rd iv e n li ç a rd a kta yatar. G ece in in ce eşkı ya g e lir; eşkıyaya ye m e k p işirir.
D o m u zla r gelir, yü zle riyle toprağ ı sürerler. D e li K e m a l’in çın a rı iş te ordadır.
Ç ınarlı çocuk.
Çınarın yanında ve üç m etre ötede ayakta dur d u ğ u zam an, çın a r ve o, dünyanın duyargaların ı o lu ş tu ru rla r. Ö yle g ö rü n ü rle r.
Ç ınar dağın, taşın ve b ütün b itk ile rin ; o, b itk i lerin, hayva n la rın ve b ü tü n in sa n la rın duyargası. Ö yle gö rü n ü rle r.
Tılsım b ird e n b ire a ğ a rır; ve K e m a l suya d o n su z girer.
Suda ba lık g ö rü n c e se vin ir: Sudan sıçrayan b in le rc e g üm üş re n g i balık. M u tlu lu ktu r.
A tla r u zaklarda kalabalık.
R engârenk b ir ç e rç i, uzakta s ilik le şe ce ktir. K e m a l ç o k s e v e r bib isin i. O nu ku ca kla d ıkta n s o n ra havaya fırla tm a k ister.
Yaylaya g idince ço cu kla rı b ir edip çadırları ta şa tutar.
Tokatı yiyin ce kaçtı.
D e desinin köyüne g itti. B ir yıl sonra döndü. Öldü, suda boğuldu sanm ışlardı. D üdüklerini b aş ka la rın a verm işler.
Çınarın altında çaykara kazdı. Buz g ib i su çıktı. Sukabağıyla g e lip g e çe n e su ve yarım karpuz ve riyordu.
On ik i yaşında yine b ir to k a t y e d i ve A d a n a '
ya kaçtı.
Y a ğm ur tu tm uştu.
Gâ vu r m ağ a ra sı 'nda ko rku d a n tü rk ü le r sö ylü yordu.
Tam o anda b ir elin okşam ak için m iş g ibi om u zuna dokun d u ğ u n u duyum sadı:
S ö yle n c e 'n in eli.
E D E B İ Y A T I M I Z D A N
ON İNSAN BİN YAŞAM
“ Benim bir ayağım
Anadolu’daysa, bir
ayağım da dünyada.
Kültürler birbirlerini
besler. Kendi
kaynaklarımızı bilip
dünyaya açılmaktan
başka çaremiz
yok.”
Yaşar Kemal, Mitterrand tarafından ödüllendiriliyor öğrendim ben. Dört beş Chaplin fil
mi kendim seyrettim. Gerisini Arif Dino’dan dinledim. Adana’da Chap lin çok meşhurdu. Sokaklarda her gün Charlie Chaplin yürürdü. (Yani Chaplin kopyeleri) Sonra Paul Robe- son’a bayılırdık. Ona Uzun Arap der dik. Tüm çocuklar ona tapardık... Ben su beklerken çocuklar ‘Uzun Arapm filmi geldi’ diye haber uçurur lar ben kamyona atlar, filmi görür, yi ne tarlaya dönerdim ...”
Anılardan biraz uzaklaşalım diyo rum. Örneğin Yaşar Kemal-doğa iliş kisinden sonra, Yaşar Kemal-folklor ilişkisine geçsek. Öyle ya tüm roman larında folklorla sürekli değişen, ge lişen bir ilişki içindedir Yaşar Kemal. Folklorla içli dışlıdır, sarmaş dolaş tır. Ama bize asla bir yörenin folklo runu tanıtmaya kalkmıyor, folkloru anlatmıyor. Ö, folkloru bir araç ola rak kullanıyor. Çok iyi tanıdığı, bil diği ve olanaklarını sonsuza dek ço ğaltarak kullandığı bir araç...
Bunları dedim ve Yaşar Kemal’in uzun soluğunu dinlemeye başladım:
• “Âşık Kemal”
“ İnsan belirli koşullar içinde do ğar, koşullar içinde yaşar, koşullar içinde ölür. Yazar da öyle... Yazar lık, hele roman yazmak usta-çırak iliş kisidir. Bir zenaattir. Bu zenaat usta lardan öğrenilir...”
Bir an için durdu ve sanki aklına geldi: “ Yeteneğin de yeri var elbet”
dedi ve sürdürdü:
“ Folklor yaşamdan ayrı bir şey değil... Homeros halk yaşantısıyla iç içe olduğu için öyle mükemmel... Halk yaşantısı, halk yaratısı, destana dönüşüyor. Halk şairi, halkın topla mıdır. Bu da sonsuz bir güçtür, bir şiddettir. Şöyle diyeyim: Halkın ko nuştuğu, konuşulandan şiire geçen ve destana geçen var. Bu üçü iç içe geli şir ve halk kültürünü oluşturur... Bü yük bir nehir geliyor ve yöresi örülü y o r...”
“ Bana gelince... Ben çocuklu ğumda halk şairiydim. ‘Aşık Kemal’ derlerdi. Çukurova’da hâlâ söylenir adım. İlkokulda, dokuz, on yaşların- daydım. Sonradan, ortaokulda O r han Veli gibi şiir yazacaktım... Bir yandan da ünlü bir ‘Köroğlu anlatı cısı’ydım. O zaman destan anlatıcıları var, köy köy dolaşıp destan anlatıyor lar. Aynı destanı her biri başka baş ka anlatıyor. Ben de Köroğlu anlatı yorum. Ayağıma kara bir şalvar gi yerim, elimde bastonum, belim bü kük dolaşır anlatırım. Öyle dik dur- san inandırıcı olmaz. Destanı anlat tıktan sonra, cebimdeki sarı defteri çı karırım. Ağıt topluyorum derim. Analar, bacılar başıma üşüşür bana ağıt yazdırırlar. Herkes yarışırdı ba na ağıt vermek için.”
Yaşar Kemal’in şu son paragraf ta söylediklerini bir de Abidin Dino’ dan dinliyorum. Sanat Dergisi’ne yaz dığı bir yazıda şöyle diyordu:
delikan-Yaşar Kemal, eşi Tilda ile
İmin biri (...) Dağ bayır dinlemez, kö yünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup, gelir Adana’ya, çöker önümü ze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kâğıtlar üzerine yazılmış (...) Önümüze serdiği söz dizileri Çu kurova kadınlarının ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırtıları, dövünme leriydi. Sanki ölenin, vurulanın, ezi lenin yitikliği söz kalıplarına dökülün ce yok olmaktan kurtuluyordu. Ağa cı, otu, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı, çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camızı, çakalı, çor- çocuğu, avradı, tutması, yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçiba- şısı, ırgatı, işçisi, yarıcısı ile büyük de ğişimlerin içinde bulunan Çukurova’ nın ağıtlarından sorumluydu bu ço cuk.”
Abidin Dino’dan okumayı sürdü rüyorum:
“ Her getirdiği söz yumağı akılla ra durgunluktu. Dehşetli acı, dehşet li güzel. Delikanlı, köylü usulü büzü lüp çöküyor, ya da bir duvara sırt ve riyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hın zır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardık ça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakı şında koskocaman bir sevinç beliri yor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yi- tenle, ölümle, yok olmakla bir yarış ma. Kurtarmak gerekti. Çukurova ve
de Toros doğasımn, insanının söz serü venini. (...) Folklor derlemesi filan de ğildi bu iş, hayat memat işiydi, özbe öz malını kurtarıyordu Çukurova’ nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şa ka değil.”
Halk şairi, destan anlatıcısı, ağıt toplayıcısı “ Aşık Kemal” köy köy, kahve kahve, kasaba kasaba, dağ ova dolaşırken bir yandan da folklor araş tırmalarını izliyor, Pertev Naili Bora- tav, Ahmet Kutsi Tecer ve Nurullah Ataç’la mektuplaşıyordu.
“ Hiç unutmam, mektup zarfının üzerinde adres yerine ‘Fare öldürme kurumu amelebaşı’ diye yazılı olur d u .”
Evet, yaşı 18’di ve amelebaşıydı.
• Roman deyince
Yaşar Kemal’i dinliyorum: “ Roman dili kendiliğinden, ama bilinçle oluştu. Dede Korkut’tan, Sait Faik’ten geliyor bu dil. Roman, an latı sanatı değildir. Ben de halk anla- tıcılığından, roman diline geçtim. Kendime has yeni bir roman dili kur mam başlıca başarımdır.”
Araya girmedim. O sürdürdü: “ Roman dille, yeni bir dille yazı lır. Romancı, her gün, her romanda dilini yeniden yaratmak zorundadır. 1 Eğer yeni bir dil kullanmıyorsam, der hal bırakırım romanı. Dil üzerine çok düşünüyorum. Sait, Nazım, Karaca- oğlan dile sonsuz nüanslar getirmiş
ler, büyüklük getirmişler. Nüans, dil tadıdır, dili zenginleştirir... İmgeleri miz de dilimizi zenginleştirir. Deniz üzerine, doğa üzerine, yaşam üzerine sonsuz imgeler kurarak, düşünce dü zenim zenginleşmeseydi roman dilini bulamazdım... Hızlı giden treni, düz ovayı anlatır gibi anlatamazsın. An lattığın öge de senin dilini tayin eder... Roman biçimdir. Her şey biçimdir. Düşünce bile. Sanat yeni biçimdir. Bi çim taklit edilemez. Kendi biçimini yarattığın an romancı oluyorsun.”
Bu konuda Yaşar Kemal çok do lu. “ Roman” deyince gümbür güm bür atıyor nabzı. Ama ben, şimdilik romanın yazılma sürecine dönmek is tiyorum. Yaşar Kemal’in özellikle yurt dışında da ünlendikten sonra, “ kime yazıyorum?” sorusunu aklın dan geçirip geçirmediğine gelmek is tiyorum:
“ Benim hem yerli hem yabancı okurum var. Yazarken hiç okuru dü şünmedim, düşünmüyorum. Yalnız romanımı düşünürüm. Son vardığım yer şu: Roman sürüklemeli. Ortadi- reği şimdi yazsaydım çok daha nefes nefese okunurdu. Soluk kesici olur du... Kimse benim hammalım değil diye düşünüyorum. En büyük roman cı okutmayı bilen, insana kök söktür meyen romancıdır. Dostoyevski’den Kafka’ya, Faulkner, Gogol’den Ale xandre Dumas’ya dek, onlar gibi...” “ Benim romanlarımı yayınlanma dan önce yalnız Ibo okur, yani dok tor İbrahim Kıray okur. O okumadan yayınlamam. O yanlışlarımı bulur, düşüncesini söyler. Duydum ki Bach’ m da öyle bir doktoru varmış. O oku madan, bakmadan hiçbir senfonisini yayınlamazmış.”
Yaşar Kemal’de çağrışımdan bol şey yok. Çukurova’dan Bach’a kolay lıkla gidip gelebiliyoruz.
“ insanoğlu hep mit yaratan bir yaratık...”
Çukurova’dan Alexandre Du mas’ya ya da Bach’a uzanırken de mit mi yaratıyoruz diye aklımdan geçir meme bile fırsat bulamadım. Yaşar Kemal konuşmayı sürdürüyordu:
“ İnsanoğlu hep ‘nereden gelip ne reye gidiyoruz’u araştırıyor... İnsan lar sığındıkları bir dünya yaratıyorlar. Mit ya da düş dünyası. Her insanın bir miti var. Yarattığımız ve yaratıl dığımız dünyada yaşıyoruz. İkisi iç içe. Hangimiz biliyoruz, hangi anda bunların hangisinde yaşadığımızı?”
Bir an için sessizlik... Yok yok, belki de sessizlik falan olmadı da ba na öyle geldi. Yalnız şimdi notlarıma bakıyorum da, şu son tümcenin ya nına üç çarpı işareti koymuşum.
“ İşte ben romanlarımda yarattı ğımız ve yaratıldığımız dünyaları iç içe
Yabancı dillerde Yaşar Kemal
veriyorum. Dağın öte yüzü yarattığı- mız-dünyadır, dağın bu yüzü ise ya ratıldığımız dünya... Ortadirek, insa noğlunun yaşamının zorluğunu anla tır.”
Birden gülmeye başlıyor: “ Özal bilseydi, Türkiye’de ‘Ortadirek’ diye bir roman olduğunu, okusaydı değil, bilseydi, bu adı kullanmazdı.”
Yine ciddileştik: “ Ortadirek onda yaratılan düşle, imgeyle mitle daha önce yaratılan düş, imge, mit dünya larının iç içeliğinin sınırsızlığını anla tır... Ölmez O tu’nda kişisel mit yara tılır.”
Örnekleri çoğalttıktan sonra, Ya şar Kemal, romanlarında “ getirmeye çalıştığı” ikinci özelliğe geçiyor:
“ İnsanın, toplumun, kentlerin ya bancılaşmasını getirmeye çalışıyorum. Eğer dünyada okurum varsa bundan dır. Eğer Charlie Chaplin’i anlıyorlar sa, benim romanlarımı da anlıyor lar.”
Üzerinde durduğu üçüncü özellik ise, “ insan psikolojisi.”
“ Yeni getirilen psikolojik ufuklar, insanda olanı insana gösteriyor. İn san da doğa da sonsuz. Onun için sü rekli yeni psikolojiler yaratılıyor.”
Yaşar Kemal’in onca romanının, tüm eserlerinin irdelenmesini, incelen mesini, yorumlanmasını, eleştirmen lere, edebiyat tarihçilerine bırakmak daha doğru olur. Hem bu eklerin amacı bu değil. Ben daha çok okur ların, yalnızca kitaplarından tanıdığı bir insanın huyunu suyunu, umutla rını, düşkırıklarım, özlemlerini, öfke sini, hasretini, sevincini, çocukluğu nu, olgunluğunu ve daha bir sürü şe yi öğrenmek istiyorum... Ama Yaşar
8
Kemal’le konuşurken romanlarından uzaklaşmak çok güç.
• “ Kusurlarım”
Sonunda, araya girip, “ peki, ken dini eleştirecek olsan...” diyebildim.
Hemen eleştirmeye başladı: “ Hep ayaküstü yazdım. Oturarak değil. Romanlarımı hep yürürken dü şünüyorum. Yazmaya gelince... Yaz maktan sıkılıyorum. Yürürken roman düşünürüm, uyurken, rüyamda ro man düşünüyorum. 24 saat roman düşünüyorum .”
“ Bir kusurum da yazıp yırtmak, yazıp yırtmak. Bebek öyküsünü do kuz kez yazdım yırttım. Hatta Ay bar, ‘Bu böyle giderse, sen ömrün boyun ca iki roman yazamazsın’ demişti... Demirciler Çarşısı’nda da ilk 40 say faya bir dil senfonisi yapmaya çalışı yordum. Onun için o 40 sayfayı bel ki yirmi kezden çok yazdım ...”
Demirciler Çarşısı deyince... Mit terrand ilk cumhurbaşkam seçildiğin de, o sırada ne okuduğunu soran bir gazeteciye Yaşar Kemal’in “ Demirci ler Çarşısı” demişti. Bunu Yaşar Ke m al’e anımsatıyorum. “ Evet” diyor, “ Hatta Mitterrand’la karşılaştığımız da, ‘romanınıza girmek çok zor, ama girince de, çıkmak daha da zor’ de mişti. Dil senfonisi yapmaya çalıştım dedim ya... Türkçede yutulur da, doğrusu Fransızcada nasıl yutulur bi lem iyorum ...”
“ Yusufçuk Yusuf’u tam dokuz ay cebimde dolaştırdım. Son üç sayfası eksikti. O üç sayfa için dokuz ay uğ raştan.. . Şimdilerde öyle yirmi kez de ğil üç dört kez yazıp bırakıyorum .”
Başka, başka, başka... Karşılıklı Yaşar Kemal’in başka “ kusurlarım” arıyoruz... Sonunda buldu:
“ Bir kötü huyum da, çevreme al dırmıyorum. Hiç söz dinlemem, yal nız doktor Îbo’yu dinliyorum ...”
“ Başka kötü huyum, sonsuz tem belim. Düşüncede değil ama yazma da çok tembelim. (Ya tembel olma saydı diye düşünmekten kendimi ala mıyorum)...
“ Bir başka kötü huyum, çocuk su yanım: Çok çabuk kırılıp küsüyo rum. Sonra kendime kızıyorum, ne diye küsüyorum diye ve küsmekten vazgeçiyorum... Bilir misin, çocuklu ğumda, babama, öldürüldü diye küs tüm. Üç yıl mezarına uğramadım. Mecbur olunca yolumu değiştirirdim, orada geçmemek için.”
Hayır, bunu bilmiyordum ama çok çabuk ve çok kolay küstüğünü bi liyorum. Bana az mı küstü, diyelim, “ Le M onde” gazetesinde hakkında
çıkan bir yazıyı “ atladım” diye. Ama neyseki tıpkı dediği gibi, küskünlüğü hemencecik geçiyor.
Eh, bu kadar “ kötü huy” yeter... Ya sevinçleri, ya acıları?
“ Benim sevdiklerim de, acılarım da hep dorukta. Öyle ‘en’ sevinçli, ‘en’ acılı anlar yok... Mutlu bir insa nım. Karamsarlığa tahammülüm yok. Hemen kendime bir mit yaratıp ona sığınıyorum. Ben aydınlığın türkücü- süyüm. Dünya bu kadar aydınlık ol masaydı yazmazdım. Bence, umut, insanlığın en güzel düşü. İnsanoğlu nun 40 bin düşü var, 40 bini de ay dınlık üzerine...”
Aydınlık üzerine söylenen türkü ler arasında Yaşar Kemal’i görüyo rum. Gazete sayfalarından o koca cüssesiyle fotoğraflardan taşıp bize bakıyor. Şimdi elimde 40 yayınevinin birlikte bastıkları “ Oğlak Dönencesi” kitabı, ülkemizde çağdışı bir uygula mayı, kitap imhasını protesto edi yor... Biraz sonra bir başka fotoğraf ta, Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’m duruşmasına girebilmek için kapıda bekliyor... Çok daha önce, Davos’- dan da önce Theodorakis’le omuz omuza, el ele Türk ve Yunan dostluk ve barış derneklerinin tohumlarını atı yor... Örnekleri çoğaltmaktan vazge çip, Yaşar Kemal’e son sorumu soru yorum. (Yalnızca, şimdilik, son soru). Günümüzde, içinde yaşadığımız kültürel bunalımı, kültürel kimlik bu nalımını nasıl değerlendiriyor?
“ Benim içinde büyüdüğüm bir halk vardı. Bizim oralarda Karacaoğ- lan türküsü bilmeyene kız vermezler di... Mimaride, kilimde, edebiyatta, her şeyde halkın kendi yarattığı bir kültür vardı... Kültürler doğal olarak ölür. Ama ölenin yerine yenisi gelir. Ama yazık ki bizde ölenin yerine ye nisi gelmiyor... Bir yanda körü körü ne bir Batı taklitçiliği var, öte yanda yalnızlık, içine kapanmışlık. Nazım Hikmet Batı kültürü, Osmanlı kültü rü ve halk kültürünün, bu üçünün bir arada yoğrulmasının, bu büyük hal kanın son şairidir...”
“ Bugün halk kültürümüzün dal ları kesiliyor. Ağaç ölüyor, tohum ye re düşmüyor. Ulus bilinci gerekiyor tohumlar için. Ama ulus bilinci biz de şimdilik yok.”
“ Benim bir ayağım Anadolu’day sa, bir ayağım da dünyada. Kültürler birbirlerini besler. Dünya kültürün den beslenmek şart ama kendi kay naklarını da bilmeli. Kendi kaynak larımızı bilip dünyaya açılmaktan başka çaremiz yok.” ■