• Sonuç bulunamadı

Nadi'nin çocukluk anıları bir başyazar odasında sık sık gerçekleştirilen siyaset sohbetleriyle doluydu:Mürekkep kokusunda geçen gençlik

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Nadi'nin çocukluk anıları bir başyazar odasında sık sık gerçekleştirilen siyaset sohbetleriyle doluydu:Mürekkep kokusunda geçen gençlik"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Ipay Kabatalı

Demokrasiyi ışıtan yazar

um huriyet başya­ zarının çok partili rejime geçildikten sonra, kırk yılı aşkın bir süre boyunca yazdıkları, dem okra­ sinin ülkem izdeki tarihine ışık tutar­ ken günümüzün dem okrasi sorun­ larına da çözüm yolları gösteriyor.

Bütünsel açıdan bakıldığında, cum huriyet dönemi boyunca toplum ­ sal ve siyasal yaşam da iki tem el soru­ nun gündemin en ön sıralarında bu­ lunduğu görülür: D evrim ve dem ok­ rasi. Bunlar bir bakım a, çağdaş Tür­ k iy e ’nin ölüm kalım sorunlarıdır da...

Kaynağını Aydınlanm a hareketin­ de bulan cum huriyet devrim i, önüne çıkan nice engeli aşm ak, kendi yo­ lunda ilerlem ek zorundaydı.

D em okrasi ise bu y o l üzerindeki bir duraktı. O durağa ulaşm ak da güçtü; tam '‘düzlüğe ç ık tık ” denildi­ ğ i anda akla gelen ve gelm eyen bir­ takım etkenler dem okrasinin yolunu tıkıyordu.

Oysa, hedeflenen “çağdaş uy­ garlık düzeyi”ne ancak devrimin ve dem okrasinin işlerlik kazanm asıyla ulaşılabilecekti. D olayısıyla, devri­ m e ve dem okrasiye inananlarm ödünsüz, çıkar gözetm eyen, uzun so­ luklu bir savaşım vermeleri, güçlük­ ler ve kesintiler karşısında yılm am a­ ları gerekiyordu.

Cum huriyet dönemi boyunca, kuşkusuz ki, değişik ı.ilanlarda bu sa­ vaşıma katılm ış ve seçkin yerler edin­ m iş birçok kişi vardır.

Basın alanı söz konusu olunca, ilk akla gelen Nadir Nadi'dir.

N adir N adi, anılarmda toplum sal bir olaydan söz ederken “H epim iz çocuklar gibi sevindikder. N edir

çocuk sevinçlerinin özelliği? İçtenlik­ li, doğal olmasıdır. En küçük bir yap­ macığa yer yok tur çocuk sevinçlerin­ de... H iç unutamadığım bu sözde, Nadir N adi hin inançlarına bağlı kişilik yapısı gizlidir. Yoksa, İlhan S elçu k’un belirttiği gibi, kervana katılarak ‘‘holdingci ekonom i pira­ midinin en üst düzeyinde, başköşe­ d eağırlanması, işten değildi.

Yine tlhan Selçuk ’un vurgulandığı bir özelli­ ği daha vardır: “Serinkanb, yum uşak gibi gö­ rünen, ama uzun soluklu bir savaşımın sert ku ­ rallarını yaygın bir zam an süreci içinde inatla izleyen bir kişilik yapısına sahiptir. Kısa süre­ de fa rkın a varılmayan bu çetin kişilik, uzun bir zaman sürecinde belirginleşir. ”

Nadir Nadi nin C um huriyet'te başyazarlık yaptığı uzun yıllar boyunca Türkiye nice döne­ meçlerden geçti; büyük boyutlu toplum sal ve siyasal olaylar yaşadı. Olayların etkisiyle bir­ çok gazeteci ve yazar -değişik “bahane’lere sığınarak- zikzaklar ya da eğriler çizdiler; sa­

vaşımı bırakanlar oldu... Nadir N adi ise dev­ rim ve dem okrasiye inancını hiçbir zam an y i­ tirm edi; yalnız kaldığı dönemlerde bile “liak bellediği yoldan ” ayrılmadı.

Sekseninci yaş gününde kendisine sormuş­ tum:

“Düşünce özgürlüğü, basm özgürlüğü, hu­ k u k devleti, dem okratik haklar... Yarım

Bir çok yazar değişik bahanelerle zikzaklar çizdi. Nadir Nadi devrim ve demokrasiye inancını hiçbir zaman yitirme­ di; yalnız kaldığı dönemlerde bile “ hak bellediği yoldan” ayrılmadı.

yüzyıldır, bunlar ve benzeri kavram lar uğrunda verilen savaşımın içindesiniz. Zam an zaman -Sysiphos gibi- ay m noktaya dönüp yeniden sa­ vaşıma giriyorsunuz. Bu sizde bezginlik, um ut­ suzluk yaratm adı mı?”

Sorum u şöyle yanıtlam ıştı Nadir Nadi: “E lbette zaman zam an yorgunluk yaratıyor. Am a yine sürdürüyorsunuz, yine sürdürüyor­ sunuz— Sürdürm ek zorundasım z, başka türlü olm az; bazen birkaç kuşağın birbiri ardınca sa­ vaşıma katılm ası gerekiyor. İstediğim iz top­ lum düzenine hiçbir zaman ulaşam adık. Ulaşı­ lam az da. Ç ünkü her zaman daha iyisine ulaş­ m ayı ister insan. Bu beni zam an zaman üzüntü­ ye, um utsuzluğa sürüklüyor. Am a bunun aşı­ lm az bir şey olmadığına inanıyor ve çabamı sürdürüyorum .” (Sekseninci Yaşında Nadir N adi, İst. 1988, s. 31).

Bu ya zı dizisinde, Nadir N adi hin dem okrasi savaşımına katkılarından söz edecek, yazıları­ ndan örnekler sunacağız.

adir Nadi’nin Cumhuriyet’te ya­ zarlığa başladığı yıllarda “demok­ rasi deneyi”nin (1930 Serbest Fırka olayı) başarısızlıkla sonuç­ landığına inanılıyordu. Demok­ rasiye geçebilmek için devrimin toplumun bütün katmanlarına yaygınlaştırı­ lması ve kök salması gerektiği görüşü yaygındı. Çok geçmeden de İkinci Dünya Savaşı patlak verdi; Avrupa’yı kasıp kavuran savaş Türkiye’­ nin sınırlarına gelip dayandı. Artık gündemde yalnızca “savaş” vardı...

1945’te savaş sona erdi. Zaferi demokrasiler kazanmıştı. Aynı yıl babasım yitiren ve gazete­ nin bütün sorumluluğunu üstlenen N adir Nadi, 1946’da başlayan çok partili demokratik rejime geçiş sürecinde devrimle demokrasinin birlikte yürütülmesi gerektiğini savundu. Anılarında şöyle yazıyor:

“ 1946-1950 süresi boyunca bizim gazete müm­ kün mertebe hem iktidarı, hem de muhalefeti sağ­ duyunun ışıklarından yararlandırmaya gayret

ediyordu. Atatürk ilkeleri bir yana bı­ rakılmamalı idi. Bu, yurdumuz adına ön­ ceden hesaplanması imkansız felaketle­ re yol açabilirdi. Türkiye’yi geri sürükle­ yici davranışlara elimizden geldiği oran­ da karşı durmaya çalışıyorduk. Bu yüz­ den, iktidarı da muhalefeti de sinirlendir­ diğimiz oluyordu. Muhalefet bütün gücü ile daha ziyade hukuk devleti koşul­ larının gerçekleştirilmesi uğruna çalıştığı ve devrim ilkeleri üzerinde veri­ len açık tavizlerden sorumlu tutulama­ yacağı için tenkidimizin ağırlık merkezi­ ni şüphesiz C H P icraatı teşkil ediyordu. O sırada gazetenin sahibi göründüğüm için yakından biliyorum, dört yd içinde Cumhuriyet aleyhine çeşitli vesilelerle tam dokuz dava açıldı ve ben davalı sı­ fatıyla en azından kırk kere yargıç karşısında boy göstermek zorunda kaldım.”

j l5 a b a s ın ı yitiren ve

gazetenin bütün

sorumluluğunu üstlenen

Nadir N adi, 1946’da

başlayan çok partili

demokratik rejime geçiş

sürecinde devrimle

demokrasinin birlikte

yürütülmesi gerektiğini

savundu

örneğin, bir başyazısında, CHP mil­ letvekili Fahri Kurtuluş’un, Rus klasik­ leri arasında çıkan bir kitabın toplatı­ lmasını ve komünizm propagandası yaptığını öne sürerek bir İngiliz filmi­ nin yasaklanmasını istemesine karşı çıkmıştı. Bunun üzerine açılan tartış­ ma, basına geniş ölçüde yansıyan dava­ lara yol açmıştı...

I

Demokrat Parti'ye

ilk uyarılar

Demokrat Parti (DP), kurulduğu sı­ ralarda, N adir Nadi’nin deyişiyle, “hu­ kuk devleti koşullarının gerçekleştiril­ mesi uğruna” çalıştığına herkesi inandırmıştı. Bu nedenle Nadir Nadi, parti ileri gelenlerinin “ D P listesinden bağımsız aday olma” önerisini olumlu karşıladı; 1950 ve 1954 seçimlerinde parlamentoya girdi.

Ancak, devrime ve demokrasiye aykırı her gi­ rişim ve icraat karşısında, kendisini milletvekili seçtiren DP iktidannı uyarmaktan, eleştirmek­ ten geri durmuyordu.

DP’nin iktidara gelişinin üzerinden iki ay geç­ meden, 9 Temmuz 1950 günlü başyazısında “de­ mokratik mekanizma”yı işletmenin gereğine de­ ğiniyordu: “...Muhalefete karşı en geniş bir hoşgörürlük zihniyeti şarttır. Bu yeni zihniyeti teşrii cihazımıza ancak DP aşılayabilecektir. Çünkü muhalefet psikolojisini unutması için he­ nüz yeter derecede zaman geçmemiştir. Daha iki ay önce Demokratlar karşı tarafta idiler. O vakit iktidara karşı yüreklerinde besledikleri duyguları şimdi kendi nefislerinde kendilerine karşı hatırlar­ larsa, bundan rejim hesabına çok şey kazanı­ lacağına eminim. ”

SÜRECEK

B ir devrim ve dem okrasi

savaşım cısının

• • • •

undan üç yıl önce, 20 Ağutos 1991’de yitirdiğimiz Nadir Nadi, altmış yıla yatan bir dönem bo­ yunca Cumhuriyet’te yazarlık ve başyazarlık yapmıştı (ilk yazısı 1930 sonlarında, ilk başyazısı 1 Nisan 1936’da çıktı).

N adir Nadi, Osmanlı Devleti’nin son yıl­ larını, Kurtuluş Savaşı’mn coşkusunu ve cum­ huriyet döneminin yaklaşık yetmiş yıllık dilimi­ ni yaşadı.

1945’te babasının ölümünden sonra, aşağı yukan yarım yüzyıl boyunca Cumhuriyet gaze­ tesinin genel yayın yönetimi onun omuzlan üze­ rindeydi. Cumhuriyet nice baskıyı ve saldınyı savuşturmayı başardı; saygın bir gazete olarak 1990’lara geldi. Günümüzdeki ’medya bu- nahmı’nm da dışında kalabilen Cumhuriyet, Nadir Nadi’nin ödün

vermeyen kişiliğine çok şey borçludur.

‘Cumhuriyet devrimi’- ni ve ‘demokrasi’yi ödünsüz savunan, ge­ rektiğinde ‘hak bellediği yolda yalnız yürüyen’ Nadir Nadi’nin ya- şamöyküsünü yansıtan bu dizi, Cumhuriyet baş- yazannın anılanndan ve konuşmalarından yarar­ lanılarak hazırlanmıştır. Nadir Nadi, 23 Haziran

1908’de Muğla’ya bağlı Fethiye ilçesinin Kaya Köyü’nde doğdu. Aile, köy kökenliydi. Ama babası Yunus Nadi ‘ille de okumak istemiş’ ve ünlü bir gazeteci olmuştu.

Nadir Nadi’nin doğumundan tam bir ay son­ ra, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan

rine gitmiş olacağım ünlü Beyaz Kule.. Bir evin bahçesi.. Benden on yaş büyük yaramaz dayımın attığı taşla yardan başım.. Ağlayarak annemin kucağına atdışım.. Hepsi bu kadar işte.” (Sil Baştan, s. 21)

Yunus Nadi, Balkan Savaşı başlarken İstan­ bul’a gelir. Ünlü gazeteci ve yayıncı Ebüzziya Tevfik, çıkardığı Tasvir-i Efkar gazetesine ken­ di oğullarından ikisiyle birlikte onu da ortak eder. Yunus Nadi, aynı zamanda gazetenin başyazarıdır. N adir Nadi, dört yaşlarında... Sonradan, “ Dört yaşında gazeteleri koltuğu­ mun altına sıkıştırır, odadan odaya koşarak, ‘Akşam havadisi, tebecaan!’ diye bağırarak, sö­ züm ona gazeteleri satmaya çalışırmışım” diye anımsayacak. (Ali Sirmen: “Nadir Nadi Cum-huriyet’i

1981)

Anlatıyor”, Cumhuriyet, 11 Mayıs Birkaç yıl sonra... Göztepe’de bahçe için­ de bir evde oturuyor­ lar. Çocukluk dünyası­ nın en önemli uğraşı, yine gazete: “7-8 yaşla­ rında okula giderken, kendi başıma gazete hazırladım. Defterim­ den boş bir kağıdı dörde katlar, gazete ya­ pardım. Başyazısını, rö­ portajım yazar, elle re­ simler çizerdim. İlkoku­ la giderken evde, ba­ bamda gördüğüm şeyleri okulda taklit eder­ dim...” (“Adını Atatürk’ün Verdiği Gazete” , Hürriyet, 19 Aralık 1986).

İlkokula Nişantaşı’ndaki Yeni Mektep’te başlar.

Aynı yıllarda keman girer yaşamına,

“ba-A /a d ir N a d i, 23 Haziran

1908’de M uğla’ya bağlı

Fethiye ilçesinin K aya

K öyü’nde doğdu. Aile, köy

kökenliydi. Am a babası

Yunus Nadi ‘ille de okum ak

istemiş’ ve ünlü bir gazeteci

olmuştu

Yunus Nadi, Balkan Savaşı başlarken İstanbul'a gelir. Ünlü gazeteci ve yayıncı Ebüzziya Tevfik, çıkardığı Tasvir-i Efkar gazetesine kendi oğullarından ikisiyle birlikte onu da ortak eder. Yunus Nadi, aynı zamanda gazetenin başyazarıdır. N adirN adi, dört yaşlarında... ya kalkmaktan çekinmezdi. Herhalde iyi keman

çalıyordu. Öğretmenlik niteliği ise hemen hemen İliç yoktu. Nota bilmeyen, yay tutmasını becere­ meyen bana kızdığı zaman elindeki yayı kaptığı gibi parmaklarıma vurur, kimi zaman ağlatı- rcasına canımı yakardı. Oysa bende müziğe heves şöyle dursun, müzik yeteneği bile yoktu.” (Dos­ tum Mozart, s. 11-12)

Nadir Nadi, öğrenimini -sonradan Galatasa­ ray Lisesi adıyla anılacak- Mekteb-i Sultani’de sürdürecektir.

^ , --- J - J - — J J C* J V * * M M

edildi. Çok geçmeden de İttihat ve Terakki yö- basının zoruyla”. Sekiz yaşındayken babası f "J 9 2 0 'İB I* A llkS P S S I netimi, gazeteci Yunus Nadi’yi Selanik’te Ru­

meli gazetesini çıkarmakla görevlendirdi. Aile, Selanik’e taşındı. N adir Nadi. üç buçuk yaşına (Balkan Savaşı öncesine) dek orada yaşadı. O ilk çocukluk yıllarından kırık dökük birkaç anı kalmıştır belleğinde:

“Babamla ara sıra yakınındaki kahvelerden

bi-Yunus Nadi, elinden tutup o zaman Muzıka-i Hümayun denilen orkestranın şefi, kemancı Zeki Bey’e götürerek “ Buna keman öğret” de­ miştir.

“Zeki Bey, çapkın ruhlu, neşeli, ama sabırsız bir adamdı. Ben ders yaparken odaya giren kimi komşu hanımları gözümün önünde

mıncıklama-Yunus Nadi, 1918’de İstanbul’da Yeni Gün gazetesini çıkarır. Birinci Dünya Savaşı, Os­ manlI Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanmış; ateş­ kes (mütakere) dönemi başlamıştır. Ingilizler, gazeteyi sık sık kapatmaktadır. Mustafa Ke­

mal’in Samsun’a çıkmasının ardından, Anado-

SÜRECEK

lu’da Kurtuluş Savaşı başlar. Yunus Nadi birkaç ay sonra Ankara’ya gidip Mustafa Kemal’le gö­ rüşür. Ve İstanbul’daki baskı makinelerini sandıklar içerisinde, binbir zorlukla, İnebolu’ya kadar gemiyle, oradan da kağnılarla Ankara’ya taşıyarak Yeni G ün’ü orada yayımlar. “Köy az­ manı” Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılmıştır: “Yeni Gün matbaası, Karaoğlan Mey- dam’nda Hacı Bayram’a giderken ilk kavşak ye­ rinde idi. İki katlı, sıvaları yer yer dökülmüş, eski bir Ankara evi. Ev sokağa yanlamasına oturtul­ muştu. Önünde bir avlu. Alt katta, giriş kapısının solunda ahırdan bozma makine dairesi. Yukarıya çıkılırken merdivenin dönemeç yaptığı yarını kat­ ta, üzerine kırmızı boya ile 100 numara yazılı bir tuvalet, onun karşısında daracık bir oda. Yukarı­ da da bir sofa ve sağlı sollu iki oda. Bütün matbaa işte bundan ibaretti.

(2)

SAYFA

4

CUMHURİYET

HABERLER

Ipay Kabatalı

Hedef demokratik cumhuriyet

► Cumhuriyet başyazarı, artık

sürekli olarak baskı rejimine karşı

çıkıyordu. Basının susturulmak

istenmesi üzerine, 4 Eylül 1958’de,

bu yoldaki gidişin ‘hürriyet

düşmanlarının başını yemekten

başka bir işe yaramayacağını’

açıkça yazıyordu

ktidar, adı üstünde, kuvvet demektir. Kuvvet ise, sahibine emniyet verir. Kendini emniyette duyan, nefsine gü­ venen, yani fiilen ve hukuken iktidarı elinde tutan bir varlık muhalefete karşı cömert ve müsamahalı ol­ malıdır. (...) Aynı zamanda muhalefetin hırçınlıklarını gidermek, memlekette demokra­ tik mekanizmayı işler bir hale getirmek de böyle­ likle mümkündür. Aslında zaaf alameti olan si­ nirlilik, olsa olsa, azınlığa, yani muhalefete yakışır. Asabi hareketler, sadece bir kuvvet kaybının ilk işaretleri sayılacaktır. Yeni ikti­ darın bundan sakınmasını yürekten temenni ede­ riz.”

Ve DP’nin iktidardaki altıncı ayı dolmadan, 4 Kasım 1950 günü, gerçek demokrasiye geçi­ şin koşullarını iktidara bir kez daha anımsatı­ yordu Cumhuriyet başyazan:

“...Antidemokratik ne kadar kanun varsa kökü kazınmak; sınıf, dil, din ve parti farkı gö­ zetmeksizin insan haklarına riayeti ilk vazife sa­ yan bir idare kurulmak için ortada hiçbir engel yoktur.”

DP iktidan, bütün bunları derhal başarmak ve önümüzdeki yıllar boyunca bunlardan öteye birtakım müspet ve maddi eserler yaratmak zo­ rundadır. O zaman halkın karşısına çıkmak ve “Sayın yurttaşlar, iktidan şu şu şartlar içinde ele almıştık. Üç buçuk yıl çalıştık, şu şu işleri yaptık. Oyunuzu gene bize verin ki, önümüzde­ ki devre boyunca da şunlan yapacağız. Saygı- lanmızla arzederiz” diye övünerek konuşmak mümkün olur.

Aradan kırk dört yıl geçmiştir. Türkiye bu kez, yaklaşık üç yıl önce ‘demokratikleşme’ sözü vererek iktidara gelmiş olanlann yöneti­ mindedir. ‘Paketi’ var, kendisi yok demokra­ tikleşme yine gündemdedir!

| Henüz vakit varken...

Daha iktidara gelişinin ilk aylannda Demok­ rat Parti’yi uyarmak gereğini duyan Nadir Nadi, giderek uyanlannı eleştiriye dönüştürdü. DP, yasalan antidemokratik yönde değiştirir ve yine bu yönde uygulamalara giderken, Cumhuriyet başyazarının eleştirilerindeki doz da artacaktı.

1950’de seçilmiş olan Meclis’in süresi dol­ madan, DP ileri gelenlerinde çoğunluk oyla­ rına dayanarak her istediklerini yapabilecekleri anlayışı egemen olmaya başlamıştı. 15 Aralık 1953’te N adir Nadi, ‘Henüz Vakit Varken’ başlığı altında şunlan yazmak gereğini duy­ muştu: “Bir memlekette demokratik bir rejim

Bir çok yazar değişik bahanelerle zikzaklar çizdi. N adir Nadi devrim ve demokrasiye inancını hiçbir zaman yitirmedi; yalnız kaldığı dönemlerde bile “ hak bellediği yoldan” ayrılmadı.

kurmaya karar verildiği zaman, yapdacak ilk iş, o memlekette demokratik hürriyetleri ayakta tut­ maya ve yürütmeye yarar hukuk şartlarını ger­ çekleştirmektir. (...) Milli hakimiyet mefhumu­ nun Batı’da anlaşılan manası bodur. Ulusal ege­ menlik diye yeni Türkçeye çevirdiğimiz bu terim, şayet çoğunluğun her istediğini yapabilmesi ma­ nasına gelseydi, din hürriyeti, vicdan hürriyeti, söz ve yazı hürriyeti gibi insanı insan yapan temel haklarımız temelsiz kalmış olurdu. (...)

Bizim tek parti rejiminden çok parti rejimine geçerken, o sıralarda aynı işi yapan öteki Avrupa milletleri gibi bir kurucu meclis toplayıp anayasa üzerinde gerekli değişikliklere başvurmamış ol­ mamız büyük bir hatadır. Tek parti esasına göre hazırlanmış bir hukuk düzenini çok partili hayata uydurmakta ne kadar güçlük çektiğimizi sık sık görüyoruz. (...) Bugün yapılacak iş, bir an önce çok partili demokrasi hayatının gerektirdiği şart­ ları yurdumuzda gerçekleştirmek uğruna elbirli- ğiyle çalışmaya koyulmaktır.”

Ekim 1957’de yapılan genel seçimler sonu­ cunda da tek başına iktidara gelen Demokrat Parti, bu uyarılan haklı çıkardı ve tek parti ege­

menliği kurmaya yöneldi. Nadir Nadi’nin o ta­ rihlerdeki deyişiyle “Şiddeti gittikçe artan sertlik yoluna saptı. (...)” Gazeteler istediklerini yaza­ maz, muhalifler tenkitlerini yapamaz hale gel­ mişlerdi. Cumhuriyet başyazan, artık sürekli olarak baskı rejimine karşı çıkıyordu.

Basının susturulmak istenmesi üzerine, 4 Ey­ lül 1958’de, bu yoldaki gidişin ‘hürriyet düşman­ larının başmı yemekten başka bir işe yaramaya­ cağını’ açıkça yazıyordu: “Napoleon’un bir sözü vardır: ‘Basın meselesi yarım tedbirlerle çözüle­ mez’ der. Bu, şu demektir: Bir yandan fikir hürri­ yetini kabul etmiş görünüp de öte yandan hoşa gitmeyen yayınlara engel olmaya çalışmak boşu­ na gayrettir. İstediğiniz kadar yeni kanunlar çı­ kararak temel hürriyetleri kısmız ya da ekono­ mik güçlükler altında gazeteleri inim inim inleti­ niz, bu yolda basının dizginlerini ele almanıza im­ kan yoktur. Basın meselesini çözmek istiyor­ sanız, tam tedbire başvurmanız, yani fikir hürri­ yetini tekeliniz altına almanız, bir başka deyimle fikir hürriyetini toptan yasak etmeniz gerekir. (...) Evet, basın meselesini yarım tedbirlerle çöz­ meye imkan yoktur. Tam tedbir ise sonunda hür­

riyet düşmanlarının başını yemekten başka bir işe yaramaz.”

Birkaç gün sonra, 12 Eylül 1958’de, Demokrat Parti iktidarının tek parti rejimine yöneldiğini bir kez daha belirtecekti:

“... Hükümet muhalefete ve serbest basına karşı daha da sert tedbirler tasarlamaya koyuldu. Mil­ let, geçim derdine bir çare umarken, şimdi onun derdini dile getirmekten gayrı bir suçu olmayanlar da susturulmak isteniyor. (...)

Burada yanlışlığından şüphe etmeyeceğimiz bir şey varsa, o da hangi sebeple olursa olsun. Demok­ rat Parti iktidarının yürütmeye özendiği antide­ mokratik politikadır. Hürriyetleri alabildiğine kısmak, muhalefetleri susturmak, ortalığa bir kor­ ku havası yaymaya çalışmakla insanları rahata kavuşturmak mümkün değildir. İdare edilenler ra­ hatsız olunca, idare edenler de rahat edemez. Halk içinde, halkla beraber ve halk için yaşamanın başlı­ ca şartı, temel haklara saygı göstermek, vatan­ daşın düşüncesine tercüman olaıüara tahammül et­ mesini bilmektir.”

SÜRECEK

Nadi rlin çocukluk anıları bir başyazar odasında sık sık gerçekleştirilen siyaset sohbetleriyle doluydu

M ürekkep kokusunda geçen gençlik

Nadir Nadi köy kökenli bir ailedendi. Ama babası Yunus Nadi onun okumasını istemiş, böylece ünlü ve büyük bir gazeteci olmuştu.

adro: Bir başyazar (aynı zaman­ da Meclis ve hükümet muhabiri), bir yazı işleri müdürü (aynı za­ manda röportaja ve o zamanki deyimle istihbarat şefi), bir düzel­ tici (aynı zamanda fıkra yazan), bir idare müdürü (aynı zamanda başbayi), dört dizici ve bir makinist (aynı zamanda hamal). Bu kadro çıkarırdı gazeteyi. Büyük Millet Meclisi koridorlarından sonra en çok politika tartışmaları yapılan yer başyazann odası idi. Duvarların dibinde, üzeri Anadolu kilimleriyle kaplı çepeçevre sedirler vardı. Kalpaklı, potur­ lu milletvekilleri, bakanlar, yazarlar dolardı buraya öğleden sonraları. Ne konuştuklanm anlamaksızm onları bir süre dinler, canım sıkılınca aşağıya, avluya inerek orada, mosmor ibikleriyle kabaran hindileri kovalardım. (...)

| Sokak köpeği Der- aliye

...Düzeltici Yusuf Mazhar (Aren) gazetenin canlı kitaplığı idi. Bilgiçliği oranında alçakgö­ nüllü, sevimli bir adamdı Yusuf Mazhar. Yaşım ve öğrenim seviyem elvermese de sorularımı ce­ vapsız bırakmaz, anlayabileceğim bir dille her konuda beni aydınlatmaya çalışırdı. İstanbul’da ‘Muzıka-i Hümayun’ Şefi Zeki Bey’den alma­ ya başladığım keman derslerini yanda bırakma­ ma babamın gönlü razı olmuyordu. Sovyet Bü­ yükelçisi ile konuşmuş, kançdaryada görevli genç sekreterlerden keman çalan birinin bana ders vermesini sağlamış. Haftada bir, Yahudi mahallesindeki iki katlı ahşap elçilik binasına gi­ der, dört beş kişinin çırılçıplak yatıp kalktığı bir odada, gürültü patırtı arasında bir saat kadar keman dersi alırdım. Yabancı dil bilmediğim için sekreterle işaretleşerek konuşurduk. Notaları gösterir, la teli üzerinde dördüncü parmağımı ile­ ri geri oynatarak çıkardığım falsolu sesleri dü­ zeltirdi. (...)

Ankara’da oturduğumuz ev, matbaaya çok yakındı. Tahta Konak diye adı vardı bu evin. Konak dedimse öyle koca bir berhane sanma­ yınız. Eski İstanbul’un orta halli semtlerinde- kilerden farklı değildi ev. Büyük kısmında mal sahibi oturuyordu. Biz dört odalı selamlık daire­ sini kiralamıştık. Sokaktan geçen biri öksürse, içerden duyulurdu. İçeride yüksek sesle konuşul­ du mu, bütün konuşulanları kelime kaçı- rmaksızın dışarıdan izleyebilirdiniz. Onun için kimi akşamlar, babam arkadaşları ile rakı içe­ rek politika tartışmalarına giriştiği zaman, biti­ şik odada annemin rahatı kaçardı.

Bir sokak köpeği edinmiştik. Daha doğrusu, bir sokak köpeği bize kapılanmıştı. Kuyruğunu sallayarak yaltaklanması ilkin hoşumuza gitme­ diğinden, ona ‘Der-aliye’ adını takmıştık. Der- aliye, İstanbul hükümeti demekti ve biz, büyük­ lerin etkisi altında İstanbul’dan da, hükümetin­

den de nefret ediyorduk. Fakat zamanla ısındık bizim Der-aliye’ciğe. Sabahları, kapının eşiğin­ den içeriye girmeye cesaret edemeksizin, önüne konan yiyecek artıklarını beklerken, biraz sevgi, biraz merhamet dilenen bakışları ile ayaklarımı­ za kapanarak yerlerde sürünmesine alışmıştık. Bir kusuru vardı hayvanın:

Yabancdara da havlamaz, onları da yadırga­ mazdı. Bu itibarla, eve yaran dokunmuyordu. Babam, yüksek sesle önemli politika sırlarını ar­ kadaşlarına açıklarken bir meraklı gelip kapının önüne dikilse, içeride kimsenin haberi olmazdı.

| Bebe toprağ...

Semtimizin gürültüsü ile birlikte, musikisi de derin yankılar uyandınyordu Tahta Konak’ın ta­ vanlarında. Sokak satıcıları arasında gerçekten dokunaklı, insana işleyen, unutulmaz birer hava tutturmuş olanlar vardı. O zamanki Ankara’yı bütünü ile yansıtan bu bölük pörçük melodilerin zaman zaman hala taptaze kulağımda çınladığını duyarım, tşte, kundak çocuklarına bez bulama­ yan fakir annelere müjde!

Bebe toprağ, bebe toprağ...

Bu yumuşak topraktan bir teneke dolusu aldılar mı, en azından bir hafta rahatlardı yoksul anneler. Toprak, avuç avuç beşiğe serpiştirilir, üstüne ço­ cuk yatırılırdı. Artık istediği gibi kirletsindi çocuk altını.

Ta uzaklarda, Karaoğlan’dan bir başka ses, daha canlı, daha kıvrak bir temayı iletirdi bizim eve:

Kaynar, oynar, vay gidi çaycı vay!

Bir Rumeli ezgisini andırır hazin, umutsuz bir melodi inlerdi yalvarır gibi:

Şekerli kurabiyeler, çifti beş kuruşaaaa... Akşamları ortalık kararırken satıcı sesleri de birer birer kesilir, bizi kendi halimize bırakırdı. Bir süre, mahallenin iç hayatını yaşardık ortakla­ şa. Üç ev aşağıda birileri dırdır eder, bir adam oğ­ lunu döver, ağlatır; yalnızlıktan korkan bir çocuk, ‘Giz ana!' diye bağıra bağıra annesini çağırırdı. Ahıra giren öküzlerin, ineklerin böğürtüsü de ke­ silince artık uykuya dalardı mahalle.” (Perde Aralığından, s. 127-130)

Nadir Nadi, 1921 ’de. S a k a m Savaşı'nm cn yoğun günlerinde Yeni Gündün Ankara’dan

üzeltici Y u su f M azhar

(Aren) gazetenin canlı kitaplığı

idi. Bilgiçliği oranında

alçakgönüllü, sevimli bir adamdı

Y u su f Mazhar. Yaşım ve

öğrenim seviyem elvermese de

sorularımı cevapsız bırakmaz,

anlayabileceğim bir dille her

konuda beni aydınlatmaya

çalışırdı.

Kayseri’ye taşınmasını da anımsar:

“(Yeni G ün’ün matbaası) pek külüstür ve ilkel bir şeydi. Kolla çevrilen bir makineydi. Ben o za­ manlar 12 yaşlarındaydım. Matbaadakilerc yardım ediyordum. Bir keresinde kola bir asıldım, çevirmeye çalıştım, derken hoooop.. ben de mer­ daneyi çeviren kolun hareketiyle makinenin üs­ tünden bir taklada uçup kağıtların üstüne düşü­ verdim.” (Ali Sirmen’le konuşma, agy).

Savaşın kazanılmasından sonra Yeni Gün ye­ niden Ankara’ya taşınır.

I

Öğrenim ve ilk

gazetecilik yılları

Nadir Nadi, Mekteb-i Sultani’nin ilk kıs­ mında başladığı öğrenimini birinci yılın şortunda kesip Ankara’ya gidince, öğrenimini Ankara Li- sesi’nde sürdürmüştü. Sakarya Savaşı’nm zafer­ le sonuçlanmasından sonra İstanbul’a dönerek Galatasaray Lisesi’ne ikinci kez yazıldı.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Yunus Nadi de j İstanbul’a döndü ve adını Mustafa Kemal’in ! verdiği Cumhuriyet gazetesini yayımlamaya

j

başladı (7 Mayıs 1924). Nadir Nadi, ilk gazeteci- lik çalışmalarına bu sırada girişti. Küçük müzik kronikleri yazıyor, çeviriler yapıyor, İstanbul’a gelen yabancı yazarlarla, sanatçılarla, müzisyen­ lerle konuşmalannı Cumhuriyet’te yayımlatı­ yordu.

Bir yandan da, yine babasının zorlamasıyla 1918 Bela Kuhn devriminden İstanbul’a kaçıp yerleşmiş Macar kökenli müzisyen Kari Berger’- den keman dersi almaktaydı. Berger, ona Batı müziğini sevdirmeye çalışıyordu.

“Ama yine dc kemanla aram iyi değildi. Sevdi­ ğim, saydığım hocam Berger’e haftada bir koşa koşa gitmemin asıl nedeni kapalı bir cezaevini andıran okuldan bir iki saatliğine kurtulmak, kent kalabalığı içinde kısa bir süre olsun özgürlüğün tadını tatmaktı.” (Dostum Mozart, s, 13).

(3)

Laiklik, devrim ve dem okrasi

►Nadir Nadi’nin ‘Vicdan Hürriyeti’ başlıklı yazısı Aziz Nesin’in Şeytan

Ayetleri’ni yayımlamak istediği için ‘tahrikçi’ sayılmasına varıncaya kadar,

günümüzün gerçek demokrasiyle ilişkili sorunlarına da ışık tutıpaktadır:

‘Vicdanlar, engin denizler kadar hür olacaktır. Katolik papazı kiliseye giren

kadınların başını örtmelerini isteyebilir; fakat plajda güneşlenen bikinililere

karışamaz. Milyonlarca insan, İsa’ya, tanrının oğlu diye tapar; fakat bir

serbest fikirli, İsa’nın bir meczup, bir sapık olduğuna dair kitap yazar. Bundan

ötürü de ne kitabı yazana, ne satana, ne de okuyana kimse dokunamaz.’

aiklikle ve devrimle demokrasi arasın­ daki ilişki de Nadir Nadi’nin özellikle üzerinde durduğu bir konudur. 3 Ekim 1959 günlü başyazısı, kimi çev­ relerin çarpık demokrasi anlayı­ şlarının otuz beş yıldır değişmediğini ortaya koyması yönünden önemlidir:

“Devrim düşmanlarının bütün gayreti, rejimi soysuzlaştırıp dumura uğratmak, böylece milleti yeniden bir ortaçağ karanlığına sürmektir.

‘Demokrasi, çoğunluğun her istediğim yapabi­ leceği anlamına gelmez!’ dediniz mi, işi demagoji­ ye vurup ‘İşkembeden atıyorsun!’ gibi basit kala­ balığa hoş görünücü sözler kullanmaları bun­ dandır.

Devrim düşmanlan bizde geniş halk yı­ ğınlarının 1789 İnsan Hakları Beyannamesini okumadığını bilirler. O beyannamede ferde ait te­ mel hak ve hürriyetlerin nasıl korunduğunu söyle­ mek işlerine gelmez. Demokrasi kabataslak ço­ ğunluk rejimidir denir ya, halkın bunu kayıtsız şartsız böyle bellemesini isterler. (...) Baylara bir de şu somları sorunuz: Çoğunluk isterse Arap harflerine, fese, sarığa dönmeli inidir? Kız çocuk­ larının açık yüzle sokağa çıkması, ramazanda oruç yenmesi yasak edilmeli midir? Medeni Ka­ nun, bir yana bırakılıp şeriat hükümleri ihya olun­ malı mıdır?

Sorunuz bu soruları onlara. Göreceksiniz, lücu- zetii parmaklarıyla ahtapot suratlarını sıvazlaya­ caklar ve gözünüzün içine bakarak, ‘Eh., tabii, madem ki demokrasi var!' diyeceklerdir.

Devrim düşmanlarının bu mantığına göre, de­ mokrasi, bir günlük bir referandum rejimidir. Ön­ ceden ilan ediniz: ‘Ey ahali, devrimleri mi istersin, yoksa dinimizce yaşamak mı’ diye sorun. Bir gün tayin olunsun, millet sandık başlarında toplansın. Devrimlere bağlı kalanlar beyaz pusulaları, öteki­ ler de yeşil pusulaları kutulara atsınlar. Devrim düşmanları sonuçtan şüphe etmiyorlar. Çoğunluk onlarda olacak. Ve artık bu topraklarda vicdan, fikir, söz, yazı hürriyetine paydı». (...)

Demokrasinin her şeyden önce ferde ve çoğun­ luk karşısında azınlığa birtakım haklar tanıyan bir rejim olduğunu, çoğunluk iradesinin ferde ait temel hürriyetlerle sınırlandığını, demokratik sis­ temin ancak böylelikle sürekli bir dinamizme ka­ vuşabileceğini bunlar gerçekten bilmiyorlar mı?”

Nadir N adi’nin ‘Vicdan Hürriyeti’ başlıklı -ne yazık ki tümünü aktaramadığımız- yazısı (16

Ocak 1960) ise Aziz Nesin’in Şeytan Ayetleri’ni yayımlamak istediği için ‘tahrikçi’ sayılmasına varıncaya kadar, günümüzün gerçek demokra­ siyle ilişkili sorunlarına da ışık tutmaktadır:

“ ... Batı’daki tolerans kavramının bugün ulaştığı merhale, uzun bir kültür savaşının eseri­ dir. (...) Bu toleransın büyük kaynağı şüphesiz vic­ dan hürriyetidir. (...)

Gerçek laiklik işte budur. Vicdanlar, engin de­ nizler kadar hür olacaktır. Katolik papazı kiliseye giren kadınların başım örtmelerini isteyebilir; fa­ kat plajda güneşlenen bikinililere karışamaz. Mil­ yonlarca utsan, İsa’ya, tanrının oğlu diye tapar; fakat bir serbest fikirli, İsa’nın bir meczup, bir sapık olduğuna dair kitap yazar. Bundan ötürü de ne kitabı yazana, ne satana, ne de okuyana kimse dokunamaz. Bu konuda biz öteden beri çok geri­ yiz. (...) Bugün gerilik akımlarını gıdıklamayı iş edinenlerin istediği vicdan hürriyeti, 16. yüzyıl Avrupası papazlarının anladığı vicdan hürriyetin­ den farksızdır.”

III

| Hukukun olmadığı yerde

Demokratik rejimin işlerliğini adım adım or­ tadan kaldıran Demokrat Parti, Nisan 1960’ta anayasayı hiçe sayarak Meclis içinden olağanüs­ tü yetkilerle donatılmış bir ‘Tahkikat Encümeni’ kurdu. Bu, sonun başlangıcı olacaktı. Cumhuri­ yet başyazan da 27 Nisan 1960 günlü yazısında kesin yargısını açıklıyordu:

“... Bu tedbirlerin iktidarı huzura kavuştu- ramayacağını, tam tersine, iktidarla beraber mil­ let huzurunun da bozulacağını, her tedbirden son­ ra bir yenisine başvurmak gerekeceğini daha ilk günden başlayarak burada yazdık, yazdık ve yazdık. İçeriye ve dışarıya karşı demokrat görü­

nüp de yurdumuzda fiili bir tek parti rejimini ku­ rup yürütmeye imkan olamayacağım, dilimizde tüy bitene dek söylemekten bıkmadık. Yazık ki il­ gililere gerçeği anlatamadık. Bugün Büyük Millet Meclisi’nde görüşülecek olan kanun teklifi kabul edildiği takdirde, artık Türkiye’de bir hürriyet re­ jiminin göstermelik kabilinden olsun yürürlükte bulunduğunu, ne içerde ne dışarda kimseye kabul ettiremeyeceğiz. (...)

Hukuka ve adalete sürt çevirenleri bekleyen akibet, önünde sonunda hüsrandır. Hukukun ol­ madığı yerde jungle rejimi hüküm sürer. Haklı haksızı değil, kuvvetli zayıfı yener. Böyle bir idare anlayışı ise insan tabiatına aykırıdır; uzun zaman payidar olamaz.”

Gerçekten de Demokrat Parti, ancak bir ay daha ayakta kalabildi. 27 Mayıs 1960 hareketi, Demokrat Parti’yi tarihe gömdü.

I Antidemokratik yasa ve yasaklar

1961 Anayasasının yürürlüğe girmesinin ardından, gerçek demokrasiye geçilmesi yolun­ da çabalar harcandı. Nadir Nadi’ye göre, “Türk demokrasisinin üzerinde yükseleceği basamaklar, Atatürk ilkelerP’ydi (Cumhuriyet, 13 Ocak 1962). 1961-1965’te koalisyonlar dönemi ya­ şandı; 1965 ve 1969 seçimlerinde çoğunluğu sağ­ layan Adalet Partisi 197 l ’e, ‘12 M art Mııhtı- rası’na kadar iktidarda kaldı. Nadir Nadi, ‘kon­ tenjan senatörü’ olarak 1964’te parlamentoya katıldı ve 1970’te süresi dolmadan istifa etti. Her iki dönemde de -çok kullanılan deyişle- ‘demok­ rasinin rayına oturması’ için başyazılarında sık sık uyanlarda bulundu, eleştiriler yöneltti.

Bunlara bir örnek olmak üzere, kimi kitap- lann yasaklanması ardından yazdığı, 21 Kasım 1965’te yayımlanan ‘Gidişin Yönü’ başlıklı yazısından İçimi bölümleri aktarıyoruz:

“... Fikir özgürlüğü dendi mi, ilkin kendi fikirle­ rimizi gözönüne getiriyoruz. Bu fikirler belli çı­ karların ve belli bir düzenin savunucusudur. Bi­ zimkine aykırı fikirler, ancak çıkarlarımızı sağla­ yan düzene ilişmediği sürece iyidir, zararsızdır. Yürürlükteki düzeni ele alan, şurasından burası­ ndan ona dokunan her fikir rahatımızı bozuyor, uykumuzu kaçırıyor. Kendi özel çıkarımızla top­ lumun genel çıkarını bir tuttuğumuzdan bizimki­ lere uymayan, hoşlanmadığımız, nefret ettiğimiz fikirleri yasaklamakla yurdumuzda fikir özgür­ lüğünü koruduğumuzu sanacak kadar sağduyu­ dan uzaklaşabiliyoruz. (...)

Son zamanlarda toplatılan kitaplardan hiçbiri­ ni okumuş değilim. Haldun Taner’in yasaklanan oyununu da görmedim. Toplumla ilgili sorunlarda olsun, sanat alanında olsun, bu yapıtlarda açığa vurulan duygu ve düşüncelere belki yüzde yüz karşıyımdır. Ama müstehcenin dışında fikir ve sa­ nat kollarında bir suçtan söz açılmasını özgürlük düzeni ile bağdaştıramadığun için, 27 Mayıs’tan sonra bir süre dağılır gibi olan baskı bulutlarının yeniden birikmeye başlaması karşısında üzüntü­ mü belirtmek istedim.”

İktidar ‘Anayasa Nizamını Koruma Kanunu’ adı altında antidemokratik bir tasan hazırlayı­ nca, Nadir Nadi yine kaleme sarılıyordu (7 M art 1969):

“Anayasa nizamını koruma bahanesiyle ana­ yasayı sersemletici, işlemez hale getirici kanun ta­ sarısının hangi gerekçeye dayanılarak hazı­ rlandığını biliyor musunuz? (...) Efendim, yurdu­ muzda iki üç bin sokak serserisi varmış da gürültü patırtı ederek zorla rejimi değiştirmek istiyor­ larmış. Kanun, bunların ve bunları kışkırtanların heveslerini gırtlaklarına tıkayacakmış! (...)

Bir ‘aşırı akımlar’ edebiyatıdır tutturmuş gidi­ yorlar. Aşın akımlar kötü imiş, demokrasi iyi imiş. Aşırı akımların başlıca niteliği insan haysi­ yetini hiçe saymaları, düşünce özgürlüğünü üfle­ yip söndürmeleri, totaliter bir cendere içinde va­ tandaşı sımsıkı bağlamalarıdır. Demokratik si­ temlerde aşırı akımlara karşı başarı ile savaşabil- menin en etkin silahı her şeyden önce demokratik sistemi ayakta tutan hukuk mekanizmasıdır. O mekanizmayı bir yerinden bozup işlemez hale ge­ tirdiniz mi, siz de demokrasiyi bırakmış, aşırı akı­ mların dümen suyuna girmiş olursunuz.”

SÜRECEK

►Menemen Olayları patlak vermiş; yeşil bayrak altında toplanarak Derviş

Mehmet’in öncülüğünde ayaklanan yobazlar, kendilerini durdurmaya çalışan

yedeksubay öğretmen Mustafa Kubilay’ı şehit etmişlerdir. Nadir Nadi,

babasına bir mektup yazarak bu konudaki tepkilerini dile getirir ve

Menemen’de bir Kubilay Amtı açılmasını önerir. Bu mektup, 11 Mart 1931

günlü Cumhuriyet’te başyazı olarak yayımlanır.

e günün birinde M ozart’ın si bemol majör (K. 378) piyano keman sonatı, önünde yeni bir ufuk açar:

“Notayı sehpaya koydum ve çalma­ ya başladım. Birinci temayı kafamda­ ki piyanist işliyor, bense ona kemanımla eşlik edi­ yordum. Daha ilk notalarda içimi birden bir aydınlık kapladı. O ana değin ömrümde rastla- madığun harika bir şeydi bu. Sonatın bütün gü­ zelliğini yudum yudum tadıyordum. Sanki tanrı­ sal bir dile ilk kez kavuşmuştum. Yüz elli yıl önce yaşamış bir sanatçının insanlara söylediklerini ben, aradan bunca zaman geçtikten sonra şimdi aynı inanç, aynı heyecanla kelimesi kelimesine yi­ neliyor, adeta Mozart’la özdeşleşiyordum. (...)

İşhanının loş merdivenlerinden inip de ışıl ışıl parlayan İstiklal Caddesi’ne çıktığım zaman bir saat önce özgürlüklerine imrendiğim insanlar şim­ di beni ilgilendirmiyordu. İçimin aydınlığı yanı­ nda caddenin ışıkları sönük kalıyordu. Deminki inanılmaz müzik tüm varlığımı sarmıştı." (Dos­ tum Mozart, s. 15-16)

Artık müzik, özellikle Mozart, yaşamında önemli bir yer tutacaktır.

Nadir Nadi, 1930’da Galatasaray Lisesi’ni bi­ tirince yükseköğrenim için Avusturya’ya gitti. Viyana Siyasal Bilgiler Fakültesine yazıldı:

“İki şey beni çok çarptı, etkiledi Viyana’da. önce sonsuz bir sanat kültürü, sanat birikimi ve etkinlikleri. Operadan, konserlerden, tiyatrodan çıkmaz oldum... İkincisi, ekonomik kriz. Viyana çöküntü içindeydi. Sefalette dahi sanat etkinlikle­ ri sürüyordu. Kravatlı, iyi giyimli dilenciler bollu­ ğu vardı. Opera, konser çıkışlarında bunlar yer­ deki izmaritleri toplarlardı, kendilerine sigara sa­

rabilmek için, öylesine yoksuldu insanlar. Naziz­ min yayılış yrilanydı. Üniversitede her gün olay­ lar, kavgalar olur ve üniversite sık sık kapanırdı. Bu nedenle Viyana’dan ayrılıp Siyasal Bilgiler’i Lozan’da bitirdim.” (Zeynep Oral: “ Konuşa Ko­ nuşa”; Milliyet Sanat Dergisi, 15 Mayıs 1984)

Lise öğrenciliği yıllarında başlayan gazetecili­ ği, yurtdışındaki öğrenimi sırasında da sürdü:

“Asıl resmen - gazeteciliğe başlamış olmam, yani meslek hayatıma girmiş olmam, öğrenci ola­ rak Viyana’ya gittiğim zaman orada Yabancı Muhabirler Demeği’ne üye yazılmakla oldu ki o kartımı hala saklarım. 1930 yılının sonlarına doğ­ ru olmuş bu. Viyana’dan sık sık gazeteye Viyana havasını, Avusturya havasını, Avrupa havasını yansıtan yazılar yazardım.” (Ali Sirmdn’le ko­ nuşması, agy).

O sıralarda Menemen Olayları patlak vermiş; yeşil bayrak altında toplanarak Derviş Meh­ met’in öncülüğünde ayaklanan yobazlar, kendi­ lerini durdurmaya çalışan yedeksubay öğretmen Mustafa Kubilay’ı şehit etmişlerdir. Nadir Nadi, babasına bir mektup yazarak bu konudaki tep­ kilerini dile getirir ve Menemen’de bir Kubilay Amtı açılmasını önerir. Bu mektup, 11 M art 1931 günlü Cumhuriyet’te başyazı olarak yayımlanır.

Nadir Nadi’nin önerisi ve Cumhuriyet’in giri­ şimi geniş ilgi toplar. 26 Ocak 1934’te Kubilay Amtı açılır. Açılış töreninde hükümet adına yapılan konuşmada, bu girişimde bulunan Na­ dir Nadi’ye ve Cumhuriyet’e teşekkür edilmek­ tedir.

| 'Çiçeği burnunda bir yazar'

Öğrenimini bitirerek 1935’te İstanbul’a dönen Nadir Nadi, kendisini gazetecilik yaşamının için­ de bulur. Cumhuriyet’te köşe yazarlığına başlar, ayrıca çeşitli görevler üstlenir.

1936’da piyade asteğmen olarak ilk askerliği­ ni Harbiye’de tamamlar.

1938-41 arasında, gazeteciliğin yanı sıra, Ga­ latasaray Lisesi’ndc yurttaşlık bilgisi ve sosyolo­ ji dersleri öğretmenliği yapar.

Atatürk devrimlerini savunan, sağduyunun sesini dile getiren yazılarıyla kısa sürede dikkat­ leri çekmiştir. “Çiçeği burnunda bir yazar”dır ama, dönemin en seçkin gazetecileri arasında sayılmakta, dış gezilere çağrılmaktadır.

1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri bütün Avrupa’da duyulmaya başlayınca duru­ mu daha yakından inceleyip gazetesine röpor­

tajlar göndermek üzere bir “turne”ye çıkar; “ilkin Varşova’ya gidecek, oradan Berlin'e, Ber­ lin’den Paris’e atlayacak, Roma’ya uğradıktan sonra İstanbul’a dönecektim. Bu, Avrupa çapında bir nabız yoklaması gezisi olacaktı”. (Perde Aralığından, s. 32) Daha ilk durağı olan Polon­ ya’da savaşla yüz yüze gelir...

31 Ocak 1940’ta Fransız hükümetinin Magi­ not Hattı’nı gezdirme önerisi üzerine, Falih Rıfkı Atay, Necmettin Sadak, Hüseyin Cahit Yalçın, Zekeriya Sertel, Muvaffak Menemencioğlu ve Reşat Nuri Güntekin'le birlikte Fransa’ya gider.

Aynı yıl, İngiltere’nin çağrısı ile, “buhranın kızıştığı” . Almanların Hollanda’nın işgalini ta­ mamlayıp Belçika’da epey ilerledikleri bir dö­ nemde, Londra gezisine katılır. Marsilya - K or­ sika - Malta - Pire - Atina üzerinden İstanbul'a döner. On beş günlük bu yolculuk sona erdiğin­ de Hollanda ile Belçika tümüyle istila edilmiş, Fransa’nın yarısı elden gitmiştir. Müttefik ordu­ ları, Alman ilerleyişi önünde dayanamamak- tadır. Paris düşmek üzeredir...

“Böylece çarpışmalar Akdeniz bölgesine de yayılmış oluyordu. Biz ne yapacaktık? Hükümetin yurdumuzu bu boğuşmaya sürüklemek istemediği belli idi. Fakat geçen sonbaharda imzaladığımız karşılıklı yardım antlaşmaları kendiliğinden yürür­ lüğe girmeli değil mi idi? (...)

Karşılıklı yardımlaşma antlaşması imzala­ dığımız iki müttefikimizden biri savaşı bıraktıktan sonra biz savaşa girelim., bu, Enver Paşa'nuı 1914’te yaptığını da gölgeye itecek bir çılgınlık ola­ bilirdi.” (Perde Aralığından, s. 85-87).

(4)

SAYFA CUMHURİYET

HABERLER

Alpay Kabacah

Yasaklı ve sanalı dönem

► 12 Eylül 1980 askeri darbesi, N adir N a d i’yi de sanık sandalyesine oturttu. 1961’de

yazdığı, 23 Ocak 1983’te yeniden yayımlanan, Atatürk’ün kurduğu Türk D il ve Türk

Tarih kurum lannın kapatılmasına karşı çıkan yazısı yüzünden 2 ay 20 gün hapis cezasına

çarptırıldı. D aha sonra Askeri Yargıtay, aklama karan verecekti...

Yüksel Çakm ur, 1991 yılında Cumhuriyet’i ziyaret ederek, ydın Atatürkçüsü seçilen Nadir N adi’ye ödülünü veriy ordu. ürkiye, 1973 seçimle­

rinden 12 Eylül 1980 darbesine kadar uza­ nan süreçte de ‘de­ mokrasi sancıları’ çekti. Sağcı partilerin bir araya gelerek oluşturduklan ve ‘Mil­ liyetçi Cephe’ adını verdikleri koalisyon hükümetlerinin yol açtığı sorunlar, demokratik re­ jimi işlemez duruma getiriyor­ du. Nadir Nadi, her zamanki gibi, bunlann karşısında yer alıyordu.

15 Mayıs 1975’te ‘Rejime Karşı Olanlar’ başlığı altında şunları yazıyordu:

I

Demokrasinin

düşmanı

“Demokrasinin başlıca düş­ manı kaba kuvvettir.

Hukuk devleti koşulları altı­ nda biricik meşru savaş aracı olan düşün özgürlüğüne katla­ namayanlar, katlanırlarsa ye­ nilmekten korkanlar eninde so­ nunda kaba kuvvete başvurmak gereğini duyarlar.

Kaba kuvvetin egemen olduğu bir ülkede demokrasiden de hu­ kuk devletinden de söz edileme­ yeceğini bildiklerine göre çıka­ rlarını meşruluk dışı yöntemler­ de arayan karanlık ruhlu kişiler ve örgütler, kurmaya çalıştı­ ktan olağanüstü düzene sözü- mona haklı bir kılıf hazırlama­ dan edemezler. (...)

Kaba kuvvet yanlılarının baş­ vuracağı yollardan başlıcalan, elden geldiğince demokrasiyi yozlaştırmak, hukuk devleti ku­ rallarını işlemez hale getirmek,

ülkede anarşik olayları kışkırtmak, bu gibi olay­ ların giderek artmasıyla halkı rejimden soğutma­ ya çalışmak ya da daha iyisi, ülkedeki gerçek de­ mokratlan demokrasi düşmanı gibi gösterip on­ ların yerini almaya bakmak, bu uğurda her inşat­ tan yararlanmaktır.”

Bir başka başyazısında. “Özgürlükçü demok­ rasi adına çeyrek yüzyılda gelip geçen hükümet­ lerin özgürlüğü de, demokrasiyi de ne denli hırpa­ ladıklarını, kimi zaman tanınmaz hale getirdikle­ rini çok gördük, bu gidişle galiba daha göreceğiz”

diye başlıyordu (26 Haziran 1975).

O yıllann sürekli tartışılan demokrasi sorun­ larından biri de Ceza Yasasfnın 141-142. m ad­ deleriydi. İlerici çevrelerin gerçek demokrasiye geçilmesi önündeki engellerden biri olarak nite­ ledikleri bu maddelere karşı çıkanların bile ko­ münistlikle suçlandığı bir döneme girilmişti.

N adir Nadi, 10 Ağustos 1976 günü ‘Yasak Ortadan Kalkarsa’ başlığı altında şöyle diyordu: “ Bizim eski cephe ortakları... Onlar gibi düşün­ meyen herkesi, her partiyi komünistlikle Rus

ajanlığı ile suçlamakta, sonra da sıkılmadan de­ mokrasiden, düşün özgürlüğünden söz etmekte­ dirler.

Aman 141 ve 142. maddeler kaldırılmasın, aman komünist partisi kurulmasın! EvCt, kurul­ masın ki baylar hoşlanmadıkları her düşünce sa­ hibini komünisttir diye damgalayıp susturma ola­ nağını ellerinde bulundursunlar. (...)

Bizde de doğru dürüst özgürlük rejimi kurulur da C H P ’nin solundaki partilere, onlardan da öte yer altında gizli çalışmak durumunda bırakılan

aşırı dediğimiz örgütlere su yü­ züne çıkma olanağı sağlanırsa ne olur? Ne olacak, en azından siyasal yaşantımız açıklığa ka­ vuşur, yurttaşlar arasındaki karşılıklı kuşku havası dağılır, varsa Moskova uşakları ortaya çıkar. Biz de kim nedir, ne yap­ mak istiyor, ulusça öğreniriz.”

Anayasayı ve demokratik re­ jimi ortadan kaldıran, basını susturmaya çalışan 12 Eylül 1980 askeri darbesi, Nadir Na­ di’yi de sanık sandalyesine oturttu. 1961 ’de yazdığı, 23 Ocak 1983’te yeniden yayımla­ nan, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil ve Türk Tarih kurumlannın kapatılmasına karşı çıkan yazısı yüzünden 2 ay 20 gün hapis ce­ zasına çarptınldı. Daha sonra Askeri Yargıtay, aklama karan verecekti...

Yıl, 1988... Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) onur üyeli­ ğine aldığı, enstitü yönetmeni­ nin “Yaşamı boyunca güç gün­ lerden geçti. Türkiye’de bağımsız ve özgür basının en güçlü destek­ çilerinden biri oldu” diye nitele­ diği seksen yaşındaki Nadir Nadi, 7 Mayıs 1988’de son baş­ yazısını yayımladı. Şöyle diyor­ du:

“... Bizim kuşak, çok partili yaşam dönemi boyunca da cum­ huriyeti ve Atatürkçülüğü savun­ mak uğruna az savaş vermemiş, az çile doldurmamıştır. Görevi­ mizi ne ölçüde başarabildik, bu konuda herhangi bir değerlen­ dirmeye kalkışmak bize düşmez. Biz artık devrini tamamlamaya yüz tutmuş bir kuşağız. Bugün varsak, yarın yokuz. Başlıca umudumuz bizim dönemde yetişen ve yetişmekte olan yeni kuşakların gerçek halk yönetimi demek olan cumhuriyet ilkelerini yurdumuzda daha sağ­ lam temellere dayama olanağını bulabilmeleridir. Bu konuda hiçbir engelden ydmayacaklarına inanıyoruz.”

Nadir Nadi’nin demokrasiye ve basınımıza katkıları, ‘paket’li demokrasiden gerçek demok­ rasiye geçildiğinde daha iyi anlaşılacaktır.

SÜRECEK

941 Kasımı’nda, şair Celal Sahir Erozan’ın (1883- 1935) kızı Berin Hanım’la evlenen Nadir Nadi, evlilik töreninin hemen ertesi günü askere çağrılır. Davutpaşa Kışlası­ ndaki 28. Tümen’in 229. Alayı’nda .göreve başlar. Üç ay sonra geçici olarak Topkapı Maltepesi’ndeki 4. Kolordu merkezine alınır.

Burada 1. Şube Müdürü Sıtkı Ulay (sonra MBK üyesi ve sena­ tör), Alman İstihkam Talimnamesi’nin çevrilmesi görevini verir Nadir Nadi’­ ye. 1942 baharında da Hadımköy’ün kuzeyindeki Hoşdere’ye gönderilir. Bu sırada...

“Alman hükümeti, bir Türk basın he­ yetini ve ayrıca Basın-Yayın Umum Müdürü'nü, üç haftalık bir gezi için res­ men Almanya’ya davet etmişti. Bu he­ yete benim de katılmamı uygun bulan hükümet, harekete geçmiş; Dışişleri, Milli Savunma bakanlıkları ve Genel­ kurmay Başkanlığı arasındaki yazış­ malar sonucu olarak bana bir aylık ’me­ zuniyet' sağlanmıştı. Doğrusu bu bir ‘mezuniyet ten ziyade politik bir göreve benziyordu. Gidecektim, görecektim ve dönüşte izlenimlerimi de yazacaktım. Cumhuriyet tarihi boyunca, ye­ dek subaylığını yaptığı sırada böylesüıe ayrıcalı bir işleme uğ­ rayan bir başka gazeteci buluna­ bileceğini sanmıyorum. BabIali’­ de, Almanya’ya gönderilebilecek düzinelerle gazeteci dururken, benim askerlikten alınıp bu işe seçilmemi kişiliğimin hükümet gözündeki önemine yordum, doğrusu göğsüm kabardı.

Heyet beş kişiden kurulu idi. Akşam gazetesi başyazarı Nec­ mettin Sadak, Vakit gazetesi başyazarı Asım. Us, Adana’da çıkan Türk Sözü gazetesi sahibi Nevzat G ü­ ven, ben ve bir de Basın-Yayın Genel Müdürü Selim Sarper. Hazırlığımız kısa sürdü. Bir gün Tarabva’daki Alman Büyükelçiliği'nde Von Papen’le birlikte bir öğle yemeği yedik ve gezi prog­ ramının ana çizgilerini kararlaştırdık. Berlin’de birkaç gün geçirecektik. Sonra Batı Almanya'yı, işgal altındaki bir kısım Fransa’yı dolaşacak, Münich’ten Viyana'ya, oradan da Doğu Cephesi’ne gidecektik. Gezi sezonunda Aimanlar, bizi Pcşte’ye bırakacaklardı. Orada ve İstanbul’a dönmeden önce Sofya’da iki­ şer gün Macar ve Bulgar hükümetlerinin misafiri olarak kalacaktık.

16 temmuz akşamı, Sirkeci’den trenle yola çıktık.” (Perde Aralığından, s. 140-141).

Gazeteciler Almanya ve Avusturya’­ dan sonra “Doğu Cephesi”ne geçerek Simferopol ile Sivastopol’ü da görürler ve Peşte, Sofya üzerinden Türkiye’ye dönerler:

“Almanya gezisine, hükümetin isteği üzerine katümıştım. Geziye dair yazılar yazmalı idim. Ne Ankara’da, hatta ne de Topkapı Maltepesi’nde bu işi gereği git»

başaramazdan. İlgililerin uygun bulması ile Harbiye'deki Birinci Ordu Karar­ gahına atandım. Yine Birinci Şube'de çalışıyordum. Yazılar için ayrıca izin al­ mam gerekmedi. Harbiye'deki ordu ka­ rargahı rahat bir yerdi. Akşamlan, pay­ dos saatinden sonra matbaaya gidiyor, odama kapanıp çalışıyordum. O devirde rotatifler gece yansını bir hayli geçe işle­ meye başladığından, yazarlar acele et­ mek zorunda değillerdi, vaktimiz boldu.

İlkin on iki yazdık bir röportaj serisi yayınladım. Savaş karşısındaki duru­ mumuzun politik koşullarını göz önünde tutmakla beraber, gördüklerimden edin­ diğim izlenimleri, elimden geldiğince ob­ jektif kalmaya dikkat ederek okurları­ ma anlattım. (...) Bu konuda, askerlik durumundan ötürü imzalayamadığım birkaç yazım daha çıktı.” (Perde Aralığuıdan, s. 167-168).

Nadir Nadi, “savaş talihinin iyiden iyiye Müttefiklere gülümsemeye başla­ mış” olduğu bir dönemde, 1943 baha­ rında ordudan salıverilir (terhis edilir).

1945’te Avrupa’da savaş sona ermiş, zaferi demokrasiler kazanmıştır. Nadir Nadi, aynı yıl babasım yitirir: Bir süre­ dir Cenevre’de tedavi görmekte olan

Yunus Nadi, 28 haziran günü ameliyat masasında ölür.

Babasımn hastalığından beri Cum­ huriyet’i yönetmekte olan Nadir Nadi, artık bütün sorumluluğu üstlenmiştir.

I

Savaş sonrası

demokrasiye geçiş

Türkiye, şimdi de çok partili demok­ ratik rejime geçişin sorunlarını yaşa­ maktadır. Nadir Nadi, ilk kez 1946 se­ çimleri sırasında yargılanır:

“O zaman açık oy, gizli sayım vardı. Adana'da biri 3(M0 oy birden atmış sandığa. Bizim muhabir de bunu yaz­ mıştı. Ben, yazı işleri müdürüyüm. Adam hakaret davası açtı, mahkum ol­ dum, sonra Yargıtay bozdu.” (Zeynep Oral’la konuşma, agy).

1946 seçimlerinden sonra davalar birbirini izler:

“ 1946-1950 süresi boyunca bizim ga­ zete mümkün mertebe hem iktidarı, hem de muhalefeti sağduyunun ışıklarından yararlandırmaya gayret ediyordu. Atatürk ilkeleri bir yana bırakılmamalı idi. Bu, yurdumuz adına önceden hesap­

lanması imkansız felaketlere yol açabi­ lirdi. Türkiye’yi geri sürükleyici davranı­ şlara elimizden geldiği oranda karşı dur­ maya çalışıyorduk. Bu yüzden, iktidarı da muhalefeti de sinirlendirdiğimiz olu­ yordu. Muhalefet bütün gücü ile daha zi­ yade hukuk devleti koşullarının gerçek­ leştirilmesi uğruna çalıştığı ve devrim ilkeleri üzerinde verilen açık tavizlerden sorumlu tutulamayacağı için tenkitleri­ mizin ağırlık merkezini şüphesiz CHP icraatı teşkil ediyordu. O sıralarda gaze­ tenin sahibi göründüğüm için yakından biliyorum, dört yıl içinde Cumhuriyet aleyhine çeşitli vesilelerle tam dokuz dava açıldı ve ben davalı sıfatıyla, en azı­ ndan kırk kere yargıç karşısında boy göstermek zorunda kaldım. Ortalama ayda bir, eski adliyenin bulunduğu pos­ taneye gidiyor, kan ter içinde son kata tırmanıyordum. Kendimi avutmak için merdiven basamaklarını bir bir sa­ yardım yukarı çıkarken. Ezberlemiştim basamakların sayısını. Doksan iki de­ dim mi, nefes nefese bir ‘oh’ çeker, Asli­ ye Ceza Mahkemesi'nin önünde sıramı beklemeye giderdim. Hepsi beraatle so­ nuçlanan bu davaların çoğu, gönderilen cevabı geç yayınlamak, Cumhurbaş- kanı'na saygısızlıkta bulunmak, gerçeğe aykırı haberlere gazete­ de yer vermek gibi pestenkerani konularla ilgili idi. Yazı işleri mü­ dürünün bu suçiarı(!) önlemesine imkan yoktu. O hüküm giyse idi, ben de gazete sahibi olarak boy­ layacaktan cezaevini. Cumhuri­ yet aleyhine açılan davalarm yalnız birinde, imzamı taşıyan bir yazı yüzünden sanık yerine otur­ tulduğumu hatırlıyorum! C H P’li bir milletvekili, Milli Eğitim Ba­ kanlığınca Tiirkçeye çevrilen klasikler arasında bir eski Rus yazarının milletimize dair yakışıksız dü­ şünceler ortaya attığını ileri sürüyor, ki­ tabın toplatılmasını, ilgililer hakkuıda kovuşturma açılmasını öneriyordu. Aynı milletvekili, sinemalarımızda oynatılan bir İngiliz filminin de komünist propa­ gandası yaptığım iddia ediyor, bu filmin derhal yasak edilmesini istiyordu. (...)

C H P ’li milletvekilinin gerici davranı­ şını bireysel bir çıkıştan ibaret sayabil- seydik üzerinde durmaya lüzum görmez, bu adam da dikkati çekmek için bula bula bunları bulmuş der, geçerdik. Ama dediğim gibi, fikir özgürlüğüne ve devrim ilkelerine karşı uluorta saldırıların gün­ den güne artma belirtileri gösterdiği bir ortamda susmak, görevden kaçıyoruz anlamuıa gelebilirdi. Her zamanki yu­ muşak ve alçakgönüllü üslubumla yazdığon uyarıcı bir yazıya milletvekili, Ulus gazetesinde sert bir cevap verdi. Korkuyor demesinler diye ben de, iste­ mediğim halde, biraz sertlendim. Kısa zamanda ne Rus’un kitabı, ne de İngiliz’­ in filmi kaldı ortada. Tartışma bir sen- ben kavgasına dökülüverdi.

SÜRECEK

► 1945’te Avrupa’da savaş

sona ermiş, zaferi demokrasiler

kazanmıştır. N adir N adi,

aynı yıl babasını yitirir: Bir süredir

Cenevre’de tedavi görmekte olan

Yunus N adi, 28 haziran günü

ameliyat masasında ölür.

(5)

iDEN«DEIV10KRASIDERSLERI

ı ,

Ö zgür basının destekçisi

►Çok geçmeden, 27 Mayıs 1960’ta Ordu yönetim e el koyar. Yeni

► 1970-7 l ’de Türkiye, yine çalkantılı günler yaşamaktadır,

bir dönem açılır... Devlet Başkanı Cemal Gürsel, 1961 seçimlerinde Sonunda, ünlü 12 Mart Muhtırası bom ba gibi patlar. N adir Nadi,

Nadir N ad i’ye kontenjan senatörlüğü önerir. O, “Gazetenin

anılarında, “Hepimiz çocuklar gibi sevindik,” der: “ M uhtıra,

başında ülkeye ye devletine daha yararlı olabileceğini” ileri sürerek

bozuk düzen gidişe dur diyor, parlamentoyu Atatürkçü, devrimci,

bağışlamasını diler.

güçlü ve inanılır bir hükümet kurmaya çağırıyordu.

ıanı alamayan mil- T j T letvekili, Büyük Mil- let Meclisi kürsüsün- -*• -*• den, o zaman ezici « h J çoğunluğu C H P’li olan arkadaşlarına karşı Cum­ huriyet ve babam hakkında ağır sözlersöyledi.

Urfa milletvekili Fahri Kara- kaya ile İstanbul milletvekili Se- nihi Yürütenin kınamaları dışında salonda bulunanlardan kimsenin ses çıkarmadığı bu is­ natlara biz Cumhuriyet’te gerekli cevapları verdik ve mahkemelik olduk. Aylarca süren dava sonun­ da, Baha Ankan'ın başkanlık et­ tiği Temyiz Ceza Dairesi ka­ rarıyla beraat ettik.” (Perde Aralığından, s. 244-246)

Bu dava, “Cumhuriyet-Fahri Kurtuluş Davası” olarak anılmış ve o dönemin basınına geniş öl­ çüde yansımıştır.

Nadir Nadi, bağımsız

milletvekili

1950 genel seçimleri öncesin­ de, Demokrat Parti (DP) ileri gelenleri, Nadir Nadi’ye “De­ mokrat Parti listesinden bağımsız olarak milletvekili adayı olma” önerisinde bulunur­ lar. Nadir Nadi, Muğla millet­ vekili olarak TBM M ’ye girer. 1954’te yeniden seçilir.

Başyazar, ezanın Türkçe okunmasından vazgeçilmesi ile Atatürk devrimlerinden ilk ödü­ nün verildiği kanısındadır. Bunu başka ödünler izler... Na­ dir Nadi, yazılarında DP ikti­ darını sık sık “Atatürk ilkeleri ışığında" uyanr. Ama 1954 se­ çimlerini de ezici bir çoğunlukla kazanan DP, yanlış bir yola sapmıştır ve her geçen gün bu yanlış yolda ilerlemektedir. Mu­ halefetle arası da iyiden iyiye açılmıştır; neredeyse muhalefe­ tin varlığını gereksiz görmekte­ dir.

Cumhuriyet başyazarı, millet­ vekilliğinin ilk yalında Avrupa Konseyi’ne temsilci seçilir:

“Çok partili yaşamın ilk günle­ riydi. Meclis’in ‘merdiven altı’ dedikleri alt katın birbirine karşıt iki köşesi arasındaki geniş kori­ dorda tek başıma volta atıyor­ dun. Birinin koluma girdiğini farkettim. Baktım, Dışişleri Ba­ kam Fuat Köprülü. Bana ayak uydurarak yürümeyi sürdürür­ ken hemen konuyu açtı:

- Nadir, dedi, Avrupa Konse- yi’ne temsilciler seçeceğiz, sen de gitmek ister misin? Derhal kabul ettim. Gazeteci niteliğimle çeşitli Batı başkentlerinde çok bulun­ muştum, ünlü bakanlarla, parti ileri gelenleriyle, parlamento üye­ leriyle röportajlar yapmıştım. Bu kez meslektaş olacaktım onlarla. İlginç buluyordum bu ek görevi. Avrupa Konseyi o tarihten bir yıl önce kurulmuş, ilk toplantısı da 1949 yılı Kasım ayında Stras- bourg’da yapılmıştı. Yunanis­ tan’la birlikte Konsey üyeliğine davet ediladiğimiz zaman ikti­ darda bulunan CHP, Strasbo- urg’a tam kadro halinde hep ken­ di milletvekillerini göndermiş, aralarında bir tek muhalife bile yer vermemişti. Çoğulcu demok­ ratik sistemin sistemi bilinen Konsey topluluğu içinde biz istis­ na teşkil ediyorduk.

Bu kez de DP Strasbourg’a gi­ decekler arasında hiçbir CHP’li olmayan, 8 kişilik kontenjandan Tsini kendi üyeleri arasından se­ çerken, beni nazar boncuğu örne­ ği, bağmışız olarak gönderiyor­ du. Demokrasi yolunda bu bir ilerleme sayılabilir miydi? Öyle diyelim.

Avrupa Konsey üyeleri, kuru­ luş belgesine göre, ne ülkelerini ne partilerini değil, yalnız kendi kişilikle­ rini temsil ediyorlardı. Konuşmalar ko­ nuşmacıdan başka kimseyi bağlamıyor­ du. Söz alan sayın üye oturduğu yerden ayağa kalkarak önündeki mikrofon aracılığı ile düşüncelerini özgürce açı­ klardı. Ona soru sormak (birçok parla­ mentolarda olduğu gibi) yasaktı. Türki­ ye Büyük Millet Meclisi içtüzüğü gere­ ğince Meclis tarafından ulusilararası toplantılara gönderilecek üyelerin en az bir yabancı dili iyi bilmeleri koşuldu.

Bizim heyet şu kişilerden oluşmuştu: Suat Hayri Ürgüplü, Osman Kapani, Ziyad Ebüzziya, Zeyyat Mandalina, Arif Hikmet Pamukoğlu, Ekrem Hayri Üstündağ, Cihat Baban ve ben.

Muhalefetten kimsenin alınmaması bir yana bırakılırisa heyetin kuruluş bi­ çimi iyi idi. Her birimiz hiç değilse bir yabancı dili oldukça düzgün konuşabili­ yor, yazabiliyorduk.Geçen yıl Konsey Ba şkanltğı'na seçilen eski Belçika Baş­ bakanlarından Paul Hanri Spaak yine başkandı. Toplantıların havası hoşuma

Nadir Nadi, O ktay Akbal, İlhanSelçukve gazetemizin uzun yıllar emekçiliğim yapan ‘HasanAm ca’ ile birlikte... gitti. Her tarafa bir kibarlığın, ağı­

rbaşlılığın egemen olduğu ilk bakışta gö­ rülüyordu. En yaşlımız Ekrem Hayri Üstündağ’ı kendimize başkan seçtik. Bu, belki de oylamaya başvurmadan kendiliğinden oluverdi. (...)

Ben, Avrupa Konseyi’nde altı yıl sü­ rekli görev aldım, tik yıl bir yana, geri kalan beş yıl içinde komisyonlardaki çalışmalarımı saymazsak her genel ku­ rul toplantısında yazılı bir konuşma yaptım. (...)

Konuşmalarımda ben genellikle insan haklarından, uluslararası hak eşitliğin­ den, kaba kuvvetin hiçbir soruna çözüm getiremeyeceğinden söz eder, dünya barışı uğruna iyi niyetle çaba harcan­ ması gereğini vurgulardım.” (Olur Şey Değil, s. 81-85).

“Ben bir ara sosyalistlere katılmayı düşünmedim diyemeyeceğim. Sonradan doğra bulmadım. Bizde ılımlı da olsa sosyalist düşünceye örgütlenme olanağı tanınmadığına göre tek başıma araları­ na karışmam bir özenti, bir gösteriş ol­

maktan öteye geçmeyecekti. Fransız temsilcilerinden Yvon Delbos beni libe­ raller safına çekmek için bir iki sondaj yaptıysa da, pek heveslenmediğimi se­ zince üstüme varmadı.” (Agy, s. 96).

|Baı*dağı taşıran damla

Nadir Nadi, 1957 seçimlerinde adaylığım koymaz, milletvekilliği sona erer. Zaten 1954 seçimlerinden sonra Menderes le Cumhuriyct’in arası iyice açılmaya başlamıştır. 1957 seçimleri, DP oylarının düştüğünü kanıdır. 34 ki­ şilik CHP Meclis grubu, bu seçimlerde

170’e yükselmiştir.

“Hem de DP’nin kendi yandaşlarını kamyonlara doldurup yargıç kararı ile birkaç sandıkta oy kullanmalarını sağ­ ladığı ve CH P’ye oy vereceği sanılan kimi yurttaşları seçmen listelerine yazdı­ rmadığı halde.”

DP’nin Vatan Cephesi adıyla kur­ duğu “düşsel kunıluş” tan sonra iktidar- muhalefet ilişkileri iyice gerginleşir. Na­

dir Nadi, birkaç yıl boyunca Mende­ res’le hiç karşı karşıya gelmez. Ancak Menderes, bütün köprüleri atmaktan yana değildir. 1959’da Washington'a CENTO toplantısına giderken geziye Nadir Nadi’nin de katılmasını ister. Cumhuriyet başyazarı bu geziye katılır; Washington’u, Dallas'ı, New York’u, Pittsburgh görür. (Olur Şey Değil, s. 68-80).

1960 Nisan’ında ünlü Soruşturma (Tahkikat) Komisyonu'nun kurulma­ sı, bardağı taşıran son damla olur:

“Bu öyle bir komisyondu ki, neredey­ se TBMM’nin tüm yetkilerini fazlasıyla nefsinde topluyordu. İnsanları sorguya çekiyor, gerekirse tutukluyor, demek toplantılarını, hatta Meclis görüşmeleri­ nin yayınlanmasını yasaklıyordu.”

Anayasa'ya aykın olarak kurulan bu komisyonun oluşmasının hemen ardı­ ndan, “ilkin İstanbul, ertesi gün de An­ kara Üniversitcleri’nde öğrenciler pro­ testo gösterilerine başladılar. Artık baskı protesto, baskı protesto birbirini

izleyerek sürüp gidiyor. Avni Do­ ğan ve arkadaşlarının verdiği, ko­ misyon işlemleri üzerine Meclis soruşturması hakkındaki önerge­ nin basında yayınını, ayıu komis­ yon yasaklıyor.”

Ve 30 nisan günlü Cumhuri­ yet’te Ali Ulvinin altında “Uçtu uçtu” yazısı bulunan karikatürü yayımlanır:

“Bu karikatür, başta Neron ol­ mak üzere, Hitler, Mussolini, Batista ve benzerleri gibi gelmiş geçmiş beş altı diktatörün arkası­ ndan Adnan Menderes’i de şua­ ya koyuyor, sonucun iyi olma­ yacağını belirtiyordu. O sabah telefonla Sıkıyönetimden beni is­ tediler. Kalktım gittim. Bir ha­ kim albay sorguya çekti. Neydi bu karikatürün anlamı? Yazıişle- ri müdürlerinin her zaman baş­ vurdukları yöndemi denedim. Maksat kötü değildi. Bu bir uy an karikatüründen ibaretti. Albay belki içinden bana hak veriyordu. Ama ne yapsın? Buyruk yukarı­ dan gelmişti. Çaresizlik içinde ellerini iki yana açarak O lu r mu yaT demeye getirdi. Zaten karar verilmiş, Cumhuriyetin o sayısı sabah erkenden toplatılmıştı, öğleden sonra gazetenin 10 gün süre ile kapatıldığını bildiren Sı­ kıyönetim Komutanlığı tezkere­ sini aldık. Arkadaşımız Ali Ulvi de gözaltına alınıp Topkapı Mal- tepesi’ndeki kışlaya götürüldü.” (Olur Şey Değil, s. 123-124).

1 2 7 Mayıs'tan sonra

Çok geçmeden, 27 Mayıs 1960’ta Ordu yönetime el koyar. Yeni bir dönem açılır...

Devlet Başkam Cemal Gürsel, 1961 seçimlerinde Nadir Nadi’­ ye kontenjan senatörlüğü öne­ rir. O, “Gazetenin başında ülke­ ye ve devletine daha yararlı olabi­ leceğini” ileri sürerek bağışlama­ sını diler.

1962’de Cumhuriyet’in “Yu­ nus Nadi Armağanı” yarışması “ Liberalizm mi, sosyalizm mi?” tartışmasına ayrılır. Bu yarışma için gönderilen “Türkiye’nin Tek Kurtuluş Yolu: Sosyalizm” başlıklı yazı nedeniyle, yazıyı kaleme alan Şadi Alİcılıç ile ga­ zetenin yazıişleri müdürü tutuk­ lanır. Yazıişleri müdürü ilk cel­ sede serbest bırakılır.

Şadi Alkılıç’m dosyası ise ağır ceza mahkemeleri arasında do­ laşır durur. Beraat eder; Yargı­ tay bozar. Yeniden yargılanır, dosya Ceza Genel Kurulu’na gi­ der...

Bu dava dolayısıyla Cumhu­ riyet Komünistlikle suçlanır. Genel Yayın Yönetmeni Cevat Fehmi Başkut istifa etmek zo­ runda bırakılır:

“ Eyvah, olan olmuş, Cumhuri­ yeti içerden çökertmek isteyen­ ler ilk meydan savaşını kazanmı­ şlardı. Çok canım sıkıldı, Cevat’a söylemediğimi bırakmadım. O r­ taklarımın beklediği zaten buy­ du. Ne sanıyordu, istifa edihce ’hayır kabul etmiyoruz, ne olur geri al’ diye yalvaracaklar mıydı? Dediğim çıktı. Genel yayın mü dürümüzün 'ya etmezse* diye he yecania beklenen istifası yönetir kurulunca derhal onaylandı.

Nasıl bir yol tutmalıydın Başlangıçtan beri yönetim kur lunda görev almamıştım. Gazet nin genel politikasını babamd miras kalan tinsel (manevi) f cümle yürütüyordum. Oysa taklarım beni günlük yazılara başbaşa bırakıp kendi politi1 larını uygulamak istiyorlardı, politikanın hafif geriye dön ılımlı bir yol olacağını tahmin < yordum. Cumhuriyet’in canlı (dinamizmi) ne ölçüde gevşe çekti.

İmzasız kısa bir yazı yazdım, rai sizliğimi ileri sürerek (bier şeyim yo1 turp gibiydim) bir süre dinleneceğin bu süre içinde gazetenin yönetimiyle bir şekilde ilgilenmeyeceğimi okuı dıi’ rduın.” (Olur Şey Değil.

löh-167).

Nadir Nadi, gazeteden aynlı benzer durumlarda yaptığı gibi, dini kemana verir. Bir süre sonr anılarını (Perde Aralığından) yazr başlar. Bu sırada...

“ 1964 kısmi Senato seçimlerindi gün önce, Ecvet Güreşin yerine At temsilciliğimizi üstlenen Kemal t

telefonda bana şu haberi iletti: - Cumhurbaşkanı Gürsel Paş Kontenjan Senatörlüğüne seçme? şiinüyor. ‘1961’de kabul etmemiş sefer ricamı tekrarlıyorum. Yim mezse aramamızda kalması şartı? v ahim beklerim’ diyor.

Referanslar

Benzer Belgeler

Cam, sanat dostu bir mühendisin fikri ve çabalar›yla 2002 y›l›nda nefes almaya bafllayan ve bugüne kadar ABD, Almanya, Avustralya, ‹talya, Fransa, Hollanda, ‹ngiltere ve

Biz, bir yarı koloni bir millet olarak, müs­ takil bir millet olmanın neticesini göstermiş bir memleket olarak ken­ dimize has bir fikir sistemi yarat­ mak

Bu koşulların sağlanması işsizlik ödeneğinden yararlanma süresini önemli ölçüde azaltacak, işsizlikten istihdama geçişi hızlandıracak, haksız ve gereksiz

Kü- çük ışık organlarının içindeki aequorin proteini sayesin- de gerçekleşen kimyasal tepkime sonucunda (biyolümi- nesans) mavi ışık oluşur, sonrasında yeşil

[r]

yapılacak törene başta Vali olduğu halde Vilâyet ve Belediye ileri ge­ lenleri iştirak edecektir. İlçelerdeki törenlerin de yapılacağı lise ve o - kullar

Bu, yağın metabolik olarak parçalanmasına dair bilgi vermekle birlikte kilo verme sırasında yakılan 10 kg yağın hangi oranlarda CO 2 ve H 2 O’ya dönüştüğüne dair bir

Merkür: Akşam gökyüzüne geç- miş olan gezegen çok parlak ol- masa da ayın ortalarına kadar uy- gun hava koşullarında günbatımın- dan hemen sonra batı ufkunda kısa