• Sonuç bulunamadı

Hüseyinzade Ali Turan’ın Bilinmeyen Bir Eseri: “Timur’un Hayali Karşısında”

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Hüseyinzade Ali Turan’ın Bilinmeyen Bir Eseri: “Timur’un Hayali Karşısında”"

Copied!
28
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

Gözde Güngör

*

AN UNKNOWN WORK OF HÜSEYİNZADE ALİ TURAN: “IN FRONT OF TİMUR’S IMAGE”

Hüseyinzade Ali Turan (1864-1940), Türk dünyasında kimlik bilincinin oluşmasına büyük katkı sağlamış isimlerin başında gelir. 1905 tarihli Hayat gazetesinin 4. sayısı itibariyle başlayan Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir başlıklı yazı serisinin giri-şinde; “Türklükle iftihar ettikleri halde Türk’ün kim ve kimlerden ibaret bulunduğunu bilmeyen ne kadar Türk muharrirlerimiz vardır!..” cümleleriyle sorunu dile getiren Ali Bey,1 modernleşmenin ön şartının kimlik şuurunu kazanmak olduğunu görmüş ve bu bilinçle, yazın hayatı boyunca Türklere; dillerini, kültürlerini, tarihlerini ve onun abi-devi şahsiyetlerini tanıtmayı amaçlayan makaleler yayımlamıştır. “Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir”, “Türk Dilinin Vazife-i Medeniyesi”, “Kristof Kolomb mu Yoksa Türkler mi”, “Eski Türk Coğrafyasına Dair” gibi bilimsel içerikli yazıları ile “Şeyh Şamil”, “Midhat Paşa”, “Abdullah Cevdet”, “Şair Eşref”, “Hasan Bey Zerdabi” gibi Türk ve İslam dünyasının –kendince– önemli gördüğü şahsiyetlerini tanıtan biyografi yazıları hep bu amaç gözetilerek kaleme alınmış eserlerdir.

2007 yılında Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kızı Feyzaver Alpsar tarafından bağışlanan Hüseyinzade Ali Turan’ın kişisel arşivinde rastladığımız “Timur’un Hayali Karşısında” başlıklı el-yazması eser bize, bu büyük fikir adamının Türk tarihinin önemli şahsiyetleri arasından Timur ile özellikle ilgilendiğini gösterdi. Esasında, eserleri dikkatle incelendiğinde yazarın pek çok kez Timur’a atıfta

* Dr. Arş. Gör., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

1 A[li] Hüseyinzade “Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir”, Hayat gazetesi, 1905, Nr. 4, S. 2.

(4)

bulunduğu görülmektedir: Örneğin, “Mekteb-i Mahsus” adlı makalesinde Ali Bey, Türk tarihinin bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiğini savunmakta ve sadece Osmanlıları müdafaa maksadıyla Timur gibi büyük Türk komutanına haksızlık yapılmasına karşı çıkmaktadır.2 Hüseyinzade, Türklüğün bir kolunun Timur’a yönelik menfi tutumunun ne denli haksız olduğunu Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir adlı yazı dizisinin başlangıcında bir kere daha vurgular ve Timur’un yaratmış olduğu büyük medeniyete hangi cihetten bakılması gerektiğine işaret eder:

Timur’un Türk medeniyetine ettiği hizmetleri Deşt-i Kıpçak, İran, Osmanlı, Çin ahalisinden değil, Asya-yı Vustâ Türklerinden, Semerkand’ı tezyin eden âsâr-ı mimariyeden, öz nesli bulunan Uluğ Beğlerin, Babür Mirzaların te’lifâtından, Çağatay edebiyatına şeref veren şuara ve üdebanın yazdığı kitaplardan sormalıdır.3

Bilimsel içerikli bu yazı dizisinin 3. sayısında Ali Bey, sözü yine Timur ve torunu Babür Mirza’ya getirmektedir. Timur’a “Moğol” demenin ve torunu Babür Mirza’nın Hindistan’da kurduğu imparatorluğu da “Büyük Moğollar Hükümeti” olarak adlan-dırmanın yanlış olduğunu vurgulayan yazar, “Timur; ‘Barulas’ nam Türk aşâirinden birine mensup olup Türkçeden başka bildiği bir dil var idiyse, o da sonradan öğrenmiş olduğu lisan-ı Farisî idi, Moğolca bilmezdi”, cümlesiyle Timur’un Türk kökenli bir hükümdar olduğunun altını çizer.4 Bu satırların 1905’te kaleme alındığı düşünülürse, herhalde Hüseyinzade Ali Bey’in genel Türk tarihinde, Timur’u objektif bir bakış açısıyla ilk değerlendirenlerden biri olduğu söylenebilir.

Hüseyinzade Ali, Siyaset-i Füruset adlı fantastik eserinde de “Timurname” baş-lıklı özel bir bölümle Timur’u öne çıkarır. Burada yazar Timur’u; insan kellelerinden oluşan, hareket halindeki dağın en tepesinde, arkasında sayısız Türk-Tatar atlısı ile tahtına oturmuş vaziyette tasvir eder. İran’ın ilk hükümdarı Keyümers ile Timur arasında geçen sohbet; Timur’un hükümranlık devrinin bir değerlendirmesidir. Buna göre yazar, Timur’u; küçük hanedanlıklarla yönetilen İran’ı tek bir kuvvet altında birleştirmeyi başarmış bir hükümdar olarak betimler. Onun başarısı; askerinin çokluğundan değil, tarih, coğrafya, psikoloji, matematik, geometri, savaş sanatı gibi bilimlerle akılcılığı ve tecrübeyi birleştirmiş olmasından ileri gelmektedir.

Bu eserde yazar, her ne kadar Timur’un başarısını dile getirse de, yine de onu idealize edilen bir hükümdar olarak ortaya koymamıştır. Kellelerden oluşan bir dağın tepesindeki taht imajıyla birlikte Timur’un Şam, Bağdat, Dehli gibi şehirlerde yaptığı katliamları ve kısmen ifrata kaçan yönetim anlayışını Keyümers’in ağzından eleştirir.5 2 Ali Haydar Bayat, Hüseyinzade Ali Bey, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1998, s. 303. 3 A[li] Hüseyinzade, “Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir”, Hayat gazetesi, Nr. 4, s. 2.

4 A[li] Hüseyinzade, “Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir”, Hayat gazetesi, Nr. 16, s. 2. 5 Ofelya Bayramlı, Eli Bey Hüseynzade Seçilmiş Eserleri, Bakı: Çaşıoğlu, 2008, s. 373-381.

(5)

Son olarak, “Midhat Paşa”, “Muzafferüddin Şah”6 gibi makalelerinde yazarın, bu devlet adamlarının başarılarını Timur’la mukayese ederek takdir etmiş olması da onun bu Türk komutanına önem verdiğini gösterir deliller olarak sunulabilir. Ancak bahsedilen tüm bu eserlerde Timur ve devrine ilişkin verilen bilgiler, hacim ve içerik itibarıyla sınırlıdır.

Oysa kişisel arşivinde tespit ettiğimiz “Timur’un Hayali Karşısında” başlığını taşıyan el-yazması eser, bize, Ali Bey’in Timur ve dönemine ilişkin, bilinenlerin dı-şında, özel bir araştırma içerisine girdiğini göstermiştir. Altmış üç sayfadan oluşan bu eserin yanı sıra çeşitli bilimsel kaynaklardan alınmış notlar, yazarın, kimi eserlerinde yaptığı atıfların ötesinde, bilimsel yayınları da tarayarak Timur’a dair hacimli bir eser yazmayı amaçladığını ortaya koymaktadır.

Eser Hakkında

Hüseyinzade Ali Turan’ın kişisel arşivinde yalnızca fotokopisi bulunan bu eser; üç bölümden oluşmaktadır. “Karilere” başlıklı 2 sayfalık bir önsözün ardından hikâye; “Parlak Bir Fikir” ile “Semerkand’a Doğru” başlıklarıyla iki bölüme ayrılmıştır. 19 Teşrinievvel 1329 tarihini taşıyan metnin herhangi bir yerde yayımlandığına ilişkin bir kayda rastlanılmamıştır. Eski yazıyla kaleme alınmış olan eserde, sayfalar arasında ve bazen aynı sayfada dahi yazı karakterinin değiştiği görülmektedir. Hüseyinzade dışında diğer yazı karakterinin kime ait olduğu ne yazık ki tespit edilememiştir.

Eserin, “Parlak Bir Fikir” başlığını taşıyan ilk bölümünde, hikâyenin başkişisi olan Celalettin Şevket’in kadim medeniyetlere olan ilgisi konu edilmektedir. Celalettin Şevket önce asar-ı âtika müzesinde Alman arkeolog Heinrich Schliemann’ın Truva kazısında elde ettiği yeni buluntuları gezer. Ardından sahaflar çarşısında Danişmend Efendi’nin dükkânında Türkistan ahvaline dair bir eser bulur. Bu eserin “Bab-ı Çiharem: Dervasf-ı defain-i Semarkand” başlıklı bölümü Celalettin’in ilgisini çeker. Timur’un hazinelerinin anlatıldığı bu kısmı dikkatle okuyan Celalettin, hazineleri görme heve-siyle yanıp tutuşur ve en sonunda Semerkand’a doğru yolculuğa çıkmaya karar verir. “Semerkand’a Doğru” başlığını taşıyan hikâyenin ikinci kısmı, bir vapur yolcu-luğunun tasviriyle başlar. Timur’un hazinelerini bulma arzusuyla yola çıkan Celalet-tin Şevket, vapurda eski arkadaşı Orhan Turgut’a rastlar. Kısa bir sohbeCelalet-tin ardından yolculuğa birlikte devam etme kararı alan iki arkadaş, sırasıyla Batum, Gori, Tiflis, Gence ve Yevlah’a seyahat ederler.

6 [Hüseyinzade Ali] Turanî, “Midhat Paşa”, Füyuzat dergisi, 1906, Nr. 1, s. 11; Ayın. Ha. [Hüseyinzade

(6)

Ali Bey’in arşivinde yer alan bu el yazması eser, Yevlah kasabasının tasviriyle son bulmaktadır. Gerek eserin adı gerekse “Semerkand’a Doğru” başlığı, eserin yarım kaldığını açıkça ortaya koymaktadır.

Eserde, Timur’un efsanevi hükümdarlık hikâyesi yanında Antik Yunan medeni-yeti, Gürcü siyasi tarihi, Kafkasya’nın Ruslarca ilhak süreci, Şeyh Şamil’in Ruslarla mücadelesi gibi çeşitli tarihi konulara hikâye kişileri aracılığıyla değinildiği görülmek-tedir. Hikâyenin başkişisi olan Celalettin Şevket ve arkadaşı Orhan Turgut’un tasvir edildiği bölümler, Ali Bey’in idealindeki Türk aydını profilini yansıtması bakımından kanaatimizce önem arz etmektedir. Öte yandan yazarın, Molla Nasreddin dergisi, Gori öğretmen mektebi vs. aracılığıyla Türk dünyasında eğitim, basın-yayın faaliyetleri ve ortak yazı dili gibi dönemin güncel meselelerini de ele almaya çalıştığı gözlenmekte-dir. Ne yazık ki eserin yarım kalması sebebiyle yazarın gündeme getirmek istediği bu konular, bir kurgu etrafında, ayrıntılı olarak işlenememiştir.

Türk kültür tarihine değerli bir katkı olarak nitelendirdiğimiz Hüseyinzade Ali’nin yarım kalmış “Timur’un Hayali Karşısında” adlı eseri, aşağıda okuyucuların dikkatine sunulmaktadır. Metinde okunamayan ya da doğru okunduğundan emin olunamayan bazı sözcükler, metindeki orijinal imlalarıyla, tarafımızdan yapılan açıklamalar da köşeli parantezle ve dipnotlarda “(A.N.)” olarak gösterilmiştir.

*

TİMURUN HAYALİ KARŞISINDA

KARİLERE

Takriben beş altı sene evvel Kafkasya’da neşredilen bir makale silsilesi7 arasında Timur’un hayatı ve mefahirine tahsis ettiğim yazı tarihi yazı hayali bir faslı, muazzam Türk simalarının ihya ve taziz olunduğu şu milli intibah devrinde tekrar neşretmeyi muvafık gördüm.

Vaktiyle yevmi gazeteciliğin daimi humması içinde Semerkandlı büyük cihan-girin tasvirini ancak pek nakıs bir tarzda çizebilmiş idim. Aradaki zaman fasılasının büsbütün aşikâr bir hale koyduğu bu noksanı şimdi izaleye çalışmak isterdim. Bu arzu sevkiyle şimdi karilere takdim ettiğim eser yeniden yazılırcasına tadil ve tevsi olundu. Mamafih muhteşem cephesini tespite gayret ettiğim şanlı kahramanın hakiki timsalini vücuda getirmek kabil olmadı.

Tasvir ettiğim vaka tamamıyla muhayyeldir. Fakat Timur’a isnat edilen ifadele-rin hepsi tarihi vakalara müstenit yani eğer tabir caizse mevsuktur. Bugün cihangiifadele-rin

7 Yazar, Hayat gazetesinde yayımladığı “Türkler Kimdir ve Kimlerden İbarettir” başlıklı seri

(7)

icraatını ve bunları ilham eden maksatları umumiyet itibariyle muteber müelliflerden iktibas ettim. Bilhassa Leon Kahun [Cahun]’un meşhur telifiyle Rusça ve Fransızca muhitü’l maarifler bana bu hususta kıymettar birer mehaz oldu.

Edebi ve tarihi hiçbir kıymeti olmayan ve esasen neşri bile cüretkarane bir hareket teşkil eden şu eserin eğer karilerimden birkaçına Timur’un hayatını tetkik arzusunu verebilirse say’ım boşa gitmemiş olacaktır.

İstanbul fi-19 teşrinievvel 1329 [1 Kasım 1913] İmza: Hüseyinzade Ali I

PARLAK BİR FİKİR

İlkbaharın şaşaa ve saffetiyle hazirana ait melül güzelliğin yekdiğeriyle imtizaç ettiği müstesna teşrinievvel günlerinden biriydi. İşsiz adamlara has bir aheste yürüyüşle Fuat Paşa türbesinin önünden yavaş yavaş aşağıya inen Celalettin Şevket, Sultan Ahmet Meydanı’na gelince karşısındaki bedi’ manzaradan ansızın müteessir olarak tevakkuf etti. Cami havlusundaki ağaçların arkasında ittisa eden gök, bir mayıs sabahını andı-racak kadar berrak ve tatlı bir mavilik içinde gaşy oluyordu. Hâbide ve müstağrık ulu mabedin minareleri ufka doğru yükselmekten payansız bir zevk almış gibi zihayat bir sima ile gülümsüyorlardı. Cami duvarları önünde gezinen birkaç kadın, ipek, siyah çarşaflarıyla zarif şekilleriyle bu emsalsiz levhaya füsunkâr bir renk ilâve ediyorlardı.

Hüsn ve sanat için ebedi bir aşk taşıyan Celalettin Şevket, bu manzaranın bütün güzelliklerini yudum yudum içti. Sonra o gün için tayin edilen bir mev’id-i telâkiyi ‘bilmem nasıl’ hatırlayarak saatine baktı. Öğleyi iki saat geçmiş ve görüşmek üzere kararlaştırılan saat hulûl etmişti. Celalettin eskisinden daha seri bir meşy ile Ayasofya Meydanı’na doğru ilerledi.

Celalettin Şevket çoktan beri âsâr-ı atika müzesini ziyaret etmek istiyordu. Fakat Hamdi Bey’in himmet ve dehasına medyun olduğumuz müesseseyi gezen dostlarından bazıları bir malumatlı rehber olmaksızın temaşa edilecek heykellerin dilsiz bir adam kadar müziç olacağını ve müzeden hiçbir şey anlamadan çıkılacağını söylemişler ve Celalettin’e müzeye herhalde vukuf sahibi bir adamla gitmesini tavsiye etmişlerdi. O, birçok zaman bekledikten sonra nihayet aradığı ‘malumatlı rehber’i bulmuştu. İşte bu güneşli teşrinievvel gününde müzeyi beraber gezmek için kendisine mülaki olacağı zat, maruf arkeologlardan Mösyö Ravlenson [Rawlinson] idi.

Celalettin, müze binasının önüne geldiği zaman dostunu orada buldu. Mösyö Ravlenson, binanın kifayetsizliğinden dolayı havluya perişan bir halde dağıtılan atik mermerleri tetkik ile meşgul idi. İki arkadaş birbirinin elini sıktıktan sonra büyük medhalden girdiler.

(8)

Göze çarpacak kadar kısa boyu ile, gözlüklerin arkasından nafiz nazarlar gönderen küçük mavi gözleriyle ve daima tıraşlı olmasına rağmen bir parça yorgun görünen çehresiyle ihtiyar bir mütebahhir olduğu derhal anlaşılabilen Mister Ravlenson, bu altmış beşlik İngiliz, asâr-ı âtika mütehassısı, bir müzeyi ziyaret için ele geçmez bir rehber idi. Mensup oldukları ilim ve irfan şubesini yegâne maşuka ittihaz eden ve ona hasredilmemiş dakikalara zayi bir zaman nazarıyla bakan âlimler gibi Ravlenson da yalnız asar-ı âtika ile iştigal etmek ister ve mümkün olsa rüyasında bile hafriyat yapmak veyahut müze fihristi tertip etmek isterdi. Bu adamın pek mahdut olan kusurlarından biri de muhatabına mesela “Akropol civarının hangi tarihte kaç kere kazıldığını veyahut meşhur Venüs de Milo’nun münekker kollarının evvelce ne vaziyette bulunmuş olması lazım geleceğini saatlerce anlatmak ve karşısındakinin sıkıntıdan esnemeye başladığını fark edemeyerek bu sefer de İran’da “Persepolis” harabelerinin tarihi kıymeti hakkında uzun bir bahse başlamak idi. Celalettin, Mister Ravlenson’un fazl ve irfanı hakkında o kadar hararetli bir meftuniyet hissediyordu ki bu muhterem ihtiyarın kelal veren mufassal monologlarını bile hürmetkarane bir dikkatle dinliyordu.

İki dost, müzenin pek iyi tanıdıkları muhtelif salonlarını bir daha ziyaret için gelmemişlerdi. Mister Ravlenson uzun müddetten beri kendisine büyük bir tecessüs ilham eden Truva kaşifi Şiliman’ın [Heinrich Schliemann] meydana çıkardığı asarı görmek istemiş ve henüz teşhir olunmayan ve sandıklar içinde hıfz olunan bu nefis eşyayı tetkik için merciinden müsaade istihsaline muvaffak olmuştu. Mösyö Ravlen-son, bu ruhsatı, gayet mesut bir hadise vukua gelmiş gibi büyük ve adeta tıflane bir meserretle Celalettin’e haber verdiği zaman münevver Türk genci, ihtiyar arkeologa refakat etmek istemiş idi. İşte iki dostun müzeyi ziyareti sırf Truva asarını ziyaret maksadına matuf bulunuyordu.

Müze idaresi tarafından tayin edilen memur, Mister Ravlenson ile refikini kıy-mettar sandıkların mevzu’ bulunduğu daireye isal etti. Ravlenson aşikar bir teheyyüçle Truva’ya ait eşyayı gözden geçirmeye başladı. Onlar arasında taçlar, gerdanlıklar, bilezikler, iğneler, düğmeler, yüzükler, gayet ince altından yapılmış yapraklar ve buna mümasil birçok mücevherler göze çarpıyordu.

Mister Ravlenson, çoktan beri görmek istediği bu kıymettar antikalara kavuşmaktan mütevellit heyecanlı ve eğer tabiri caizse buhranlı saadetin ilk neşvesi geçtikten sonra meyusane bir teessüften kendini alamadı.

Heyhat! Bu hazineleri bulmak şerefini ihraz eden adam bir İngiliz değildir... Bir lahza sonra ihtiyar arkeolog, kendine has ıtnab-ı mebzuliyyetle Truva hakkında izahat vermeye başladı. Ravlenson’un bir saatten ziyade süren ifadeleri arasında en ziyade Şiliman’ın ismi tekerrür etmiş idi. İhtiyar İngiliz, Alman arkeologunun parlak zekasını, ciddi vukufunu, bilhassa maksadına vusul için gösterdiği muannidane sebatı büyük bir şevkî hararetle methetti. Akşamın ilk gölgeleri etrafa yayılıp da müfarekat

(9)

saatinin hululunu ifham ettiği zaman Ravlenson önündeki büyük Truva haritasına son ve mütehassir bir nazar atfettikten sonra Celalettin’e kolunu verdi. İki dost eski sarayın birçok inkılaplara şahit olan hıyabanlarından geçerek dışarı çıktılar.

Bu ziyaret, Celalettin üzerinde derin bir tesir ika’ etmiş idi. Akşam yemeğinde sofradakilere hep müzede gördüklerinden bahsetti ve hücre-i iştigaline çıktığı zaman o hafta intişar eden mecmuaları okuyacak yerde şedit bir arzuya tâbi olarak kütüp-hanesinden ansiklopedinin “Ş” harfi havini cildini aldı. Orada Şiliman’a dair verilen malumat, Celalettin’in merak ve tecessüsünü daha fazla tahrik edecek bir mahiyeti haiz idi. Şiliman, fakir bir ailenin oğlu idi. Daha çocukken masal okumayı seven ve bilhassa define mevzuu üzerine müesses efsaneleri merak eden bu Alman arkeologu sonraları birçok lisanlarla beraber eski Yunancayı da öğrenmiş ve bu lisanda yazılan birçok eserleri mütalaa ettiği sırada meşhur Omiros [Homeros]’un İlyada unvanlı manzum destanını hususi bir zevk ile defalarla okumuş idi. İlyada’nın kendisini bu kadar cezp etmesi sebepsiz değildi. Filhakika ihtiyar Yunan şairinin bu meşhur eserin-de birçok münasebetlerle “Truva” beleserin-desinin servet ve ihtişamından bahis olunuyor ve bilhassa Priam’ın kıymettar hazinelerine telmih ediliyordu. Şiliman’ın çocukluk zamanında define masallarıyla teheyyüç eden muhayyilesi bu füsunkâr menkıbeler ile bütün bütün hal-i işba’a gelmiş idi. Genç Alman hiçbir zaman bu muhayyel hazineleri ve asar-ı âtikayı düşünmekten fariğ olmuyordu. Truva’yı tekrar zahire ihraç etmek ve Homer ve Virjil [Virgile]in o kadar muhteşem bir lisanla tasvir ettiği abidelerin bakâyasını meydana çıkarmak, çok geçmeden Şiliman’ın dimağında bir fikr-i sabit olmuştu. Şiliman hayatın kendisini –ihtimal ki arzusu hilafına olarak– attığı ticaret sahasında hayli müddet yuvarlandıktan ve muhtelif işlerle birçok para kazandıktan sonra ömrünün son devrinde nihayet büyük dilhahını takibe imkan görmüştü. Bu dilhah, yukarıda söylenildiği gibi Truva beldesini, bütün abide ve hazineleriyle be-raber –eğer tabiri caizse– ihya etmekten ibaret idi. Hayret verici bir teşebbüs fikri çelikten bir azim ve iradeye mezc eden büyük Alman, uzun tetkiklerden sonra tasav-vurunu kuvveden fiile çıkarmak için icraata başlamış ve her türlü maniaları iktiham ile 1878 tarihlerinde Çanakkale civarında Hisarlık mevkiinde hafriyat yaptırmıştı. Netice, Şiliman’ın ümidine muvafık zuhur etmiş, Truva medinesi tekrar keşfolunmuş ve bilahare “Büyük Truva hazinesi” namıyla tevsim edilecek olan defineler, sanki Şiliman’ın deha ve sebatını mükâfatlandırmak istiyor gibi kadim şehrin duvarlarından biri içinde zuhur etmişti...

Celalettin, Şiliman’ın hayatına ait olan bu tafsilatı hummalı bir sabırsızlıkla birden okudu. Şimdi Alman arkeologunun keşfi dimağında canlanıyor ve bu Truva defineleri hikâyesi ona –perilerle, elmaslarla, saraylarla dolu– bir çocukluk rüyası gibi sihr-âmîz görünüyordu. Her lahza tezayüt ede ede azami hadde vasıl olan müheyyiç bir dikkatle Şiliman’a ait tercüme-i halin ikinci faslını okumaya başladı.

(10)

Truva’da dahiyane cüretini birkaç misli artıran Alman arkeologu oradan avdetinde Yunanistan’a gitmiş ve eski “İlada”nın birkaç kadim şehrini yine sabur-âne hafriyatla meydana çıkarmış ve tekrar en marufu Miyen [Mykenai] hazinesi namıyla yad edilen yeni birtakım defineler bulmuş idi...

Şiliman’a ait son satırları da aynı tehalükle okuyup bitiren Celalettin aldığı ma-lumatı hazmetmek ve dâhi Alman’ın keşiflerini zihninde tecsime başlamak arzusu ile kitabı elinden bıraktı. İlyada’da tasvir edilen defineleri zahire çıkarmak bir destan şairinin neşidesinden mülhem olarak parlak bir keşifte bulunmak... Bu, Celalettin’e gayet hayrete şayan dâhiyane bir istidlal, şaşaalı bir zeka tecellisi gibi geliyordu. Pek tabii bir fikir teselsülü neticesi olarak Celalettin’e Şampolyon [Jean François Cham-pollion] gibi bütün büyük kaşiflerin simalarına hayalen bir geçid-i resmi yapıyordu. Ansızın samiasında bir isim tekerrüre başladı: Delagran! ( )

Şiliman'a keşiflerindeki garabet itibarı ile en ziyade benzeyen kaşif Delagran idi. Daha dün ihtiyar Ravlenson kendisine, yine o bitmez tükenmez musahabelerinden biri esnasında Delagran’dan bahsetmiş ve “Bir masaldan bir hazine çıkaran bir adam varsa o da Delagran’dır” demişti.

Delagran ne yapmıştı? Bu zat Rangatana8 ( ) unvanlı bir Hint destanı okurken Bankora civarında “Servet-i Hümayun” namını taşıyan bir hazinenin metfun olduğuna dair bir kayda tesadüf etmiş, bunun mevsukiyetine kail olarak defineyi meydana çıkarmak için Hindistan’a gelmiş ve orada destanın tarif ettiği yerde hafriyatta bulunarak gayet iri elmaslardan mürekkep şahane bir gerdanlık bulmuştu. İşte Ravlenson’un her zamanki gibi büyük bir semahatla Delagran’a dair verdiği malumatın hülasası bu idi.

Şimdi Şiliman ve Delagran’dan hangisinin dehasını daha ziyade takdir etmek lazım geleceğini kestiremeyen Celalettin, her ikisini de mahiyetine bir parça gıpta karışan bir meftuniyet hissiyle yad ediyordu. Gece yarısına doğru yatağına girdiği zaman genç edebiyat ve asar-ı âtika meraklısının müfekkiresi hep müze ziyaretinden ve akşam okuduğu kitaplardan aldığı kuvvetli ihtisaslarla meşhun idi. Zaten tesadüf, bütün bu ihtisasları çok geçmeden beklenilmeyen bir tarzda canlandıracaktı.

*

Buraya kadar Celalettin Şevket hakkında verilen malumat, eğer kendisinin sırf Avrupalılıkla meşbu bir adam olduğuna dair bir zehap hasıl etmiş ise şimdiden bu zannı izale etmek lazımdır. Filhakika Celalettin’in garbı yegane kıble olarak tanıyan ve şarka, ara sıra ancak tezyifkâr bir nazar atfetmek için teveccüh eden seciyesiz, mefkuresiz ve mutasallif beylerle hiçbir karabet ve müşabeheti yoktu.

8 Bahsi geçen Hint destanı ile Hindistan’daki hazineleri bulan şahsa (Delagran?) dair kaynaklarda bir

bilgiye rastlayamadık (A.N.).

نارغلاد

(11)

Celalettin, Frenk medeniyetini zeka ve say’ın icaznüma bir muhassalası olduğunu bildiği için takdir eder ve fakat hiçbir zaman Şark’ın manevi güzelliklerini meftuniyetle tebcilden hali kalmazdı. Hatta onun fikrine nazaran Şark feyzi alemşümul bir ana ve Avrupa onun tekemmül etmiş ve bununla beraber muhtelif sebeplerden naşi maderzâd fazilet ve saffeti kaybetmiş bir evladı idi. Bir gün dostlarından biri ile görüşürken dermiyan ettiği şu fikir Garp ve Şark hakkındaki telakkisini pek güzel izah eder:

“Bazı kühûlet devresine vasıl olmuş ağaçlar üstünde bazen bir taze filiz doğar, bu filiz az zaman içinde o kadar neşvünema bulur ki ağacın bütün nesgini içer ve ağaç bir kuru kadid halini alır. Fakat genç filizin bu tegallisi muvakkattir. Yarın kuruyan gövdeden yeni bir fidan çıkacak ve öbür filiz onun inşa ve işâ’ı altında ezilecektir. İşte benim nazarımda Avrupa ve Asya’nın bugünkü ve yarınki vaziyetleri ihtiyar ağaçla genç filizin macerasında mündemiçtir”.

Celalettin Şevket şark ve garp âlemini, yekdiğeriyle mukayese ederken gösterdiği fikr-i selametini her şeyden evvel menşei olan ailenin ve muhitin tesirlerine medyun idi. Celalettin’in peder ve validesi şimdi inkıraz halinde bulunan eski, asil ve civanmert bir haneye mensup idiler. Celalettin bütün Arap ve İran edebiyatı ile meşbu ve aynı zamanda Garp medeniyetinin tefevvukunu görerek derin bir intibah hissi ile mütehassis olan babasının tertip ettiği program dahilinde tahsil görmüştü. Kendisi çocukluğunda İstanbul’un kibar aileleri arasında teessüs etmeye başlayan sakîm ve belki de mühlik itiyada muhalif olarak Frenk mürebbiyelere tevdi edildi ve Fransızcaya kendi lisanını Arabi ve Farisiye ait esaslı malumat ile beraber güzelce tahsil ettikten sonra yani on beş yaşında başladı. Parisli muallimi, Celalettin’e ilk defa olarak La Fonten [La Fontaine]’in en meşhur efsanelerini öğrettiği zaman o Şeyh Sadi’nin, Mütenebbi’nin müntahap parçalarını ezberlemiş bulunuyordu. Genç asilzadenin ta yirmi beş yaşına kadar devam eden tahsil seneleri hep bu iki muhtelif edebiyata ait işitilenlerle geçti. Celalettin Şark’ı ne kadar yakından tanıdı ise Garp’a da o kadar sıkı ve samimi bir tarzda temas etti. İşte böyle bir terbiye ve tahsil sayesinde Celalettin, “Şarklı bir Frenk” namıyla tevsim edilebilecek bir Avrupaperestkârı değil, Şark’ın bütün yüksek ananelerine merbut İslâm’ın muâsisine muttali ve bununla müftehir mütemeddin bir yirminci asır Müslümanı oldu. Onun ne Şark’ı ve ne de Garp’ı ihmal etmediği hayatının her safhasında her münasebetle göze çarpardı. Mesela bir hafta tatil günü Beşiktaş’ta ressam Zonaro’nun sergisine veyahut programında “Mozar [Wolfgang Amedeus Mo-zart], Berlioc [Hector Berlioz], Sensans [Camille Saint-Saens]ın isimleri görülen bir musiki müsameresine giderse ertesi hafta Galata Mevlevihanesi’ne şitab eder, cuma ayinini pek samimi bir aşinalıkla takip ettiği gibi mesnevinin beliğ ahengiyle neyin lâhuti nağmesini de derin bir vecd ve istigrak içinde dinler idi. Bir sabah ihtiyar dostu arkeolog Ravlenson’la görüşür, akşam “bakiyyet-üs selef” ıtlakına bi-hakkın, sezâ-vâr olan, şair ve mütebahhir Hoca Hayret Efendi’nin meclisine girerdi. Yazıhanesinin

(12)

üstünde Alfred dö Musse [Alfred de Musset] ile Buharalı Şevket, Hayyam ile Löpardi [Giacomo Leopardi] dil-firib bir perişanlık içinde yekdiğerine mülaki olurdu. Beyoğ-lu’ndaki kitapçı dayısı, Celalettin’i ne kadar iyi tanıyorsa Hakkâklar çarşısındaki sahaf Recai Efendi de onunla o kadar sıkı bir muarefe hasıl etmişti.

Garp edebiyatının bilhassa Şark’a ait asarını büyük bir merak ve tecessüsle mütalaa ettiği gibi Gote [Goethe]nin mülhematı olan “Garp ve Şark Divanı” misillü eserlerden kütüphanesinde kıymettar bir ko[leksiyon]vücuda getirmiş Celâlettin’in Şark hakkındaki merbutiyeti sade kalbî ve meşhur tabire göre “eflâtunî” bir alâkadarlıktan ibaret değil idi. Bu merbutiyet ateşine bir arzu tevlit edecek kadar derin ve aşikane idi. Şark’ın yani Müslümanlığın muhteşem mazisi hakkındaki tetkikatı Celalettin’e Müslümanların bugünkü halini feci bir şekil altında gösteriyor ve ona bu düşen, inhizama uğrayan âlemi ihya ve ilâsına çalışmak lüzumunu anlatıyor ve bu uğurda sarf edilecek mesainin necabet ve kutsiyeti cazibedar bir bedahetle ihsas ediyordu.

İhtimal ki maceracılığını bazılarının nazarında bir kusur teşkil edecek kadar müfrit olan ve fakat her halde samimiyet ve ulüvv-i cenabından şüphe olunamayan Cemalettin Efgani İstanbul’da iken Celalettin’in pederi ile pek çok görüşmüş idi. Şeyhin, İttihad-ı İslam hakkındaki müheyyiç hitabeleriyle meşbu olan babası, Celalettin’e daha belki genç yaşında iken bütün bu fikirleri telkin etmiş ve oğlunu ittihad-ı İslam’ın bu mu-kaddes davanın hararetli bir mürevvici haline getirmişti. Celalettin’in sonraki tahsil ve tetebbuu kendisinde hep bu pederinden aldığı fikri tembih etmiş idi.

*

Sonbaharın güzel günleri geçmiş, şimdi ufkun matemi bir renk ile muhat olduğu ve muannit ve müziç yağmurların mütemadiyen nüzul ettiği karanlık mevsim başla-mıştı. Bir ikindi üstü odasında sıkılan Celalettin, muayyen bir hedef olmaksızın yalnız bulunduğu yerde kalmamak için sokağa çıktı. Divanyolu’nda birçok dostlara uğramak ve yemek vaktine kadar onlarla görüşmek hatırına geldi. Aynı zamanda Beyoğlu’na çıkarak tiyatroya gitmeyi de düşündü. Fakat onu meçhul bir cazibe çarşıya doğru çekti ve götürdü. Celalettin bedestana uğrayarak kendisi için tedarikini emr ü tembih ettiği eski tarzda bir gümüş hokkayı aldıktan sonra Zincirlikapı’dan çıktı ve hakkâklar çarşısında Danişmend Efendi’nin dükkânına girdi. Otuz seneye yakın bir zamandan beri aynı dükkanda kitapçılık eden Danişmend Efendi, İstanbul’un gittikçe azalan şayan-ı dikkat olduğu kadar sevimli enmüzeçlerinden biri idi. Bu adamın hüviyetini tarif için denebilir ki: o, para kazanmak için değil, mümkün olduğu kadar çok kitap okumak için dükkan açmıştı.

Mutavassıt bir aileye mensup olan Danişmend Efendi gençliğinde tahsile başlamış ve fakat bazı aile gavaili kendisini henüz layıkıyla tenevvüre vakit bulmadan hayat cidalgâhına atmıştı. İlk tahsil seneleri Danişmend’in üzerinde gayet derin izler bırakmış ve okuyup öğrenmek şevk ve arzusu bir kandil gibi kalbinde ışık saçmaya başlamıştı.

(13)

Danişmend, evkaf nezaretinde birkaç sene ufak bir memuriyette bulunduktan sonra diğer bir meslek intihabına karar vermiş ve gerek mizacına ve gerek perverde ettiği mütalaa aşkına en muvafık bir iş olan kitapçılığı intihap etmişti. İşte otuz senedir şu hakkâklardaki dükkânda kitap satmaktan ziyade okumakla vakit geçiriyordu. Bir iptidai hocası, sınıfındaki talebeden her birinin hüviyetini nasıl iyi bilirse Danişmend Efendi de dükkânındaki kitapların hepsini dikkatle okumuş olduğu için o kadar iyi bilirdi. Kendi-sinin tabiatî şi’riyesi olduğu ve bazı kitaplara haşiyeler yazdığı bile mervî idi. Herhalde Danişmend âdi sahaf değil, münevver ve kıymetşinas bir hafız-ı kütüb idi. Kendisinin sadık ve daimi müşterileri fazl ve irfanını ve samimiyetini taktir etmişler ve kendisiyle dost olmuşlardı. Bunlar meyanında Celalettin Şevket hiç şüphe yok ki ilk safta idi.

Celalettin, Danişmend Efendi’ye mu’tadi veçhile “Azizim merhabalar” diye selam verdikten sonra minder üstüne oturdu. Ve ihtiyar sahafın eline geçen yeni kitapları tetkike başladı. Celalettin önündeki ciltlerin her birini eline alır almaz Danişmend Efendi derhal onun mündericatından, meziyet ve noksanlarından bahsediyor, ara sıra “Bu kitabın yaprakları soğan sarmaktan başka bir şeye yaramaz” tarzında şiddetli tenkitlerde bulunuyor veyahut “Bu kitabı iki kere okuyacaksınız” diye beğendiği kitapları methediyordu. Bir aralık Danişmend minderden kalkarak dükkânın içeri tarafına doğru gitti ve asr-dide olduğu pek eski üsluptaki cildinden anlaşılan bir kitap getirerek Celalettin’e dedi ki: “Bu kitap senin gibi kıymetşinâsân için hazineye değer. Geçen gün büyüklerden birinin terekesinden aldım.”

İhtiyar sahafın böyle her kitap hakkında ibzal olunmayan bir hararetli tehalükle Celalettin’e takdim ettiği eser, ...9 namında Türkistan ahvaline dair tarihi bir telif idi. Celalettin kitabın mevzuunu pek de cazip bulmadı ise de cildin nefasetine meclub olarak ve biraz da Danişmend’in rey-i taktirini ihmal ediyor gibi görünmek istemeyerek kitabı satın aldı ve Danişmend’in mu’tadi veçhile kendisine uzattığı enfiye kutusundan bir tutam enfiye alarak Bayezid Meydanı tarikiyle avdet etti.

Celalettin akşam yemeğinden sonra odasına çekildiği zaman hala yağmur ke-silmemişti. Güzel mevsimin tamamıyla üfûl ettiğini müziç bir inatla ilan eden bu devamlı yağan yağmur genç mütefekkire müphem bir sıkıntı verdi. Masa üzerinde duran evvelce okumaya başladığı kitabın mütalâasına devam etmek istemedi. Bir sigara yakarak mindere uzanan Celalettin bir müddet sonra bu halden de sıkılarak bir şey ile meşgul olmak için etrafına göz gezdirdi. Masanın bir tarafında o gün satın aldığı kitap duruyordu. Görülmemiş yeni bir şey karşısında hissedilen hevesle Celâlettin onu eline aldı ve sayfalarını çevirmeye başladı. Ansızın gözüne ilişen bir sername genç müdekkikin tecessüsünü şiddetle tahrik etti: “Bab-ı Çiharem: Dervasf-ı Defain-i Semarkand”.

(14)

Semerkand, Celalettin’in meçhulü değildi. Efrasiyab tarafından payitaht ittihaz edilen, sonra İskender’in fütühatı tarihinde Marakanda namıyla yad olunan ve en büyük şöhret şaşaasını Timur ve haleflerine medyun olan Türkistan’ın bu büyük medinesini genç fazıl pek iyi bilirdi. Celalettin, coğrafya ve tarih kitaplarında Semerkand’a dair birçok malumata tesadüf etmiş ve okuduğu birkaç Türkistan seyahatnamesinde de bu şehrin sima ve hayatını yakından tanımıştı. Fakat şimdiye kadar hiç bir yerde Semer-kand definelerinden bahsedildiğini görmemiş ve duymamıştı.

Semerkand defineleri! Kuvvetli bir projektörün ziyası karanlığa nasıl nüfuz ederse bu iki kelime de Celalettin’in zihnine o suretle girdi. Öğrenmek, muttali olmak hırsı ve (?) verdiği asabi bir tehalükle derhal Semerkand Defaini vasfındaki ba- bı okumaya başladı.

Bu kitap ekseri İran müverrihlerinin telifleri gibi birtakım hayret verici hariku-lade vakalar, muhayyileyi müheyyiç eden rivayetler ve parlak masallarla dolu idi. Tarihîşü’ûnun nakil ve ifadesini beş satır ötede ancak bir şair tarafından ibda olunabilen süslü, müzehhep efsaneler takip ediyordu. Fakat müellifin hikâye ve ifadede gösterdiği harikulade iktidar vukuu, ihtimalden en ziyade baid olan maceralara bile müessir ve canlı bir mahiyet izafe etmişti.

Celalettin şimdi bu hayâl-âmiz sayfaları, meselâ Momsen [Theodor Mommsen]in Roma Tarihi gibi her satırı reddi imkânsız bir vesikaya müstenit ve baştan ayağı vaki şeylerin sahih ve sadık bir ifadesinden ibaret olan bir kitabın ilham ettiği emniyetle okuyordu. Bu itimat hissi gayet şiddetli bir merak ile müterafık idi.

İran müellifi, gençliğinde pek büyük bir nüfuz ve hakimiyete malik değilken sonra bütün Asya’ya hükümran olan en büyük cihangirler zümresine iltihak eden Timur’dan bahsediyor, onun ilk zamanlarında duçar olduğu müşkülatı üzerine uzadıya anlatıyordu. Timur, ilk muvaffakıyetlerini, kendisini büyük muhataralara ilka ederek kazanmıştı. Düşmanları ile çarpışmak için ilk defa olarak Semerkand’dan dışarı çıktığı zaman maiyeti altmış kişiden ibaret idi. Biraz sonra yirmi kişi ile dağa çıktığı zaman hasmının bin kişilik kuvvetine rast gelmiş idi. Üç dört sene bu tarzda muharebe eden Timur, birçok buhranlı dakikalar geçirmişti. Hatta bir kere haydutların eline düşmüş, bir kere de esir olmuştu. Timur’un topallığı bile bu ilk gençlik senelerinin yadigarı idi. Filhakika Sistan hakimi ile muharebesinde Timur pek müşkül bir vaziyette kalmış ve kolundan ve bacağından vurulmuştu...

İşte tabir-i kadimi ile iptidai neşetinde bu kadar müşkülata maruz kalan Timur, biraz sonra bütün Türkistan’a hakim olmuştu. Bu harikulade tealinin sırrı ne idi?

İranlı müellif, Timur’un hayatını bu noktaya kadar oldukça tarihe muvafık bir tarzda tefsir ettiği halde Timur’un her dakika hayatı tehlikeye maruz bir ser-gerdelikten muhteşem bir saltanat erikesine irtifasını izah için makul ve mantıki sebepler değil müzehhep bir efsane irat ediyor idi.

(15)

Kitapta Şark tarihnüvislerine mahsus ıtnap ile tasvir edilen bu efsane hakikaten hayali tehyiç edecek bir mahiyette idi. Müellifin ifadesine göre; Timur bütün nüfuz ve saltanatı, bir gün kırlarda rast geldiği bir dervişin irşadı sayesinde kazanmış idi. Bu derviş, cihangirâne arzuları akim kalmasından mütevellit hummalı bir yeis içinde kalan Timur’u yolu üstünde durdurmuş ve ona mühim bir ibare ile talih ve istikbalinin Semerkand’da “Kale-i Efrasiyab” dedikleri yerde toprak altında meknûz olduğunu haber vermiş ve gözden nihan olmuştu. Timur böyle bir hidayete nail olduğu için Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena ederek derhal iki rekat namaz kılmış ve daima kendisiyle beraber bulunan beyaz ata binerek Semerkand’a koşmuş idi. “Kale-i Efrasiyab” sahasında daha ertesi gece yeri kazmaya başlayan genç Timur Bey, sabah ezanı okunurken bir hazine bulmuş ve dervişin sözlerindeki nükteyi anlamış idi.

İşte, İranlı müellifin kavline göre Timur’un sırr-ı muzafferiyeti bundan ibaret idi. Semerkand emiri harikulade zekasına “Kale-i Efrasiyab”ın tükenmez hazinesini ilave edince önündeki bütün müşkülat erimiş, bütün mani ortadan kalkmış ve bütün kapılar açılmıştı...

Evvelce hassasiyetleştirilen bir fotoğraf plağı, güneşli bir manzaradan derin bir surette müteessir olursa, Celalettin’in tecessüs ve teheyyüçle meşbu olan dimağı da “Kale-i Efrasiyab” efsanesini okuyunca o kadar şiddetli bir surette sarsıldı. İranlı müellifin her cümlesi hafızasında zeval bulmaz bir intiba bıraktı.

Şimdi Celâlettin, hayali önünde birdenbire bazı aşina çehrelerin ve bazı meşhudatın o ana kadar haiz olmadıkları bir vuzuh ve sarahatle canlandığını görüyordu: İhtiyar dostu asar-ı âtika alimi Ravlenson, Truva’yı keşfeden Şiliman, bir sonbahar günü müzeyi ziyaret, “Servet-i Hümayun” namındaki defineyi bulan Delagran ve nihayet bu “Kale-i Efrasiyab” efsanesi...

Bütün bunlar şimdi Celalettin’in zihninde, halkaları birbirine sımsıkı merbut bir zincir gibi bir silsile teşkil ediyordu.

“Evlâdım hala çalışıyor musun?”

Eğer yatmadan evvel görmek için gelen validesinin bu müşfik hitabı, kendisini tahlillerinden uzaklaştırmasa idi Celalettin, ihtimal ki daha saatlerce Kale-i Efrasiyab efsanesini düşünüp duracaktı. Biraz validesinin ihtarına riayet için, biraz da yorgun olduğu için kütüphanesini terk ile yatağına girdiği zaman horozlar ötmeye başlamıştı... Bununla beraber yine derhal uyumak kabil olmadı. Şimdi İranlı tarihnüvisin Timur hakkında hikâye ettiği şeyler arasında bir ufak fıkra Celalettin’in dimağına adeta musallat oluyor ve uykuyu kovuyordu...

Genç mütefekkir, müellifin ibaresini ezberden okumaya çalışıyordu:

“Vakta ki Timur hazineye zaferyab oldu, Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena edip onu almak için kıyam ettiğinde nagehan duvar yarılıp bir huri-misal ve likası nurani

(16)

duh-ter zuhur edip suhene ağaz ile dedi ki: Bu bir hazinedir ki ondan her devirde teyid-i Rabbaniye mazhar olan rüesa müstefit olurlar. Ey Timur, Ey civanmert emir, senin de maksatların nezd-i Kibriyada makbul olduğundan bu fena bulmaz defineye malik oldun. Lutf-i Hakk’la amalin husul buldukta unutma ki senden sonra gelip mazhar-ı tevfik olacak ümera da ancak sana münkeşif vasıta ve sebeple matlaplarına ereceklerdir. Huri-misal ve likası nurani mahlûk hitabını ikmal ettikte derakap gözden nihan oldu. Timur bir müddet medhûş ve müstağrık kalıp, hâl-i hayret geçtikte hazineyi müstas-hiben ol mahalden uzaklaştı. Mevsuk rivayettir ki Timur, huri-misal, duhter-i nurani likanın pendine harfiyen riayet etti...”

Eski tarihçeleri tetebbua başladığı zamandan beri bu tarzda çok efsaneye mü-sadif olan ve onları nim müstehzi bir tebessümle telakkiye alışan Celalettin, bilmem neden, bu “Kale-i Efrasiyab” masalından bir türlü dimağını tecrit edemiyordu. Şimdi kendisinde bu gibi hikâyelerin sıhhat ve mevsukiyeti hakkında garip bir itikat hasıl oluyordu. Bütün asr-dide tarih kitapları, hep beyaz sakallı, nurani bir çehreye malik ihtiyar dervişlerle, tenha bir yerde medfun hazinelerle dolu idi. Hayır, müverrihlerin aynı yalanı bu kadar şayan-ı hayret bir ısrar ile tekrar etmesi kabil değildi. Hayır, muhtelif devirlerde yaşamış olan manevi bünyeleri, seciyeleri başka başka müellifle-rin kizb üzemüellifle-rine ittifakına imkan yoktu. Mutlaka bu masalların bir esası olmalıydı...

Dakikalar geçtikçe Celâlettin’in itikadı daha ziyade kuvvet kesp ediyordu. Ni-hayet şüphesinin son gölgeleri de dimağından silindi. Kale-i Efrasiyab hikâyesinin doğruluğuna iman etti. Bu suretle vuzuh ve hakikate vasıl olarak şekk ve tereddütten kurtulan Celalettin’in zihni, büsbütün müsterih olmamıştı. “Mevsuk rivayettir ki, Timur, huri-misal duhter-i nurani likanın pendine harfiyen riayet etti...”. İranlı müellifin bu ibaresindeki telmih genç müdekkikin tecessüs ve hayalini muttasıl iğneliyordu. Kale-i Efrasiyab’daki hazinelerin muhafızı olan güzel kız, Timur’a: “Unutma ki senden sonra gelip mazhar-ı tevfik olacak ümera da taleplerine ancak sana münkeşif vasıtalarla eri-şecekler...” demişti. Bu sözlerin “Hazineden istifade et, fakat senden sonra gelecekler için de bir şey bırak yahut tekrar yerine koy...” emrini tazammun ettiği pek aşikâr değil miydi? Sonra müverrih Timur’un verilmiş nasihate harfiyen riayet ettiğini tasrih ediyordu. Bunun da “Timur hazineyi tekrar yerine koydu...” mefhumundan başka bir mana ifade edebilir miydi?..

Celalettin bu suallere de deruni bir cevab-ı tasdik verdikten sonra göz kapaklarına kurşun kadar ağır bir sıklet veren uykuya daldı.

*

Taammüm ede ede bayağılaşan ve bununla beraber derin bir hakikati ifade eden bir kavle nazaran en küçük sebepler bazen en büyük neticeler doğurur. Celalettin, hayatının en mühim vakalarından birini işte böyle küçük bir sebebin taht-ı tesirinde idrak edecek, sahaf Danişmend Efendi’de görüp satın aldığı kitap onu hiç keşif ve

(17)

tahmin etmediği bir karara sevk edecek, kendisi için meçhul ufuklara sürükleyecek idi... Semerkand, defineleri müheyyiç efsaneyi okuduğu geceden beri, genç mütefekkiri kuvvetli ve sihr-engiz bir mıknatıs gibi cezp ediverdi.

Celalettin esasen bununla fikrini hal-i işbaa getirecek her şeyi yapmakta kusur etmi-yordu. Daha bu efsaneye muttali olduğu gecenin ertesi günü, doğruca ihtiyar Ravlenson’un Tünel civarındaki ikametgahına koşmuş ve sevdiği kadın hakkında muhatabına sezdir-meksizin malumat almak isteyen bir genç ve tecrübesiz aşık tavrıyla ihtiyar arkeologdan münasebet getirerek Semerkand’ı sormuştu. Ravlenson her hecesini ayrı ayrı uzatarak: “Semerkand, Semerkand!” demişti. “Asya’nın hakiki metropolü bu şehirdir! Bir arke-olog için orada elli sene tetebbu edilecek mahalleler vardır. Sezar’ın makarr-ı saltanatı olan Roma ne kadar muhteşem hatırat-ı tarihiyyeyi ihtiva ediyorsa Timur’un payitahtı olan Semerkand da o kadar muazzam vakayi’in beşiği olmuştur. Eğer haşin ve itisafkar Rusların husumetinden korkmasaydım bundan çok evvel Semerkand’a gitmiş bulunur ve orada birçok keşifler yaparak İngiliz namına biraz şeref daha izafe ederdim”. Ravlenson bu suretle Semerkand’ı pek hararetli ve meftunane bir tarzda tasvire başlamış ve mutadı olan ıtnab ile yarım saat kadar bu mevzu üzerine tevakkuf etmişti.

Günler geçtikçe Celalettin Semerkand’ı sevmek için yeni sebepler buluyordu. Semerkand bugün bir harabeden, hayır, dümdüz bir tarladan veyahut bir çölden ibaret olsa idi yine Timur’un hatırası ona hasret ve meftuniyetle atf-ı nazar edilmesi için kâfi değil mi idi? Halbuki Semerkand –Celalettin’in okuduklarına ve işittiklerine naza-ran– harabe veyahut çöl değil, birtakım muazzam abideleriyle Hindistan’daki Delhi veya Endülüs’deki Kurtuba gibi zihayat bir belde idi. Semerkand’a kadar bir seyahat, mütefekkir ve arif bir adam için hem kutsiyete mukarin manasıyla bir ziyaret teşkil edecek ve hem de müfit ve güzel bir teferrüç olacak idi. Amerikalıların Bahr-i Muhit’i aşarak ‘Memfis [Memphis] ve Heliopolis’i ziyarete geldikleri bir zamanda bir Türk ve Müslümanın Semerkand’a gitmesi hiç de garip olmazdı.

Bir Semerkand seyahati işte bütün bu mülahazalarla Celalettin’in nazarında makul ve mantıki bir mahiyet iktisap ediyordu, fakat bu teşebbüs aklıselime mugayir, çılgınca bir şey olsa idi, yine Celalettin’e munis görünecekti. Zira ona kıyas kabul etmez bir cazibe veren füsunkar bir şey vardı: Semerkand defineleri!

Semerkand’a gitmek herhalde bir ziyaret ifa etmek ve ehramlar yahut şimdiki Paris abideleri kadar şahane ve parlak abideler görmek demek idi. Orada büyük bir keşifte bulunmak Şiliman kadar lutf-i tali’e mazhar olarak ihtiyar tarihnüvisün nak-lettiği defineleri ele geçirmek... Bunlar da Semerkand seyahati cümlesinin altında gizlenmiş iki müheyyiç vaat idi. Bütün bir mevsimi bu hisler ve düşünceler içinde geçiren Celalettin baharın ilk günlerinden birinde kendi kendine kati ve tağyir kabul etmez bir karar ittihaz etti.

(18)

II

SEMERKAND’A DOĞRU

Celalettin’e biraz yek-tarz görünen deniz yolculuğunun dördüncü gecesi kamersiz bir sema altında vapur yol alırken ansızın uzakta binlerce küçük aydınlığın birleşme-sinden husule gelmiş bir nur ve ziya membaı gözüktü. Yemeklerini süratle yiyerek Celalettin gibi sigaralarını içmek için güverteye şitab eden birkaç yolcu gayeye erişmek-ten mütevellit sevinç içinde: “Batum’a geldik!” diye yekdiğerine şehri gösterdiler. Bir saat sonra Celalettin, Semerkand seyahatinin ilk merhalesine ayak atmış bulunuyordu.

“Azizim gözlerime inanayım mı? Siz burada ne yapıyorsunuz?”

“Hiç hayret etmeyiniz, azizim... Ben de sizin gibi meçhul memleketleri görmek arzusuna kapıldım, işte burası seyahatimin mebdei oluyor...”

Bu muhavere Batum’un sahilindeki parkta cereyan ediyordu. Celalettin Şevket ile eski arkadaşlarından Orhan Turgut karşı karşıya gelmişlerdi. Celalettin, yabancı bir memleket toprağına vusulünün daha ikinci günü aşina ve samimi bir dost çehresine rast gelmek bahtiyarlığını idrak ediyordu. Genç seyyah bunu kendisi için fal-ı hayr addetti.

Orhan Turgut, son zamanlarda yetişen milliyetperver ve mefkûreci neslin enmüzeci bir ferdi, en zi-hayat bir timsali idi. Tıbbiyede tahsilini bitirdikten sonra ilk işi “Turan Bayrağı” unvanıyla bir gazete imtiyazı almak olmuş ve fakat mali birtakım müşkülat bunun neşrini tehir ettirdiğinden diğer gazetelere yazmaya başlamıştı. Müteyemmen bir vukufa ve feyzli bir hassasiyete malik olan Turgut Bey, az bir zaman içinde şayan-ı hayret bir şeref ve nüfuz kazanmış ve milliyetperverân zümrelerinin rüesası miyanı-na dahil olmuştu. Cesaret, fikr-i teşebbüs, azim ve metanet gibi ırkının en kıymetli faziletlerini nefsinde cem eden bu Anadolu evladı, İstanbul’da manevi hakimiyetini istimalde devam gibi kolay ve külfetsiz bir vaziyet var iken “Türklük hakkında salim bir fikir edinmek için, Türkleri yakından tanımalıyım” fikir ve mülâhazasına tâbi olarak uzun bir seyahate çıkmış ve ilk evvelce Kazan Türklerini ziyaret ettikten sonra Kırım’a inmiş ve oradan da Batum’a geçmiş idi.

Celalettin ve Turgut ilk hayret ve sevinç dakikası geçtikten sonra Batum’un şayan-ı temaşa yerlerinden biri olan parkın tenha bir cihetine çekilerek büyük bir tehalükle konuşmaya başladılar.

İki arkadaş yekdiğerine seyahatlerinin esbabını izah ettiler. Celalettin, Turgut hak-kında perverde ettiği emniyetkarane muhabbete rağmen Semerkand definelerini gizli tuttu. Yalnız Timur’un payitahtını ve tarih-i İslam’da büyük bir nam bırakan efazılın makamlarını ziyaret için yola çıktığını söyledi. Turgut da esasen Türkistan’a gitmek ve hatta mümkün olursa Çin’de Kaşgar’a ve Şarkî Sibirya’ya kadar seyahatini uzatmak fikrinde idi. Birbirinin refakatini beklenilmeyen bir nimet addederek iki arkadaş artık ayrılmamaya ve birlikte seyahat etmeye karar verdiler. Yalnız Turgut, Batum’dan

(19)

Bakü’ye kadar olan mesafenin bir iş adamı isticaliyle çarçabuk kat edilmemesini en mühim Kafkas şehirlerinde birkaç gün kalınarak ahali ve muhitle temas edilmesini şart koydu ve Kafkasya’nın manzaralarındaki halâvet ve ihtişamını ve ahalisinin bedi’ ve nazar-firib kıyafetini çoktan beri işiten Celalettin, bu şartı memnuniyetle kabul etti.

Celalettin ve Turgut, Batum’da üç gün daha kaldılar. Bu müddet zarfında seyahat-lerinin en müsait şeraiti dahilinde cereyanını temin için, bazı tedbir ittihaz ve malumat istihsal ettikten sonra Batum’da İslamlığı ve Osmanlılığı idame eden müessese ve eşhası tanımak istediler. Celalettin’in İstanbul’da bir muteber Kafkasyalıdan aldığı tavsiyeler, iki arkadaşın işine yaradı. Celalettin’in kendisine tavsiye götürdüğü bir zat, iki genç Türk’ü, Osmanlı Şehbenderhanesine ve Büyük Cami’e götürdü. Rıhtımdaki Türk kahvelerinde de biraz oturarak muhtelif Türk ve İslam enmüzeçleriyle görüştü-ler. Acar Türk Beyleri ile Gürcü İslamları, mütecessis Turgut’un pek ziyade nazar-ı dikkatini celp etti.

Mayısın nağmeleri, rayihalarıyla dolu bir akşamı idi. Celalettin ve Turgut kendi-lerini içerilere doğru götürecek trene bindikleri zaman karşılarında vecd-âver bir levha buldular. Güneş, bütün ufka yayılan bir füruzan kırmızılık içinde batmaya başlamış ve uzaklardaki dağlar birer esrarengiz abide şeklini almıştı.

Tren ilerledikçe Celalettin kalbinde derin bir teessür tadıyordu. Bu ihtisas, ulu ve mukaddes mabedin eşiğine ayak atan adama has ra’şe-i hürmetle behiştî bir bahçenin kapısından giren bedia-cu bir ruhun hasıl ettiği mahzuziyyet-i mütehassiraneden mü-rekkep bir şey idi. Genç mütefekkirler için Kafkasya, güzellik ve kahramanlık yurdu idi. Kafkasya, bu kelime onun nazarında melek-çehre bir kadın mevkibe (? ) canlandırır, nuşin ve aşıkane efsaneler ve mühib ve müheyyiç destanlar ihtar eder idi. Dünyanın en güzel ve zeki ırkının beşiği olan Kafkasya, aynı zamanda en cengâver ve alicenap bir halkın vatanıdır.

Biraz sonra gece bütün zulmetiyle hulûl etti. İki arkadaş Gürcistan vadilerinde tuluu, bu behiştî levhayı görebilmek için erkenden yataklarına uzandılar.

Ertesi sabah ilk evvel uyanan Turgut, vagonun penceresinden bakınca gözler için hakiki bir şenlik, emsalsiz bir ziyafet teşkil eden muhitin önünde, bir perestiş hissi duydu ve hemen arkadaşını uyandırdı. On beş dakika devam eden Suram tüneli gece-leyin geçilmişti. Şimdi tren Gürcistan’ın sinesinde uçuyordu. Gök, dilruba ve mesut bir kadının siması gibi gülümsüyordu. İlkbaharın rayihaları ile dolan havada nefis bir rikkat ve halavet vardı. Her taraf nuşin bir yeşillik içinde idi. Zirvelerinde bazen zümrüt bir taç gibi bir ağaçlık taşıyan tepeler, onların arkasında sık ve asr- ormanlarla mestur dağlar ve ta uzaklarda müebbet karlarla süslü bülent şahikalar bu dilber Gürcü yurdunun başlıca hududu idi. Tren ara sıra hep, güzellikte birbirine rekabet eden küçük istasyonlarda tevakkuf ediyordu. Tren mevkiflerde durdukça dışarıda Gürcü lisanıyla birtakım muhavereler işitiliyordu. Gürcülerin meşhur ve tarihi güzelliklerine dair pek

(20)

çok hikâyeler okumuş olan Orhan Turgut, Gürcü lisanını ilk defa işitince bir nida-yı hayreti zapt edemedi.

“Ne garip! Gürcülerin lisanı, simalarının zarafetiyle hiç de mütenasip değilmiş!”. “Evet azizim... Bize Gürcü lehçesi pek garip gelir. Fakat unutmamalıyız ki bu lisan, birçok büyük şairlerin anadilidir. Mesela Gürcistan Melikesi Tamara devrinde yaşamış Rustaveli [Şota Rustaveli]. İşte sana Homer’in, Firdevsi’nin peyrevlerinden bir şair. Kütüphanede Şehname’nin yanına konulabilecek bir destanın sahibi Gürcü-lerin milli şairi...”.

Arkadaşının mülahazasına bu suretle cevap veren Celalettin Gürcü edebiyatı hakkındaki malûmatını tafsile başladı Gürcülerin yeni ideallerini terennüm eden şair Barataşvili [Nikoloz Barataşvili] ile Orbelyani [Grigol Orbeliani]den ve asar-ı edebi-yatıyla bu kavmin terbiye-i içtimaiyesine en ziyade hizmet eden Akaki Sereteli [Akaki Tsereteli]den bahsetti. Ve sonra Gürcülerin istikbalini, nikbinlikle keşif ve tahmin etti: Gürcüler, Kafkasya’nın Fransızlarıdır. Vatandaşları Volter[Voltaire]in halefleri gibi zarif, nüktedan, meclis-ârâ ve munistirler. Ümidinde musırr olan ve otuz-kırk seneden beri devre-i intibaha girerek, say’ında sebat eden bu kavim, mazisiyle mütenasip bir istikbale malik olmak için hukuk-ı siyasisini istihsale ve iktisadi boyunduruklardan kurtulmaya çalışıyordu.

İki arkadaş yolda Fransızca bilen birkaç Gürcü’ye rast geldiler ve onların hepsinde hayırhahâne bir muhabbet nişanesi gördüler.

Şimdi manzaraya yeni bir güzellik inzimam etmişti: Güneşin şuaları altında bi-karar ve dil-nişin akan bir nehir. İki arkadaş bu suyun hangi nehir olduğunu yekdiğe-rinden sorunca biraz evvel vagona binen bir ihtiyar yolcu, söze karışmak fırsatını idrak ettiği için aşikar bir memnuniyetle dedi ki: “Efendi yoldaşlarım, bu gördüğünüz Kür ırmağıdır. Bu bizim Anadolu’dan gelir. Ta uzakta Bakü denizine dökülür.” Bu adam altmış beş yaşlarında olduğu halde dinç kalmış başında sarığa benzer bir başlık taşıyan bir Müslüman idi. Kendisinin Hacı Mahmut namında Batumlu bir Türk olduğunu ve Ahıska’da damadını görmeye gittiğini, İstanbullu yolcular sonraki ifadesinden anladılar.

İki arkadaşla ihtiyar Batumlu arasında derhal bir dostluk teessüs etti. Hatta Orhan Turgut pişirdiği kahveden bir fincan da buna verdi.

Çok seyahat etmiş ve gördüğü şeyleri aynısıyla tatlı anlatma sanatını edinmiş adamlardan olan Hacı Mahmut, sima ve tavırlarından namuslu ve muteber adam ol-duklarına kanaat hasıl ettiği Celalettin ve Turgut’la muhabbete başladı. Hacı Mahmut, muhataplarının Batum tarikiyle geldiklerini öğrenince Batum’u beğenip beğenmedik-lerini sordu. “Çok güzel bir şehir”.

“Ah yavrucuklarım, düşman eline düşecek yer değildi. Biz, geçen Moskof mu-harebesinde Batum’u teslim etmemek için ahd ettik. Aç kaldık, susuz kaldık, evvel

(21)

Allah sonra şevketli padişahımıza güvenip dayandık. Düşman Batum’a giremedi. Fakat sonra ne işler oldu bilmem, yine o canım yeri Moskof’a verdiler”.

Celalettin, ihtiyarın tasvir ettiği acıklı vaka hakkında malumat verdi: 1293’te Batum Plevne kadar kahramanlık göstermiş, düşmana mukavemet etmiş ve sulhun inikadına kadar müdafaada sebat etmişti. Fakat heyhat! Müthiş düşman toplarının teshir edemediği bu kahraman beldeyi hain bir diplomatın kalemi Rusya’ya ilhak edivermiş ve Berlin konferansının bu feci kararı Batum ahalisinin kalbini parçalamıştı. Batum’un serbest bir liman olması Berlin Ahitnamesi icabından iken, muahharen bu kayıt da ayaklar altına alınmış ve Rusya tarafından orada istihkamlar inşa edilmişti.

Hacı Mahmut, şimdi 35 senelik matemli bir hatırayı tazeliyor ve beyaz sakalının üstünden gözyaşları dökülüyordu...

Bir dakika sonra Hacı Mahmut ifşaatta bulunacak olanlara has bir tavr-ı ihtiyat-karane ve mahremane ile karşıda, kompartımanın diğer cihetinde oturan iki Gürcü’yü işaret ederek yavaşça dedi ki:

“Soyları kurusun, Moskof’u ilk evvel buraya bu herifler getirdiler”. Celalettin Şevket bunun üzerine Kafkasya’nın Rusya hakimiyetine süratle geçtiğine dair olan tarihi mahfuzatını nakle başladı ve Orhan Turgut da ara sıra kendi okuduklarını zik-rediyordu. İki arkadaş arasında cereyan eden ve ara sıra ihtiyar Batumlunun muhtasar ve haşin sözleriyle inkıtaya uğrayan bu muhavere o kadar uzadı ki ve o kadar hararet kesp etti ki Hacı Mahmut’un gösterdiği iki Gürcü kendi sohbetlerini bırakarak üç arkadaşın mübahaselerini takibe koyuldular. Bunların biri, bir manganez madeninin sahibi diğeri Tiflis’te bir mektep hocası idi.

“Siz ne derseniz deyin, benim söylediklerim doğrudur. Moskof’u başımıza mu-sallat eden Gürcülerdir, vesselam.” Hacı Mahmut’un bu kati ifadesini işitince Gürcü mektep hocası –Kaftaredze– vakurane bir nezaketle ayağa kalktı ve itiraz etti: “Eğer Moskof’u bu mübarek memlekete getirenler benim ecdadım olsa idi ben şu güneş altında yaşamak istemezdim. Hayır Kafkasya’nın esaretine sebep olan biz değiliz”. Celalettin Şevket Gürcü’nün tavır ve ifadesindeki asaletten mütehassis olarak kendi-sini ve arkadaşını nevaziş-kârane bir hitapla yanına davet etti. Gürcüler tevkire şayan hararet ve belagatle Hacı Mahmut’un isnadını redde çalıştılar: İlk evvel 18’inci asrın iptidasında Afganlara karşı Rusları kendi imdadına çağırarak Kafkasya’yı Çarın aske-rine çiğneten Acem Şahı Hüseyin Safevi’nin namı zikredildi. Celalettin ve Turgut bu kûtah-bin hükümdarın tekabbuhunda Gürcülere iştirak ettiler. Sonra Akâ Muhammed Han’dan bahsolundu. İran’da Kacar sülalesinin müessisi olan bu adam, yine 18’inci asrın nihayetlerine doğru zulüm ve itisafiyle Gürcistan’ı bıktırmış ve Rus istilasını dolayısıyla celp ve davet etmişti. Genç Gürcüler kendilerine de bir hisse-i mesuliyet çıkarmaktan çekinmediler ve Rusya’nın aguşuna atılan meşum hükümdarları Herakli ile oğlu 13. Jorj [Giorgi]’un zaafını ve nuhuset-âludunu nefretle yâd ettiler.

(22)

Biraz sonra dışarıda başlayan bir hay u hu, katarın yine bir istasyona geldiğini haber verdi. Gürcülerden biri: “Gori’ye geldik” dedi.

Celâlettin vagonun penceresinden başını dışarıya uzatınca birçok mektep talebesi-nin vagonlara girdiklerini gördü. Bunlar 15 ila 20 yaş arasındaki mütefavit senelerde, hususi bir üniformayı labis zinde ve çâlâk bir delikanlı zümresi idi. Hepsi Türkçe konuşuyorlar idi. Sırf Gürcülerle meskun bir mıntıkanın ortasında böyle Türk genç-lerine tesadüf etmekten mütehassıl bir hayretle Celalettin karşısındaki Gürcülerden sordu: “Bunlar kim?”

– Bunların burada bulunması hakikaten pek tuhaftır. Size bu garip macerayı anla-tayım. İptidai mektepleri için bir aralık hocaya lüzum göründü. Ruslar ister istemez bir darûlmuallimin açmaya karar verdiler. Bilmem ne gibi bir mülahazaya binaen Ruslar bu mektebi Gori’de açtılar. Gori, sırf Gürcülerle meskûn bir şehirdir. Birçok Türk ve İslâm gençlerinin buraya gelmeye icbar edilmesinde ne fayda vardır, akıl erdiremedim. Bunlar burada üç-dört sene okurlar, sonra İslam mekteplerine hoca olurlar.”

Katar iki-üç saat yol aldıktan sonra Tiflis’e vasıl oldu. Celalettin Şevket eski Gürcistan’ın payitahtı ve bugünkü Kafkasya’nın en mamur bir medinesi olan bu şehri uzaktan görünce pek çok memnuniyet izhar etti. Fakat Turgut, pek de bu memnuniyete iştirak etmedi:

“Azizim, asıl ben bundan sonraki yerleri görmek isterim. Tiflis ne kadar güzel olursa olsun Gürcülerindir. Fakat bundan sonrası hep bizimdir, hep Türk yurdudur. Tiflis adeta bir hadd-i fasıldır. Garbı Gürcülük, şarkı Türklüktür”.

İki arkadaş Tiflis’te üç gün kalarak, “Canişin-i imparator” denilen vali-i umuminin sarayını, Osmanlı şehbenderhanesini, büyük operayı, parkları, Tiflis’te çıkan Molla Nasreddin mecmua-ı mizahiyesi muharririnin refakatinde kükürtlü kaplıcaları ziyaret ettiler. Turgut, fünikuler denilen asma demiryolu ile yüksek bir dağ üzerindeki tenezzüh yerine çıktı. Oradan görülen Kazbek dağ şahikanın manzarası kendisine bazı bi(...)10 ilham etti. Aynı saatte Celalettin Şevket Kafkas Şia şeyhülislamının nezdine azimet etmiş oradan da Sünni müftüsünün evine uğramış idi.

İki yol arkadaşı Tiflis’ten ayrılmadan evvel otelde kendilerine verilen malûmat üzerine “Mabedşan’ı”, Rusların tesis ettikleri tarihi müzeyi görmeye gittiler. Orada, Rusya’nın Kafkasya’yı zapt ettikleri devirlere ait birçok hatıralar var idi. Bunlar ara-sında bir balta ile bir bayrak Celalettin’in nazar-ı dikkatini celp etti. Üç gündür bera-berlerinde gezen yerli bir Türk, Celalettin’e bu harp ganimetine dair fihristten edinmiş olduğu malumatı verince, Celalettin büyük bir heyecan içinde kaldı. Buradaki locada şu cümle nazar-ı dikkati celp ediyordu. “Numara 1264: balta ve bayrak, bu ganimet bize –Ruslara– beş yüz yirmi askere mal olmuştur”.

(23)

Tiflisli Türk izah etti: “Mücahit bahadır Şeyh Şamil, Kafkasya’da Ruslarla çar-pıştığı esnada bir İslam mıntıkası halkını cihad-ı mukaddese davet için oraya müritle-rinden kırk kişiye bir bayrak ve bir teber tevdi ederek göndermiş. Bu kırk kişi mahal-ı maksuda gidip vazifelerini ifadan sonra avdetlerinde Ruslar bunlara hücum etmişler, Şeyh Şamil adamları pek kahramancasına mukavemette bulunmuşlar ve katiyen teslim olmak istememişler ve muhakkak ölümün hayali karşısında hunhar düşmanları kırıp doğramaya aht etmişler. Bu hun-rizâne ve şanlı mukavemet müritlerden sonuncu neferin şehadetine kadar devam etmiş. Neticede Moskoflardan yirmisi zabit olmak üzere tam beş yüz yirmi nefer telef olmuş. İşte gördüğünüz balta ve bayrağın hikâyesi budur. Herifler bu müzeyi güya kendi şan ve şereflerini te’yid için açtılar. Halbuki bu gibi eşya ve ganimetler Moskof’un şerefini değil bizim, Kafkas Müslümanlarının gurur-ı millîmizi artırıyor. Orhan Turgut: “Ne parlak bir intikam!” diye mırıldandı.

İki arkadaşı Kafkasya’nın payitahtından müfarakat etmezden evvel onun pek eski ve pek tarihi olan kalesini ziyaret etmeyi unutmadılar. Tiflis’e hâkim olan bu kale pek eski mazisinden kat‘-ı nazar, zuhur-ı İslam’dan sonra şehri zapt eden Arap sergerdeleri tarafından tahkim olunmuş, Selçukiyanın devr-i istilasında Alparslan’ın hâkimiyeti zamanında harap olmuş ve birçok hun-rizâne vekayi‘ görmüş ve Timurlenk askerinin hücumlarına da maruz kalmıştır. Filhakika Semerkand emir-i zafer-şiarı, Gürcistan Kralı Altıncı Bakrat zamanında kanlı bir cidalden sonra Tiflis Kalesi’nin zapt ve muarızı Bakrat’ı esir etmiştir. Kale bir müddet Safeviler’in elinde kaldıktan sonra Osmanlılar tarafından zapt edilmiştir ve bunlar Kür Nehri’nin diğer sahilinde bu kalenin karşısında, bilahare Meteh namını alan ve el-yevm siyasi mahkûmlar için mahpus ittihaz edilen kaleyi müceddiden bina etmişlerdir. Osmanlılardan sonra eski kale harabiye yüz tutmuş ve bir daha tamir ve ihyasına muvaffakiyet hâsıl olamamıştır. Güneş nokta-i guruba yaklaşmıştı, Katar gittikçe yükselen bir satıh üzerinde yavaş yavaş ilerliyordu. Ansızın karşıda muhteşem bir levha irtisam etti: Dağlar arasında, nehrin iki sahilinde rengarenk damlarıyla, büyük mabet ve abideleriyle, üstüvane şek-lindeki kubbeleriyle harap kaleleriyle, zümrüdin bahçeleriyle Tiflis nazarlar önünde uzanıp gidiyordu. İki arkadaş seyyah bu güzel levhayı gözden kayboluncaya kadar seyrettiler. Biraz sonra gece hulûl etti. Celalettin yemekten evvel bir çay içmek için istihzaratta bulunurken, Turgut Tiflis’ten satın aldığı gazeteleri karıştırmaya başladı. Bunlar arasında meşhur Molla Nasreddin mecmuası da var idi. İki arkadaş karşı karşıya oturup çay içtiler. O esnada Celalettin Turgut’a dedi ki: “Azizim, Kafkas şivesi biraz gariptir. Bilmem o şiveyle ülfet hâsıl ettin mi?”

– “İki şive arasında pek de büyük fark görmüyorum. Bu şivelerin ikisi de aynı lisanın muhtelif iki safhasını gösteriyor. İstanbul şivesi pek çok rikkat ve zarafet kesp etmiş bir cemiyetin lisanı, diğer şive ise tekâmülün devr-i iptidaisinde bulunan bir zümrenin ifadesidir. İki lehçe arasındaki tehalüflerin başlıcalarından biri fiil-i muzaridir.

(24)

Muzari, Kafkas şivesinde kaide-i umumiyeye tevfikan teşkil edildiği hâlde İstanbul şivesinde kaide-i umumiyenin birçok istisnaları vardır. Eminim ki pek az bir zaman zarfında bu gibi ufak tefek farklar da zail olacaktır”

Celaleddin mizahi mecmuayı gözden geçirdikten ve Molla Nasreddin’in resimle-rini yapan sanatkâr hakkında meftuniyetini izhar ettikten sonra bir hikâyeye başladı. “Mecmuanın isminden hatırıma geldi: Bir Timur’la Nasreddin Hoca hikâyesi dinlemiştim. Hakikat-i tarihiyeye ne kadar muvafıktır bilmem, fakat her hâlde bu hikâye nüktelidir. Timurlenk Ankara Muharebesi’nden sonra Akşehir’e gelmiş ve güya orada Nasreddin Hoca’yı huzuruna çağırtmış. Düşün bir kere: bir tarafta Timur, dünyanın en ciddi bir adamı diğer tarafta Nasreddin Hoca: muhitine en ziyade lakayt görünen bir mahluk... Haileler mucidi bir cihangir karşısında bütün bir asrı kahkaha-larla güldüren bir nekre-gû.. Ezdadı birleştirmeği seven Şekspir [Shakespeare] Victor Hugo gibi şairler için ne parlak bir tezat!..”

Katar bir istasyonda durmuştu. Bunun Salahlı kasabası olduğu şimendifer memur-ları ilan ettiler. Turgut beşuş bir çehre ile dışarıya baktı ve arkadaşına memnuniyetinin sebebini izah etti.

– Bundan sonra ta Semerkand’a kadar hep Türk yurtları göreceğiz. Hep millet-taşlarla meskûn bir yerde seyahat her zaman ele geçmez bir nimettir. Biz şimdi hakiki bir Türk ilindeyiz. Şu koyun derisinden kalpak giyen ve az çok Çerkezleri andıran yolcuları görüyor musun? Tiflis’ten Gence’ye kadar olan yerlerde oturan bu Türk ahaliye (Terekeme) derler...”.

Ertesi gün iki arkadaş uykudan uyandıkları vakit katar Gence İstasyonu’na gel-mişti. İndiler. Osmanlı tarihinde Şirvan, Nahcivan şehirleriyle beraber birkaç kere zikri geçen Gence ismi Celalettin’in tecessüsünü tahrik etti. Celalettin Tiflis’te kendileriyle beraber aynı kompartımana râkib olan ve Bakü’ye giden bir Türk mühendisinden çay esnasında Gence hakkında malumat istedi. Genç mühendis cevaben dedi ki: “Hiç şüphe yok ki Kafkasya Müslümanları için en parlak merkez-i temeddün Bakü’dür. Fakat benim fikrime kalırsa muzır ihtiraslardan ve hummalı gürültülerden azade ve oldukça münevver bir zümrenin yurdu olan Gence bazı cihetlerden Bakü’ye faiktir. Gence’nin mazisini araştırırsanız pek şerefli hatıralar bulursunuz. Rus istilası esna-sında Kafkasya’nın en mühim yerleri gafil ve korkak hanlar tarafından bila-müşkülat düşmana teslim olunmakta iken Gence istiklâlini muhafaza ediyordu. Gence hanı kanlı bir muharebeden sonra mahdumu ile beraber şehit düşmedikçe memleketini teslim etmedi. Ziyad Hanzadelerden olan bu muhterem hanın ismi Cevad Han’dır”.

Celalettin hiç olmazsa şu şehirde araba ile bir cevelan yapmak istedi. Fakat muha-tabı kendisine şehrin istasyondan hayli uzak olduğunu söyledi ve çay içtikleri salonun penceresini açarak hayli uzaklarda irtisam eden ağaçlıkları gösterdi ve “İşte Gence

(25)

orasıdır”, dedi. Keşke kabil olsa idi de Gence’ye gitse idik... Şehir adeta cesim bir bahçe halindedir. Şehrin birçok görülecek yerleri vardır. Mesela, Hamse sahibi mevlana Nizamî’nin türbesi Gence civarındadır. Bir de “İmamzade” denilen bir ziyaretgâh11 vardır... İslamların numune mektebi de görülmeğe şayandır.”.

Katar Gence’den müfarakat ettikten üç dört saat sonra büyük bir istasyon önünde tevakkuf edince iki yolcu büyük bir kalabalık gördüler. Büyük şehirlerin istasyonlarında trenlerin esna-yı muvasalat ve azimetlerinde göze çarpan hayat ve istical asarı burada da aynıyla meşhud idi. Celalettin yolculardan birine bu yerin neresi olduğunu sordu.

– “Buraya Yavlah [Yevlah] derler. Burası Karabağ ve Şeki eyaletlerinin istas-yonudur. Oraların halkı Bakü’ye ve Tiflis’e gidecekleri zaman hep buraya gelirler. Şu karşıda başlarında devetüyü rengindeki papaklarla koşuşan adamlar Karabağlıdır. Bunlar işleri için Bakü’ye gidiyorlar”.

Celalettin bu Karabağ ve Şeki isimlerine aşina çıktı. Vaktiyle Kafkasya’da seyahat etmiş dostlarından biri kendisine bu iki memleket hakkında malumat vermişti. Celalettin o günden beri Karabağ’ı üdeba ve şuara ve sair hünerveran vatanı olmak üzere tanımış ve Şeki Şeyh Şamil menakıbını ve onun bir fasl-ı giryanı olan Hacı Murad hikâyesini okurken birkaç kere kendisinin nazar-ı dikkatini celp ederek hafızasında iz bırakmış idi.

Tren şimdi demir bir köprüden Kür Nehri’nin sol sahiline geçiyor ve düz ve vasi bir saha içinde tam süratle kat‘-ı mesafeye başlıyordu. Artık ne kardan bir iklil taşıyan şahikalar, ne ser-efraz ve muazzam silsile-i cibal ve ne de kesif ormanlıklar yok idi, yalnız büyük bir ova vardı ki mezruatı biçilmiş bi-payan bir tarla gibi üryan ve arızasız imtidat ediyordu.

(26)
(27)
(28)

Referanslar

Benzer Belgeler

The largest o f the many magnifi­ cent buildings constructed in his capital by Sultan Abdülhamid II, the college was designed by Alexandre Vallaury and Raimondo

Eski Anadolu Türkçesi bir taraftan böylece Eski Türkçenin izlerini taşırken diğer taraftan köklerde ve eklerde bazı ses ve şekil ayrılıkları göstermek

藥學科技報告—影片心得 by B303097121 陳品勳

由此可知, 口服投予 methyl caffeate 及 ethyl caffeate 並無法增加 caffeic acid 之生成, 而以靜脈投予, ethyl caffeate 水解生成 caffeic acid 比例比 methyl

Haçlı Harpler­ den kalma Türk düşmanlığı, orta Avrupalmın ruhuna, bir hayli ilim adamının kafasına işlemiş ve medeniyet tarihine Türkün yabancı olduğu

Bunun üzerine Van, Hakkari, Bitlis ve Muş illerine sağlık hizmeti veren ve sayılan yörelerde dermatolog bulunan tek merkez konumunda bulunan Yüzüncü Yıl Üniversitesi

(Çev. Dünya kamuoyunun gündemine “Gülün Adı” ve “Foucault Sarkacı” gibi romanlarıyla giren İtalyan yazar, aynı zamanda Orta Çağ estetiği ve

Lale Devri’ nin önemli ismi Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ nın (ortada), Hollanda elçisi Cornelis Calkoen’i huzuruna kabulü (en üstte); Lale