• Sonuç bulunamadı

Ulu Hakan II. Abdülhamid Han

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ulu Hakan II. Abdülhamid Han"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TEFRİKA NO: 77 Abdülhamîd’in ilk işi, Abdüla ziz devrinde Avrupaya kaçan, Paris’te “ Muhbir" isimli Türkçe bir gazete çıkaran, oradan ga­ zetesiyle beraber Londraya ge­ çen ve sonra İstanbul’a dönüp Mithat Paşa'nm tavsiyesiyle bir müddet Mabeyn Kâtipliğinde ça lışan şair Ziya Beyi (Ziya Pa­ şa) kontrol etmek oldu. Ziya Bey, ‘ ‘İstikbal’’ gazetesinde, Sul tanın "Kanun-u Esasi’’ ye sadık kalacağını şüpheli göstermişti. Bunun üzerine, Hünkâr, Ziya Beyi yüksek bir memuriyetle İs tanbul’dan uzaklaştırmayı dü­ şündü- Fakat “İstikbal’’ gazete­ si, İstanbulluların Ziya Beyi me bus namzedi göstereceğini ve taşraya gitmesine mâni olacağı m yazınca, kapatıldı, öbü r taraf tan, Said Beyin idaresinde bu­ lunan “ Vakit” gazetesi de ” îs-

lâmm İstikbali” İsimli bir yazı

sında, Padişahın hal’l için Şey hülislâm fetvasının kâfi olduğu nu yazdı ve o da kapatıldı.

Mısır Hidivliğini kaybettiği için Osmanlı tahtına küsen ve o yüzden hürriyetçi olan Prens Mustafa Fazıl’ m Avrupaya çe­ kip saray aleyhinde çalıştırdığı meşhur ‘‘Genç OsmanlIlar1’ züm resinden Ziya (Paşa), Nâmık Kemal ve Agâh Beyler o zaman ki matbuatın gûya Türk çena hım teşkil ediyordu- Çırağan sa rayı kahramanı Suavi de Avru- pada bunların arasındaydı.

Başlangıçta bütün emeli M a beyn’e girmekten başka bir şey olmayan Nâmık Kemal “îbret”

gazetesinin başındaydı ve bası­ nın, sözde demokrasi devirlerin de bile ulaşamadığı bir hürriyet te kalem oynatıyordu.

Bunlardan bazıları, bugünkü basın ahlâkının hangi tohumlar­ dan yetiştiğine en canlı misâl olarak, esasta şantajdan başka bir şey olmayan fikirlerinin ten kidi için Yıldız’a her çağınlışla tında bol bol Ihsan alırlar, bu İhsanları kendi tabirleriyle “ der cip’’ eylerler ve hürriyet kahra manian edası içinde muhalefet esnaflığına devam ederlerdi.

Bunlann ve Abdülhamîd düş manı bazı kalemlerin içyüzünü kendi öz satırlarından süzelim:

“ Sait Bey bu yüzden birkaç de falar t> vkif ve Yıldız mahke me-i hafiyesi huzuruna sevkedi lip Abdülhamid’ln hiddeti geçin ceye kadar orada alıkonulurdu. Mevkuf bulunduğu zaman, Hiln

N ecip

F a u l

Bu mevzuda bütün dâva, Abdülhamîd’in basma (sansür) koyup koymadığında değil, mut

laka koyduğunu kabul ve itiraf ettikten sonra, bu (sansür) ün mikroba mı, hayat protoplaz

masına mı karşı kullanıldığını tâyin etmektedir.

Namık Kemal

k ân eğlendirmek için, gözden düşmüş nuzzardan (nâzırlardan) biri veya diğer bir zat aleyhin­ de bir hicviye yazıp göndererek kurtulurdu. Hattâ, müstebidin, keyflenerek Sait Beyi salıverdik ten başka biraz ihsan verdiği de vâki olurdu. Sait Bey uslu otu racağma dair müphem bir vaat te bulunarak parayı dercîp eder ve ertesi günü tekrar hücum başlardı.”

*‘Abdülhamîd-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, Hayat-ı Hususiye ve Siyasiyesi” isimli kitabın 575 in ci sahifesinde 5 inci satırdan 11 inciye kadar dolduran bu satır lar kadar, o zamanki ve her za manki matbuatı ve Abdülhamîd düşmanlanndaki haysiyet yok sunluğunu gösterecek bir vesika bulunamaz.

Kuru bir"hürriyet, müsavat, adalet” klişesinden başka bir şey bilmeyen ve 1& uncu Asır sonlan Avrupasının hiçbir me­ selesi üzerinde fikir sahibi olma yan, kandilleri sönmeye yüz tut muş Doğu âlemini de muhasebe etmekten âciz bulunan bu mat­ buat, tatlısu frengi rehberleri­ nin güdümü altında, tam bir ah

lâk, kültür, fikir, dünya görüşü ve millî ruh düşkünü olarak işe başlamış ve dizginlenmesinden daha aziz bir borca yer bırak- mamıtşı.

Abdülhamîd Hân, bu borcu da gördü ve yüzde yüz ödedi. Bası m kontrol altına aldı, ahlâk ba­ kımından tefrikalann muraka­ besini Maarif Nezaretine hava le etti, şahsiyat ve maksatlı po lemikleri kökünden yasak etti, “ Ermenistan" diye tarihî ve coğ

“Tasvir-i Efkâr” - sahibi Sina'sı

rafî bir mefhuma asla yer veril memesini emretti, mücerret ilim ve fikir sınırlarını apaçık tuttu ve haber sahalarını tek tek gös terdi ve bütün yayınlan (san­ sür) usûlüne bağladı,.

Abdülhamîd’in, (sansür) de­ nilen, fikir hürriyetini kaldın cı müesseseyi kurduğu ve onu saltanatının sonunadek devam ettirdiği muhakkaktır. Bu bâb ta edilebilecek hiçbir münakaşa mevcut değildir.

O halde?

Abdülhamîd fikir hürriyetine düşman bir zalim, bir müstebit, ruhunu hak ve hakikate tıkamış bir nefs canavarı mıdır?

Tam aksi!..

Eğer mikroba karşı aşı ve (se rom ), onun hayat hakkı ve hür riyetine tecavüz ve zulüm ifade ederse Abdülhamîd’i de böyle kabul etmek mümkün olur Bu mevzuda bütün dâva, Abdülha mid’in basma (sansür) koyup koymadığında değil, mutlaka koyduğunu kabul ve itiraf ettik ten sonra, bu (sansür) Un mikro ba mı, hayat protoplazmasına

mı karşı kullanıldığını tâyin et­ mektedir.

Biz diyoruz ki, Abdülhamîd, basın (sansür)ünü, millî bünye­ yi korumak için, doktorun aşı enjektörü gibi kullanmıştır- ö y leyse o, bu bahiste de bir zalim değil, bir kurtarıcı bir şifa veri cidir.

Tarih bütün bu noktaları elbet te bir gün sâf hakikat ve ilim göziyle inceleyecek ve o zaman bizim bu terkibi hükümlerimiz­ deki tahlilî kıymet ortaya çıka çaktır.

Zalim, gerçekte âdillerin âdili olan Abdülhamîd değil, gûya demokrasi devrinde gazetelere resmen bir tamim gönderip “ Al lah ve ahlâktan bahsetmek ya. saktır!” emrini

verenlerdir-İnönü’nün Cumhurreisliği dev rinde, Başvekil Saraçoğlu Şük rü imzasiyle ve iki aylı mah­ remlik işaretiyle gazetelere ge­ len bu tamimin (foto-kopi) si Büyük Doğu’larda neşredilmiş­ tir.

İnsanoğlu hiçbir devirde bu kadar küçülmemiştir.

(2)

Necip

Fazıl

IÜ S A K Ü R E K

TEFRİKA NO: 78

Abdülhami4 *Q basma olduğu kadar dış matbuata karşı da ga­ yet hassastı.. O zaman, bugünkü basın ateşeleri olmadığı halde, Yıldız’dan aldıkları devamlı e- mirlere uyarak, bu vazifeyi elS*- ler ve konsoloslar yaparlardı. Türkiye’yi ilgilendiren her yazı, derhal tercüme edilip Mabeyn’e gönderilir, eğer yazının memleke te girmemesi isteniyorsa vaziyet telgrafla haber verilir tedbir a- lınması sağlanırdı. Hürriyet es­ nafının Avrupa'da neşrettikleri Türkçe gazeteler ve bunların i- darecileri üstündeki hassasiyet de ayrı.. Bu bahsin ileride sıra­ sı gelecektir.

Elçiler arasında Sultanın has­ sasiyetine en iyi tercüman olan Paris sefiri Münir Paşadır. Mü­ nir Paşa, Avrupa’da geçen her vakayı padişaha bildirmekte efen dişinin merak ve alâkasını seç­ mekte müstesna bir anlayış sahi bi-. Ahlâkı üzerinde fazla bir te- ahhüde girişmemize imkân olma­ yan Münir Paşa, basın yoliyle, bilhassa Paris’ teki (Jön-Türk) fa aliyetini Padişaha mübalâğa ile haber vermekte ve servislerine karşılık ihsan beklemekte olduk­ ça hamarattı. Bu noktayı onun bazı nakillerinden ve tavırların­ dan anlıyoruz. Fakat, zaten hiç bir adamını kendisine lâyık bir halislik, derinlik ve bağlılıkta görmediğimiz Abdülhamîd’e şada

katinden şüphe etmiyoruz. Sansürcü Hıfzı Bey

Abdülhamîd, bütün Osmanlı hanedanı içinde en üstün dindardır ve onda bu ulvî duygu, im

kân sınırlarını çatlatacak derecede taşkındır. Ona Dünya İmparatorluğunu verseler ve en

küçük şeriat ölçüsünü bir ân için silmesini isteseler, kabul etmediği takdirde de bütün va­

tanı istilâ edeceklerine de inandırsaiar “ Peki!,, demesine ihtimal yoktur.

Abdülhamîd, sade mevkuteler değil, her türlü kitap üzerinde de sımsıkı bir murakabe kurmuş­ tu. Ahlâk ve din dışı eser neşri ve her çeşit fesatçı kitap yayın lan, Maarifin filtresinden geçe­ mezdi. Bugün, filminden, karika türüne, dergisinden romanına ka dar yalnız cemiyeti zehirlemeye memur yayınlar, o zaman, Ab- dülhamîd’in filtresi sayesinde, ce miyete tek damla zehir aşılaya- mıyacak hale getirilmişti. Bu ha reketinden ötürü de, Abdülha­ mîd’ in ismi, kurtarıcı ve koruyu cu değil de, öldürücü ve fikri batırıcı..

Abdülhamîd, kontrolünü sadece ruh, ahlâk ve memleket menfa­

ati bakımlarından tesis etmiştir ve bu tedbirlerin kaba nefsâni- yetle zerrece alâkası yoktur.

Abdülhamîd’in (AH = O) gibi bazı kimya remzlerini, “Yıldız’ kelimesini, “ kardeş” lâfını, hoş­ nutsuzluğa delâlet eden bazı tâ. birleri, “Hasta Adam" lâfını, vı saireyi, vesaireyi kullandırmadı ğı halikındaki rivayetler baştar. başa İttihatçı, Mason ve Yahudi uydurmasıdır. Onun kullandırma dığı tek kelime varsa, ‘‘Ermenis tan’’ dır; bu da böyle bir mem. lekete yer vermeyen hâkimiyet ve şahsiyet İfadesi olarak, Padi­ şahın ayağını öptürecek bir ya­ saktır.

Abdülhamîd hakkmdaki İtti­ hatçı, Mason, yahudi, (t.övan- ten), kozmopolit ve Batı empe- riyalizması ajanlarının uydurdu­

ğu masallar o kadar gülünç, iğ. Sansürcü Kemal Bey

renç ve havsala yakıcıdır ki, bun lardan yalnız bir tanesini, o da basın yönünden ele alıp aydınlı­ ğa çıkarmak, geri kalanını izah edebilir.

Ziyaüddin, yâni “ dinin ışığı” is mindeki Meşrutiyet Şeyhülislâmı daha doğrusu Şeyhülifsadı, Padi­ şahın hal’ine ait fetvada gerekti­ rim sebep olarak onun din ve şeriat kitaplarını yaktırdığını id dia eder.

Abdülhamîd’in ne çapta bir mümin ve din bağlısı olduğunu, bahsi gelince anlayacağız. Şimdi şşu kadarını bildirmekle yetine­ lim ki, Abdülhamîd, bütün Os­ manlI hanedanı içinde en üstün dindardır ve onda bu ulvî duy­ gu, imkân sınırlarını çatlatacak derecede taşkındır. Nasıl olur da

din ve şeriat kitaplarını yaktıra bilir? Ona dünya imparatorluğu nu verseler ve en küçük şeriat ölçüsünü bir ân için silmesini isteseler, kabul etmediği takdirde de bütün vatanı istilâ edecekle­ rine inandırsaiar, acaba “ peki’’ demesine ihtimal düşünülebilir mi? Bu suale “asla!” demeyecek bir kâfir bulunamazken “Şeyhiil İslâm” unvanlı, kâfirden beter bir münafığın, hem de “ fetva’’ diye ortaya attığı kufürnameye ne buyurulur?

Şeyhülislâmlık taslayan müna­ fığın, küfür iddiasını dayadığı vâkıayı öğrenin de, Abdülhamîd’ in ne çapta bir müslüman ve ne türlü bir iftiraya kurban oldu­ ğunu. dehşetler içinde görün!.

(3)

T e fr ik a N o. 19

İçindeki küfür karanlığına din ışığı ismi verilen sahte Şeyhülis­ lâm Ziyaüddin’in, yakıldığından bahsettiği kitaplar, gerçekten a- teşe verilmiş, hem de Çenberlıtsş hamamının külhanında ateşe ve­ rilmiştir. Bunlar Celâl Paşanın Maarif Nazırlığı zamanında, her. biri yüksek din ve ilim adamla rından kurulu "Teftiş ve Muaye­ ne Encümeni” nin zararlı olduğu ııa kanaat getirdiği 150 çuval ki­ taptır ki, belki yarısından fazlası sözde dinîdir. Mevzuları dinî olan ijj bu eserler din incelik ve gerçek- lerinden haberi olmayan kimse­ mi terce belki de maksatlı olarak ka

leme alındığı için yayınlanmala­ rına müsaade edilmemiş ve zapte dilerek çuvallar içinde »aklanmış tır.

Yani, dini bozan eserler din a- dına, din ölçüsüyle yasak edili. yor. Bir müddet sonra da evvelâ Kâğıthane Çayırında, daha sonra Maarif Nezareti bahçesinde yakıl maları düşünülüyor- fakat du­ manları göğe çıkacak olan böyle bir yangının etrafa dehşet ve he­ yecan vereceği düşünülerek kitap lalan açıkta yakılmasından vazge çiliyor, en temiz vasıta olarak bir hamam külhanı hatıra geliyor ve bunun için Çemberiitaş Hama mı seçiliyor. Halktaki hayal ve düşmanlardaki tezvir mizacı bu ya; 150 çuval kitabın alevler için de kömürleştiğini gören ve duyan lar, acaba içlerinde ne var diye merak etmeden hükmü basıyor­ lar:

— Abdülhamîd din kitaplarını

yaktırıyor!

Aradan şu kadar vıl geçtikten sonra da, bütün gayeleri iman vecd ve sistemini yıkıp, yerine başka bir heyecan ve şekil getir mek isteyenlerin sahte Şeyhiılis. lamı, bu hareketin dine aykırılık olduğuna dair fetva vermekten, Hak ve halk ölçüsüyle ne korku­ yor, ne de utanıyor. Herhalde bu fetvayı verirken, bir gün Hakkın huzuruna çıkacağından da emin bulunmuyor. Fakat başında sarık ve sırtında cübbe taşımakta ve kullar görsün diye kıbleye dön. mekte devam ediyor.

‘ ‘Maarif Nezareti Teftiş ve Mu ayene Encümeni” tarafındın za­ rarlı bulunup yaktırılan bu 150 çuvallık kitaplar hakkında Ab- dülhamîd’e verilen raporlar, keli mesi kelimesine malûmdur ve ma hut kitabın 587, 588, 589 uncu sahifelerinde gözönüne serilmiş­ tir.

YAZAN

Necip

Fazıl

Bu hatanın en büyüğü, tahttan indirileceği zaman İstanbul üzerine yürüyen “ Hareket Ordu­

su,, isimli isyancılar grupunu, kan dökmemek için, Hassa Ordusuyla karşılamadığı ve

ez-mediğidir.

O halde, Ulu Hakan ve Mü­ minlerin Emirî hakkında verile­ cek fetva ,onun, şeriatı koru­ mak için şeriat adına düzenle, nen yalancı eserleri yaktırdığı, yani dine en büyük hizmeti et­ tiği şeklinde mi olmalıydı, tam tersi mi?

Abdülhamîd’in bir hissi de, a- leyhindeki yayınların, hiçbir fikir

ve kanaate dayalı olmaksızın sırf kendisinden para ve menfaat koparmak hedefini güttüğüydü. Bu bakımdan nice şantaj ve bile tertibine göz yumar, elini uzatan her ferde, değerine bakmaksızın para verirdi- Belki de onları bu suretle bağlamak isterdi. Ne ça­ re ki, bu adamlarda, haysiyet ka yıbmdan kaygılanacak bir mizaç

Bulgaristan Prensi (Ferdinand), İstanbul’da

ve bünye aranamazdı. Bunlar “Vakit" muharriri Said Bey gibi, hem ihsanlan “ derçîp” ederler, böylece menfaatçiler listesine ge­ çerler, sonra da hiçbir şeyden çekinmeksizin şantajcılıklarında devam ederlerdi.

Bu gibiler arasında AvrupalIlar ve ekalliyetlerden hıristiyanlar da vardı ve ne isteseler Sultan­ dan koparmavı bilirlerdi.

Abdülhamîd o çile ve ıstırap nümunesiydi ki, fert olarak mu­ azzam iffetine rağmen dünyanın en iffetsiz ve istismardan başka bir şey bilmez,, tipleriyle uğraş­ maya ve köpeklere kemik atar- casma tek tek gıdalarım verme ye mecburdu. Hattâ köpeklerin, Paris’ten İstanbul’a kadar bü­ yük çapta üremesine, bu haliyle sebebiyet verdiği bile iddia olu­ nabilir. Fakat her şeyi ince ruh plânında tesviye etmek ve madde çerçevesine pek nadir hallerde çıkmak karakterindeki Abdülha mid, sert ve haşin tedbirlerle her

hangi bir tepkiye meydan ver­ mekten ve sonra altından kalka mamaktansa, yumuşak ve kiya setli hareklerde daha fazla men faat hesap etmiş olsa gerektir.

Şu var ki, bizim ruh yapımız, hak bildiği yolda şiddetten baş­ ka bir vasıtaya kıymet vermez ve Abdülhamîd’in evliya çapında ki “ idare.; maslahat” sivasetini, düşmanlarına hayat hakkı bırak mış olmak bakımından biricik hatâ diye kaydeder.

Bu hatşmn en büyüğü, taht­ tan indirileceği zaman İstanbul üzerine yürüyen ‘‘Hareket Ordu su” isimli isyancılar grupunu, kan döktürmek için. Hassa Ordu- siyle karşılamadığı ve ezmediği- dir.

Bir de ona ‘‘Kızıl Sultan” der­ ler, değil m i?

Ne tersine döndürülmüş dün­

(4)

AtKtülhamid d evrin d e T e fr ik a N o. 80

Abdtilhamîd devrinde memur, kısır tanzimat teknesinde yuğu- rulmuş ve (klâsik) leşmiş tipin dışında değildir- O zamanki Türk cemiyetinin seri malı (en tellektüel)ini temsil eden bu tip, fesle pantalon, (İstanbulin) le gece entarisi, (Ampir) koltukla sedir arasında bir hayret levha sidir.

Böyleyken o, Avrupalılıkla mu hafazakârlık renklerinin kay radığı bir kazanda, kendisine mahsus bir renk, İstanbul beyi

Necip

Fazıl

K 1 S A K Ü R E K

“ Paşa,, kelimesinin bütün bir mânâ habercisi olarak ne kadar tuttuğuna dikkat edin ki,

bugün bunca devrine rağmen

(general) kelimesi onun yerine geçememiş ve kibarlık remzi

halinde “ Paşazâde,, tâbiri, kuvvetini “ generaloğlu,, nda denemeye bile lüzum görmemiştir.

M a b ey in ci tipi.

veya efendisine ait bir edâ sü- zebilmiştir. Tezatlarını az çok barıştırabilmiş ve yırtıcı, parala yıcı, ıstırap verici olmaktan kur tarmıştır.

Genç örneğiyle o devirde me­ mur, gıcır gıcır rugan potini, fil dişi saplı bastonu, dizkapakları na kadar setresi, sütbeyaz kola lı gömleği, zanparalık iddiacısı kaytan bıyıklan, hüzün yuvası gözleri, bazen fesinin yanından düşen perçemleriyle, büyük şe hirden mâna alıcı ve ona mâna aşılayıcı, hususî bir zarafete, bir

'(kaşe) ye sahiptir. Akşam vak ti, güneş, Üsküdarm camlann da ateş oyunu oynarken, kafesli pencerelerden sızan bir ışık hüz mesi içinde, bu memur tipinin, duvardaki (agrandisman) res­ mi gülümser. Ve konsolun üstün deki cicili bicili çalar - saat, ona, taşıdığı mânanın hisli bestesini fısıldar.

Bu memur tipini meşhur “ Kâti bim” şarkısı ne güzel çerçeve­ ler:

Üsküdara gider iken aldı da bir yağmur; Kâtibimin setresi unun, eteği çamur, Kâtib benim, ben kâtibin, el ne

karışır* Kâtibime kolalı da gömlek ne

güzel yaraşır.

Çizdiğimiz portre, bütün dere çelerin az çok pay aldığı ana fâ rikasiyle orta sınıf memura ait. Aşağı sınıfta fârika azalıyor, yüksek sınıftaysa büsbütün be liriyor ve ayrıca mânalara kavu şuyor. Mülkî ve askeri paşalar zümresi.. Bir nevi asalet sınıfı gj

bi bir şey.

“Paşa” kelimesinin bütün bir mâna habercisi olarak ne kadar tuttuğuna dikkat edin ki, bugün, bunca devrime rağmen (general) kelimesi onun yerine geçememiş ve kibarlık remzi halinde ‘ ‘paşa zade” tabiri, kuvvetini “ general oğlu” nda denemeye bile lüzum görmemiştir.

Alafrangalık hissesi bu sınıfta, orta zümreninkinden daha fazla.

Mayonezin, yumurta, zeytin yağı ve limon gibi üç ana unsu runa karşılık, bunlarda, Garp, Şark ve Bizans arası bir katışı ğın şöyîe böyle tuttuğu ve huşu si bir lezzet verdiği kabul edile bilir.

Fakat, bu şöyle böyle tutan mayonez, unsurlar arası herhan gi bir kök dâva meydana çıkın-“ ca, hemen kimyevî alâkalar düze nini kaybetmeye, kesilmeye, ek­ şimeye ve kokmaya mahkûm ve bir ana temelden mahrumdur.

Abdülhamld, cemiyet terbiye­ cisi, ihtilâlci ve aksiyoncu bir fi kir adamı değil, asırlardan beri

Türk cemiyetinin gizli ellerle itildiği uçurum karşısında hiçbir şey anlamaksızın başım salla­ maktan başka bir şey yapama mış sırmalı kuklalar arasında sadece her şeyi sezen ve gören bir İmparator olduğuna göre, devrinde yepyeni bir memur ti­ pine maya tutturduğu ve onu heykelleştirdiği iddia olunamaz. Bu bakımdan, dışı süslü ve içi çürük tanzimat tipi memur bi­ neğini de yeni bir kalıba döktü ğü, ruhî ve ahlâkî yönden ıslah ettiği söylenemez. Yalınız şu ka dar söylenebilir ki, bu, onun işi değildi ve o, dünya çapında böy le bir işe memur bulunmuyordu.

AbdUIhamîd’e ait hakikatlerin ana prensiplerinden biri olarak kabul etmek şarttır ki, Ulu Hâ kan, oturduğu Yıldız’da, tek ba şma, ayrı bir yıldız gibi pırılda yan bir yalınız adam, münzevi insan, dostsuz ve muhitsiz mi­ zaç, münfail ve mustarip bünye timsaliydi ve şahsiyetine denk bir kadroya malik değildi ve so nuna kadar malik olamadı.

Toplumun, Kanuni’den sonra ki bozgun ve çürüme, İkinci Mah mut’dan sonraki taklit ve. al çalma çığırına da “ dur!” diyebile cek, fert ve cemiyet halinde yep yeni bir petek mimarîsi kurup o- nu yepyeni bir aşk ve iman ha liyle doldurabilecek büyük, çok büyük fikir ve aksiyon kahrama m soyundan gelmiyordu. Abdül- hamîd. Böyle olması da, Arap atına ‘‘niçin kanatların yok ?” veya kartala ‘‘neden dört ayak lı değilsin ? ” tarzında bir suale eş, kendisinden istenemezdi. O. yalınız şahsiyle vardı, zemin ve muhitine rağmen vardı; ve bu şahısladır k i; çürümüş temeller üstünde, evvelâ saraydaki çev­ resi, sonra Bâbıâlideki hükümet kadrosu, daha sonra Garp enayi lerinden ibaret sözde (enteilek tüel) 1er cemiyeti, nihayet dün yadan habersiz binbir çeşitli te baasımn gafleti, en sonunda da bütün bunları habire istismar e- den rakip dünyalara karşı müca dele etmek zorundaydı.

(Devamı var)

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Ağrıdağı dorukların - dan Orta Anadolu bozkırın - daki kepenekti çobanlardan yansıyan, ya da Seyhan' m, Köyceğiz'in sularında eriyen Anadolu güneşinden

Umumiyetle sokağı kaplayan kadın, çocuk kütlesi çekilmiş, parmaklıkların arkasında, elindeki numaralı etiketi uzatan bir iki ihtiyarla, kardeşi için süt

Sabah gazetesinde Ali Kemal, bu fikre karşı çı­ kıyor: “...Amerika bizi tanımaz, halbuki İngilte­ re bizi çok iyi bilir; Amerika bize İngiltere’nin

Ancak, çok gariptir ki, Türk bu kaidenin dışındadır; Türk rûhunun ve do­ layısıyla Türk edebiyatının en üstün va­ sıflarından birisi de zekâ ve

Viranelerden toplanan ay- landoz dallan, çalı Çırpılar tıkılır, hızı saman alevi gibi çabucak geçer, kızar- masile kararması bir olur, sanki ateş yüzü

anlaşamayacağımızı, daha doğrusu beni -ve daha pek çok kişiyi- anlayamayacağım düşündüğüm, ama zamanla onu yaşlı ve dalgın görenlerin tavır ve sözlerini,

Ben ve halen bu sanatla uğraşan bir avuç kişi, unutulmuş ve ihmâl edilmiş geleneksel sa­ natlarımızı canlandırmak, yeni yorumlar katmak ve hal­

O yüzden sınırlar, tanımlar, Mehmet Aycı söz konusu olduğunda, onun eşiğine kadar varabilir, belki ondan öteye geçemez.. Onun şiir ve yazılarıyla ilgili irdeleyici, böy-