• Sonuç bulunamadı

Tanpınar’ın Hikâye Dünyasına Bazı Kavramlarla Bakmak

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Tanpınar’ın Hikâye Dünyasına Bazı Kavramlarla Bakmak"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Alim Kahraman

*

LOOKING TANPINAR’S STORY WORLD THROUGH SOME CONCEPTS ÖZET

Bu çalışmada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyeleri rüya, masal, ikilik, iradesiz-lik gibi kavramlar etrafında incelenmiştir. “Tanpınar kelimeleri” diyebileceği-miz bu kavramların sayısının arttırılabileceğine işaret edilmiştir. Ayrıca sözü ge-çen kavramların onun yalnız hikâyelerini değil, roman ve şiirlerindeki sanatkâr kişiliği anlamak için de birer anahtar olarak kullanılabileceğine değinilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Tanpınar, hikâye, rüya, ikilik, iradesizlik.

ABSTRACT

In this study the stories of Ahmet Hamdi Tanpınar are examined around the con-cepts like dream, tale, dualism and fl abbiness. It is indicated that the number of these concepts, namely “Tanpınar’s words”, can be increased. Furthermore, it is mentioned that these concepts can be used as a key in the understanding of not only his stories but also artistic character in his novel and poems.

Key Words: Tanpınar, story, dream, dualism, fl abbiness.

...

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 5, Nisan 2012, s. 169-177

(2)

Rüya, masal

**

‘Rüya’yı sanatını açıklayan bir anahtar kavram olarak, Tanpınar kendisi de anar (“estetiğimin temeli olan rüya fi kri”). Bu sözleri referans gösterilerek araştırmacılar tarafından yapılmış yorumlar bulunmaktadır. Çalışmamızın amacı hazır sonuçlardan yola çıkmak olmadığı için Tanpınar’ın hikâye metinlerindeki verileri izleyerek bazı çıkarımlar yapmayı deneyeceğiz.

Metin içi verilere geçmeden hikâye başlıklarında kolayca göze çarpan bir ilk duruma işaret etmemiz uygun olacak: Ahmet Hamdi Tanpınar iki hikâyesinin başlı-ğında “rüya”ya yer vermiştir: “Abdullah Efendinin Rüyaları” ve “Rüyalar”. Bu iki hikâyenin konusu doğrudan doğruya birer rüyadır. Yazarın, başka hikâyelerinde de yer yer rüya olgusu etrafında döndüğü görülmektedir. Bunların başında “Yaz Yağmu-ru” hikâyesi gelir. Oradan başlayalım.

“Yaz Yağmuru”nun genç kadın kahramanı, dış dünya gerçekliğini, kendini bir türlü kurtaramadığı bir iç yaşantı gerçekliği arkasından seyreder gibidir. Yazarın ifa-desiyle söylersek bu durum ona “sanki iki uyku arasında imiş gibi”1 bir hal vermek-tedir. Yani dış gerçeklik, kendisine tekrar dönülecek bir uyku aralığı; kesik kesik uya-nışlar gibi yaşanmaktadır. Bu belirlemeyi işaretleyelim; çünkü tekrar döneceğiz ona. İkinci olarak, söz konusu ettiğimiz genç kadın kahramanın kendi varlığı, onunla özel şartlar altında karşılaşmış olan Sabri tarafından, reel hayat alanı içinde bir rüya parça-sı, “yağmur altında geceden kalmış bir rüya” (s. 18) gibi algılanır. “Yaz Yağmuru”nda rüya halleri bunlarla da sınırlı kalmaz. Sabri’nin genç kadın karşısındaki büyülenişi de “bir insan bir rüyayı ancak böyle hareketsiz ve iradesiz kabul edebilirdi” (s. 35) denilerek bir rüya hali gibi belirlenir. Varlığı anlatıcının varlığıyla karışmış vaziyette-ki Sabri ise, bu duruma “ama ben uyumuyordum” sözleriyle itirazda bulunur. Böyle-ce, Tanpınar’ın da sözünü ettiği, ‘uyanıkken görülen rüya’ anlayışına ulaşmış oluruz. “Yaz Yağmuru” hikâyesinde Sabri, bir sokak dönüşü, evinin bahçesinde, bir ağa-cın altında, yağmurda ıslanan ama belki bunun farkında da olmayan genç kadınla karşı-laşınca, onu, “bütün varlığı bu kapanık havada tıpkı bahçenin son gülleri gibi her türlü gerçek fi krini reddediyor gibiydi” (s. 11) diye betimler. Onu bir rüya algısıyla algılar. Daha da ileri giderek kendisini bir masal zamanı içinde hisseder: “Masal gibi bir şeydi bu” (s. 32) “onu seyrederken bir deniz masalı okuduğunu sanıyordu” der (s. 54).

** “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikâyeleri ve Hikâyeciliği” başlıklı yazımızda Tanpınar’ın hikâyelerini

“mahpus”, “hasta”, “ayna”, “takvim dışı yaşamak” kavramları merkezinde çözümlemiştik (söz konusu yazı, Abdullah Uçman ve Handan İnci tarafından hazırlanan ve bu ikinci yazıyı hazırladığımız 2010 yılı sonu itibarıyla baskısı tamamlanmak üzere olan o kitapta yer almıştır). Bu kere önceki kavramlara “rüya, masal”, “iradesizlik”, “ikilik” gibi yeni kavramları ekliyor, böylece ilk çalışmamızı bütünlemiş oluyoruz.

(3)

Tüm bunlardan anlıyoruz ki, Tanpınar’da masal ve rüya reel zamanın içinde ya-şanan olağanüstü bir “hal”in adıdır. “Yaz Yağmuru” hikâyesindeki genç kadının Sabri tarafından algılanışına bakarak bu olağanüstülüğün büyüleyici bir güzellik olgusuyla alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu hikâyedeki olağanüstü atmosfer, genç kadının fi ziki güzelliği yanında bu güzellikle bir araya getirilmiş bazı geçmiş zaman unsurlarıyla ‘yaratılmakta’dır. Bir kere köklü bir İstanbullu ailenin kızıdır genç kadın. Daha önce evin yerinde bulunan yalıda doğup büyümüştür. İstanbul ve Boğaziçi’nin yüz yıllar içinden süzülüp gelen inceliklerini, terbiyesini, tavırlarını taşımaktadır. Giysi ve takılarla ilgili bazı ayrıntılar da bu bedenî ve ruhî güzellikleri tamamlayan, sözünü ettiğimiz atmosferi kuran unsurlardır. Böylece bir kadın etrafında bir araya getirilen tüm bu güzellik unsurları onu, geçmişte yaşanmış bir medeniyet güzelliğinin de canlı, küçük bir modeli haline getirmektedir. Bu fi krimizi destekleyen birçok ay-rıntı aktarabiliriz hikâyeden. Ancak Sabri’nin genç kadını bir eski zaman lambasına benzeten şu sözleriyle yetinelim: “Büyük bir lambaya benziyorsunuz. Büyük, temiz işlenmiş, güzel bir lamba.” (s. 42)

Kaybedildiği hissedilen o eski medeniyete ait unsurlarla bezenmiş güzel ima-jı, Tanpınar’ın başka hikâyelerinde de karşımıza çıkar. Özellikle “Geçmiş Zaman Elbiseleri” hikâyesindeki genç kadın dikkat çekici bir örnektir. Kronolojik sıralanış bakımından “Yaz Yağmuru”ndan çok önce, bir ilk modeldir o. Hikâyenin erkek kah-ramanının karşısına, yine olağanüstü şartlar altında ve “baştan aşağı, üstünde küçük sırmadan koncalar ve yıldızlar serpilmiş mavi kumaştan, ninelerimizin gelin olduk-ları zaman giydikleri cinsten bir eski zaman elbisesi giymiş” olarak çıkar (s. 222). Yazar, o genç kadının yüz güzelliğinden bahsederken de (Tanpınar’da güzellik yüzde toplanır) “rüya” kelimesine başvurur: “… bu yüz hakikaten bir bahar bahçesinde görülmüş bir rüya kadar güzeldi” (s. 223).

Buraya kadar rüya ve masalın bir güzellik ve o güzelliğin etrafında yarattığı büyülü atmosferi ifade için kullanılışlarını ele aldık. Tanpınar’ın dünyasını sadece gerçeklerin katı çatışmasından uzak bir düş dünyası ve buna bağlı olarak bir medeni-yetin geçmişte kalmış güzelliklerinin yüceltilişi gibi okumak, onu hiç anlamamaktır demeyelim ama üç boyutlu bir görüntüyü tek boyutlu algılamak gibidir. Bu ise, hiçbir zaman, bütünü üçte bir oranında anlamak demek değildir. Metinlerde bir ışık kaynağı gibi parlayan, yaydığı enerjiyle büyülü bir atmosfer kuran güzellik unsuru, problem oluşturucu çok sayıda başka unsurla sarılmış durumdadır. Tıpkı güzellik gibi bunlar da olağanüstü boyutlarıyla yaşantıya dâhil olurlar. Bu unsurlar kötülüğü temsil eden adamlar, hayatları esir alan bir yılan gibi kimliklerle ortaya çıksa bile sözünü ettiği-miz tablonun arka planında çoğu zaman kaynağı çocukluğa kadar uzanan ve gittikçe klinik bir olguya dönüşen korkular vardır. Tanpınar’ın veya bir hikâye kahramanının ağzından duyduğumuz “Halbuki ben bütün bir masalı olan adamdım” (s. 292) sözü-nün içerdiği “masal” olağanüstü ve büyüleyici bir güzelliği (sosyal planda bir

(4)

me-deniyet güzelliğini), bir atmosferi içerdiği kadar, zehrini gelip o güzelliğin ortasına kusan yılanı, esir alıcı kötülükleri, “mahşerimsi mücadeleler ve hamlelerle dolu” (s. 82) bir başka varlık boyutunu; belki de tüm bunların kaynağındaki “muhayyileyi bir sarhoşluk gibi saran” korkuyu, psikolojik yaralanmaları da içermektedir.

Rüya ve masal, Tanpınar’ın hikâyelerinde, reel zamanın dışında çarkları ayrıca işleyen, kendi bağımsız alanlarını oluşturmuş zaman ve yaşantı daireleri olarak beli-rir. Bunu ifade için yazarın, “takvim dışı” bir zamanı yaşamaktan; ikinci bir hayattan söz açtığına daha önce değinmiştik. Fakat çoklukla reel zamanın dışında işleyen bu ikinci varlık zamanı; kahramanların oradaki yaşantıları, gerçeği aşar; onları hayatın birer yabancısı haline getirir: “Rüyalarının esrarı, dünyasını o kadar sarmıştı ki, ken-disini şimdi bütün hayata yabancı buluyordu.” (s. 11). Hatta bu hal, “Rüyalar” hikâ-yesinde, hikâyenin kahramanı Cemil tarafından, bu ‘ikinci hayat’ına girmiş bir genç kadından karısını haberdar etmemiş olmanın azabına bile dönüştürülür.

Baştaki belirlememizi tekrar hatırlarsak, bu kişiler, reel zamana, ikinci hayatla-rının etki gücünden uyanışlar halinde dönerler. Onlar kendi iç yaşantılahayatla-rının; bir rüya veya masalın bir çeşit mahpusu gibidirler.

İradesizlik

Tanpınar, hikâyelerindeki erkek kahramanları çözümlerken onların hayat kar-şısındaki iradesizliklerinden söz eder. “Yaz Yağmuru” hikâyesindeki Sabri’nin, bir gün bir sokak dönüşü evinin bahçesinde bulduğu genç ve güzel kadını bir rüyada gibi hareketsiz ve iradesiz kabullenişinden söz etmiştik. Sabri, bu olağanüstü varlık karşısında iradesinin nasıl işlemez hale geldiğinden birkaç defa daha yakınarak söz eder. Hikâyelerde alttan alta yürüyen ve daima yakınmalı bir dille sözü edilen bu iradesizlik, başka insanî zaafl arla birleşerek ortaya, erkek kahramanlar için problemli bir kişilik tablosu çıkarır. Sözünü ettiğimiz zaafl ar tablosunun diğer unsurlarını şöyle sıralayabiliriz: Kendini lüzumsuz, gülünç, iğreti, yabancı, isteksiz, iktidarsız hisset-me.. Tanpınar’ın hikâye kahramanlarından biri, yaşantısına eşlik eden bir iğrenme duygusundan da söz eder bir yerde.

“Yaz Yağmuru”nun Sabri’si için gülünç olma duygusu, ilginçtir, genç kadınla beraberliğinin ardından, kendini ne kadar mesut hissettiği düşüncesini takiben be-lirir. Sabri’nin neler düşündüğü, bir yerde de şöyle aktarılır: “Bu ışık altında bütün hayatını düşündü. Hakikaten büyük, sağlam, hiçbir taraf bulamadı. Hiç olmazsa ken-disinden iğrendiği şu anda her şeyi böyle görüyordu.” (s. 34). Sabri’nin kendisini bir türlü duygularına tam teslim edemediğinden söz eden bir cümlenin ardından ise “acayip bir iktidarsızlık içinde bir anafora tutulmuş gibi olduğu yerde dönüyordu” (s.

(5)

49) çözümlemesi gelir. Onun hayat karşısındaki iradesiz ve pasif tutumu hikâyenin bir başka yerinde daha söz konusu edilir ve “hayatına bütün müdahalesi kendi ken-disini göz hapsine almaktan ileriye gitmiyordu” denir (s. 77). “Teslim” hikâyesinin erkek kahramanı için de benzer bir çözümleme yapılır. Hiçbir fi krini etrafındakilere dinletemeyen, kendini etrafındaki insanlar arasında lüzumsuz hatta yabancı bulmaya başlayan bu adamın “tarassut mevkiinden ayrılmak istememe”sinden söz edilmiştir (s. 79). Bu hikâyedeki hikâye kahramanı, yukarıda sıraladığımız kişilik özelliklerine mahcup, mağlup, acemi gibi halleri de eklememize imkân verir. “Geçmiş Zaman Elbiseleri”nin erkek kahramanı da kendini bir iradesiz olarak tanımlar. Bütün irade-sizlerde olduğu gibi, hayatında, tesadüfl erin korkunç bir rolü olduğundan söz eder. Kendisi gibi yaratılmış olanların ilk hareketlerini hiçbir zaman tamamlayamadığını belirtir.

“Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesinin kahramanı Abdullah, yaşadığı ola-ğanüstülüklerle dolu gecenin ardından gelen sabahta, o gece yaptığı her şeyden iğ-reneceğini, kendisini küçük bulacağını düşünür. Hikâyenin ilerleyen sayfalarında geçen “o, istikrah yılanının topuğundan ölesiye ısırdığı adamdı” (s. 191) ifadesi de sözünü ettiğimiz sorunlu kişilik tablosuna dâhil olur. Bu tabloya, aynı hikâyede, dik-kate değer bir ekleme daha yapılır: “kendimi hiçbir zaman sevmedim.”

“Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesindeki Abdullah adı ‘Allahın kulların-dan biri’ anlamını taşımaktadır. Bu ad, bir açıkulların-dan bakınca ‘insanlar içinde bir insan’ı da çağrıştırır. Hikâye içinde geçen ve Abdullah’tan söz eden “küçük, ortalıkta kay-boluvermiş denecek kadar küçük hayatı” ifadesi de bu çağrışımı destekler gibidir. Hikâyelerin arkasındaki bir kişilik yapısını görünür kılmak adına, “küçük” bir ha-yat sahibi olan Abdullah’la ilgili şu çözümlemeyi de burada hatırlatalım: “Büyüğe ve istisnaîye karşı duyduğu aşk onun zahiren çok sakin görünen hayatını zehirledi.” Şöyle bir durum çıkıyor ortaya: Küçük bir hayat ve buna karşılık büyük ve istisnaîye duyulan iştiyak.. Bu ikisinin bir araya geldiği bir kişilik yapısı.. “Dışarıdan gülünç ve iç tarafından büyük ve azametliydi” tespiti işte bu hayatın sahibi için yapılmaktadır o hikâyede. Gülünç ile azametliyi bir araya getiren bir tablo doğal olarak trajiktir: “Doğrusu istenirse o küçük bir talihti, fakat bu küçük talih büyük bir ruha eklenmişti. Bilmem ki böyle bir tezadın ürpertmeyeceği bir düşünce var mıdır?” (s. 189-190).

Tanpınar’ın hikâyelerindeki erkek kahramanlar, zengin iç varlığını yükleneme-yecek derecede küçük ve önemsiz olan görünürdeki varlıklarından yakınırlar; ondan kurtulmanın yollarını arayıp dururlar. Bu problemin ayrıntılarını “ikilik” konusuna bırakalım. Ancak o bahsi açmadan önce “Bir Yol” hikâyesindeki şu satırları buraya aktaralım: “Ömrünü, ömrünü ne yaptın? (…) bu zehirli sesin tembihi altında (…) her şeyden, yaşanmış ömrümden, gelecek senelerden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum.” (s. 245)

(6)

İkilik

“Yaz Yağmuru” hikâyesinde Sabri, hikâyenin bir yerinde “Asıl hastalık bende. Kafamda; içimdeki ikilikte” (s. 58) der. Tanpınar’ın hikâye kahramanlarındaki bu ikilik, başlangıçtan itibaren kendini belli eden önemli bir olgudur. İlk hikâyelerinden olan “Erzurumlu Tahsin”de, hikâye kahramanı, şehrin büyük bir depremle sarsıldığı gece, aklından geçirdiklerini duyan, kendi içindeki ikinci bir adamı fark eder ve bu durum onu ürpertir (s. 257). Aynı beden içinde yaşayan ikinci kişilik, yazarın di-ğer hikâyelerinde de vardır. Tanpınar’ın dünyasını yapan birçok meseleyi bir arada bulduğumuz son büyük hikâyesi “Yaz Yağmuru”nda bu ikiz kişilik ileri derecede işlenmiş ve estetik bir forma bürünmüş olarak karşımıza çıkar. Birbiriyle çatışma halindeki ikili benlik bu hikâyede, gelenekten alınmış iki fi güre dönüşür: Karagöz’le Hacivat.. “Doktor Moro’nun meşhur hayvanları gibi bu iki acayip dost gelenekten gelen benliklerinden çıkmışlar, onun bütün zihnî hayatını paylaşıyorlar, onun gibi yaşıyorlardı. ‘Yalnız bana yaramıyorlar’ diye düşündü” (s. 12). Bu hikâyede, iç ça-tışmayı temsil eden ikili ben yanında, onları izleyen, “tarassut mevkiinde”ki bir üst benin de işe karışmasıyla çatallanma üç başlı hale gelir. “Yaz Yağmuru” hikâyesine tekrar döneceğiz. “Abdullah Efendinin Rüyaları”nda yazar, kişilik bölünmesini be-densel bir bölünme haline de getirerek farklı bir deneme gerçekleştirir. Bu hikâyedeki Abdullah Efendi, “alt katta geçen bütün şeyleri merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi” içindeki ikinci benliği fark eden insanlardandır. Bunu öğreniriz önce. (Bu alt-üst yapılanması bize, bilinç-bilinçaltı ayrımını da hatırlatır.) Hikâyede bu bölünmüş-lüğün peşi bırakılmaz ve gittikçe daha belirginleştirilir:

İkinci Abdullah Efendi, bu üst kat sakini.. Hayır, o kiracı değil, evin asıl sahibi, efendisi, hükümranıydı. Zavallı Abdullah Efendi bu sessiz seyircinin bakışları altında hayatının her lezzetinin birden bire zehir kesildiğini bütün ömrünce görecekti. Ah onu uyutabil-seydi. (s. 162-163)

İlerleyen bölümlerde bu dilek yerine gelir. Kendisini hiçbir zaman rahat bırak-mayan üst beni içki masasında sızıp kalınca Abdullah Efendi, onu tekrar gelip oradan alma düşüncesiyle meyhanenin garsonuna emanet ederek kendi hayatını yaşamak üzere oradan çıkıp gider:

Abdullah Efendi kapıdan çıkmadan evvel oturduğu sandalyeye baktı; kendisine çok ben-zeyen bir gölgenin orada uyuduğunu gördü. Tecrübesinde muvaffak olmuştu. Yavaşça bir parmağını dudağına götürerek şaşıran garsona: ‘Aman uyandırmayın, sonra gelir alı-rım..’ dedi. (s. 176)

Abdullah Efendi’nin başardığı şey; kendisinden kaçma demek oluyor bir bakıma. Hikâyedeki asıl çarpıcı gelişme bundan sonra gerçekleşir. Meyhanede çıkan bir

(7)

yangın sonucu Abdullah Efendi’nin bir süreliğine terk ettiği asıl varlığı orada yanar. O artık “sırf kendi zekâsıyla ve istisnaî ruh kabiliyetiyle tedarik ettiği bir başka var-lıkla” (s. 188) yaşamak zorundadır. Ancak bu durumu etrafındakilere nasıl anlatacak-tır? Bunun telaşına düşer. Bu olağanüstü duruma bir izah aramaya başlar:

Bari bir an önce eve gitse ve ihtiyar anasına meseleyi anlatsa. Fakat onlara ne söyleyebi-lirdi? ‘Yarın sabah benim meyhanede yandığımı işiteceksiniz, sakın inanmayın ha! Ben yanmadım. O benim birinci varlığımdı, asıl hayatım ve ruhumu başka bir yere nakletmiş-tim, tıpkı bir evden öbürüne eşyayı nakleder gibi.’ Buna inanırlar mıydı? (s. 188) Yazarın olayları taşıdığı bu düzlem, sözünü ettiğimiz ikili kişilik yapısının daha çarpıcı bir şekilde belirginlik kazanmasını sağlamıştır. Abdullah Efendi, isterse ertesi gün kendi cenaze merasimine katılabilecek biridir artık. Hikâye bundan sonra Abdul-lah Efendi’nin içinde yaşadığı çevrenin, toplumun, bunların bağlı olduğu insanlığın eleştirisinin yapıldığı bir bağlama doğru ilerler.

Tanpınar’ın hikâyelerindeki ikiliğin bir başka görünümü de “Rüyalar” hikâye-sinde karşımıza çıkar. Bu hikâyede, hikâye kahramanının iki hayat arasında bölün-mesi söz konusudur. Cemil, hayatı ile rüyaları arasında bölünmüş bir kişiliktir ve “İki hayatım var. Birincisi kadar ikincisine de bağlıyım! Korkunç.. korkunç” diye düşünür. İkinci hayatı da birincisi kadar gerçektir. Bu sebeple o, “Namuslu adam olarak bu ikinci hayattan karısına bahsetmesi lazım” geldiğini düşünmektedir. Çünkü “Rüyalarında olsa bile bir başka kadınla ilgi”si bulunmaktadır (s. 116).

İkinci hayatını en az birincisi kadar benimsemiş olan hikâye kahramanlarından biri de “Geçmiş Zaman Elbiseleri”ndeki genç kızdır. Bu genç kız babasının isteğine uyarak, geçmiş zaman eşyalarıyla döşenmiş bir evde, o eski zamanın giysileri içinde yaşamaktadır. Kendini kıskanan o adam tarafından (adamın babası mı, üvey babası mı yoksa kocası mı olduğu çözüme kavuşturulmadan bırakılır hikâyede) bulundu-ğu evden dışarı çıkması da istenmemektedir. Babasının tahayyülünün bir yansıması olan atmosfer içinde bir çeşit hapis hayatı yaşadığını düşünen genç kız; bir başkası tarafından uydurulmuş bir masalın içinde ebediyen kalma, bir daha kendisi olamama korkularını yaşamaktadır: “(…) [Kendimi] babamın uydurduğu bir masalın kızı gibi görmeye başladım ve içime sonuna kadar böyle tek başıma, bir başkasının gördüğü bir rüya olarak kalmanın korkusu çökmeye başladı.” (s. 226)

Burada artık mesele, başka birince ona ve oraya ait görüldüğü bir ikinci kişi-lik ve hayattan sıyrılamama haline dönüşmektedir. Tanpınar’ın hikâyelerinde bunun ikinci bir örneği daha bulunmaktadır. “Yaz Yağmuru” hikâyesindeki genç kadındır bu örnek. O, babasıyla problemli gelişen ilişkileri sonunda, nikâhından bir hafta önce intihar etmiş bir teyzenin hemen ardından doğmuş ve kendisine teyzesinin adı veril-miştir (Fatma). Ölen teyzeye aşırı bir düşkünlüğü olan Kalfa, bu ikinci Fatma’yı, çok benzediği teyzesi gibi büyütmüştür:

(8)

Kalfa beni çok severdi. Ama kendim için değil! Teyzeme benzediğim için. Ona ben-zediğime, belki de hakikaten o olduğuma inanırdı. Yavaş yavaş buna beni de inandır-mıştı. Bana hep ondan bahseder, onun kelimelerini, el işaretlerini, bakışlarını öğretirdi. (…) Gece vakti herkes uyurken koca yalıda yarı deli bir ihtiyar kadınla ben, tek başıma sırtımda ölmüş olduğunu bildiğim bir insanın elbisesi, hayaletler gibi oda oda dolaşır, onun gibi yürümeğe oturmağa, kalkmağa uğraşırdım. (…) ‘Sen osun! Fatma’sın..” diye ağlardı. (…) bir başkası daha olduğumu biliyordum. Zaten o başkasının adını vermişlerdi bana. (s. 66-67)

Ötekinin tahayyülündeki bir başka kişi olarak büyütülen, o olduğuna adeta inan-dırılan “Yaz Yağmuru”nun Fatma’sı, bir yönüyle, bir meyhanede uyuyakalmış ikinci kişiliğini bir yangında kaybeden Abdullah Efendi’ye benzer. Fatma da yalının yandı-ğı gece, tıpkı Abdullah Efendi gibi, kendisini o olarak gördüğü ikinci kişiliğinin alev-lerin içinde kalıp yanışını yaşar: “Ben hep teyzemi düşünüyordum. O eski odamda kalmıştı. O kurtulamayacaktı.”

Bitki ve Hayvan Uzviyeti İçindeki İnsan

Tanpınar’ın hikâyelerinde, hayvan ve bitkilerin yer yer, insanlaşma süreci yarım kalmış canlılar olarak algılanışlarına tanıklık ederiz. “Acıbademdeki Köşk” hikâye-sindeki at, bu bakımdan ilgi çekici bir örnektir. “Evin mühim şahsiyetlerinden” biri olduğu belirtilen bu atın, diğer ev sakinleri gibi bir adı bulunmaktadır: Derviş.. “Der-viş (…) bu tek araba atı (…) insan sohbetine bayıl”an, “insandan uzakta kaldıkça mahzunlaş”an halleriyle, hikâyede, adeta insana yakın bir varlık gibi belirir. Bununla da kalmaz, anlatıcı tarafından o; “attan insana doğru olan tekâmülünün yarı yolunda –yani bir at uzviyeti içinde mahpus insan psikolojisiyle– kaldığı için çok muztarip” (s. 96) biri olarak algılanır. “Yaz Yağmuru”ndaki yanan yalının kedisi de, beraber yaşadığı ev ahalisinin bir bireyi haline gelmiş hayvanlardandır ve tıpkı Derviş gibi onun da bir adı vardır: Çavuş.. Hikâyenin genç kadın kahramanı “evin masalıydı” (s. 72) der Çavuş için. Yalının yandığı gece o da yanmıştır.

Olağanüstülükleriyle hikâyelerdeki olağanüstü yaşantı katmanının kuruluşuna katkıda bulunan hayvanların yanında aynı işlevi destekleyen bitkiler de bulunmak-tadır. “Abdullah Efendinin Rüyaları”nda, hikâyenin derin bir insanlık eleştirisi ya-pıldığı bölümünde, “ortaçağ kabartmalarında veya Şimal ressamlarının tablolarında görünen” mahşerî kaynaşma ortamında, insanî şeklinden büsbütün çıkmasa da hay-vanî şekle daha yaklaşmış insanlar yanında, ikide bir Abdullah Efendi’nin ayaklarına takılan “insan başlı büyük bir asma”dan da (s. 197) söz edilir.

“Yaz Yağmuru” hikâyesinin Sabri’si, kendi zayıf kişiliğini anlatmak üzere, evi-nin bahçesindeki çelimsiz incir ağacıyla kendi arasında bir ilişki kurar.

(9)

Kadın bahçede kapının yanındaki çelimsiz incir ağacının altında onu bekliyordu. Sabri bu ağacın komşu bahçe ile bulunduğu yer arasında bir türlü karar verememiş gibi darma-dağın, bir kısmı duvara yapışmış, bir kısmı duvarın üstünden aşmış haline her gördükçe şaşıyordu: ‘Tıpkı benim gibi’ (s. 39)

İnsanlık halleriyle ağaçlar arasında kurulan ilişkilerden biri de yine aynı bahçe-deki sedre ağacı dolayısıyladır: “Bahçebahçe-deki sedre ağacının yanında birden bire dur-du. (…) Ağacın evi satın aldığı zaman hasta olduğunu ona anlattı. ‘Çok çalıştım, şimdi biraz düzeldi. (…) Bütün tepedeki ağaçlar hasta’” (s. 57). Anlaşılacağı gibi, hikâyedeki bir ağaçta görülen ve bütün diğer ağaçlara doğru yayılan, bulaştırılan “hastalık”ın asıl gönderme yaptığı yer, hikâyenin kahramanı veya kahramanlarıdır.

Sadece olumsuz haller içinde değil, “Rüyalar” hikâyesindeki erguvan ağacı gibi, pozitif enerjiyi temsil eden ağaçlar da vardır. Güzelliğe doğru sisleri yaran bir altın mızrak metaforuyla verilir bu erguvan hikâyede:

Bu sayfi ye evine taşındıkları ilk günlerde, nisanın başında, Cemil de karısı da bu ağacı sevmişlerdi. Cemil ona Perséphone adını vermişti, kışın karanlıklarından bu kadar süslü ve güzel geldiği, bir altın mızrak gibi pırıl pırıl sabah sislerini yardığı için. (s. 110) “Acıbademdeki Köşk” hikâyesindeki Derviş’in bir hayvan bedeni içinde mah-pus insan psikolojisi taşıması gibi “Rüyalar” hikâyesinde de ağaç bedeni içindeki susturulmuş insan varlığı algısıyla karşılaşırız: “Bu ağaç garip bir ağaçtı. Âdeta insan gibi, susturulmuş bir insan gibi duruyordu. Ve Cemil bu ağacın o bahçenin ağacı ol-madığını bildiğini sanıyordu.” (s. 110-11)

*

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyelerine ait içyapıyı çözümleyip yorumlamak üzere kullandığımız ve “Tanpınar kelimeleri” diyebileceğimiz bu kavramların sayısı-nı arttırmak mümkündür belki. Ayrıca bu kavramlar onun yalsayısı-nız hikâye dünyası de-ğil, roman ve şiirlerindeki sanatkâr kişiliği için de kapıları açacak birer anahtar olarak kullanılabilir. Ancak Tanpınar’ın yaratıcı kişiliği şiir, roman, hikâye türünde yazılmış eserleri yanında denemelerinde, yazdığı mektuplarda hatta edebiyat tarihi bağlamı-na dâhil metinlerinde de kendini hissettirmektedir. Tüm o alanlara uzandıktan sonra daha bütüncül çıkarımlara ulaşmak mümkün olacaktır herhalde.

(10)

Referanslar

Benzer Belgeler

TCMB parasal tabanı belirlerken ve/veya Para Politikası Kurulu faiz kararları alırken, temel amacı olan fiyat istikrarını sağlamak görevini birincil olarak dikkate

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu

En az yüz yıllık perspektifi olan; Bir Kuşak - Bir Yol Projesinin, Asya, Afrika ve Avrupa’yı kara deniz ve demiryolları ile entegre edeceği, projenin hat üzerinde bulunan

- Ölebilirim - Ölürsem, ağlama - Yine gelirim - Ölürsem, seslen-, me - Uyuyacağım - ölürsem, üzülme - Yaşayacağım - ölürsem, bekleme - Geri dönemem - Ölürsem, ölme

Çalışanların isteğine bağlı olarak yapılan uygulamayla 150 çalışana mikroçip takılmış.. Pirinç tanesi büyüklüğündeki çipler

Radiofrequency Ablation for Inferior Turbinate Hypertrophy: Different Application

Langerhans hücreli histiyositoz (LHH) genç, sigara içen hastalarda daha sık görülmektedir.. Kadınlarda yaşamın ileri dönemlerinde görülür

Bu sorunun cevabı olumludur ama Taner öyle sıradan ve klasik bir İstanbul efendisi değildir?. İstanbul efendilerinin zaaflarını, ek­ sik yönlerini de iyi bilir ve