J
Ş e h r i n i ç i n d e n
L â l e l i i m a r e t i n d e
rızklar dağıtılırken...
=
=
Acıklı bir roman
-r
’ '
'
~
N
Bir tahta çocuk arabası içinde iki yavru ... A n n e
lerinin elindeki kâğıdda şöyle diyor “ .. Babaları
bir semeti meçhule g ittiğ i.. ve ... „
V_____________ I Yazan: ŞALÂHADDİN GÜNGÖR
Lâleli imaretinde yemekler dağıtılırken (iKinci plânda minimini Çetin ile Metin görünüyor)
Şair sorar:
«Et lokması lâzım mı, yetişmez mi sana
nân?»
İşte besbelli ki yetişmiyor. Eğer, yetiş miş olsaydı, ellerinde güğümler, koğalar, taslar ve tencerelerle bu karmakarışık in san kalabalığının, Lâleli imareti kapısın da ne işleri vardı?..
Kuru ekmeklerini bir kâse sıcak çorba içinde ıslatabilmek için bu zavallılar, kim- bilir nerelerden koşa koşa gelmişlerdi!
İmaretin kapısı üstündeki levha, Kur anın dilile şöyle söylüyordu:
«Siz, miskinlere, yetimlere ve hürriyetin
den mahrum olanlara, onların hoşuna gi
decek yemeklerden yediriniz
/»Taş avluda, Vakıflar idaresinin koca man beylik kazanı, buram buram tüt - mekte!
Beyaz takkeli bir aşçı, elinde kepçesile kazanın başına geçti:
— Dışarıdakileri çağırın.. Birer birer gelsinler!..
İlkönce sarsak yürüyüşile gözler önün de canlı bir sefalet levhası çizen ihtiyar bir kadın kırık maşrapasını uzattı.
Emektar kepçe, artık hiç durmadan
kazana girip çıkıyordu.
Yanımda duran Evkaf Levazım mü - meyyizi Talât, bu günkü yemeğin cinsini haber verdi:
— Fasulye pilâkisi... V e sonra, on beş günlük istihkak listesini elime tutuştura rak izahatına devam etti:
— A yda sekiz gün etli yemek.. Diğer günler de nohud, fasulye ve muhtelif yaş sebzeler... Arada bir, tatlı ihtiyacını te min etmek üzere hoşaf veriyoruz. Mese lâ yarın, etli patates var!
Sırasını bekleyen kadınlardan biri, bu son müjdeyi, ta arka saftakilerin kulağı na kadar eriştirdi:
\ — Yarın etli patates varmış... — Etli patates...
— Etli patates...
Mümeyyiz Talâta sordum:
— Bundan başka Vakıflar idaresinin daha kaç yerde imareti var?..
— Hasekide, Eyübde ve Üsküdarda.. Şimdilik bu üç imarette, «1 3 1 5 » fakire
heıgün sıcak yemek dağıtılıyor. Lâleli
imaretinin defterinde kayıdlı olanlar a- rasmdan (3 0 ) kadarını, fakir talebeler teşkil eder.
— Her müracaat edene yemek veri - yor musunuz?
— Hayır! Fakirler, yardıma muhtaç
olduklarını ve bakacak kimseleri bulun madığını, mahallî kaymakamlığından a- lacakları birer mazbata ile tevsik ettirme ğe mecburdurlar. Bize böyle mazbata ile gelenlere, bir sarı defter veririz. Defter de, fakirin adı, sanı yazılıdır ve üzerine bir de fotoğrafı yapıştırılmıştır.
Hergün yemek alındıkça, bu fotoğraflı karnelere tarafımızdan işaret edilir. B öy
lelikle, bazı açıkgözlerin, hakikî muhtaç lar arasına karışmasına bir dereceye ka dar mâni oluyoruz.
Vakıflar Levazım mümeyyizile konu - şurken, gene bir kadın, tahta tekerlekli bir çocuk arabasını, takatsiz kollarile sü rükleyerek yanımıza yaklaştı. Arabanın ] içinde, iki minimini yavru, kucak kucağa oturuyorlardı.
— Kim bunlar, diye sordum, senin ç o cukların m ı?..
— Evet... diye içini çekti, çocuklarım: Vletinle Çetin!.. Ayni günde doğdular. Babaları....
A cı bir hıçkırıkla yarıda kesilen bu ce- vab, beni tatmin etmedi. İmaret memu runa:
— Peki, babaları... diye sordum, ne olmuş babalarına?..
Elime bir kâğıd tutuşturdu: — Şunu okursanız anlarsınız... Okudum:
«Şehremininde, «Melek Hatun» ma - hailesinde, Mimar Cem camii sokağında 36 numarada Vehab oğlu Metinle Çetin
nam ikiz çocukları, babaları terkle bir
semti meçhule gittiği ve anneleri İnayet bir işle meşgul bulunmadığı cihetle... »
İşte size, dört beş satır içinde acıklı bir roman!. Romanın kahramanını mı ara - yorsunuz? Bir değil iki tane... Biri M e tin, öteki Çetin!.. Bu insan minyatürleri nin ayni san’ atkârm marifeti ( ! ) olduğu nekadar da belli... İki damla su gibi biri- birlerine benziyorlar.
Onlara bakarken, bektaşinin meşhur
fıkrasını hatırladım: Rızkını vermedikten sonra, ne olacak, demiş, yap yap, salı - ver!..
Lâleli imaretinde, aransa, böyle daha
ne acıklı hayat sahnelerine raslanırdı.
Yemek alanlardan çoğunun kimsesiz dul kadınlardan ibaret olduğunu gördüm. V e bu manzara, içime biraz ferahlık verdi. Çalışamayacak hale gelmedikçe, demek kimse çanağını, imaret kazanına uzatmak cesaretini kendinde bulmuyordu. Fakir
lik, elbette ki ayıb değildir. Fakat, bu
(sıfat), ancak bütün maişet vasıtaların - dan mahrum kalanlara verilir. Eli ayağı tutan kimsenin, burada işi olmamalıdır. Vakıflar idaresi, ecdadın güzel bir an'a- nesini ihya etmeğe çalıştığı için takdirle rimize ne derece hak kazanmışsa, kendi ekmeğini kendi kırabilecek kudrette o- lanlar arasında, bu kazanın artığına ko - şanlar da o kadar tayibimize müstahak tır.
Vakıflar idaresinin bu nokta üzerinde hassas davrandığını görmek, beni bilhas sa sevindirdi. Eski usul imaret istemiyo ruz. Eski imaretler, mideleri tamir ettiği
nispette insanların çalışma kabiliyetini
tahrib ederdi.
Bize bu günkü şeklile, kontrollü ve sis temli imaretler lâzım..
ŞALÂHADDİN GÜNGÖR
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi