N
a
h
it
S
ır
r
ı’
n
ın
H
ik
â
y
e
le
r
i
C2 / t f ) ı£ c f <Î'Z/t 'f f -ga S od :
pp
^
pAo
^
u
^
p
İpcp
2
_
C T T - f /5 W T (OE
wO Nahit Sırrı Bey VAR LIK neş-Ijj riyatına kıymetli bir eser daha > kazandırdı.^ Eski Resimler. Es-ISİ ki Resimler, muharririn yine Varlık’ta intişar eden Kan-lıcanın Bir Yalısında, Eri Cen ge Gitti Cenkten Döndü hikâye lerinin, kitap haline girmelerde, müştereken aldıkları isimdir.
Nahit Sırrı Beyin bu yeni isim le, okuyucularının ne derece alâ kalarım celbedeceğini bilmem îakat ben, en menîaatsız bir dü şünüşle, isterdimki bu kitap tek bir hikâyeden ibaret olsun, ve ( Kaulıcamn Bir Yalısında ) ismi ni taşısın.
(Kanlıcanın Bir Yalısında) yı evvelce yudum yudum tattığım bir zevki yeniden ve bu sefer bir içimde duyabilmek için, tek rar okudum. Hikâyecinin lehine olan şu noktayı hemen işaret edeyim: bu ikinci okuyuş, bir çok hikâyelerin ve romanların aksine olarak, bana taze bir zevk daha verdi, ilk okuyu şumda farkedemediğim bir çok güzellikler keşfettim. Meselâ o başlangıç. Ruşen Eşrefin Boğaziçi’sinden sonra böyle sahifeler yazılabileceğini artık ummuyordum. Zaten bütün bu hikâye de Boğaziçinin ıztırabı değil mi ?
Eski muhteşem yalılarının yerlerini almış kömür depolarile kömür deposu olan yalılarının uşak dairelerine sığınmış ailele riyle gittikçe daha zavallılaşan Boğaziçinin ?
Kanlıcanın Bir Yalısında, muharririn kısmen yaşadığı, kıs men işittiği bir hikâye!
Muharrir, çocukluğunun bü tün saffetiyle hikâyesinin içinde. “ Anadolu hisarına gitmek üzere
y a lının bağçesi ile dağı arasın daki loş, tenha ve k a ld ırım la rı bozuk yoldan her geçişimde du rur, yüksek duvardan ancak üst katı görülen pencereleri hesaba başladım. K ara ta rafının üst katındaki pencereler bazen elliy i geçer, lâkin bazen kırkbeşi aşa mazdı. İhtiyarladıkça sin irleri artan lalam ın içi sıkılır, beni
elimden tutup çekmek is te r : « Ya hu evlâdım, kaç penceresi ol masından sana n e ? » diye söyle nirdi. „
bu büyük hikâyenin asıl güzelli ği de bütün bu çocukluk hatırala rında, yaşanmış ve duyulmuş ha yattadır. Merakı tahrik edici bir vaka da hikâyenin içine maha retle yerleştirilmiş bulunuyor.
Büyük hikâye tekniğine son derece vakıf olan Nahit Sırrı Beyden bunu beklemek zaten hakkımızdı. Lâkin bu hikâyedeki şahısların, roman kahramanları derecesinde, canlı ve kuvvetle çizilmiş olmaları, itiraf edeyim ki ümidimin fevkinde çıktı.
V e s ile , B esim e, Enise ve Münire isimleri bile insanın bey ninde bir takım hayaller canlan dırıyor. « Belinde büyük kü çük bütün k ila r ve dolapların sayısız anahtarlarını » taşıyan
Gülter hanım hakikaten bir tip. Sonra, hikâyenin ilk kısmında hakkmdaki türlü rivayetle mera kımızı tahrik eden ve ortalarına doğru karşımıza çıkarak bir daha unutamıyacağımız simasını göste ren kazasker efen d i:
« Yüzü fevkalâde buruşmuş
olduğu halde sakalı köm ür gibi siyaha boyanmış ve yanakları na a llık la r sürülmüş muazzam sarıklı ve çok i r i başlı bir hoca
efendi. Göğdesi uzun ve büyük tü, lâkin bacakları çok kısa o l duğu ve yere değmediği için ayaklarının altına ik i yastık koymuştu. Sırtındaki m or ipek cübbe yere kadar iniyor, cübbe nin içinden şal bir yelek g ö rü nüyordu. Gümüşü renkte bir şal var giymiş, ayaklarına sarı me şinden pabuçlar g e çirm iş ti. Za ten ir i ve dört köşeli olan kafa sının taşıdığı heybetli sarıkla, insan bu büyük kafaya iğreti bir kafa daha geçirilm iş sanı yordu . Büyük, patlak ve mavisi sanki uçmuş gözlerinden yaşlar, ancak ik i dişi kalmış kalın ve sarkık dudaklı ağzından salya la r a k ıy ord u . »
için şeyhislâmlara ve şeyhis- lam olabilecek kazaskerlere duyduğu kin, ve kini avutmak için kedilerin başına kazasker sarığı ve sıska bir köpeğe şey- hislâmlığın beyaz cübbesini giydirerek yaptığı “ ne dereceye
kadar inandığı meçhul oyun „
ve nihayet onun torunu Ahmet Reşit. Daha İmparatorluğun bü tün an’aneleri ayakta iken sade şeyhislâmların mutlaka kazas kerler arasından intihap edilme mesine isyan eden bu torun hayatının son senelerini uşak dairesinde mahpus geçirmiş ve o da pek çok kedi, hesapsız kedi beslemiş, belki dedesinin oyunu nu tekrar ederek, aynı oyunla avunmuştur.
Düşünüyorum, Nahit Sırri Bey bütün bu unsurlarla hatta bir ro man, bütün bir devri canlandıran bir roman yazabilirdi ve bu ro man edebiyatımız için ne büyük bir kazanç olurdu.
Kitabın ikinci hikâyesi olan (Eri Cenge Gitti Cenkten Döndü) - ye gelince, kuvvetini tamaraile sonundaki buluştan alan bu yazı meselâ bir François Goppöe için iyi bir manzum hikâye mevzuu olabilirdi. Fakat (Kaniıcanın Ya lısında) dan sonra hayli zayıf ve sönük kalıyor.
nrruvt^z:
¿& U & Â :
:
k ü t ü p h a n e m d e . . .
Eski Resimler (*)
Nahit Sırrı Bey bir büyük ve bir de küçük
hikâyesini bir araya geıirerek
Eski Resimler
namı altında bir kitap çıkardı. Şimdiye kadar, bir iki hikâyesini kitap şeklinde neşr eden Nahit Sırrı
Bey bunların hepsini bir araya toplasaydı kita
bının ismine herkes “ hikâyeler” demeğe tered düt etmezdi... ve zann edersem bir dağınıklık
değil bir varlık olurdu.
Kanlıcanın bir Yalısında
isimli hikâyesi bir çocukluk hâtırası ile başlı yor. Boğaziçi, hakikaten, eski günlerin hafızalar da yaşayacak hâtırasıdır. Fakat, muharrir burada çok yavan bir üslup kullanıyor. Yalnız, bazan, can sıkmayan cümlelerle eski insanların kroki lerini güzel çizebiliyor:
İkinci hanımefendi için hem de gevşek tabiatlı, biraz bön diyorlardı. Ellilik, kısa boylu, ablak yüzlü bir kadındı. Tatlı, börek yemekten ve buz gibi şurup ları içmekten başka bir derdi, düşüncesi yoktu. Pek çok yemek yediği ve günden güne şişmanladığı için kalbi yağ bağlıyarak çatlamasından korktuğunu Ah met Reşit söyiiyip dururdu.
Bu cümlelerle, gözümüzüm önüne, çok ya kından tanıdığımız bir tip geliyor. Sonra, “ med rese köşelerinde soğan ekmek yiyerek yetişmiş kimselerin maiyetinde ifayi vazife etmek insana çok ağır geliyor” deyen Ahmet Reşit o zamanın zihniyetini ne „güzel canlandırıyor!
\
Fakat, Nahit Sırrı Beyin âdeti olan uzun
cümleler insanın canını çok sıkıyor, manasını
anlamak için tekrar tekrar okuduğumuz cümle ler olduğu gibi, metrelerce uzunluğu ile insana baygınlıklar geçirten kısımlar da var. Mesela su;
Bacaklarının kısalığından yere değrniyen ayakla rının altına konmuş yastıklara basarak oturduğu kol tukta, dudaklarından mütemadiyen salyalar ve iri pat lak gözlerinden yaşlar akıtarak, beyaz entari giydir diği bir köpeğin, başına mini mini fesler geçirdiği kedilerin boğuşmasını seyreden kadıaskerden ziyade hafızam ince boynumu belki de ağrıtan büyük sarıklı başını bir omuzunum üzerine İğerek...
Bir yenilik yapmak isteyerek frenkçe kitap bile neşr eden Nahit Sırrı Bey hiç olmazsa bu original mevzuu işleseydi bir roman yazabilirdi.
Hayır, o, yanına
Eri Cenge gitti, Cenkten dön
dü
hikâyesini koyarak bir tezat yaptı. İlk hikâyesi,gösterdiğimiz cihetlerine rağmen, mevzu itibariyle nekadar kuvvetli ise İkincisi de o nisbette zayıf,
¿ f i
Fikirler ve insanlar
İki kitap
1 — “Eski resimler,,
Nah't Sırrı Bey biri uzunca, bi ri kısa iki hikâyesini Eski Resimler
isimli bir kitapta toplamış (1 ). Bil
mem süylemeğe hacet var mı?
böyle altmış, yetmiş sayıfalık ki taplar bana b'r tuhaf geliyor. Fa kat bu kabahat muharrirlerin, hat tâ kitapçıların değil, kitabın ucuz olmasını istiyen kari kitlesinindir.
Eski resimler’i, muharririn bun
dan evel çıkan Sanatkârlar’ ından çok üstün buldum; yine uzun cüm le muhabbetini kaybetmemiş ama lisanına biraz daha munislik, biraz daha hava vermeğe muvaffak ol muş.
Kitabın sonuna, zannederim
sırf yer kaplasın diye konmuş olan “ Eri cenge gitti, cenkten döndü,, isimli hikâyede, Nahit Sırrı Beyin, Fransızların X V III inci asır üslû- bile dedikleri yazı tarzını türkçeye aşılamak hevesinden başka bir şey yok. Mevzu, insana manzum hikâ- yelerink ni hatırlatacak kadar ba sat: Hopa eşrafından Veli Bey za de Hüseyin Bey, Rize’de Zehra is minde bir kızı görüp istiyor, alı yor, üç dört gün sonra Girit harbi- ne gidiyor; Zehra köyde bekliyor,
seneler geç'yor, nihayet Hüseyin
Bey dönüyor ama gözleri kör ol
muş.
Birinci hikâye “ Kanlıcanın bir yalısında” böyle değildir. Onun ilk sayıfaları, birtakım eski İstanbul ve Boğaziçi hatırları arasında, bir esrar perdesi örüyor: Rumeli Ka
zaskeri Harputîzade Bahaeddin
Molla Bey, senelerden beri, Kanlı- ca’daki yahsında, iki karısı, dört kızı ve Ahmet Reşit ismindeki to runu ile, hiç kim ıeye gözükmeden oturuyor; onu torunu bile görmü yor. Hikâyeyi anlatan Fuat Bey le Ahmet Reşit (ikisi de henüz bi rer çocuk) bir gün bu muammayı halle karar veriyorlar ama Molla Beyin kapısı önünde korkup kaçı yorlar. Muammayı çok sonra halle debiliyoruz: Bahaeddin Molla, bir gün Şeyhülislâm olduğu müjdesi ni almış. Asılsız bir haber. Fakat bundan sonra adamcağıza bir nevi cinnet gelm'ş; evine birtakım ke diler toplayıp bunların başına kü çük küçük kavuklar geçirmiş; bir de köpeği var. Köpek Şeyhülislâm, kediler de kazaskerler...
Bu hikâyeyi okuyunca Henri de
Regnier’nin La doable maîtresse’
ini hatırlamamak kabil değil. O
romanın bir parçasında, papa ola
madığı için kızan ve kendisine
maymunlardan mürekkep bir “ con çile” teşkil eden bir kardinal var dır. Yalnız Henri de Regnier’nin h kâyesi, nasıl söyliyeyim? daha
mantıklı bir deliliğin tasviridir;
çünkü o mecnun kardinal, meslek taşlarının kıyafetine soktuğu may
munlara kendisini papa in
tihap ettirir ve böylelikle
hiç olmazsa evinde hülyasına ka vuşur, kendini avutur. Bahaeddin Molla’nın cinneti ise daha “ hasbî” dir, çünkü o kazasker kedilere ken dini şeyhülislâm intihap ettiremez, bu paye papalık gibi intihapla de
ğildi.
Nahit Sırrı Bey iyi fransızca bi lir, o d İde romanlar yazar.Niçin fransızca bir roman, meselâ Henri de Regnier’nin o kitabını niçin ter cüme etmiyor? Onun en güzel par çası maymun kardinaller değildir; M. de Galandot’nun aşk macera ları çok daha aîâkabahştır.
Nurullah ATA
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi