Karaosmanoğlu, birinci sayımızda başlayan hâtıralarında Mehmet
Rauf, Şaha bettin Süleyman ve Ahmet Haşim'den sonra bugünkü
yazısında büyük şair Yahya Kemal Beyatlı'yı anlatmaya başlıyor.
ya Kemal adım işitmiş bile değildim. Bir gün Beyoğlunda «Bon Marché» pasa- jtndan geçerken birkaç arkadajiyle bir likte karşı yönden gelen dostum Kıbrıs- lı Şevket'le rastlaşmış ve Şevket bana yanındakiler arasında kim olduğunu bil mediğim tıknazca bir genç adamı — adı nı söylemeksizin — yarı şaka, yarı cid di şu sözlerle tanıtmıştı :
— «Öp elini, büyük edebiyat üstadı mızın ! »
Baktım; karşımdaki genç adamın ede biyatla her hangi bir ilgisi olabileceğine ihtimal veremedim. Şevket'in, benimle şakalaşmaktan ziyade, onunla alay etti ğini sandım ve gülerek elini sıktıktan sonra uzaklaşıp gittim.
Lâkin, o günün akşamı mıydı, yoksa daha ertesi akşamlardan biri miydi, di ğer bir dostum Şefik Esat'la Divanyo- lu'ndaki evinde buluştuğum zaman öğ renecektim kİ, on yıldır Paris'te yaşayan Yahya Kemal adında biri, son günlerde memlekete dönmüş ve bu evde konukla- makte İmiş. Şefik Esat, gerçi, ondan sa dece «Şair Kemal» diye bahsediyordu ama, ben onun kim olduğunu asıl bu şairlik vasfiyle daha iyi kavramıştım. Paris'ten yeni geldiği söylenen kimse mutlaka Kıbrıslı Şevket'in bana tanıttı ğı «büyük edebiyat üstadı» olacaktı. He le Şefik Esat, misafirinin Quartier
La-VİRANBAĞ
Adalardan yaza ettik de veda,
Sızlıyor bağrımın üstündeki dağ.
Seni hatırlıyoruz, Viranbağ!
Gene bir sofrada şen, şakraktık,
Gün denizlerde sönerken baktık,
Ve çobanlar gibi dallar yaktık...
Biz şen, onlarsa muammalıydı,
Birinin sözleri imalıydı,
Birinin gözleri hummalıydı!
Acı duymuş diye aşkın tadını
Hepimiz sevdik o solgun kadını,
Ve o gün Rahibe koyduk adını...
Uyuduk kırda, gezindik dağda,
O yazın, ah o engin çağda;
Geçti en son günü Viranbağda!
YAH YA KEMAL * 5 ^ ^ EN İM gençlik ve edebiyat
hayatımın birbirine para- f j tel birkaç seyri vardır. Bunlardan birincisini Şa- habettln Süleyman'la, İkin cisini Refik Halit'le, üçüncüsünü Ahmet Haşim'le, dördüncüsünü de Yahya Ke mal'le birlikte takibetmişimdir. Hâtıra larımın biraz önceki bölümlerinde ilk iki ömür seyrinin ana hatlarını çizmiş bulunuyorum. Eskiden olduğu gibi bu gün de en yakın arkadaşım ve meslek taşım Refik Halit'le geçirdiğim hayat safhasından ise burada bahsetmeyi pek münasip bulmayorum. Zira, bunun en yüklü kısmını bizim Beyoğlu âlemleri miz teşkil eder. Maddî imkânını bulan bütün gençler gibi o âlemlerde bir ta kım çılgınlıklar yapmışızdır. Fakat, şim di, her ikimiz de büyük baba çağına gir miş bulunuyoruz. Zannımca ne o, ne ben bunları anlatmayı artık yaşımızın başımızın ağırlığına yakıştırmayız. Kaldı ki, her ikimiz de henüz sağ olduğumuz dan, alın yazımızın son satırı noktalan madan kendimizi birer hâtıra konusu addetmeyi de istemesek gerektir. Onun için, kronolojik sıra bakımından bu hâ tıralarda yer atması lâzımgelen Refik Halil'i atlayarak ondan üç dört yıl son ra tanıştığım Yahya Kemal'e geçiyorum: Tarih 1911. Ben o zamana kadar Yah
Yahya Kemal’le
Nasıl Tanıştım?
Yahya K e m a l to m b u l vücudu,
çizgileri kalın başı, tutuk haliy
le, Paris
1
ten değil, Osmanlı ülke
sinin uzak vilâyetlerinden gel
miş bir taşralı genci andırıyordu.
YAZAN: YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
Yalıya Kemal Beyatlı'nın son resimlerinden biri.
tin'de geçirdiği bohem hayatına dair bazı fıkralar anlatmaya başladığı ve bu arada bir de Jean Moréas'm ah babı olduğunu söyleyince bu hususta hiç şüphem kalmamıştı. Şefik Esat, ikide birde: «Bilmezsin, diyordu, ne geniş bir edebî kültürü, ne derin bir tarihî bilgisi vardır ve konuşması ne kadar entere sandır.»
Fakat, itiraf ederim ki, Yahya Kemal, biraz sonra, bulunduğumuz odadan içe riye girdiği vakit kendisinde. Şefik Esat' ın bana bildirmek istediği vasıfları uzun bir süre boş yere arayacaktım. Tombul vücudu, güzel, ama çizgileri kalın başı ve tutuk, donuk haliyle, Paris'ten, Quar tier Latin'den değil, Osmanlı ülkesinin uzak vilâyetlerinin birinden gelmiş her hangi bir taşralı genci andırıyordu. Di linde de hafif bir Rumeli şivesi vardı. Bütün bu görünürdeki özellikleriyle bir de söze İttihat ve Terakki - Hürriyet ve İtilâf dedikodularından başlamasın mı! Yok, «Merkezi Umumî» bir hükü met darbesiyle Ahmet Muhtar Paşa kabi nesini devirecekmiş. Yok, Ali Kemal bir an önce Kâmil Paşa'nın iktidara gelme sini istiyormuş. Gümülcineli İsmail şöy le demiş; Miralay Sadık Bey böyle yap mış ve bunlar arasında Doktor Nazım'ı, Bahsettin Şakir'i yakından tanıdığını be lirten bir takım fıkralar...
Mübarek, on yıl Paris'te Quartier La tin'de yaşamış olmak şöyle dursun, san ki hiç memleket dışına çıkmamış, İstan bul'dan hiç ayrılmamış; hattâ İstanbul'un hep alt katlarında, çayhane ve mahalle kahvelerinde vakit geçirmekten başka bir şey yapmamış gibiydi. Konuştuğu Türkçeye bir takım Fransızca sözler ve deyimler karıştırmasa, onun her hangi bir Batı kültürü aldığına ve hele Jean Moréas gibi Fransız şiirinin ustaların dan biriyle ahbaplık ettiğine ihtimal ve rilemezdi. Edebiyattan henüz söz açma mıştı ama, açacak olsa, sanıyordum ki, Fikret'ten Cenap'tan değil de, Muallim Naci'den bahsedecektir. Evet, Yahya Ke mal, ilk görüşmemizde benim üzerimde böylesine bir Şarklı tesiri yapmıştı.
Dostum Şefik Esat, bu tesiri yüzümden okumuş olacaktı kİ, kendisi o zaman lar politikanın tâ içinde bulunduğu hal de, Yahya Kemal'i, ikide bir fikir ve edebiyat konularına çekmeye çalışıyor du. Boşuna emek 1 İçkilerimizi içecek, yemeklerimizi yiyecek, nöbet kahvelere gelecekti. Fakat, Yahya Kemal ya susa cak, ya politika dedikodularına devam edecekti. Yalnız bu ara şunun farkına varmıştım ki, Şefik Esat'ın Paris arka daşı alaturka yemeklere pek iltifat et mekle beraber, rakı kadehine hiç du dak dokundurmamış ve yemekten önce apéritif olarak Vermut, yemekte ise su yerine şarap içmişti ve bu içkilerin her ikisinin de şişeleri üstünde Fransız mar kası taşıdığından şüphe edilemezdi.
Nitekim, Yahya Kemal sofradan kalk tıktan sonra, sanırım, bunların tesiri al
tında Bâbıâli caddesinden yavaş yavaş Quartier Latin’e dönecekti. Sohbetinin konularını hep oraya ait hâtıralar, ora dan yapılmış kelime oyunları, orada söylenmiş nükteler ve orada yaşan mış olaylar teşkil edecek ve bu konuş ması hoş bir monolog şeklini alarak ge cenin geç saatlerine kadar sürüp gide cekti. Ama, şu var ki, Yahya Kemal bu nunla bana şairlik ve «edebiyat Dstad- lığı» na dair her hangi bir belge vermiş olmayordu ve ben onu sadece Fransız ların «bon causeur» ve OsmanlIların «hoş sohbet» ya da «miri kelâm» de dikleri bir insan olarak tanımakla kal mıştım.
Fakat, o gecenin üstünden çok zaman geçmeyecekti ki, başka bir akşam bazı edebiyat meraklısı hanımların da bu lunduğu bir mecliste, herkesin rece ve ısrarı üzerine, Yahya Kemal ayağa kal kacak ve kendine mahsus bir inşat tar- ziyle Hugo'dan, Baudelaire'den, Verlaine' den, Hérédia'dan ve bunlar arasında bi zim eski ve yeni şairlerimizden okudu ğu şiirler coşkun bir ahenk selinin dal- galan halinde ruhumuzu taşırmaya baş layacaktı.
Yahya Kemal bu şiirleri hiç şaşırma dan, hiç yanılmadan ve her kelimenin fonetiğini, her mısraın ritmini ifade et tikleri hisse göre değerlendiren bir ses le ezbere söylüyordu. Öyle ki, çoğunun eserlerini nice defalar okumuş bulun duğumuz adı geçen şairlerin, ne demek .istediklerini, tam mânasile, ancak bu inşat sanatı sayesinde, anlamış oluyor duk.
Hele, mektep kitaplarımızla birlik te kapayıp b ir kenara attığımız Baki gi bi, Nedim gibi divan edebiyatı şairleri mizi, birinin Kanunî Süleyman'a mer siyesini, öbürünün Sâdâbad şarkılarını okumak suretiyle bize o akşam ilk defa Yahya Kemal tanıtmıştı diyebilirim ve itiraf ederim ki, bundan sonra, Paris arkadaşları tarafından ona verilen «ede biyat üstadı» pâyesini hiç de fazla gör- memişimdir. Hattâ, uzun bir süre Yah ya Kemal'e yalnız bu nazarla bakmış ve bu bakımdan onu Stéphane Mallar- mé'ye benzetmişimdir.
Bunda pek yanılmamış olduğumu sa nıyorum. Her iki şair arasındaki bu ben zeyiş, bele Yahya Kemal Paris'ten geldi ği sıralarda çok belirgindi. O da Mallar mé gibi yeni bir şiir anlayışı getirmiş ve bunu kendi çevresindeki özel sohbet leriyle yapmağa başlamış bulunuyordu. Yahya Kemal'in Mallarmé'ye benzer baş ka bir tarafı da bu yeni şiir anlayışına göre yeter örnekler vermeyişi ve hep «nazariyat» vâdisinde kalışıydı. «Şiir şöyle olmalıdır, böyle oknalıdır» diyor du ama, bize bu yolda şair Nedim pas- tişlerinden ve yarıda bırakılmış bir ta kım şiir denemelerinden başka bir şey göstermeyor, bunları da yayımlanmaya değmez bulup aramızda okumakla yeti niyordu. (D evam ı gelecek sayıda)
1 9
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi