•
X I X . y ü z y ı l d a H a l i ç ’te , s a n a y i te s is le r in in d e v r e y e g ir m e s iy le b ü y ü k ç a p ta ç e v r e ç ö z ü l m e s i b a ş g ö s te r m iş ti. G e n e d e , E y ü p d o la y la r ım k o n u e d in e n b u t a b lo d a n d a a n la ş ıla c a ğ ı g ib i, d u r u m b u g ü n k ü n e g ö r e h a y li f a r k l ı y d ı : H e n ü z H a liç , ta m ta m ın a y a ş a n m a z b ir h a le g e lm e m iş ti.Saadâbâd kasrile teferruatı
1730 tarihinde
Patrona vakasında
tahrip edilmiş ve yıllarca
harabe halinde kalmıştır.
1871 tarihinde
Üçüncü Selim bu binaları
yeniden inşaa ettirmiş
ve bahar mevsimlerini
burada geçirmeye başlamıştır.
Sultan Mahmut
1828 tarihinde çağlayanları
ve kasırları tamir ettirmiş,
bunlara ilâveten çadır
köşkü yeniden inşa edilmiştir.
Eskiden zengin
ve fakir herkes Kâğıthane
civarını çok sever, gezmek
ve eğlenmek için oraya giderdi.
Hasköy ve
Ayvansaray sahillerinden
itibaren Kâğıthane ’ye
kadar olan sahillerde
yükselen saraylar, köşkler
ve lâle bahçeleri gözler önüne
bir hayâl alemi sererdi.
Haliç 'in o zamanki
manzarası hayâl edilerek
şimdiki harap
durumuna bakılacak
olursa üzülmemek
kâbil değildir.
BALIKHANE NAZIRI
A Lİ RIZA BEY,
1922
74
güzellikteki Haliç’ini, ilkçağın sakin ve emin limanı bile bugünkü görüntüyü akla getirmekten ne kadar uzaktı halbuki. Bir efsaneye göre, ilk kez Yunanis tan’daki Megara’dan, Byzas başkanlığında yeni bir yurt aram ak için yola revan olanlar, M arm ara’ya hâkim bir tepe üzerinde ilk koloniyi kurmuşlardı. Prof. Dr. Semavi Eyice, Bizantion’lu Dionysios’tan naklen, ya rımadanın en ucunda, Sarayburnu’nu taçlandıran bi rinci tepenin üzerinde kurulan ve Byzantlon’un çekirdeğini oluşturan Khrysokeras’m kusursuz ve çok güvendir bir liman olduğunu belirttikten sonra, İlk çağ da iki kıyıda rastlanan önemli yapıların adlarını şöy le sıralıyor:
“ Perslerin İstanbul önlerine geldiklerinde tahrip ettikleri H era Mâbedi Em inönü'ne hâkim bir yüksek likte, Hades Mâbedi ise, onun az ötesinde bulunuyor du. Süleymaniye yamacı ise, Skiros kayalıkları olarak adlandırılıyordu. Bunun eteklerindeki kıyı balık avı na çok uygun oluşundan Kukla olarak adlandırılmış ve burada bir Athena mabedi yapılmıştı. Az ileride Unkapam’na inen vadinin ucunda evvelce mevcut olan ve Melias denilen koy ise, balığın en bol olduğu yer di. Bu bölgede bir Zeus Mâbedi yükseliyordu. Fener’e doğru denize dik olarak inen Mellapokopsas Burnu’- ndan sonra gelen koylar balık bakımından zengindi.”
Haliç’in sularında oynaşıp duran, elle tutulur bol luktaki balıklar, konusuna Osmanlı Devri’ndc de
de-ğinilmiş. Bernard Lewis Alay Köşkü önünden yapılan esnaf geçit törenini anlatırken, balıkçılardan da söz ediycır: “ Karatya denen ağlarla balık tutan balıkçı lar, İstanbul limanında, Sarayburnu’ndan Eyüp’e ka dar, her İki kıyı boyunca, Karatya denilen yüzelli ağ saydık. Petri kapısını Sultan II. Mehmed’e açan Rum ların soyundan gelme on balıkçı, bugün bile, her tür lü vergiden ve yükümlülükten muaftır ve balıkhane Emini’ne öşür filan verm ezler...Karatya, evden kıyı ya doğru uzatılmış bir sırık ve ucuna bağlanmış bir ağdan ibaret düzene verilen addır. Balık, bu ağla tu tulur. Liman kıyısında yaşayan Rumların tümü de Bos- tancıbaşı’nın yargı çevresine girerler ve onun izni olmaksızın denize sırık dikemezler.”
Yalnız balık mı? Evliya Çelebi seyahatnamesinde, tersane bahçesini anlatırken şöyle diyor: “ Deniz ke narında İbrahim Han bir kasr bina ettirmiştir. Bahçe önündeki denizde istiridye çıkar. Ayrıca avculan var dır. Rakı içenler zeytinyağı ile pişirip yahut limon ile çiğce yerler, bade içerler. Amma rakı içmeyen bir adam devam üzre beş on gün istiridye yise, her gice ehli ile ve naehli ile on kere buluşmak ister.”
İlkçağın Haliç’i denizi sakin ve tertemiz olan çev resi yeşillikle kaplı, küçük koylarla bezenmiş bir li mandı. Ortaçağda ise, genişliği ve derinliği nedeniyle, Haliç’in tümü değil de, kıyıdaki koylar liman görevi ni yerine getiriyordu. Son Roma İm paratorluğu’nun
N ah id Sırrı ö r ik ’te n
Haliç için ilginç
b ir ö n e ri (1 9 45 )
"Fakat şimdi İstanbul’u denizler üs tünde bir şehir haline getirm ek İşine sis te m le ve hararetle devam edilm ektedir ve İstanbul’un Türkler eline geçişinin 500’üncü yılının kutlanacağı gün şehri im kânın son haddi derecesinde güzel lenmiş ve m am ur olmuş b ir halde dün yaya arzetm ek kararını hükü m et ka tiyetle vermiş bulunm akta, bunu tahak kuk e ttirm e y e çalışm aktadır. Bu sebep le, fik rim i ve te k lifim i, üzerinde duru lacağı üm idini besleyerek yeniden bildi riyorum :
Kâğıthane Deresi nin —ta m irin e karar verilm esi İçin ta m ir edilm ez bir hale gelm esini m aalesef beklem iş bu lunduğum uz— Çağlayan Kasrı önlerin den başlayıp ve Şişli arkasındaki vadiler den geçip Ihlam ur önündeki dereciğe varan yolun Beşiktaş’ta denize ulaşacak b ir kanal haline sokmayı, bu suretle de Hallç’l Boğaziçi'yle birleştirm eyi te k lif etm iştim ... Bunu te k ra r e ttiğ im gibi, İlâ ve olarak da, Kâğıthane Deresi nden Bo ğ a z iç i'n e a ç ıla c a k k a n a l Y ıld ız eteklerinden Ihlam ur a İne dursun, bun dan ayrılacak b ir başka kanalın Yildız'ın arkasındaki vadilerden geçirilerek Orta- köy'ü ikiye ayıran dereye vardırılmasını ve o dereden geçen İkinci kanalın Haliç ! Boğaziçi'ne bir kere daha bağlamasını te k lif ediyorum . Bu suretle, Beşiktaş'la Ortaköy içlerinde b ire r Venedik sem ti vücuda g etirm ek de m üm kün olacaktır, her ta ra fı başka diyarların güzellikleri
ni de bazen te k ra r eden, İstanbul cihe tin in yüksek ve eski hanlar yükselen sarp yokuşlarında İç Asya, Beyoğlu'nun ve Galata'nın bazı eski köşelerinde İta l yan beldeleri hatırlanan, lim an ve sahil leri de Napoli İle Rlodöjaneyro’ya ben zetilen İstanbul, bir köşesinde de dün yanın en şiirli beldelerinden birini, ve-
nedlk'l yaşatmış olacaktır. Fakat İlâve etm e k lâzım dır kİ, bu kanalların ve MD değilse birinin, Beşiktaş'a İnecek olan? nın açılmasını te k lif e ttire n şey s a d e t- İstanbul'da b ir Venedik parçası vücuda g etirm ek arzusu değildir. Fakat bu ka nalların boşluklar ortasından geçecek ta ra fla rın a Hallç’l kaplayan fab rika ve tezgâhların bir kısmını ve hele Boğazi çi'ndeki, bilhassa Kuruçeşme'deki kö m ü r depolarını taşıyarak bu zaruri elzem, fakat korkunç çirkinlikleri şehrin iç ve gizil köşelerine hapsetm ek Boğa ziçi'ni bu hare k e tte n ve bu sükuttan kurtarm ak kaygısıdır. Hattâ, bu iki kanal açıldıktan sonra, surların dışından ve bunlara muvazi b ir h at çizerek Eyüp'le yedlkule arasında, yani Haliç le M arm a ra'yı asıl İstanbul'un arkasından b irb ir lerine bağlam ak suretiyle, b ir üçüncü kanal açılması ve ö teki kanallara sığma yacak, veyahut bu ta ra f için uzak düşe cek olan b irtakım yeni depo fabrika ve antrepoların da buralarda vücuda g e ti rilm eleri pek m üm kün, te m in edeceği büyük m e n fa a tle r de kısa bir zaman içinde m asrafını korur İşlerdendir.
Bu kanallar açıldıktan sonra İse za te n denizler üzerindeki m evkiini almış her ta ra fta n denize bakm aya başlamış olan İstanbulum uz, denizler üzerinde kurulmuş ve her köşesine sulardan qe- çlllp gidilir b ir efsâneler şehri h üviyeti ni daha da çok kazanmış olacaktır
■Hayat ile Kitaplar" c ilt ı, Nahid Sırrı ÖRİK, şubat 1945"
— o , ı u u n n u u n ı g u z ı c / e r ı U L s iy a h - b e y a z g r a v ü r , ş a ir N e d i m ’in b ü t ü ı D iv a n ’ın a y a y ı la n g ö r k e m l i ç e v r e y i a ç ık lık l a g ö s te r iy o r .
görünümünü yavaş yavaş sildi. Ünlü tersane yeni ko şullara uyacak şekilde değiştirilirken, iki kıyıda fabri kalar, atölyeler m antar gibi yerden bitti. Böylece, yüzyıllar boyu İstanbul halkının dinlenmeye, eğlen meye gittiği sayfiyeye çıktığı Haliç’in yeşilliği, mesire özelliği de bir kalemde silindi. Fabrika artıklarının ze hirleyici etkisiyle suyun rengi değişirken, her türlü süp rüntüyü dere yatağına atan kontrolsuz bir sanayi, Kâğıthane vadisini de, kış aylarında taşan derenin kap ladığı bir bataklığa dönüştürdü. Haliç’in yukarı böl gesi hızla doldu, dere ağızları tıkandı. I940’lı yıllara kadar vapurlann sefer yaptığı Kâğıthane İskelesi, sandal bile yanaşam az durum a geldi.
Oysa, Osmanlı devrinde dere, düzenli bir bakı ma tâbi tutuluyordu. Yamaçlarda erozyonu önlemek için, otların koparılması bile yasaklanmıştı. Derenin çam urunun çıkarılıp, topların dökümünde kalıp yap mada kullanıldığı için, Haliç’e çamur getirmesi de ön lenmişti. Bu kontrol ortadan kalkınca, Haliç’in dibinde kalın bir çamur tabakası oluştu. Bu tabakanın bir gömü zenginliğinde olduğuna kuşku yok. Derler ki, I850’de gemiye binerken eünden altın kesesini düşüren bir Fran sız tüccarın koy dibine saldığı dalgıç, burada kese ye rine yirmi tane tunç top bulmuş. Bir Beyoğlu eğlencesinden dönüşte, gece köprünün açık olduğunu farketmeyip Haliç’e düşen bir paşazadenin de iki atlı arabası ile uçsuz-bucaksız çamur tabakasında yitip git tiği biliniyor. Tersane ve kalafat yerlerinin önünde, bakımsızlıktan ya da İhmalden batıp giden gemiler de, bu gayya kuyusunda çam urlara ve tarihe karışıp git miştir.
Bu süprüntü yığınında balığın namı bile kalma dığı, Haliç’teki balık nesli tükendiği gibi, gezgin ba lıkların da artık buraya uğramadığını söylemeye gerek bile yok, tabiî...
Bırakalım Osroanb devrinin zengin, hareketli, eşsiz
•
T h o m a s A l l o m 'u n b u g r a v ü r ü 1841 ta r ih in i ta ş ıy o r.<b
İ S T A N B U LTanıkların kaleminden
dünden bugüne
Haliç (I)
Hazırlayan: Sevin OKYAY
“ ...Ümitsizce, am a beni sarhoş eden bir hazla hem görüyor, hem konuşuyor, hem de yazıyorum. Haydi bakalım! Önümüzde, geniş bir nehir gibi Al- tmboynuz görülüyor. İki yüksek sahilinin üzerinde bir birine muvazi olarak uzanan ve sekiz millik tepeleri, vadileri, körfezleri, burunları içine alan sıra sıra ka sabalar var; kat kat yükselen yüzlerce bina ve bahçe; renk renk ev, cami, saray, hamam, köşk setleri ve bun ların arasından upuzun fildişi kuleler gibi semaya yük selen bir sürü parlak külâhlı minare. Köyleri ve iskeleleri çelenk çelenk saran selvi korulukları tepe lerden denize kadar karanlık çizgiler halinde iniyor; her tarafa dağılmış, her taraftan fışkıran gür bir ye şillik tepeleri süslüyor, çatıların arasından kıvrılıyor ve kıyılara doğru meylediyor.”
Bir düşler ülkesini resmeden bu tablonun konu sunu, bugünkü manzaradan pay biçerek çıkartm aya çalışmak her yiğidin harcı değil. İstanbul’a 28 yaşın da gelen İtalyan yazar Edmondo de Amicis’ln "İstan b u l" (1874) adlı kitabında, böylesine büyük bir coşkuyla (kendisi, heyecandan titrediğini söylüyor) an lattığı yer, o günün Altınboynuz’u ... Üstelik, “ İstan bul’u anlatmaya kim cüret edebilir?” diyerek, tasvirinin yetersizliğini peşinen kabul etmeyi de ihmâl etmeden...
İlk çağlardan beri sakin ve emin bir liman, bir ticaret merkezi, AmasyalI Strabon’a göre, “ palamut balığının gayet bol ve elle bile tutulabilecek kadar kolay” yakalandığı balık hâzinesi; fethe kadar koyun ağzına gerilmiş zincirle, saldırıların şehrin bağrına uzan mamasını sağlayan bir set; ve OsmanlIlar devrinde de, başta Eyüpsultan Türbesi olmak üzere, sembolik me zar yerleri ve ziyaret yerleri ile manevî zenginliğe sa hip ve şehrin eşsiz siluetinin en fazla tadına varılarak seyredilebildiği yer olan Haliç; suların üstünden sü zülüp giden, iki ucu sivri, ancak dibine oturulabilen hafif prlmeleriyle, bir ulaşım merkezi ve yemyeşil bir gezinti yeri olan Haliç, bugün bu özelliklerinin çoğu nu yitirmiş haldedir.
Önce, ilki 1838 yılında tam am lanan köprülerin yapımı, sonra da yelkenli gemilerin yerini demir tek neli, buharla işleyen vapurların alması, H aliç’in, ta rih boyunca birçok ressamı esinlendiren romantik
75
son yüzyılında ve Ortaçağ başlarından sonra İstan bul im ar edilip gelişmeye başlayınca Haliç de bir iç liman olarak daha büyük önem kazandı. IV. yüzyıl başlarında şehri Roma’nın yanı sıra ikinci bir başkent haline getirmek isteyen Konstantin Haliç’te, Cibali ile Fener arasında bilinmeyen bir noktadan başlayarak M arm ara’ya kadar inen yeni surlar yaptırdı. 395 yı lından sonra da, II. Theodosius döneminde, Batı’da Ayvansaray’dan M armara’ya inen surlar yapddı. Böy- lece Haliç, şehrin bir yanında boydan boya uzayan geniş ve önemli bir limana dönüştü. VI. yüzyılda Ya pılar adlı bir kitap yazan Prokopios kış fırtınalarında gemicilere emin bir sığınak oluşturan Haliç’in, boy dan boya her yanında demirlemenin mümkün oldu ğunu söylüyor. Yani artık Haliç, Akdeniz’in bellibaşlı doğal limanları arasındaki yerini almış durumda.
Ortaçağ’da ticarî önemi daha da artan Haliç’in bu özelliğini şehrin bir özelliğiyle açıklamak mümkün. Büyümesinin merkezi 1. tepeden başlayan İstanbul’ un merkezden başlayan anayolu Haliç’e paralel tepe ler üzerinden gidiyordu. H aliç’in limanla olan ilişkisi nedeniyle buraya yaklaşan yolun çizgisi hiç değişme di. Prof. Doğan Kuban, “ Türk ve İslâm Sanatı Üze rine Denemeler” inde, “ Kentin aynı yönde bulunan bölgeleri arasında bile ulaşım deniz yolu ile
yapılmış-•
19 8 0 y ı l ı n d a u ç a k t a n ç e k ile n b u f o t o ğ r a f t a H a l i ç ’in , g r a v ü r le r lek a r ş ıla ş tır ıld ığ ın d a n a s ıl ç a r p ık b ir d o k u y a d ö n ü ş t ü ğ ü g ö r ü lü y o r . (F o to ğ r a f : H a s ip U ra s)
tır. Örneğin Eyüp ile İstanbul arasındaki ulaşım için en iyi araç kayıklardı” diyerek, şöyle devam ediyor: “ Kentin kıyılar boyunca gelişmiş olmasını, yoğunluk ların sur içinde Haliç ve M arm ara kıyılarına yakın, diğer bölgelerde ise kıyı boyunda lineer olarak geliş mesinin nedeni açık olarak budur” diyor. Prof. Ku ban, kentleşme ve ulaşımın bu özelliğine örnek olarak da XVI. yüzyılda Piyale P aşa’nın külliyesini inşa et tirdiği zaman açtırdığı kanalı gösteriyor. Su ulaşımı nın önemini vurgulayan bu örneğe, Evliya Çelebi de değinmiş:
“ Koca Piyale Paşa on iki bin esire malik oldu ğundan Kasımpaşa’nın nihayetinde bir cami, bir med rese ve tekke inşa ettirmiştir. Lâkin camiin cemaati olmadığından cemaat peyda etmek için deryayı kesüp tâ camie kadar bir saat yere deryayı götürm üştür.”
Yine Ortaçağ’a dönelim. Kuzey-Güney, Doğu-Batı ticaret yollarının kesiştiği, dünyanın dört bucağından gelen tüccarların buluştuğu, alman gümrük harçları ile İstanbul’u da zenginleştiren bir bölge. Haliç kıyı larındaki yerler, kapılar, iskeleler ve arkalarındaki ki liseler ve m anastırlarla adlandırılıyor artık. Prof. Dr. Semavi Eyice, “ İstanbul’un Haliç’e komşu olan kıyı sında vebunun’arkadaki yüksekliklerinde gerilere doğru birçok manastır sıralanıyordu” diyor. Bilhassa Ha liç’e hâkim burunlar ve tepelerin yüksek noktalan böyle dinî tesislerin kurulmasında tercih edilmişti. Adları kay naklarda geçen bu çeşit tesislerden bir kaçının kilise leri günümüze kadar gelmiştir.” Sonra da bu örnekleri sıralıyor. XII. yüzyıldan kalma İsa Pantokratoros ki lisesi, Zeyrek kilise camü olarak günümüze gelmiş. Pan- tcpoptes manastınnın kilisesi ise, Fatih vakfından Eski İmaret Camii olarak durm akta. Bizans’ın Ayasofya’- dan sonraki ikinci büyük mabedi olan büyük Havari ler Kilisesi’nin yerinde şimdi Fatih Camii yükseliyor. Cibali’de eski Theodosia kilisesi, Gül Camii, Ayaka- pı taraflarında bir şapel, XVI. yüzyılda Sinan Paşa Mescidi olan bir başka şapel... Önceleri Panagiotis- sa, sonra Mongouliotissa adı verilen ve hâlâ kilise ola rak kullanılan Fener sırtlarındaki mabet. Şimdi Fethiye Camii olan Pammakaristos Manastın, Karagümrük’de Kasım Ağa, Kefeli ve O dalar Mescidi olarak bildiği miz bazı eski m anastır kalıntıları... Kilisesi sonradan Kariye Camii adını alan Khora Manasun, yerine başka bir kilisenin yapıldığı Blakhemai Meryem Kilisesi ve ayazması, daha önceleri yerinde belki Thekla kilisesi nin bulunduğu Atik Mustafa Paşa Camii.
Peki, ya Osmanlı devrinde? Yine Prof. Doğan Ku- ban’a başvuruyoruz: “ Anıtsal yoğunlaşmanın konut yoğunlaşması ile parallelliğine kent topoğrafyasmın si luet ve yol strüktürü ile ilişkisinin doğal sonuçları da katılınca, kentin büyük yapılarının Haliç’e paralel te peler çizgisinde bulunması olağandır. Saray, liman ve ticaret bölgeleride aynı yönde olduğu için tarihsel, İs tanbul’un en etkili görüntüsü Haliç’e dönük olarak meydana gelmiştir. Bir bakıma Topkapı Sarayı ve Sul tanahm et bu siluetin M arm ara’ya dönen köşesidir.”
Bu unsur, Haliç’in Türk devrindeki görüntüsünün değişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Alman mimar Prof. B. Taut, İstanbul’un büyük camilerini, Haliç’e hâkim tepelerde kuruldukları için “ şehir taçlan” (Stadtkrone) diye adlandırır. İstanbul’un ku rulduğu yanm adamn belkemiğini oluşturan tepeler sil silesi üzerine kurulan bu camileri, De Amicis şöyle sıralıyor, büyük bir hayranlıkla:
“ Solda, herbirinden kurşun kubbeli ve altın mi nareli dev gibi bir camiin yükseldiği kocaman tepele re yayılmış İstanbul: Beyaz ve pembe Ayasofya, altı minareli Sultanahmet, on kubbeli Süleymaniye, deni ze akseden Valide Sultan Camii, dördüncü tepede, Fa tih Camii, beşinci tepede, Sultanselim Camii, altıncı tepede ise Tekfur Sarayı var, hepsinden yükseği ise, Çanakkale’den Karadeniz’e kadar, iki kıtanın kıyıla rına hâkim Serasker Kapısı’ndaki beyaz kule.”
Bîr m u h te ş e m
s ü n n e t d ü ğ ü n ü n d e
HALİÇ (1 7 1 9 )
"1719 yılında Lâle Devri nin padişa hı Üçüncü Ahm ed, Süleym an, M ehm ed, M ustafa ve Beyazıd isim lerindeki d ö rt şehzadesi ile İstanbul'dan 5000 fa k ir ço cuğu sünnet e ttirm iş ti.
Deniz eğlencelerinden şayanı dikkat diğer b ir sahne de düğünün son günle rinde görünm üştü: Padişah Aynalı Ka vak kasrında idi, hem en b ü tü n İstanbul halkı kayıklarla Hallç'e dökülm üştü.
seyirci kayıkları o kadar çoktu kl, de nizin yüzü kayıkla ö rtü lm ü ştü . Kürekle ri k ım ıld atm an ın bile İm kânı yoktu. Cem ilerin üstü ise m ahşer gibi doluydu, o gün, deniz eğlenceleri arasında sabık M im arbaşı İb rahim Efendi nin tim sahı binlerce İnsanı h a y re tte n h ayrete dü şürdü. İbrahim Efendi ta ra fın d a n yapı lan bu tlm sahisuretl.üç ç ifte b ir piyade büyüklüğünde İdi. ü st çenesini açıp ka- pıyarak deniz yüzünde yarım saaat ka dar dolaşmış, sonra denize dalm ıştı, zevk İle seyredilen bu tim sah çok takd ir edilm işti. Fakat bir saat kadar sonra b at tığ ı yerden te k ra r deniz yüzüne çıkınca, ta k d irle r b ir heyecan ve h ayrete kalboi- m uştu. Timsah bu sefer ağzını açıp dur m uştu . A çılan ağzınd an re n g â re n k esvaplarla beş tane rakkas fırlam ış, tim sahın sırtına binerek raksetm eğe baş lam ıştı.
İbrahim Efendi nin bu tim sahına, on seklzlnclasır başında tecrübe edilm iş İlk denizaltı gem isi olarak bakm ak m üm kündür.'
ş a ir S eyit V e h b i'n in "Surnamei Hümayun" dan aktaran r.e. koçu
A b d i ta rih i n d en
(1 7 30 ) a k ta ra n
UZUNÇARŞILİ
(O sm anlI T a rih i, IV)
Damad İbrahim Paşa Sadaretin'de K âğıthane suyunun iki ta ra flı, b ir ta ra f ta n Sütlüce Karaağacı ve d lğ e rta ra fta n Bahariye m evkiine kadar iki sıra yalı ve köşk bahçeleriyle süslenmişti, b u ralar da padişahtan başka vezir ve de v le t ri calinin büyük m asraflarla bezenmiş yalı ve bahçeleri vardı yazın buraları İstan b u l’un en neşeli eğlence yerleri olurdu. Padişah bir mevsimi Sa'dâbâd, Karaağaç ve Eyüp'te Valide Sultan yalısında geçi rir, daha sonra ya Tersane bahçesine ve y a h u t D a m a d İb ra h im P a ş a n ın Beşiktaş'ta Çırağan'daki yalısına giderdi.
Sa'dâbâd ismi verilen Kâğıthane âlem leri halkın gözüne batm ış ve İbra him Paşa nın kadınlara karşı fazlaca te m ayülü m übalâğalı dedikodulara sebep olmuş olduğundan, Kâğıthane, ve All- beyköyü ve Karaağaç ta ra fla rın d a k i eğ lencelere karşı b ir husum et belirm işti. İşte bu sebeple üçüncü A hm ed'ln salta n a tta n çekilerek l. M ahm ud'un hüküm dar olması üzerine bu m evkilere karşı kinlerini m eydana koyan Patronacılar ve avam sınıfı İstanbul kadısı dlvane- meşreb İbrahim Efendi nin teşvikiyle yüz yirm iyi m ütecaviz yalı ve köşkün ya kılmasını istem işlerse de genç padişah bu işinönlenm eslneçare olm adığını gö rerek:
— "Yakılmasına rızay-ı hüm âyunum yoktur, düşm anlarım ıza ve Hıristiyan âlem ine karşı gülünç oluruz, ancak yıkıl masına müsaade e ttim " diye h attı-ı hü m â y u n g ö n d e rm e k s u re tiy le yakılm asına müsaade e tm e m iş tir, bu nun üzerine padişahın Eyüp'te kılıç ku şanması esnasında:
— "Sa'dâbâd'da köşkü olanlar bilsin ler, bugünden sonra üç güne kadar köşk sahipleri köşklerim yıksınlar "diye köşk lerin yıkılm ası dellâllarla ilân edildi, fa k a t köşk sa h ip le rin d e n evvel ayak takım ı hücum ederek ne kadar bina var sa hepsini yıktıkları gibi yetişm iş ağaç ları bile keserek üç gün İçinde o cennet gibi yerleri harabe haline g etird iler, İs tanbul kadısı divane İbrahim Efendi de bu suretle icraatta bulunm uş oldu.
A h m e t R efik
G orbon a g ö re
1 9 1 0 -1 9 2 5
arası EMİNÖNÜ
"Pek dar olan bu m eydanın köprüye yakın olan köşesinde tram vay durak ye ri ve makası vardı. Hemen yanı başında da atları sıska, eskice kupa ve fayto n kira arabaları bulunurdu.
M eydanın Balıkpazarı köşesinde bu lunan valide Han’ın ortasındaki k ıra a t hane, iş sahipleriyle m uam eleclierin buluşma yeri İdi. Burada kahve, çay, nar gile içilir, m e rm e r masalar üzerindeki küçücük m angallardan sigaralar yakılır, nargilenin ateşi tazelenir, kam ıştan ya pılm ış g erg ef gibi b ir âlete geçirilm iş günlük gazetelerle Servet-I Fünun m ec muası, bu âletin sapından tu tu la ra k okunurdu.
valide Han'ında terziler, tüccar ve konfeksiyoncu yazıhaneleri, e m anetçi ler ve zam anın m eşhur diş tab ib i Prof. Halld şâzl Bey m erhum un m uayeneha nesi vardı. Han'ın a lt kat dükkânlarında eczane, şekerci, arn avu t ciğerci, bakkal ve lokanta m evcuttu.
Köprüye nâzır hazır elbiseci Mayer, ipekçi Kânı mağazaları, Selânlk Bonmar- şesl,$eflzade'nln tü tü n cü dükkânı, bir
fesçi ve yine o sırada Ingiliz m alları sa tan bir dükkân ile oyuncak ve m u h te lif eşya satan "Blnblrçeşlt Mağazası" vardı.
Yenlcam l m erdivenleri karşısında arkaları köprüye dönük sekiz, on kadar dükkânda ayakkabı ve fes satılır ve ka- lıplanırdı. Tunuslu seyyar Arap fesçiler de "fes fes" diye bağırarak m allarını sat m ağa çalışırlardı. Şimdiki N im et Abla nın dükkânının karşısında birkaç sene evvel istim lâk edilip yıkılan köşe başın daki bina, zam anın m eşhur hazır elbise- clsl steln'ln ticarethanesi idi. Yanındaki Emlâk Kredi Bankası binasında İstanbul Bidayet Mahkem esi m ukavelat m uhar riri, yani n o terin in yazıhanesi vardı. O binanın hem en yanındaki güm rük kapı sında zam anın kam yonları olan m anda arabaları bulunurdu. Güm rükten çıkan m allar, balyalar, çakm akçılar Yokuşu ve Balıkpazarı ndaki m ağazalara taşınırdı. Ayrıca sırık ham alları da vardı. Malın ağırlığına göre b ir sırıkla İki ham al ve ya İki sırıkla d ö rt ham al "destur varda" diyerek ve ta lim li a dım lar atarak eşya ları m ağazalara taşırlardı. Manda araba ları, aynı zam and a yazlığa, kışlığa gidenlerin ev eşyalarını da şirket-l Hay riye'nin "Sahllbend" veya "Suhulet" va purları karşı sahile geçirerek yerlerine kadar taşır ve sağ salim teslim e d e rle r di. Manda arabacılarının en usta ve e m niyetlisi de Palabıyık Kıpti Yuvan idi."
"İstanbul Ansiklopedisi, c ilt 9, s. 5078, "Eminönü Meydanı" m addesi, 1959-60.
76
•
D e g ü s ta s y o n , B e y o ğ lu ’n u n e n ilg in ç lo k a n ta la r ın d a n b ir iy d i ve Y a h y a K e m a l, A r i f D i n o g ib i k a l b u r ü s t ü m ü ş t e r ile r i v a rd ı.BİR TANIĞIN
Salâh Birsel:
“ İstanbul’da
yeşil ortadan
kaldırılıyor.
Yeşil yok edilirse
bir şehir ölür”
— Ülkü Demirtepe —
— Sayın Salâh Birsel, sanırım sizin İstan bul yaşamınız, M ithat Cemal Kuntay’ın ‘Üç İs ta n b u l’u n d an s o n ra k i d ö n em e, y an i ‘DÖRDÜNCÜ İSTANBUL’a rastlıyor. Siz de bize ‘Dördüncü İstanbul’u anlatır mısınız?
— İstanbul’a 1937 yılında geldim, bir yıl ka lıp İzm ir’e döndüm . 1940’ta yeniden geldim. Edebiyatçıların buluştukları, sohbet ettikleri ede biyatçı kahvelerinin çoğu Beyoğlu’ndaydı. Par- m akkapı’da bir pansiyonda otururdum . Ben de edebiyat çevresine girdim. Bu dönem İstan bul’unda sanata, edebiyata karşı büyük bir ya kınlık ve sevgi vardı.
İstiklâl Caddesi boyunca bir sürü kahve var dı; Nisuaz, sonradan A nkara Pastanesi diye ad taktıktan Petrograt, daha ilerde Beyaz Rusla rın işlettikleri Moskova Kahvesi, Moskova Kah- vesi’nin yerinde şimdi bir banka şubesi var. İstanbul tarafında da kahveler vardı. Orhan Ke m al’in oturduğu Meserret Kıraathanesi, Küllük Kahvesi... Küllük açık bir yerdi, Beyazıt Cami- i’nin meydana bakan tarafındaydı. Şimdi yok o kahve. Bu kahveler sanatçılara, özellikle ga zetecilere destek olmuştur.
Bu yıllarda Beyoğlu kahvelerinin en güzel ya nı, ağzına kadar dolu olmamasıydı. Bir masa da bir kişi, öbür m asada bir iki kişi, hepsi bu kadardı. O turup rahatlıkla okuyabilir, yazabi lirdiniz. Şimdi bunu bulamazsınız. Büyük bir nü fus patlaması oldu, kahveler hıncahınç doldu, daha da önemlisi kahveler ortadan kalktı. Bel ki yeni kahveler ortaya çıktı am a, bunlar eski lerinin yerini dolduramıyor.
— Kahvelerin niteliği de değişti galiba... — Buna tam bir karşılık veremeyeceğim, çün kü şimdi gençler kahvelerde buluştuklarında ne yapıyorlar tam bilmiyorum.
— Kahve denilince, tavla, iskâmbil oynanan, çay-kahve içilen yerler anlaşılıyor. Yani kıraat hane niteliği yok artık demek istiyorum.
— Benim sözünü ettiğim kahveler, prafa oy nanan, altı kol iskâmbil çevrilen yerler d e p d i. Moskova Kıraathanesi’nin karşısında böyle bir kahve vardı, herkes çayım kahvesini içip tavla sını atardı. Bizim kahve geleneğimizde, kahve lerde nargile, kahve içilir, bir takım oyunlar oynanır. 1910’lann kahveleri bu tür kahveler den gelmiştir. Benim anlattığım edebiyatçı kah velerin adı ya pastane ya da kıraathaneydi.
1919’da Bandırma’da doğan şair, romancı, deneme yazan Salâh Birsel,
1948’de İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Emekli olana
dek pek çok görev değiştiren yazar, uzun süre TDK’de
yönetici olarak da çalışmıştı. Salâh Birsel’in ilk ürünü 1937’de
yayımlandı. Yaklaşık 50 yıl içinde çeşitli dergilerde çıkan şiir ve yazılarını
başlıca şu kitaplarda topladı: Bütün şiirlerini içeren “ Köçekçeler” ,
“ Şiirin İlkeleri” (3. basımı: 1971),
“ Kendimle Konuşmalar” (1962), “ Kuşları Örtünmek” (1976),
romam “ Dört Köşeli Üçgen” , “ Kurutulmuş Felsefe Bahçesi” . Birsel, TRT
ödülünü ve “ Şiir ve Cinayet” adlı deneme
kitabıyla TDK deneme ödülünü kazanmıştır. Genelde İstanbul’u
merkeze alan “ Salâh Bey Tarihi” nin bugüne dek bağımsız kitaplar halinde
, . . < n
v* »
t
i
tayayımlanan bölümleri şunlardır: “ Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu
(1976), “ Kahveler Kitabı” (1976), “ Boğaziçi Şıngır Mıngır” (1979),
“ Sergüzeşt-i Nono Bey ve Boğaziçi” (1982) ve “ İstanbul-Paris” (1983).
•
S a lâ h B irs e l, s o n o la r a k “ İ s t a n b u l A P a r i s " a d lı k ita b ın ı y a y ı m l a d ı.Türkiye aşağı yukarı gelir bakımından pek farklılık göstermez. Çok zenginler de vardır ama sayıları fazla değildir. ¡9. yüzyılda kahvelerde zenginler, partal giyinişli bir takım kişilerle yan- yana oturabiliyorlardı. Kahveler aslında çok de mokratik yerlerdir, çayının,kahvesinin parasını verince bütün insanlar eşit olur orada. Bazıları kahveleri küçümser, insana orada üniversite eği
timi görmez ama bir kültür edinebilir, kafasını işletmeyi öğrenebilir.
— Gazetelerin, dergilerin okunduğu yer an lamına gelen ‘knaathane’ sözcüğü ne zaman kah veler için kullanılmaya başlanmış?
— 19. yüzyılda başhyor kıraathane sözcü ğünün kullanımı. Bu tür yerlerde gazeteler oku nur, hatta gazete ve kitap satılırmış, bir tür
kitapçı dükkânı gibiymiş. 19. yüzyılın ikinci ya nsından sonra kıraathane adı yaygınlaşmıştır. Kıraathane deyince daha kaliteli kahveler anla şılır olmuştur.
— Sizin döneminizde kıraathane niteliği ta şıyan, edebiyatçıların toplandıklan öbür kahveler hangileriydi?
— Viyana Kahvesi, Löbon Pastanesi, Lö- b on’un karşısmda Markiz Pastanesi, Tepeba- şı’nda Tilla... Yine Beyoğlu’nda Lüksemburg Kahvesi de bunlar arasındaydı. Halit Ziya Uşak- lıgil, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Rauf ku şağının kahvesiydi bu kahve. Halit Ziya burada oturur dışarıdan geçenleri bir bir not ederdi. Lö bon d a Edebiyat-ı Cedide’cilerin gittikleri kah veydi. Löbon’un geçmişi daha da eskidir. Ziya
Paşalar, Şinasüer gelirmiş Löbon’a. Gerek o za m anlar, gerekse benim yaşadığım 1940’lar da bir edebiyat kahvesi geleneği vardı. Edebiyat kah vesi yerine ‘Mahfil-i Edebî’ denirdi bunlara. Bu toplantılar yalnız kahveler de değil, evlerde de yapılırdı. Bu dönemlerde edebiyattı önde olan. Çünkü, insanlar hayatlarını daha kolay kaza nıyorlardı. Bir yerde küçük bir memursanız ge çiminizi kolayca sağlayabiliyordunuz. Elli kuruş verdiğinizde içkili bir yemek yiyebiliyordunuz,bir lokantadan yirmibeş kuruşa çıkabiliyordunuz. Bir memur maaşı elli liraydı. Örneğin ben, pan siyona aylık on hra verirdim, günlük masrafım da ortalam a bir liraydı.
— İstanbul o zam anlar daha kozmopolitti galiba.
— H ayır d e p d i, bu kahvelerde Rum, Ya hudi ya da bir E m eniyle hiç karşılaşmadım. Edebiyatçılardan başka bu kahvelere gelenler, A nadolu’dan malını satmaya gelip bir hafta on gün kalan hacı ağalardı.
Edebiyat kahvesi dediğim bu yerler belli sa ate kadar edebiyat kahvesiydi. Örneğin Nisuaz, belli saatten sonra bir kadın pazarı haline gelir di. Malını satmış, para almış bu hacıağalar Ni- suaz’a düşerlerdi. Bazen gündüzden gelirlerdi, geceyi beklemek için. Aynı şekilde kadınlar da geceyi beklemek amacıyla gelirler, çıkıp dolaşır lar, sonra yeniden gelip otururlardı.
— Aileniz İstanbul’a ne zaman geldi? — Benden bir yıl sonra da onlar geldi. — Nerede oturuyordunuz?
— Şişli’de İskete Sokakta, üç katlı bir apart m anda oturuyorduk. Alt katımızda ev sahibi miz otururdu.
— O günün komşuluk ilişkileri, günümüz- dekinden farklıydı sanırım.
— Şimdiki gibiydi o zaman da. Gerçi apart manlar küçüktü, böyle sekiz on katlı d ep d i, ama bu ilişkiler günümüzdekinden pek farklı değil di. Ben bu konuyu çok düşünmüşümdür. As lında yaşam biçimleri kolay kolay değişmiyor. Şimdi yaşadığım çevre, çocukluğumdakinden farklı değil. Daha da gerilere gitseniz, yaklaşık aynı şeyleri görürsünüz, aynı insanlar, aym dün
ya görüşleri.
— Benim çocukluğumdan bu yana bile çok şey değişti insan ilişkilerinde komşuluk ilişkile rinde. Özellikle büyük kentlerde, apartm an ya şamında, insanlar bir üstünde oturan kişiyi bile tanımıyor olabiliyorlar. Eskiden olumlu, ya da olumsuz yönde, aile çevresinin dışındaki çevreyle yakından ilgilenilirdi. Şimdiyse buna çeşitli ne denlerden olanak bulunamıyor artık.
— Evet, ademle yaşadığım küçük apartm an da, annem ev sahibi hanımla görüşürdü. Biz he men hemen hiç kimseyle görüşmüyoruz. Dediğiniz gibi apartm anlar küçük olduğu için yakın ilişkilere olanak bulunuyordu.
— H atta mahalle ilişkileri bile söz konusuydu d e p mi?
— Hayır, mahalle ilişkileri pek olmuyordu. O zamanki apartm anlar küçük de olsa, yine de mahallelerde bir apartm an yaşam biçimi başla mıştı. İlişkiler ancak apartm an içlerinde kuru- labiüyordu. Mahalle ilişkileri müstakil ev düzeninde mümkün oluyordu. Biz İzmir’de Kar şıyaka’da otururduk. Evimiz cadde üstünde ol m asına rağmen, annem sokak içine kadar sarkardı, komşularıyla gider gelirlerdi.
— Siz Şişli’de o tu rd u p n u z o dönemde so kak sakinlerini tanır mıydınız?
— H ayır tanımazdım, ama ben bu konuda ölçü değilim. Oldu bitti kafam a uygun olanla rın dışında, ilişki kurmamaya çalışırım, karşım daki edebiyatçı olacak ki, konuşup anlaşayım. Şiir yazdığım için, insanları inceden inceye in celemek gereğini duymadım. İnsanların diyalog larını yakalamak gibi bir düşüncem olmadı hiç. Hikâyeciler daha dışa dönük insanlardır. Sait Faik, O rhan Kemal başkaları ne düşünüyor, bunları yakalamaya çalışırlarmış.
— Günümüz 'İstanbul’und a sahip olunan koşullara uygun kiralık ev bulabilmek oldukça p ç . O zamanlar nasıldı bu durum?
— Her zaman istediğiniz yerde bir kat bu labilirdiniz. Kiralar da çok ucuzdu. Bir arkada şım Şişli’de berhane gibi bir evde onbeş liraya oturuyordu. 1940’larda savaş başlamış olduğu için, pahalılık baş göstermişti. Biz otuz liraya İskete Sokakta bir ev bulmuştuk. Şişli Meyda n ın d ak i evler dolmuştu artık.
— Eğlence biçimleri nasıldı o yıllarda, İs tanbul’da?
— Sinemaya giderdik. Beyoğlu sinemaları otuzbeş kuruştu. Bir kilo etin fiyatı da otuzbeş kuruştu, oysa bugün etin fiyatı sekizyüz Ura, si nemaya ise yüzyirmi liraya gidiliyor. Sinema o günlere oranla çok ucuz.
— Sinema, tiyatro seyircisinin kalitesinde olumsuz yönde bir değişme var mı sizce?
— Seyirci kalitesinde pek bir değişme yok. O zaman da sinemasına göre değişiyordu. Si nemaların prömiyerleri daha kaliteli olurdu. Emek Sineması’nın seyircisi biraz daha iyiydi.
— Sinemadan başka ne tür eğlence yerleri vardı?
— Sazlar, barlar vardı. Yazlık saz yerleri çoktu. Tepebaşı bahçesi, yazlık saz yeriydi. H a miyet Yüceses ya da Safiye Ayla okurdu, tepe- b aşı’n d a A lab an d a R evüsü’nü sahneye koymuşlardı, başrolünü Safiye oynamıştı. Tak- sim’deki parkın yerinde bir yazlık bahçe vardı. O rada da Safiye okurdu. Eskiden eğlence yer leri büyükler içindi. Şimdi gençler, yaşlıları bir yana itip kendileri daha çok eğleniyorlar.
— Bugünkü İstanbul’da sizi en çok ne ra hatsız ediyor?
— İstanbul’un pahalılığı. Bu yüzden insan lar içlerine kapanıyorlar, ilişkileri etkiliyor bu durum. Yani bencilleşiyorlar giderek insanlar. İstanbul güzelliğini yitiriyor. Gerçi İstanbul es kiden de güzel miydi, değil miydi, onun üstün de durmak gerek. İstanbul’u korumaktan söz ediyoruz. Nedir korunması gereken şeyler? Bu nu iyi saptamak gerek.
Ahmet Hamdi Tanpınar, İbrahim Paşa Sa rayı için şöyle yazar: “ İbrahim Paşa Sarayı eş siz bir belgedir. Şaşırtıcı derecede güzeldir, soyludur. Biraz hizmetle şıkır şıkır parlayan bir anıt o lur.”
Mehmet Halife’nin Tarihî Gılmani adlı ki tabında ise, İbrahim paşa Sarayı ile ilgili tam tersi bir yargıya rastlıyoruz: “ İstanbul’da bili nen, şöhret bulan sultanların, vezirlerin saray ları yüzyirmiden fazladır. Bunların her biri Şeddat yapısı gibiydi. Şeddat kavminden sonra böyle görülmedik, şaşılacak binaları kimse mey dana getirmedi. Bu söylediğimiz sarayların en değersizi At Meydanı’ndaki İbrahim Paşa Sa- rayı’dır. En iyisi ise Süleymaniye Camii’nin al tın d ak i S u ltan Süleym an vezirlerinden Siyavuşpaşa Sarayı’dır.”
Görüyorsunuz bir birinin tam karşıtı iki gö rüş. Bu gün korunacak yapıdan seçerken hangi görüşten yola çıkılacak?
— Gelecekte İstanbul’un nasıl olmasını is terdiniz?
— İstanbul camileri, çeşmeleri, meydanla- n , kayıkları, arabalanyla AvrupalIların gözün de bir masal şehriydi, bir kişiliği vardı. En önemlisi de İstanbul’da yeşil ortadan kaldırılı yor. Yeşil yok edilirse bir şehir ölür. Kanlıca tepesini de bu arada öldürdüler. Doktorlar Site si diye bir site yaptılar. Yeşilliği yok ettikleri gi bi, yapılann da hiç bir güzelliği yok. Tepe usturayla kazınmış dazlak bir adamın kafasına benzemiş. İstanbul kişiliksiz şimdi. Ben, biraz önce saydıklanmla eski İstanbul’u isterim.
78
< M 3 > . Sewtt^* f î y ice
İstanbul’da
Bizans
sanatı
Erken çağlarda ilk insanların Haliç’in en yu karı tarafında Alibey deresi ile Kâğıthane dere si dolaylarında yaşamış olduklarına ihtimal verilebilir. İstanbul’un öncüsü olan ilk şehir Byzantion ise Saraybumu’nda kurulmuştur. İlk- çağ’ın İstanbul’undan bugün görünürde bir iz yoktur. Roma İm paratorluğu’nun bir şehri ol duğunda İstanbul’da bazı önemli yapıların yük sekliğini biliyoruz. Bunların başında araba yarışlarının yapıldığı Hippodrom geliyordu. Ay rıca Romalılar, şehrin su ihtiyacım karşılayacak bazı tesisler de yapmışlardı. Trakya’daki kay naklardan getirilen su, İstanbul’un ortasında bir su kemerinden (Bozdoğan su kemeri) geçirile rek, Bayazıd’daki bir büyük çeşmede akıtılmış tı. Şehrin büyütülm esi dördüncü yüzyıl başlarında İmparator I. Constantinus zamanında oldu. Sınırları İngiltere içlerinden Basra Körfe- zi’ne kadar uzanan Roma İm paratorluğu artık sarsılmaya başlamış ve bu devleti Roma’dan ida re etmenin güçlüğü kendisini belli etmişti. Hı ristiyanlığı serbest bir inanç olarak ilân eden I. Constantinus, İm paratorluğa yeni ve ikinci bir başkent olarak Byzantion yani İstanbul’u seç mişti. Burası stratejik bakımdan kolay savunu lur bir yerdi ve Batı - Doğu arasındaki kara ile Güney - Kuzey arasındaki deniz yollarının kav şak noktasında bulunuyordu. Ayrıca Roma’nın çok tanrılı inanca sıkı sıkıya bağlı ve üstelik iyi ce bozulmuş topluluğunun da çok uzağında idi. Constantinus şehri eskisine nisbetle daha büyü terek etrafını ve eskisine nisbetle daha geniş bir alanı içine alan yeni bir sur duvarı ile çevirdi, evvelce başlanan H ippodrom ’un yapımını sür dürdü ve burayı uzaklardan getirttiği anıtlarla süsletti. Kendi adına büyük oval biçimli bir mey dan (forum) yaptırarak ortasına da kendisi için bir anıt diktirdi. Evvelce üzerinde Constantinus’- un heykeli olan bu anıt bugün Çemberlitaş ola rak bilinen eski eserdir. Ayrıca H ippodrom ile
deniz arasındaki kesimde bir İm parator sarayı nın temelini attırdı. Yeni İstanbul’un açılış tö reni 330 yılında olmuştu.
Yeni Roma (Nova Roma) veya İkinci Roma (Deutera Rome) olarak adlandırılan İstanbul sonra bu kurucusunun adını alarak Konstanti- nopolis adıyla tarihe geçecektir. Constantinus’- dan sonra Hıristiyanlaşmış bir Roma şehri olarak gelişen İstanbul’da ilk Ayasofya kilisesi yapıl mış, büyük kamu binaları ile birlikte büyük mey danlar düzenlenmiş ve bunları süsleyen anıtlar da dikilmiştir. Bunların en önemlisi Bayazıd’daki Eorum T aun veya Thodosiacum idi. Bu mey danın muhteşem zafer takı gibi girişi vardı ve bir köşesinde dışı kabartm alarla süslü büyük bir anıt yükseliyordu. Bu girişin temelleri ve par çalan bugün Şimkeşhane’nin önünde görülebi lir. Herhalde 1509 depreminde yıkılan anıtın parçalan ise Bayazıd hamamı temelinde kulla nılmıştır. Rom a’nm dev ölçüleri seven tutum u nu simgeleyen boyu 40 m .’yi aşan Arcadius anıtı da başka bir meydanı süslüyordu. Kaidesi bu gün Cerrahpaşa’da dar bir sokakta eylerin ara sına sıkışmış olarak durm aktadır. İm parator Marcianus için 5. yüzyılda dikilen çok daha mü- tevazi bir anıt ise Fatih’deki Kıztaşı’dır. Bu mey danları bağlayan ana cadde ise, ilkçağ Akdeniz ] şehirleri mimarisi geleneğine uygun olarak iki ta- S rafı direkli olarak yapılmıştı. Roma İm parator- i luğu 395’te Doğu ve Batı olarak ikiye aynlmış Batı’daki bölümü pek az sonra yok olurken Do ğu parçası modem tarih bilimi uzmanlannın Bi zans İmparatorluğu olarak adlandırdıklan devlet olarak 1453’e, İstanbul’un Türkler tarafından fethine kadar uzun bir hayata sahip olmuştur.
İm parator II. Theodosius (408 - 450) yılla rında İstanbul’un bir daha büyütülmesine ge rek duyuldu. Kara tarafında bugün görülen, M arm ara’dan Haliç’e uzanan surlar yaptırıldı. Ortaçağ askeri mimarisinin en kuvvetli tahkimatı olarak kabul edilen bu surlar bir hendek, alçak bir ön sur ile daha yüksek bir esas sur olmak üzere üç kattan meydana gelmiştir. Askerî güç leri kadar estetik güzellikleri de olan bu surlar arkasında İstanbul, tarih boyunca kendini em niyette duymuştur. Kara tarafı surlarının bir çok kapısından bir tanesi tamamen mermerden ya
•
S u r la r, İ s t a n b u l ’u n B iz a n s d ö n e m i n d e n k a lm a e n ö n e m li“ t a n ı k ’’¡arıdır.
pılmıştır. Altın kapı denilen bu giriş, İm para torların zafer yolunun başı idi. Türk devrinde iç tarafı bir duvar ve kuleler ile çevrilerek Yedi- kule hisarı olmuştur.
İm parator Justinianos(532 - 537) yıllarında daha önce iki defa yanmış olan Ayasofya’nın yerine Anadolulu iki mimarın eliyle şimdiki Aya- sofya’yı yaptırdı. Üstü o devre kadar görülme miş çapta bir kubbe ile örtülü olan bu büyük kilise dev ölçüleri ile Roma mimarisinin, Hıris tiyanlaşmış bir biçimde iddialı geleneğini sürdü rüyordu. Çeşitli yerlerden getirilmiş malzeme ve devşirilmiş parçalar ile muhteşem bir görünüm alması sağlanmış tonozları mozaiklerle süslen mişti. Ancak Ayasöfya’nın bugün görülen figürlü mozaiklerinin hepsi de İkonolazma denilen re sim düşmanı dönemin 842’de kapanmasından sonra yapılmıştır. Bu mozaiklerin bir kısmı Türk devrinde üstleri açıkken ancak 18. yüzyıl orta larında tamamen kapatılmıştır. Doğu Roma veya Bizans imparatorlarının, çeşitli bina, salon, bah çe, avlu, kilise vs.’den meydana gelen Büyük Sa ray’ı Hippodrom’dan denize kadar uzanan alan da yapılmıştı ve adeta şehir içinde bir şehir gi biydi. Fakat 11. yüzyıldan itibaren bu sa ray ihmal edilmeğe başlanmış, şehrin Kuzeyba tı köşesinde surlara bitişik olan Blakhemai m a hallesindeki saray kompleksi tercihe başlanmıştır. Fetihde tamamen yıkık halde olan Büyük Sa ray’dan sadece bazı mahzenler ile, deniz kıyı sında bir pavyonun pencereli cephesi ve Sultan Ahmet Camii arkasında bir avlunun mozaik ta banı kalmıştır. İmparatorların 1453’e kadar kul landıktan Blakhemai saraylanndan ayakta kalan Tekfur Saıayı denilen bina ise, üç katlı güzel bir yapıdır. Renkli taşlarla süslü cepheleri ile Bizans saray mimarisinin ayakta kalmış tek örneği ola rak sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Bizans dönemi içinde şehrin İlkçağ so n lam daki görünümünü aynen koruduğunu sanmak çok yanlış olur. Ortaçağ Akdeniz şehirlerinin hepsi gibi, İstanbul da karanlık dar sokakları, küçük evlerin arasında yükselen özel sarayları, duvarlarla çevrili ve içleri ağaçlarla kaplı bah çelerin ortasında yükselen manastırları ve sayı lan yüzlerce olan irili ufaklı kiliseleri ile değişik bir hüviyete bürünmüştür. Eski forumlar bozul muş, anıtlar ihmal edilmiş, direkli caddelerin sü- tunlan yıkılarak yerlerine ağaçlar dikilmişti. Trakya’dan gelen su yollan hem depremlerle bo zulduklarından hem de Batıdan gelen akınlar ta rafından tehdit edüdiğinden artık ihmale uğramış,
su ihtiyacını cevaplamak üzere sam ıçlann yapı mına önem verilmişti. Bunlardan irili ufaldı 50-60 tanesi bilinir. En büyükleri Yerebatan ve Bin- birdirek s a m d a n d ır. İhtiyaç arttıkça bazı bi n a la ra bodrumları da su geçirmez harç ile sı vanarak sarnıç haline getirilmiştir. İstanbul’un altında başlıbaşına bir âlem teşkil eden, bugün çoğunluğu kuru olan bu saraçlardan son yıl larda pek çoğunun yıkılıp kaldınlması, büyük kısmının da görülemez halde oluşu veya bozu lup bazı fonksiyonlar alm alan yüzünden şehir ilgi çekici bir tarihi özelliğini kaybetme yolun dadır.
Bizans dönemi boyunca yapılan kiliselerden elli kadarı Fetih’den sonra peyderpey cami ve ya mesdd haline getirilmişti. Fakat bun lara hep si de sağlam ve kullanılır bir halde Türklerin eline geçmiş değildi. Bazıları yan yıkık bir harabe du rum unda idi. Yeni yapılan Padişah Sarayı’nm en dış duvarı (Sur-ı Sultanî) içinde kalan büyük Hagia Eirene kilisesi, İç Cebehane olmuştu. Fatih Sultan Mehmed ünlü Pantokrator manastınnı ve kilisesini (Zeyrek Kilise Camii) medreseye, Pantepoptes manastın ve kilisesini imaret’e (Eski İmaret camii), eski adı kesinlikle bilinmeyen bir m anastır ve kilisesini de Kalender dervişlerine mahsus zâviyeye (Kalenderhane Camii) çevril mişti. Sonralan devlet ileri gelenleri de bilhassa 11. Bayazıd (1486 - 1512) yıllannda, boş kalmış pek çok kiliseyi cami veya tekke - zâviyeye çe virdiler. Bunlar arasında 461 yılında yapıldığı na göre İstanbul’un en eski Hıristiyan bjnası olan, Studios m anastın kilisesi (İm rahor İlyas Bey Camii) ilk Hıristiyan mimarisinin güzel bir örneği olarak özel bir değere sahiptir. Iustinia- nos’un yaptırdığı H . Sergios ve Bakkhos Kilise si (Küçük Ayasofya Camii) ise, merkezî planlı mimarisi ve içindeki süslemesi bakımından dik kati çeker. Saf Bizans kilise mimarisini aksetti ren içi bir haç biçiminde olan yapılardan Gül Camii, Atik Mustafa Paşa Camü, Mesih Paşa veya Bodrum Camii, Eski İmaret Camii örnek olarak gösterilebilir. Y ukanda adı geçen Pan tokrator M anastın kilisesi olan Zeyrek Camii ise 12. yüzyılda yapılmış ve birbirine bitişik üç ki liseden meydana gelmiş büyük bir yapıdır. Bu rada son yıllarda muhteşem bir mozaik taban süslemesi bulunmuştur. Bizans tarihinin son dö nemine ait kiliselerden Andreas M anastın kili sesi, (Kocamustafapaşa Camii), Pammakaristos M anastır kilisesi (Fethiye Camii), Lips manas tın kilisesi ise Fenari İsa Camii olm uştur. Her üçünde de yeni bir yapı düzeni kullanıldığı bu kiliselerden son ikisi de bitişik yapılar halinde dir. Bu kiliselerde bilhassa dış cephelerde taş ve tuğladan renkli bir bezemenin kullanıldığı gö rülür. İstanbul’da eski adı bilinmeyen bir kilise olan Vefa Molla Günm i Camii’nde, son Bizans dönemine işaret eden mozaikler bulunmuştur. Fethiye Camii’nin yanındaki ek kilise olan me zar şapelinde kubbe ve tonozları güzel mozaik lerle kaplıdır. Fakat son Bizans dönemi duvar süslemesinin en göz kamaştırıcı örnekleri Kho- ra M anastın kilisesi olan Kariye Camii’ndedir. Türk devrinde kısmen üstleri kapatılmayan bu mozaik ve fresko resimler 14. yüzyıl başlarına aittir ve üslûplan bakımından Bizans resim sa natında Rönesans akımının daha önce başladı ğına işaret ederler. İstanbul’da bunların dışında on-on iki kadar küçük kilise veya kilise kalıntısı daha vardır ki, bunlar da mescid haline getiril miştir. İçinde bulunduğumuz yüzyılda çeşitli se beplerle bunların yarısı ortadan kalkmış veya kalkmak üzeredir.
Şehirin Haliç’in karşı yakasındaki parçası olan G alata ise, ayrı bir gelişme göstermiştir. Burada Bizans eseri bir şeye rastlanmaz. G ala ta, bugün pek belirsiz izleri kalmış surları, meş hur kulesi ile 14. yüzyıldan itibaren bir Ceneviz şehri olarak büyümüştür. Burada yapılan Ka tolik kilise ve m anastırlarından bir tanesi, San Domenico kilisesi Fetih’den sonra A rap Camii olmuştur. G alata’nın kendisi ise çok yakın ta rihlere gelinceye kadar bir Akdeniz İtalyan şeh rinin görünümünü korumuştur. Büyük inşaatlar
bu karakteri çok kısa zamanda hızla yok etmiştir.
79
(J k b d u i i a l x
© güim üs
İstanbul’da gerçekleştirilen çevre düzenlemelerinin kısa zamanda tamamlanmasına yeni ulaşım ağının kat kısı büyük olmuştu.
...Y enikapı’dan başlayıp, A yazağa’daki hayvan bahçesi önünden, Büyükdere’deki Olimpiyat Köyü’- ne dek uzanan İstanbul tünelinin iki ayrı kolu daha vardı. Bunlardan biri Halkalı, öteki ise Pendik’e dek uzanıyordu. Yenikapı - Söğütlüçeşme arasında yapı lan sualtı tüp demiryolu sayesinde tünel bütünleşmiş, Pendik’ten tünele binenlerin, hiç inmeden Büyükdere ya da Halkalı yönüne gitmeleri, üstelik 10 - 15 daki kalık bir zam anda gitmeleri ekonomiye olduğu kadar İstanbulluların sağlığının düzelmesine de ciddi çözümler getirmişti.
Tünel, otobüs, vapurla yapılan ulaşım hizmetleri Ulaşım Ofisi tarafından yürütülüyor ve günde 4 mil yon insan taşınıyordu. Özel otomobillerle taşm an in
san sayısı ise 80 - 90 binlere düşmüştü. İş günlerinde birçok insanın ulaşım için toplutaşın araçlarını seç mesi, cadde ve kaldırılmamı otomobil mezarlığına ben zemesini önlemiş, ulaşımı yaya olarak gerçekleştirmek isteyenler rahat etmişti.
Ulaşım Ofisi 2000 yılında da Eminönü - Bakırköy, Kadıköy - Üsküdar yönünde tünel yapacak, böylece İstanbul'da nüfusun tüm üne yakını rahat ve çabuk, üstelik ucuz ulaşmak için toplutaşın araçlarını seçe cekti.
Ulaşım Ofisi İstanbul’a dıştan gelenleri de düşü nerek, oto terminalini A yazağa’da daha önce yanan ormanlık bir alana kurm uştu. Boğaziçi ikinci köprü sünün çevre yolu kentlerarası oto terminalinin yanın dan geçiyor, tünelin Ayazağa istasyonu da terminale çok yakındı: Bu nedenle İstanbula karayoluyla ulaşan lar, 1 0 -1 5 dakika da istedikleri semte varabiliyorlar dı.
...Düşüm e göre, Ulaşım Ofisi’nin günlük gelirinin yarısı bakım m asraflarına giderken, yarısı da Ulaşım Ofisi tarafından kurulması tasarlanan ulaşım taşıtları ve gereçleri sanayi için yaratılan fona aktarılıyordu..
•
Y ü k s e k K a ld ır ım , İ s t a n b u l ’u n b ir z a m a n l a r lü m p e n le ş m e m iş e ğ le n c e m e r k e z le r in d e n b ir iy d i ve s o k a ğ ın“ ü s l û b u ” s o n d e r e c e ö z g ü n s a y ılırd ı.
Yirm inci Yüzyılın ilk yarısında İs tanbul'un eğlence hayatına egem en olan yer adlarından birkaçı: Park Otel, Abdullah, Löbon, Degüstasyon, Novotnl, Kervansaray, Haylayf, Atlas, Tllla... Kitaplardan, anı m e tin le ri ve tanık lıklarda n edinebildiğim iz izle nim ler, dünün ’k e y if anlayışı üzeri ne üstünkörü de olsa bilgi e d in m e mizi sağlıyor. Ne yazık ki, pek çok ko nuda olduğu gibi bu çerçevede de bir süreklilik sağlayamamışız: C um huri y e t dönem i ile b irlikte, içinde yaşa nılan to p lu m s a l/İk tis a d î koşulların yörünge değiştirm esi eğlence haya tım ızı da kökten etkilem iş: M utfak geleneğim iz geniş ölçüde çözülmüş
ve yerini lahmacun im paratorluğuna bırakm ış; kahvelerde m eddahlığın bir uzantısı olan toplu sohbetlerin ve nargile fo k u rtu la rın ın yerini okey taşlarınınki almış; televizyon, sinema ve tiy a tro salonlarını boşaltmış, ge ce kulüplerinin ve pastanelerin y e ri ni, Cemal Süreya'nın deyişiyle "luna park beğenisiyle döşenmiş" birtakım loş m ekân lar tu tm u ş tu r.
Bir to p lu m u n eğlence anlayışı onun kültürel donanım ıyla düz o ran tılı b ir gelişim izler. Dünyanın büyük başkentlerinden hiçbirinde, İstan bul'daki eğlence kültü rü kopukluğu nu yaşamazsınız: Celeneksel olandan da, evrensel olandan da aynı anda ve
ŞEHİR,
KÜLTÜR
aynı oranda y a ra rla n ılır o gözde şe h irlerd e. şüphesiz yavan, yarı ölgün şehirler de vardır aralarında. Ama, İs ta n b u l gibi im p a ra to rlu k la ra baş k e n t, ç e ş itli k ü ltü rle re m e rk e z, sürgünlere ve aykırılara y u rt olmuş, buna karşın m irası böylesine hovar daca harcanm ış, çarçur edilm iş b ir şehir yoktu r.
K ültür m irasının korunm ası, te k b ir düzlem in konusu gibi g ö rü lm e m eli. Yalnızca anıtları, ta rih î çevreyi, şehir dokusunu korum ak diye b ir şey y o ktu r. A bdülhak şinasl Hisar ın m e zarını yaptırtm adan, OsmanlI yem ek lerini yeniden gündem e getirm eden, neden hâlâ pastane olarak kullanıla m adığını anlayam adığım ız M arkiz i açmadan, İstanbul'un yeraltı kültürü nü "sağlığa k a v u ş tu rm a d a n ", Park Otel i b ir an önce şehre kazandırm a dan... Belli bir şehir bilinci oluşumun dan dem vuram ayız. Eğlence k ü ltü rü, denilip geçilir çoğu zam an. Bu, oysa, yalnızca b ir şehrin değil, tü m toplum un en önem li atardam arların dan biridir. Sanat ve bilim de, to p lumsal hoşgörü ve ekon om ik açılım da bu ata rd a m a rın paralelinde geli şip serpilir. Bir yerde süreklilik ve ge lişim sağlanamıyorsa, bilelim ki baş ka yerlerd e de süreklilik ve gelişim sağlam ak m üm kün değildir.
Türk to plum u, çağdaşlık süreci nin içinde, eğrl-dogru b ir yörünge çizm e uğraşı veriyor. Eğlenm e anla yışımız da köklü değişiklikler geçire c e k ti, k a ç ın ılm a z olarak: Video, diskotek, "pub", self-servlce dışarı dan; kebapçı, "aileye m ahsustur", gö bek havası İçeriden kuşattı yaşadı ğımız hayatı. Doğal bütün bunlar, ge risinin gelmesi de: Çin lokantaları açı lacak e lb e tte , e lb e tte "paket servisi yapılır" anlayışı yaygınlaşacak, "hazır yem ek" satan dükkânlar çoğalacak. A ktarın yerini bakkalın, bakkalın ye rini süperm arketin alması da eşyanın m a n tığ ıd ır b ir yerden sonra.
Bütün bunlar, bütü n bu değişim belirtileri, şüphe yok kİ doğrulanabi lir işaretlerdir. Bir koşulla: Değişim çarpıklığı peydahlam az, işlevi ve an lamı henüz tüketilm em iş bir yerleşik kültü r, b ir tü r vandailıkia yok edil mezse.
fîn ts d a h i l i
Profil
Hoca
Ali Rıza
İs ta n b u l'd a 186 4 y ılın d a d o ğ d u , aynı y e rd e 1 9 3 0 y ılın d a ö ld ü . B ıra ktığ ı sayısız ta b lo v e s u lu b o y a ile re s im d e a rd ın d a n b irç o k s a n a tç ıy ı s ü rü k le y e b ild iğ i b ir e ko l o lu ş tu rd u . K ü ç ü k y a ş ta b a ş la d ığ ı re s m e H a rb iy e s ıra la rın d a N u ri P a ş a ’ nın d e n e tim in d e d e v a m e tti. D o ğ a yı re s m e d iş iy le ö te k i T ü rk re s s a m la rın d a n a y rıla n H o c a A li Rıza, y a ş a d ığ ı ç e v re y i, o n u en ç o k e tk ile y e n a y rın tıla rı a k ta rd ığ ı b ü tü n lü ğ ü iç in d e a n la ttı. Bu a y rın tıla r, a lç a k g ö n ü llü k e s itle rd i: Ü s k ü d a r’ ın a ra s o k a k la rın d a k i s a k in e v le r, s o k a k la r, ç e ş m e le r, o n u n ta b lo la rın ın asıl k o n u s u o ld u .Şehir anahtarları
Stupa
Ç o ğ u n lu k la B u d is t k ü ltü rü n ü n m im a rî ö z e lliğ i o la n S tu p a , H in t k ö k e n li tü m k ü ltü rle rin ya ş a d ığ ı b ö lg e le rd e ra s tla n a nI
b ir y a p ıd ır, ilk o la ra k b ir d in b ü y ü ğ ü n ü n ö lü m ü ü z e rin e ya p ıld ığ ı s a n ılm a k ta d ır, iç in d e ö lü n ü n k u ts a l e ş y a la rı d u ru r. B ir¡
y a rım k ü re b iç im in d e k i y a p ın ın iç i kalın ö rü lm ü ş tü r. K im i z a m a n g e rç e k b ir tü m ü lü s o la ra k , iç i d o lu in şa da e d ilir. T e p e s in d e k i lo tü s ç iç e ğ i to m u rc u ğ u b iç im in d e k i te ra s ta d u ra n te s tile rd e , m e v s im d ö n ü m ü y a ğ m u rla rı to p la n ırd ı.S tu p a la r H in d is ta n ’d a 12. y ü z y ıla d ek
y a p ılm ış la rd ır. T ib e t’te k i b e n z e r y a p ıla rd a m im a rî ö z e llik d e ğ iş m iş , y a p ıla r b ir ç a n b iç im in i a la ra k a d la rı ç ö rte rı o lm u ş tu r.
Bir kitap
Le Corbusier
gözüyle Türk
mimarlık ve
O D T Ü M im a rlık F a k ü lte s i Y ayın ı o la ra k ç ık a n (1 9 8 3 ) k ita b ın y a z a rı P ro f. Enis K o rta n . Y a z a r ö n c e Le C o rb u s ie r’ nin m im a rlık y a ş a m ın ı k ıs a c a a n la ttık ta n s o n ra , ü n lü s a n a tç ın ın T ü rk M im a rlık ve Ş e h irc ilik iz le n im le rin i a k ta rıy o r ve ta rtış ıy o r. Bu iz le n im le ri e d in d iğ i s e y a h a tin in 1911 y ılın a ra s tla d ığ ın ı ve s a n a tç ın ın o y ılla rd a h e n ü z ta n ın m a m ış , g e n ç (2 4 y a ş ın d a ) b iri o ld u ğ u n u b e lirte n P ro f. K o rta n , Le C o rb u s ie r’ nin İs ta n b u l, B u rs a , İz m ir g ib i ş e h irle rd e n n ot d e fte rin e ç iz d iğ i ta s la k la ra da bol y e r a yırm ış . T ü rk iy e ’y e ik in c i g e liş in d e A ta tü rk ’e b ir de “ İs ta n b u l İm a r Planı Ö n e ris i” s u n a n s a n a tç ın ın , ilg ili g iriş im in in b e lg e le ri de k ita b a e k le n m iş .Le C o rb u s ie r’ nin e s e rle ri d ü n y a ç a p ın d a ya n k ı u y a n d ırm ış , k ita p la rı bu ilg iy i d a h a d a ö n e m li b ir ta rtış m a o rta m ın a
y ö n e ltm iş tir. B a zıla rı ş u n la rd ır: Y en i
A n la y ış -P ü riz m (1 92 0 ), B ir M im a rlık A n la y ış ın a D o ğ ru (1 92 3 ), Ş e h irc ilik
peği§en
İstanbul
K i ' 1 U r m u n i n ö n ü ^J
y^
J
s &
S
&
k a y l b a ş ın d a n P d o g flf ç e v re k m k a l U r l e r e ' » '„„
, e r l e r e d " ' I “ S“v W e b ° rA T g j ö n i i m « » « " £ “Fener
de °‘r g ,ı başındandik ° r T ^ y z f o ^ ,\
A Bu sıy“ h'llü n ü r n le karşlkn S J la n ıp*elenekt y ! l ı n çamur d e V * * saylllyor.
5
?ernSİyelİ u £ r , kây'k °.rd^ y ü z y dk ° C n T « r CW * n
fİ s Ik ü l