• Sonuç bulunamadı

Edebiyatımızdan on insan bin yaşam:Yaşar Kemal

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Edebiyatımızdan on insan bin yaşam:Yaşar Kemal"

Copied!
7
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

44

İnsanoğlu hep

‘nereden gelip nereye gidiyoruz'u

araştırıyor. İnsanlar sığındıkları b ir dünya yaratıyorlar.

M it ya da düş dünyası. Yarattığım ız ve yaratıldığım ız

dünyada yaşıyoruz

.

ik isi iç içe.

99

AŞAR Kemal, Ya­ şar Kemal olmadan önceydi: A dana’mn Osmaniye ilçesine bağlı Hemite köyü­ nün camisinde gü­ nün birinde tam na­ maz vakti silahlar patladı. Dua et­ mekte olan Sadık Yaşar vuruldu. Kan davası...

Sadık Yaşar’m beş yaşındaki oğ­ lu Kemal Sadık her şeyi görmüştü. Her şey gözlerinin önünde olup bit­ ti... Büyük bir şok. O an dili tutul­ du. Kekelemeye başladı... Ama burası Çukurova... Bir çocuğun, hele Sadık Kemal gibi türküye meraklı, ha bire halk türküleri; söyleyen bir çocuğun, hep kekeme kalması olası değil. Tür­ küleri öğrene söyleye açacaktı dilini...

2

Zeynep Oral

Kemal Sadık büyüyecek. Ve o dille (ne tutukluğu... gürül gürül akan, ter­ temiz, duru, aydınlık bir dille) yarat­ tığı “ senfonilerle” , “ destanlarla” dünyayı fethedecekti.

Yaşar Kemal, Yaşar Kemal olma­ dan önceydi:

Hemite köyünde günlerden bir gün kurban kesiliyordu. Her nasıl ol­ duysa, kurbanı kesenin elinden fırla­ yıverdi koca bıçak. Bula bula gitti dört beş yaşındaki Kemal Sadık’ın gözüne saplanıverdi. Millet koşuştu, çocuğun başına üşüştü. Yok, bir şey olmadı dediler. Yıllar sonra, anlaşı­ lacaktı ki Kemal Sadık’m sol gözü görmüyor. Ve artık çok geçtir, o göz tedavi edilemez... Kemal Sadık büyü­ yecek. Ve çevresine, yöresine, dünya­ ya, doğaya, insana ve bütün bunların

taa en dibine öyle bir bakacaktı ki, iki gözü 'de görenlerin görmediklerini gö­ recek; bununla da kalmayacak, biz- lerin bakıp da göremediklerimizi he­ pimize gösterecekti.

Kemal Sadık büyüyecek, babası­ nın adını alacak, Yaşar Kemal olacak­ tı... Ama o zamana dek neler neler...

Yaşar Kemal’in İstanbul’da Ba- smköy’deki evindeyim. Her yer kitap dolu. Odalar boyu duvarlan saran ki­ taplığın bir yanı yalnız Yaşar Kemal’ lerle dolu. Türkçe 35 kitabın çeşitli baskıları... Sonra öteki dillerdeki Ya­ şar Kemal’ler. Yaklaşık 40 dilde... 185 özgün baskı... Sonra-yabancı dil­ deki özgün baskıların yeni basımları. (Örneğin İsveç’te “ İnce Memed” in 17

(3)

baskısı var)... Sonra,(hepkitaplığı iz­ liyorum) dosyalar, dosyalar, dosya­ lar... Yabancı yayın organlarında ya­ yınlanmış, beş bini aşkın eleştiri... Tü­ mü, müthiş düzenli, tarih ve kaynak gösterilerek dosyalanmış. Belli ki bu işte Tilda’nın (Yaşar Kemal’in eşi) parmağı var.

En üstteki dosyayı alıp, rasgele açıyorum: “ Fransa’da 1987 yılı için­ de yayınlanan 12 bin roman içinden seçilmiştir” başlığının altında, “ Yılın en iyi 7 rom anı” tanıtılıyor: Yedi ro­ manın y azarlan şöyle sıralanıyor: Fe- licien Marceau, Goran Tunstrom, Ya­ şar Kemal, Rene-Jean Clot, Juan Carlos Onetti, Marco Lodoli ve John Fawles... Bir sayfa geri gidiyorum: Bir mektup fotokopisi: İnce Memed 3’ü “ Le Retour de Memed le Mince” (İnce Memed’in Dönüşü) diye Fran- sızcaya çeviren Münevver Andaç’a, yılın çeviri ödülünü kazandığını bil­ diren mektubun fotokopisi... Dosyayı karıştınyorum, en üst sayfaya geliyo­ rum: 20 Mayıs 1988 tarihli “ Le Generalis” dergisinde Jean d ’Ormes- son “ ö tek i edebiyatlar, bizim edebi­ yatımızı çoktan aştı. Bugün, her yıl beş Nobel ödülü verilse, Fransızlar buna giremez. Düşünün ki, dünyada bir Vargas Llosas, G arda Marques ve Yaşar Kemal var” diyor...

Dosyaların içindekilerin binde bi­ rini buraya aktaracak olsam, şu ekin sayfalan yetmez. Üstelik ayaklanmın dibinde dolaşan Jimmy de, dosyaları da daha çok kanştırmama yer vermi­ yor.

Yaşar Kemal, “ Jimmy, çekil yavrum” diyor ve simsiyah tüylü “ Arap” kedi, dosyalan, kâğıtları, be­ ni bırakıp, radyoyla teyp arasındaki rafa sıçrıyor. Yaşar Kemal’in, hepi­ mizin “ A rap” diye çağırdığı bir “ siyahi” yakın dostu vardı: James (Jimmy) Baldwin... Kedinin adı onun için Jimmy.

Neyse, Jimmy köşesine çekildi, Yaşar Kemal’in “ Tilda şunu bulsa- na... Tilda şunu versene... Tilda, yaa o resim nerede... Tilda, sana zahmet şu yazıyı getirsene... Tilda, şu olay ne zamandı, hangi tarihteydi... Tilda, söylesene... vb.” seslenmeleri bitti ve karşılıklı yerleşip, konuşmaya başla­ dık. (İçimden Allah, her büyük yaza­ ra bir Tilda nasip eyleye diye geçir­ mekten geri kalmadım.)

• Doğayla ilişki

Sizi bilmem ama, ben Yaşar Ke­ mal’in romanlarında doğa betimleme­ leri karşısında zenginleşirim, çoğalı­ rım, “ uçarım” , ayağım yere basar olur. O bana doğayı anlatırken, ben yalnız doğayı değil, insanı, toplumu

tanırım. Onun dilinden doğayı okur­ ken, varım, yeryüzünde yaşıyorum, bu dünyada yaşıyorum diye mutlu olurum ... Kaçınılmaz, ilk sorum ki­ taplardan tanıdığım, Yaşar Kemal- doğa ilişkisinin yaşamdaki izleri üze­ rineydi. Romanları doğayla onca iç içe olup da nasıl natüralizmden uzak kalabiliyor, o tuzağa düşmüyordu?

“ Bak, ben yedi, sekiz yıl her yaz su bekçiliği yaptım. Pirinç tarlaların­ da, 74 kilometre boyunca Savrun Göze’sini beklerdim. Halk ona Sav­ run Gözü d e r...”

(Yaşar Kemal Kadirli İlkokulu’n- dan sonra A dana’da ortaokula gitti, son sınıftan ayrılarak Çukurova’da pamuk tarlalarında ırgatlık, su bek­ çiliği, ırgat kâtipliği, çiftlik kâtipliği, hademelik, amelebaşılık, arzuhalcilik, ilkokul öğretmenliği gibi sayısız işte çalışarak, “ Yaşam Üniversitesi” nde eğitimini sürdürdü.)

“ Suyu köylüler çalmasın diye ba­ na bekletiyorlar. Ama ben köylülere suyun nasıl çalınacağını öğretirdim. Gündüz değil, gece çalın diye akıl ve­ rirdim. Çalanlardan biri de Toron Pa­ şa. En iyi türküyü o söyler. Ona da öğrettim ...”

Doğa diyorduk...

“ İşte su boyunca kilometrelerce yürür dururken yıllarca, otlarla, kır çiçekleriyle, sularla dağlarla, kuşlar­ la balıklarla arkadaşlık ettim. 90 pı­ nar karışır birbirine, koca su olur akar, ben tüm suları ayrı ayrı tanır ol­ dum. Sekiz yılda suların farklılığını anladım. Sumbaş Çayı, Kozan Çayı, Berdan Çayı, Göksu... Doğanın her parçasının ayrı bir kişiliği olduğunu anladım. Doğada hiçbir şey, ötekine benzemiyor. Bir çiçek, ötekine, bir ot öteki ota benzemiyor. Her birinin ayrı yapısı, biçimi var... Marx, kişi tektir, yeri doldurulamaz diyor. Doğa da öy­ le. Doğada her şey tek gelip tek gidi­ yor... Biz tanımadığımız için, koyun­ lar, aynı tür çiçekler birbirine benzi­ yor sanırız. Benim Tahir amcam ço­ bandı. Her koyunu tanırdı. Tahir am­ cam ...”

Su çalan Toron paşalara, her ko­ yunu tanıyan Tahir amcalara dalıp gi­ dersek, bu konunun sonunu getireme­ yeceğiz...

“ Natüralizmden uzaklık, diyor­ d u k ...”

“ Doğayı tanımadın mı natüraliz- me kayarsın. Natüralizm benim için kanserdir. İki şey romanı yıktı. Biri Natüralizm, öteki Sosyal Realizm. Her ikisi de sanatı sınırladı. Modalar sanatı sınırlar. Sınırlar da sanatı öl­ d ürür.”

“ İlk öykümü, ‘Pis Hikâye’yi yaz­ dığımda (21 yaşındaydı), doğayı, bu­ günkü gibi, bugün anlattığım gibi

de-E D de-E B İ Y A T I M I Z D A N

ON İNSAN BİN YAŞAM

“ Doğayı tanımadın

mı natüralizme

kayarsın. İki şey

romanı yıktı: Biri

natüralizm, öteki

sosyal realizm. Her

ikisi de sanatı

sınırladı. Sınırlar

sanatı öldürür.”

(4)

E D E B İ Y A T I M I Z D A N

ON İNSAN BİN YAŞAM

“ Folklor yaşamdan

ayrı bir şey değil.

Halk yaşantısı, halk

yaratısı, destana

dönüşüyor. Halk

şairi, halkın

toplamıdır. Bu da

sonsuz bir güçtür,

bir şiddettir.”

ğil, fazla yakın anlatmıştım. Taa o za­ mandan taktım kafayı doğaya... İn­ sanı yaşama bağlayan ne? Onca zor­ luk çekiyor, onca karanlıkta yine de kendini öldürmüyor. İşte bunun gizini arıyordum, arıyorum, insanoğlu en karanlıkta bile bir şiir yaratıyor. Çün­ kü doğanın içindeyiz, doğanın bir parçasıyız... Doğayı bir dekor gibi kullanmayı yanlış buldum ... Ortadi- rek, doğanın uyanmasıdır. Kentin uyanmasını ise Deniz Küstü’de anlat­ tım .”

“ Sen arıların nasıl uyandığını bi­ lir misin? Bak anlatayım ...”

A nlattı... Önceki donmuş kalıp­ laşmış hallerini, kanatlarını, gövdele­ rini, ışıltılarım, hareketlerini... Yirmi dakika sürdü arıların uyanışı... Nere­ den buluyor bu sözcükleri, bu söyle­ yiş biçimlerini... Gözlemlemenin, ta ­ nımanın, tanıdıkça bildikçe anlama­ nın, anladıkça sevmenin ötesinde bir şey bu...

“ Benim çok şansım oldu. Karaca- oğlan, Pir Sultan, Yunus Emre gibi halk şairleriyle büyüdüm. Bir bu... Bir de çok okudum. 17, 18 yaşımda Ilyada’yı okudum. Bizim halk şairle­ riyle benzerliğini gördüm ...”

Bir an için duralıyorum:

Pamuk tarlalarında ırgatlık, su bekçiliği yapan bir çocuk, ortaokul­ dan ayrılma bir çocuk, tüm o çocuk­ luk ve gençlik yıllarında nasıl olur da “ çok okur” , okuma olanağı bulabi­ lir?

“ Adana’da Ramazanoğlu Kütüp­ hanesinde hademelik yaparsan olur” diye kahkahalı gürlemesi yetişti imda­ dıma.

«

• Hademeliğin

yararları

“ Ben orada hademelik yapıyor­ dum. Gene orada yatıp kalkıyorum. Kütüphanede bir müdür var, bir de ben. Müdür, pek uğramaz. Ben kü­ tüphaneyi sabah dokuzda açıyorum, beşte kapıyorum... Yirmi bin cilt be­ nim gibi deliye kalmıştı!”

Bu “ deli çocuk” la Arif ve Abidin Dino ilgilenmişlerdi. (Nedenini, niçi- ni sonraya bırakıyorum) Arif Dino, Halkevi Başkanı Kemal Satır’a, “ Bu çocuğu kütüphaneye memur al” de­ mişti. Memurluk yoktu ama hademe­ lik kadrosu boştu... Çocuk “ atladı” bu işin üzerine.

“ Kütüphaneye pek kimse gelmez­ di. En çök Dino’lar gelirdi. Orhan Kemal’i de orada tanıdım. 43’teydi. Bir gün kütüphaneye geldi ‘Goriot Baba’yı istedi. Bizde dışarı kitap ver­ mek yok. Müdürden izin aldım ve ki­ tabı ona verdim. 15 gün sonra geri ge­ tirdi... Sait Faik’i de ilk orada oku­ dum. O zamandan beri benim yaza­ nındır... Sonradan kendisini de tanı­ dım ... Ben ondan çok şey öğrendim, (içeri sesleniyor:) Tilda! Sait’in bana imzaladığı kitaplar nerede? Birini ‘Türklerin en Kürdüne, Türklerin en Türküne’ diye imzalamış...

Bu kez Tilda imdada yetişmedi. Kendi kalktı kitabı arayıp buldu. “ Birtakım Insanlar” m ilk baskısı. Bi­ rinci sayfasında Sait Faik’in el yazı­ sı: “ Sürülmemiş tarla gibi, ellenme­ miş kız gibi, bakir hikâyecimiz dos­ tum Yaşar Kemal’e. Sait Faik.

19.2.1953” yazılı.

Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde geçirdiği 3 yıl boyunca hep okuyacak­

tı. “ Sait Faik dışında, kimdi senin ya­ zarların?”

“ Çehov! Ondan da çok şey öğren­ dim. Sonra Dostoyevski. Sonra Stendhal. Romancı olarak başyaza­ rım Stendhal... Don Kişot baş kita­ bimdir. Köye giderken Arif Bey ba­ na bir çuval dolusu kitap hediye etti. Çuvalı açtım ki içinde bir sürü kitap arasında beş tane Don Kişot var. Her­ halde yanlışlık oldu dedim. Aynı ki­ taptan beş adet... ‘Yok’ dedi Arif Bey, ‘Bütün ömrün boyunca okuya­ cağın için eskir.’ Doğru demiş. Hapis­ te 34 ay kaldığımda, gece gündüz hep Don Kişot okudum. Bir de Kamelya- lı Kadın... Arif Dino hep ‘Roman sürüklemeli’ derdi. Romanın nefes kesiciliğini Kamelyalı Kadm’dan öğ­ rendim.”

“ Hapisteyken” sözcüğüne açıklık getirelim: Şiirleri Adana’daki “ Çığ” ve “ Görüş” ; İstanbul’daki “ Varlık” , “ Millet” , “ Kovan” gibi dergilerde yayınlanmaya başlamasından, ilk öy­ küsü “ Pis Hikâye” yi yazmasından sonraki dönemdeyiz. 1950’de solcu­ luk propagandası yapıyor gerekçesiyle tutuklanır. Kozan Cezaevi’nde yatar.

Yaşar Kemal’in “ yazarları” na dö­ nüyorum:

“ Gençliğimde Şolohov da çok et­ kilemişti beni. Sonradan Faulkner’i keşfettim. Onu Tilda’dan öğrendim. Tilda bana sözlü olarak Faulkner ki­ taplarını çevirirdi.” (1952’deydi. Cumhuriyet gazetesinde röportaj ya­ zarıydı. Ömer Sami Coşar’la aynı odada çalışıyorlardı. Tilda da Ömer Sami’nin ajansında gazeteciydi. Bu ilk karşılaşma, bugüne dek süregelen beraberliğe yol açacaktı.)

“ Yalnız yazarlardan değil sinema­ dan, Charlie Chaplin’den de çok şey

On Üç, On Beş Yaşında

C em al

S ür ey a

Savrun suyu ada yapm ış Kadirli'de, yarısı bük­ lük, yarısı b o s ta n :

Tabancalı ç o c u k bo sta n bekler.

M e rd iv e n li ç a rd a kta yatar. G ece in in ce eşkı­ ya g e lir; eşkıyaya ye m e k p işirir.

D o m u zla r gelir, yü zle riyle toprağ ı sürerler. D e li K e m a l’in çın a rı iş te ordadır.

Ç ınarlı çocuk.

Çınarın yanında ve üç m etre ötede ayakta dur­ d u ğ u zam an, çın a r ve o, dünyanın duyargaların ı o lu ş tu ru rla r. Ö yle g ö rü n ü rle r.

Ç ınar dağın, taşın ve b ütün b itk ile rin ; o, b itk i­ lerin, hayva n la rın ve b ü tü n in sa n la rın duyargası. Ö yle gö rü n ü rle r.

Tılsım b ird e n b ire a ğ a rır; ve K e m a l suya d o n ­ su z girer.

Suda ba lık g ö rü n c e se vin ir: Sudan sıçrayan b in le rc e g üm üş re n g i balık. M u tlu lu ktu r.

A tla r u zaklarda kalabalık.

R engârenk b ir ç e rç i, uzakta s ilik le şe ce ktir. K e m a l ç o k s e v e r bib isin i. O nu ku ca kla d ıkta n s o n ra havaya fırla tm a k ister.

Yaylaya g idince ço cu kla rı b ir edip çadırları ta­ şa tutar.

Tokatı yiyin ce kaçtı.

D e desinin köyüne g itti. B ir yıl sonra döndü. Öldü, suda boğuldu sanm ışlardı. D üdüklerini b aş­ ka la rın a verm işler.

Çınarın altında çaykara kazdı. Buz g ib i su çıktı. Sukabağıyla g e lip g e çe n e su ve yarım karpuz ve­ riyordu.

On ik i yaşında yine b ir to k a t y e d i ve A d a n a '

ya kaçtı.

Y a ğm ur tu tm uştu.

Gâ vu r m ağ a ra sı 'nda ko rku d a n tü rk ü le r sö ylü ­ yordu.

Tam o anda b ir elin okşam ak için m iş g ibi om u­ zuna dokun d u ğ u n u duyum sadı:

S ö yle n c e 'n in eli.

(5)

E D E B İ Y A T I M I Z D A N

ON İNSAN BİN YAŞAM

“ Benim bir ayağım

Anadolu’daysa, bir

ayağım da dünyada.

Kültürler birbirlerini

besler. Kendi

kaynaklarımızı bilip

dünyaya açılmaktan

başka çaremiz

yok.”

Yaşar Kemal, Mitterrand tarafından ödüllendiriliyor öğrendim ben. Dört beş Chaplin fil­

mi kendim seyrettim. Gerisini Arif Dino’dan dinledim. Adana’da Chap­ lin çok meşhurdu. Sokaklarda her gün Charlie Chaplin yürürdü. (Yani Chaplin kopyeleri) Sonra Paul Robe- son’a bayılırdık. Ona Uzun Arap der­ dik. Tüm çocuklar ona tapardık... Ben su beklerken çocuklar ‘Uzun Arapm filmi geldi’ diye haber uçurur­ lar ben kamyona atlar, filmi görür, yi­ ne tarlaya dönerdim ...”

Anılardan biraz uzaklaşalım diyo­ rum. Örneğin Yaşar Kemal-doğa iliş­ kisinden sonra, Yaşar Kemal-folklor ilişkisine geçsek. Öyle ya tüm roman­ larında folklorla sürekli değişen, ge­ lişen bir ilişki içindedir Yaşar Kemal. Folklorla içli dışlıdır, sarmaş dolaş­ tır. Ama bize asla bir yörenin folklo­ runu tanıtmaya kalkmıyor, folkloru anlatmıyor. Ö, folkloru bir araç ola­ rak kullanıyor. Çok iyi tanıdığı, bil­ diği ve olanaklarını sonsuza dek ço­ ğaltarak kullandığı bir araç...

Bunları dedim ve Yaşar Kemal’in uzun soluğunu dinlemeye başladım:

• “Âşık Kemal”

“ İnsan belirli koşullar içinde do­ ğar, koşullar içinde yaşar, koşullar içinde ölür. Yazar da öyle... Yazar­ lık, hele roman yazmak usta-çırak iliş­ kisidir. Bir zenaattir. Bu zenaat usta­ lardan öğrenilir...”

Bir an için durdu ve sanki aklına geldi: “ Yeteneğin de yeri var elbet”

dedi ve sürdürdü:

“ Folklor yaşamdan ayrı bir şey değil... Homeros halk yaşantısıyla iç içe olduğu için öyle mükemmel... Halk yaşantısı, halk yaratısı, destana dönüşüyor. Halk şairi, halkın topla­ mıdır. Bu da sonsuz bir güçtür, bir şiddettir. Şöyle diyeyim: Halkın ko­ nuştuğu, konuşulandan şiire geçen ve destana geçen var. Bu üçü iç içe geli­ şir ve halk kültürünü oluşturur... Bü­ yük bir nehir geliyor ve yöresi örülü­ y o r...”

“ Bana gelince... Ben çocuklu­ ğumda halk şairiydim. ‘Aşık Kemal’ derlerdi. Çukurova’da hâlâ söylenir adım. İlkokulda, dokuz, on yaşların- daydım. Sonradan, ortaokulda O r­ han Veli gibi şiir yazacaktım... Bir yandan da ünlü bir ‘Köroğlu anlatı­ cısı’ydım. O zaman destan anlatıcıları var, köy köy dolaşıp destan anlatıyor­ lar. Aynı destanı her biri başka baş­ ka anlatıyor. Ben de Köroğlu anlatı­ yorum. Ayağıma kara bir şalvar gi­ yerim, elimde bastonum, belim bü­ kük dolaşır anlatırım. Öyle dik dur- san inandırıcı olmaz. Destanı anlat­ tıktan sonra, cebimdeki sarı defteri çı­ karırım. Ağıt topluyorum derim. Analar, bacılar başıma üşüşür bana ağıt yazdırırlar. Herkes yarışırdı ba­ na ağıt vermek için.”

Yaşar Kemal’in şu son paragraf­ ta söylediklerini bir de Abidin Dino’ dan dinliyorum. Sanat Dergisi’ne yaz­ dığı bir yazıda şöyle diyordu:

(6)

delikan-Yaşar Kemal, eşi Tilda ile

İmin biri (...) Dağ bayır dinlemez, kö­ yünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup, gelir Adana’ya, çöker önümü­ ze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kâğıtlar üzerine yazılmış (...) Önümüze serdiği söz dizileri Çu­ kurova kadınlarının ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırtıları, dövünme­ leriydi. Sanki ölenin, vurulanın, ezi­ lenin yitikliği söz kalıplarına dökülün­ ce yok olmaktan kurtuluyordu. Ağa­ cı, otu, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı, çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camızı, çakalı, çor- çocuğu, avradı, tutması, yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçiba- şısı, ırgatı, işçisi, yarıcısı ile büyük de­ ğişimlerin içinde bulunan Çukurova’ nın ağıtlarından sorumluydu bu ço­ cuk.”

Abidin Dino’dan okumayı sürdü­ rüyorum:

“ Her getirdiği söz yumağı akılla­ ra durgunluktu. Dehşetli acı, dehşet­ li güzel. Delikanlı, köylü usulü büzü­ lüp çöküyor, ya da bir duvara sırt ve­ riyor ve izliyordu şaşkınlığımızı, hın­ zır ve sevinçli. Halkın yarattığı büyülü sözler bizi duygulandırdıkça, sardık­ ça, coşturdukça delikanlının sipsivri yüzünde, burgu burgu cin gibi bakı­ şında koskocaman bir sevinç beliri­ yor, bir kahkaha atıyordu. Ağıtları toplamak, ölümle kavgaya tutuşmak gibi bir şeydi. Yitebilecek olanla, yi- tenle, ölümle, yok olmakla bir yarış­ ma. Kurtarmak gerekti. Çukurova ve

de Toros doğasımn, insanının söz serü­ venini. (...) Folklor derlemesi filan de­ ğildi bu iş, hayat memat işiydi, özbe­ öz malını kurtarıyordu Çukurova’ nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şa­ ka değil.”

Halk şairi, destan anlatıcısı, ağıt toplayıcısı “ Aşık Kemal” köy köy, kahve kahve, kasaba kasaba, dağ ova dolaşırken bir yandan da folklor araş­ tırmalarını izliyor, Pertev Naili Bora- tav, Ahmet Kutsi Tecer ve Nurullah Ataç’la mektuplaşıyordu.

“ Hiç unutmam, mektup zarfının üzerinde adres yerine ‘Fare öldürme kurumu amelebaşı’ diye yazılı olur­ d u .”

Evet, yaşı 18’di ve amelebaşıydı.

• Roman deyince

Yaşar Kemal’i dinliyorum: “ Roman dili kendiliğinden, ama bilinçle oluştu. Dede Korkut’tan, Sait Faik’ten geliyor bu dil. Roman, an­ latı sanatı değildir. Ben de halk anla- tıcılığından, roman diline geçtim. Kendime has yeni bir roman dili kur­ mam başlıca başarımdır.”

Araya girmedim. O sürdürdü: “ Roman dille, yeni bir dille yazı­ lır. Romancı, her gün, her romanda dilini yeniden yaratmak zorundadır. 1 Eğer yeni bir dil kullanmıyorsam, der­ hal bırakırım romanı. Dil üzerine çok düşünüyorum. Sait, Nazım, Karaca- oğlan dile sonsuz nüanslar getirmiş­

ler, büyüklük getirmişler. Nüans, dil tadıdır, dili zenginleştirir... İmgeleri­ miz de dilimizi zenginleştirir. Deniz üzerine, doğa üzerine, yaşam üzerine sonsuz imgeler kurarak, düşünce dü­ zenim zenginleşmeseydi roman dilini bulamazdım... Hızlı giden treni, düz ovayı anlatır gibi anlatamazsın. An­ lattığın öge de senin dilini tayin eder... Roman biçimdir. Her şey biçimdir. Düşünce bile. Sanat yeni biçimdir. Bi­ çim taklit edilemez. Kendi biçimini yarattığın an romancı oluyorsun.”

Bu konuda Yaşar Kemal çok do­ lu. “ Roman” deyince gümbür güm­ bür atıyor nabzı. Ama ben, şimdilik romanın yazılma sürecine dönmek is­ tiyorum. Yaşar Kemal’in özellikle yurt dışında da ünlendikten sonra, “ kime yazıyorum?” sorusunu aklın­ dan geçirip geçirmediğine gelmek is­ tiyorum:

“ Benim hem yerli hem yabancı okurum var. Yazarken hiç okuru dü­ şünmedim, düşünmüyorum. Yalnız romanımı düşünürüm. Son vardığım yer şu: Roman sürüklemeli. Ortadi- reği şimdi yazsaydım çok daha nefes nefese okunurdu. Soluk kesici olur­ du... Kimse benim hammalım değil diye düşünüyorum. En büyük roman­ cı okutmayı bilen, insana kök söktür­ meyen romancıdır. Dostoyevski’den Kafka’ya, Faulkner, Gogol’den Ale­ xandre Dumas’ya dek, onlar gibi...” “ Benim romanlarımı yayınlanma­ dan önce yalnız Ibo okur, yani dok­ tor İbrahim Kıray okur. O okumadan yayınlamam. O yanlışlarımı bulur, düşüncesini söyler. Duydum ki Bach’ m da öyle bir doktoru varmış. O oku­ madan, bakmadan hiçbir senfonisini yayınlamazmış.”

Yaşar Kemal’de çağrışımdan bol şey yok. Çukurova’dan Bach’a kolay­ lıkla gidip gelebiliyoruz.

“ insanoğlu hep mit yaratan bir yaratık...”

Çukurova’dan Alexandre Du­ mas’ya ya da Bach’a uzanırken de mit mi yaratıyoruz diye aklımdan geçir­ meme bile fırsat bulamadım. Yaşar Kemal konuşmayı sürdürüyordu:

“ İnsanoğlu hep ‘nereden gelip ne­ reye gidiyoruz’u araştırıyor... İnsan­ lar sığındıkları bir dünya yaratıyorlar. Mit ya da düş dünyası. Her insanın bir miti var. Yarattığımız ve yaratıl­ dığımız dünyada yaşıyoruz. İkisi iç içe. Hangimiz biliyoruz, hangi anda bunların hangisinde yaşadığımızı?”

Bir an için sessizlik... Yok yok, belki de sessizlik falan olmadı da ba­ na öyle geldi. Yalnız şimdi notlarıma bakıyorum da, şu son tümcenin ya­ nına üç çarpı işareti koymuşum.

“ İşte ben romanlarımda yarattı­ ğımız ve yaratıldığımız dünyaları iç içe

(7)

Yabancı dillerde Yaşar Kemal

veriyorum. Dağın öte yüzü yarattığı- mız-dünyadır, dağın bu yüzü ise ya­ ratıldığımız dünya... Ortadirek, insa­ noğlunun yaşamının zorluğunu anla­ tır.”

Birden gülmeye başlıyor: “ Özal bilseydi, Türkiye’de ‘Ortadirek’ diye bir roman olduğunu, okusaydı değil, bilseydi, bu adı kullanmazdı.”

Yine ciddileştik: “ Ortadirek onda yaratılan düşle, imgeyle mitle daha önce yaratılan düş, imge, mit dünya­ larının iç içeliğinin sınırsızlığını anla­ tır... Ölmez O tu’nda kişisel mit yara­ tılır.”

Örnekleri çoğalttıktan sonra, Ya­ şar Kemal, romanlarında “ getirmeye çalıştığı” ikinci özelliğe geçiyor:

“ İnsanın, toplumun, kentlerin ya­ bancılaşmasını getirmeye çalışıyorum. Eğer dünyada okurum varsa bundan­ dır. Eğer Charlie Chaplin’i anlıyorlar­ sa, benim romanlarımı da anlıyor­ lar.”

Üzerinde durduğu üçüncü özellik ise, “ insan psikolojisi.”

“ Yeni getirilen psikolojik ufuklar, insanda olanı insana gösteriyor. İn­ san da doğa da sonsuz. Onun için sü­ rekli yeni psikolojiler yaratılıyor.”

Yaşar Kemal’in onca romanının, tüm eserlerinin irdelenmesini, incelen­ mesini, yorumlanmasını, eleştirmen­ lere, edebiyat tarihçilerine bırakmak daha doğru olur. Hem bu eklerin amacı bu değil. Ben daha çok okur­ ların, yalnızca kitaplarından tanıdığı bir insanın huyunu suyunu, umutla­ rını, düşkırıklarım, özlemlerini, öfke­ sini, hasretini, sevincini, çocukluğu­ nu, olgunluğunu ve daha bir sürü şe­ yi öğrenmek istiyorum... Ama Yaşar

8

Kemal’le konuşurken romanlarından uzaklaşmak çok güç.

• “ Kusurlarım”

Sonunda, araya girip, “ peki, ken­ dini eleştirecek olsan...” diyebildim.

Hemen eleştirmeye başladı: “ Hep ayaküstü yazdım. Oturarak değil. Romanlarımı hep yürürken dü­ şünüyorum. Yazmaya gelince... Yaz­ maktan sıkılıyorum. Yürürken roman düşünürüm, uyurken, rüyamda ro­ man düşünüyorum. 24 saat roman düşünüyorum .”

“ Bir kusurum da yazıp yırtmak, yazıp yırtmak. Bebek öyküsünü do­ kuz kez yazdım yırttım. Hatta Ay bar, ‘Bu böyle giderse, sen ömrün boyun­ ca iki roman yazamazsın’ demişti... Demirciler Çarşısı’nda da ilk 40 say­ faya bir dil senfonisi yapmaya çalışı­ yordum. Onun için o 40 sayfayı bel­ ki yirmi kezden çok yazdım ...”

Demirciler Çarşısı deyince... Mit­ terrand ilk cumhurbaşkam seçildiğin­ de, o sırada ne okuduğunu soran bir gazeteciye Yaşar Kemal’in “ Demirci­ ler Çarşısı” demişti. Bunu Yaşar Ke­ m al’e anımsatıyorum. “ Evet” diyor, “ Hatta Mitterrand’la karşılaştığımız­ da, ‘romanınıza girmek çok zor, ama girince de, çıkmak daha da zor’ de­ mişti. Dil senfonisi yapmaya çalıştım dedim ya... Türkçede yutulur da, doğrusu Fransızcada nasıl yutulur bi­ lem iyorum ...”

“ Yusufçuk Yusuf’u tam dokuz ay cebimde dolaştırdım. Son üç sayfası eksikti. O üç sayfa için dokuz ay uğ­ raştan.. . Şimdilerde öyle yirmi kez de­ ğil üç dört kez yazıp bırakıyorum .”

Başka, başka, başka... Karşılıklı Yaşar Kemal’in başka “ kusurlarım” arıyoruz... Sonunda buldu:

“ Bir kötü huyum da, çevreme al­ dırmıyorum. Hiç söz dinlemem, yal­ nız doktor Îbo’yu dinliyorum ...”

“ Başka kötü huyum, sonsuz tem­ belim. Düşüncede değil ama yazma­ da çok tembelim. (Ya tembel olma­ saydı diye düşünmekten kendimi ala­ mıyorum)...

“ Bir başka kötü huyum, çocuk­ su yanım: Çok çabuk kırılıp küsüyo­ rum. Sonra kendime kızıyorum, ne diye küsüyorum diye ve küsmekten vazgeçiyorum... Bilir misin, çocuklu­ ğumda, babama, öldürüldü diye küs­ tüm. Üç yıl mezarına uğramadım. Mecbur olunca yolumu değiştirirdim, orada geçmemek için.”

Hayır, bunu bilmiyordum ama çok çabuk ve çok kolay küstüğünü bi­ liyorum. Bana az mı küstü, diyelim, “ Le M onde” gazetesinde hakkında

çıkan bir yazıyı “ atladım” diye. Ama neyseki tıpkı dediği gibi, küskünlüğü hemencecik geçiyor.

Eh, bu kadar “ kötü huy” yeter... Ya sevinçleri, ya acıları?

“ Benim sevdiklerim de, acılarım da hep dorukta. Öyle ‘en’ sevinçli, ‘en’ acılı anlar yok... Mutlu bir insa­ nım. Karamsarlığa tahammülüm yok. Hemen kendime bir mit yaratıp ona sığınıyorum. Ben aydınlığın türkücü- süyüm. Dünya bu kadar aydınlık ol­ masaydı yazmazdım. Bence, umut, insanlığın en güzel düşü. İnsanoğlu­ nun 40 bin düşü var, 40 bini de ay­ dınlık üzerine...”

Aydınlık üzerine söylenen türkü­ ler arasında Yaşar Kemal’i görüyo­ rum. Gazete sayfalarından o koca cüssesiyle fotoğraflardan taşıp bize bakıyor. Şimdi elimde 40 yayınevinin birlikte bastıkları “ Oğlak Dönencesi” kitabı, ülkemizde çağdışı bir uygula­ mayı, kitap imhasını protesto edi­ yor... Biraz sonra bir başka fotoğraf­ ta, Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’m duruşmasına girebilmek için kapıda bekliyor... Çok daha önce, Davos’- dan da önce Theodorakis’le omuz omuza, el ele Türk ve Yunan dostluk ve barış derneklerinin tohumlarını atı­ yor... Örnekleri çoğaltmaktan vazge­ çip, Yaşar Kemal’e son sorumu soru­ yorum. (Yalnızca, şimdilik, son soru). Günümüzde, içinde yaşadığımız kültürel bunalımı, kültürel kimlik bu­ nalımını nasıl değerlendiriyor?

“ Benim içinde büyüdüğüm bir halk vardı. Bizim oralarda Karacaoğ- lan türküsü bilmeyene kız vermezler­ di... Mimaride, kilimde, edebiyatta, her şeyde halkın kendi yarattığı bir kültür vardı... Kültürler doğal olarak ölür. Ama ölenin yerine yenisi gelir. Ama yazık ki bizde ölenin yerine ye­ nisi gelmiyor... Bir yanda körü körü­ ne bir Batı taklitçiliği var, öte yanda yalnızlık, içine kapanmışlık. Nazım Hikmet Batı kültürü, Osmanlı kültü­ rü ve halk kültürünün, bu üçünün bir arada yoğrulmasının, bu büyük hal­ kanın son şairidir...”

“ Bugün halk kültürümüzün dal­ ları kesiliyor. Ağaç ölüyor, tohum ye­ re düşmüyor. Ulus bilinci gerekiyor tohumlar için. Ama ulus bilinci biz­ de şimdilik yok.”

“ Benim bir ayağım Anadolu’day­ sa, bir ayağım da dünyada. Kültürler birbirlerini besler. Dünya kültürün­ den beslenmek şart ama kendi kay­ naklarını da bilmeli. Kendi kaynak­ larımızı bilip dünyaya açılmaktan başka çaremiz yok.” ■

Referanslar

Benzer Belgeler

Web sitelerinin say›s›n›n artmas›yla bir- likte Bilim ve Teknik yazarlar›n›n çabas› da yeni bir boyuta ulaflt›: Odak, bu bilgi bombard›man›n- da, çok

Ekipten bir başka mikrobiyolog Eugene Rosenberg, besin türünün sinek üzerinde- ki etkisinden çok, sinek üzerinde simbiyotik olarak yaşayan bakteriler üzerinde yapacağı

Red cell distribution width levels were found to be significantly higher in patients diagnosed with AA in comparison to the control group.. The commonly used, low-cost RDW test may

ve sayıları giderek artan işletmeleriyle Alman ekonomisine katkı sağlamaktadırlar. 2007 yılında bu işletmelerin sayısı 703 bine, yıllık toplam cirosu 32,7 milyar

Çünkü gezegen, ay›n ilk günlerinde bile Günefl’ten yaklafl›k bir saat sonra bat›yor ve par- lakl›¤› 1,7 kadir, yani oldukça düflük.. Bu s›rada Merkür’ü görmek

Geriye yüzer havuzlar yerine Pendik Tersanesi’nin büyük gemi inşaatları için yeni hizmete giren kuru havuzu kalıyor ki, bu havuz hem tamir havuzu olarak di- z.ajn

1933 yılında özel sektöre yalnızca yük taşımacılığının bırakılması, yolcu taşıma hakkının devlete verilmesi ile Şirketi Hayriye ke- penklerini indirdi..

Sinire uygulanan elektriksel bir stimulus uygula- nan akım belli bir düzeye ulaşınca sinirde depolarizas- yona neden olur. Düşük düzeyde verilen akımla olu- şan aktivite