11
28 ŞUBAT 1999. SAYI 675PİYANONUN TARİHİ...
rihii Steimvay’m, Mustafa ustanın anlattıklarına bakılırsa yoğun bir bakıma ihtiyacı var. “Telleri değişecek, göğüs verniklenecek, dem iryaldızı yapılacak, çatlayan tuşu tutkal la y apıştırılacak, tellere vuran tokmaklar deği şecek ve yeni akort çivileri takılarak, orij inal parçalanylakompleyeni bir piyano haline ge tirilecek.“
Kimi istisnalar dışında, J. Haydn ’dan günü müze kadar bütün besteciler, piyano için, az veya çok eser yazmış. O nlar için piyano da ima, tek klavye üstünde bütün bir orkestra iz lenimi veren ideal bir araç olmuş. Hele birde kuyruklu Steinway ise...
“ Mustafa usta bir Steinway’in farkı nedir?” “A m atörler tarafından çok kullanılan kon sol piyanolara göre ses kalitesi çok yüksektir. Konsol piyanoların telleri seksen santimetre ise kuyruklu piyanoların iki metredir. Konsol piyanolar evlerde, okullarda eğitim aracı ola rak kullanılırken o, konser salonlarını doldu rur, hem de boy boy. Çeyrek, y anm , üç çeyrek ve tam kuyrukla dört boyu olan kuyruklu pi yanoların fiyatlarıyla diğerleri arasında açık bir fark var. Çünkü ses kalitesine göre değer biçitiyorpiyanolara.”
M ustafa ustaya göre herpiyanonun değeri ayn.
“Her m arkanın önemli farkı olduğu gibi, herpiyanonun fiyatı da bir değil. Çatınabile cek bir piyanonun fiyatı, kabaca bin dolar. Ama, Avrupa müziğine hayranlıklarıyla bili nen Japonların imal ettiği Kawai marka kon sol piyano 3750 mark iken, Steinway' in kuy ruklu piyanosu 10 bin markın üzerinde. Bu özellik bütün sazlar için geçerli. Aynı boya ve ölçülere safıip olmalarına rağmen yapı lış tek nikleri. kaliteleri, hangi ülkenin malı oldukla rı ve ünlerine göre fiyatları belirleniyor. Tahta kaplama gövde, sunta kaplamayla karşılaştı rılamaz. Bir Rus piyanosu ile Steinway arasın da yüz adım fark var. Tamir fiyatını da kesin söylemek imkânsız. Tamirin fiyatı, yapacağı nız işe göredir. Piyano tamirinde hangi malze meyi, parçayı kullanacaksınız, fiyat ona göre çıkar.”
Kim piyano çalar?
Piyanoların fiyatlarındaki farklılık, ağaç se çiminde de kendini gösteriyor.
"Hangi malzemenin kullanılacağına sade ce o piyanoyu yapan kişi ya da firm a karar ve rir. Ama ağaç olarak en çok ceviz, maun kap lama yada siyah mobilya kullanılır. Ağaç se çiminde en önemli unsur, dönmeyecek, su tes tinden geçirilmiş, herhangi bir sıcaklıkta bo zulmayacak bir ağacın olmasıdır. Bir de deği şik iklim koşullan dikkate alınır. Örneğin Av rupa’da piyano yapım ında köknar ya da çam kullanılır.”
Ünlü piyanoları dükkânlarında m isafir eden Bardakçı kardeşlerin -şaşıracaksınız ama- ünlü müşterileri yok. “Zaten ünlüler pek piyano çalmazlar” diyor Mustafa usta. “Z en ginlerin piyanoları vardır am a dokunmazlar bile. Bu çevredekiler ise piyanoyu bilmezler. Balat’ta piyanoyu tanıyanlar, eski Rum ailele ridir. O nlarda buradan gideli çok oldu, taşın dılar. Kalaniaryoksul, çoğu da yaşlı, eski Rum ailelerin kalıntıları olarak yaşıyorlar. Bu kadar yoksul insanların piyanolarını tamir ettirm e ye değil, bakım yaptırmaya bile güçleri yet mez.”
Usta, Türkiye’de piyanoyu sadece Rumla rın çaldığını söyleyenlere kızıyor, “insanlarda sırf Rum aileler piyano çalar düşüncesi kal mış. Bu aralar müziğe değer veren pek çok Türk ailesi var. Bu yüzden piyano alım satı mında ve tamirinde vatandaş ayırımı yapm a ya gerek yok.”
Bardakçı kardeşler, bupiyasada pek tanın madıkları için iş imkânlarını kendileri yaratı- yorlanmş. “Özel okulların işlerini yaptığımız için kendimizi hocalara tanıtıyoruz. Şişli Te rakki Lisesi, Işık Lisesi iş yaptığımız liseler
den bazıları. Ayrıca gazete ilanlarından da iş alıyoruz. Akort ya da tamir için bir telefon ge lir gideriz. Öyle dükkânda oturup, iş bekle yenlerden değiliz biz. İş almadaki en büyük etken, iyi iş çıkarabilmek. Memnun kalan müşteri bizi bir başkasına tavsiye eder.”
Usta, her ne kadar büyük tutkularla yapılsa da artık piyano tamirciliği diye bir şey kalma dığını hüzünlü bir di 1 le anlatıyor:
“Piyano tamirciliği Türkiye’de yaklaşık 100 yıldan beri yapılıyor. Ben 25-30 yıldan beri bu meslekteyim. Düşünün benim ustala rım, başka ustalardan öğrenmişler ama Türki ye’de bu m esleğin bir okulu yok. Eğer böyle bir okul açılacaksa, öğrenilen bilgilerm m ut- laka atölye çalışmasıyla tatbik edilmesi gere kir. Tamircilik bakılarak öğrenilmez.”
Piyanoyu başka sazlardan öte bir yere otur tuyor. “ Bence piyano, çok hassas bir saz” di yor “Bu meslekte sanatınızı kendiniz yaratı yorsunuz. Çünkü bu meslek zanaat olmaktan öte, bir sanat...” Yani, sokaktan çevirilerek ge tirtilen herhangi bir kişinin bu işi yapamaya cağını söylüyor. Dertli mi dertli...
“Günümüzde piyano tamircisiyim diye or taya çıkan bir sürü kişi var. Fakat işi yapabili yor mu? Bu yüzden iyi ve kötüleri m üşteriler belirler. İstanbul’da yaklaşık beş gerçek piya no tamircisi var.”
Piyanist ve piyano...
Evinde, bir dükkân tezgâhı olmadan ama törce piyano tamiratı yapanlardan da dert ya nıyor.
“Örneğin bir okulda müzik öğretmenliği yanında piyano akordu yapanlar var. Öyle ki şilerin yaptığı tam irat sonucunda biz ikinci kez el atmak zorunda kalıyoruz. Tamire gitti ğimizde bakıyoruz, piyanoya olmayacak şey- leryapılmış.”
Kapı hızlıca açılıyor. Üstü başı dökük, saçı sakalı birbirine karışmış biri, piyanolara şöy le bir göz atıp kapıyı aynı hızla kapatıyor. Eliy le korkma diye bir işaret yapıyor, yüzünde giz li bir gülümseme:
“Balat’m delileri çoktur.”
“Piyano, piyanisti, tamircisi ve en önemlisi parçalarıyla bir bütün. Piyanoda sorun çıka ran ilk olay akorttur. Sonra mekanik sorunlar ortaya ç ıkı y or. Eğer piyanoda mekan i k b ir m
-“Her sabah parmaklarımın altında klavyeyi hissediyorsam, bu bir dosta günaydın demek içindir." Samson François
Beethoven 1799 yılında do minör “Patetik” sonatını bitirdiği sırada, piyano da artık, rakibi klavseni tahtından kesin olarak indiren yeni bir çalgı durumuna gelmişti. Piyano çağı, aslında XVIII. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştı. Bu çalgının
konserlerde ve salonlarda yerini alması tam elli yıl sürecekti.
Piyanonun tarihi, klavsenin altın çağı olan XVIII. yüzyılın başlarına uzanır. 1709-1717 arasında, gitgide artan nüans ve ifade ihtiyacı, İtalya’da Bartolomeo Cristofori’yi, Fransa’da J. Marius’ü ve Almanya’da J. Schröter’i, aynı tarihlerde yeni bir çalgı tasarlamaya itti. Bu yeni çalgının temel ilkeleri şunlardı:
Klavsendeki tüyün yerini köselenin alması, vurmalı bir mekanizma fikri ve klavsenin mızrapları yerine tokmaklar koyması. Alman çalgı yapımcısı G. Silbermann,
1709’da Cristofori tarafından ortaya konan sistemi geliştirdi ve XVIII. yüzyılın ortasında ilk mükemmel pianoforte’yi yaptı. Bu yüzden Silbermann, pianofortenin babası sayılır. Yeni çalgının, başta Prusya kralının sarayında piyano çalan J.S . Bach olmak üzere, pek çok hayranı vardı. 1804 yılında piyanist ve besteci Louis Adam piyano hakkında şunlan söylemişti:
“Pianoforte (Piyanonun ilk adı), bütün çalgıların en gelişmiş olanıdır. Gerektiğinde yumuşak (piano), gerektiğinde kuvvetli (forte) çalınabilmesi, diğer enstrümanlardan alınabilen bütün nüansları taklit edebilmesi, piyanoya klavsen karşısında kesin bir üstünlük sağlamıştır.”
Am a piyanoya karşı çıkanlar da oldu; en sert muhaliflerden biri Voltaire’di; 1774 yılında, “Klavsenle kıyaslandığında, piyano ancak bir kazancı çalgısıdır” dedi.
Piyanodaki teknik gelişmeler, besteci ve icracıların teşvik ettiği dâhi yapımcılar sayesinde gerçekleşmişti. XVIII. yüzyılın sonundan itibaren, çeşitli yapım okullan arasında bu konuda büyük bir rekabet doğdu. Almanya’da, J. A. Stein, Mozart için berrak ve parlak sesler veren çalgılar üretti. Frederic Chopin ise, Broadvvood’un piyanolarını tercih etti. Paris’te 1768 yılında S. Erard Fransız tarzı piyano yapımına
başladı. Güçlü romantik piyanoyu yaratan çifte itme dili mekanizma, S. Erard’tn bir buluşuydu. En iyi model fabrikalardan birinin kurucusu olan Pleyel, giderek S. Erard ile rekabet edecekti.
Piyanonun altn çağı başlayınca yapımcılar birbiri ardından yeni imalathaneler kurdular: Babcock Boston'da; J. H. Pape, J. Gaveau ve Kriegelstein Paris’te. Dönemin gidişatına uyan piyano üretimi, XIX. yüzyılın
ortalarında ve XX. yüzyılın başında sanayileşti. Ve giderek Avrupa sanayii, Amerikan sanayiinin gölgesinde kaldı. 1853 yılında, A B D ’ye yerleşen bir Alman yapımcı, H. Stinweg, New York’ta Steinway firmasını kurdu. Bu firma dünya çapındaki ilk piyano fabrikalanndan biriydi ve Avrupa’da şubeler açmıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Japonya Avrupa müziğine ilgi duyduğu için,
1930 Otto Margııardt...
piyano yapımına yöneldi ve üstünlüğü ele geçirdi: 1887 yılında Yamaha, 1925 yılında Kawai kuruldu. Günümüzde, çoğu şirketleşmiş olan büyük üreticiler karşısında, küçük yapımcılar kaybolmaya yüz tuttu.
“Piyano, tam iki yüzyıldır, bestecinin hayal gücünü en çok harekete geçiren çalgı olmuştur.” Olivier Messiaen
“Piyanonuzun tuşlarını sevgiyle okşayın, onlara hiçbir zaman vurmayın... Klavyeyi kadife bir elle yoğurmak ve tuşlara da vurmak yerine yalnızca hafifçe dokunmak gerekir... Bir piyanoda en azından bizim parmaklarımız kadar ses cinsi vardır; onun içindir ki aslında her şey bizim
parmaklanmızt kullanmayı bilmemize bağlıdır...” Öğretmen Chopin -4
Kaynak: Thema Larousse Tematik Ansiklopedi
“Bir Düğün Gecesi”
yazarının albümünden
Bir Düğün Günü” anısı.
e
Anların uzun soluklu
12
p»- soran varsa parçalan söküp, temizle yeceksiniz. Eksik parçalan tamamlarsı nız. Ardından sorunu halledip montaj ma başlarsınız. Bunlar tamirin başlangıcı. A nzayı giderseniz bile makine çalışma yabilir. Demek ki akortla ilgili bir sorun var. işte o dakikadan itibaren sanatınızı ortaya koyarsınız. Bu sefer de emeğinizi akorda verirsiniz. Çünkü bizim işimiz, pi yanonun her kısmıyla ilgili. Mesela mo bilyasında bir hasar olabilir, tuşları takılıp çahşmayabi lir. Piyanoda her şey birbirini tamamlar.”
Zımparayı yaptıktan sonra notalığa macun çekiyor ama çalışması kesiliyor.
“Merhaba usta. Kolay gelsin. ” Gelen ustanın bir arkadaşı, Mişel Jofre- bi.“Ne yapıyorsun usta? Nasıl gidiyor Steinway ’m tamiri?” diye soruyor
Mişel Jofrebi ve Mustafa usta hararetli bir konuşmaya başlıyorlar. Mişel Bey, pi yanosu eşliğinde kızına sevgi ve dostluk çağrılan yapan Timur Selçuk’unpiyano- lanna akort yapıyor. Müziğe hem gönlü nü, hem de emeğini verenlerden...
“Babam piyano çalmayı biliyordu. Pra tik olarak bana da öğretti. Ondan sonra özel ders alarak geliştirdim. H afif müziğe yakın olduğum için Kervansaray’da 12 yıl org çaldım. Bu süre içinde işi bıraktım. Denizcilik Bankası’mn Karadeniz gemi sinde, Trava feribotunda dış seferlere git tim. Amamüzik ölmez hiçbirzaman, mü zisyensen müziği temelli bırakamazsın. Biz arkadaşlarla aramızda toplanıyoruz bazen, h a fif müzik, caz tarzında kaptırı yoruz kendimizi, günah çıkarıyoruz...”
Çünkü hocalarına karşı görevleri var mış. Türkiye ’de müziğin değiştiğini artık arabeske dönüldüğünü üzülerek anlatı yor. “Aslında biz hiçbir zaman sanatçı olamadık. Sanatçı sahnenin önünde yer alandır. Biz komiyle eşit şartlarda çalışı yorduk.” diyor.
“Sonra?”
“Ben de o sisteme ayak uyduramadı ğım için emekli oldum ve akort işleriyle uğraşmaya başladım. Timur Selçuk’un piyanolarına bakıyorum. Beni tanıdığı için bana güveniyor. Yoksa ünlü piyanist ler, piyanolarının bakımını firmalarına yaptırırlar. Tim ur Selçuk, iyi bir amatör olduğum için beni tercih ediyor.”
Mustafa usta, notalıka alt dolgu yapar ken, Mişel Bey de Kavvai’nin kapağını açıp çalmaya başlıyor. Sanki hıncını alı- yorsanatını anlamayanlardan. Her ne ka dar “Ben sanatçı değilim” dese de tam bir sanatçı edasıyla, piyanonun seksen sekiz tuşuna birden dokndurayor parm akları nı...
Usta, “Ne çalıyorsun?” diye soruyor. “Hiçbir şey çalmıyorum. Dükkân nem li ya, tuşlar takılıyor mu diye bakıyorum” diyor Mişel Bey. Müzikle ilgili her cümle sinde sanki bir çelişki var. Hüzün ve onu ra birlikte yaşıyor.
Macununu çektiği ikinci notalığı yeni den cilalamaya başlıyor... Yeni Rakışişe- sinin içindeki cila boşalmak üzere. Söz dönüp dolaşıp her sesinde farklı bir dün yanın yaşandığı, kimine acı kimine de mutluluk veren piyanolara geliyor. Mus tafa usta ve Mişel Bey, ki onlar anlaşılma maktan yakınıyorlar hep, ama aldırm ı yorlar, başlıyorlar Steinvvay’den, Se- iîer’den, Rösler’denkonuşmaya...
“Şu Steinway’makordu nasıldı?” Bir hafta sonra... Steinvvay artık sapa sağlam, akorda hazır. Her şey yine 1930’lardaki gibi. Yaldızlar ve verniklen miş tahta göğüs insanın gözünü alacak kadarparlak. Ve akort çivilerine takılmış Alman tellerden çıkan sesler, Balatlı ço cukların oyun çığlıklarına karışıyor.
1. Sayfanın devamı
1971 askeri darbesinin tartışıldığı yıllarda 1973 ’te Cumhuriyet aydınlarının bunalımı nı dile getiren “Ölmeye Yatmak” romanıyla edebiyat dünyamızın etkili isimlerinden biri haline geldi. Bunu diğer romanlar izledi.
Adalet Ağaoğlubirsüredirroman yazamı yor. Bir sabah deniz kenarında otururken tra fik canavarı onu yakaladı. Ölümün kıyısın dan döndü. Adalet Ağaoğlu ile her karşıla şan sağlığını, geçirdiği ağır kaza sonrası ne durumda olduğunu soruyor. Kendisiyle söy leşi için anlaştığımızda, kazadan hiç söz et memeyi de kararlaştırdık. Çünkü, ona son yıllarda, yeniden yaşama dönmek ve trafik canavarıyla boğuşmak konusunda danış manlığa varan teklifler geliyor. Bundan çok bunalmış.
Adalet Ağaoğlu ile söyleşimize Ohio Eya let Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde aldı ğı fahri doktorluk unvanıyla başladık. Türki ye’de bir yazar için, önemli olacak bir unvan kazanmıştı.
Ohio Üniversitesi’nin Osmaniı-Ortadoğu tarih araştırmacılarından Profesör CarterV Findley, iki buçuk yıl önce fahri doktorluk unvanı için eserlerini yıllardır izlediği Ada let Ağaoğiu’nu önermeye karar vermişti. Ama böyle bir önerinin hayata geçmesi için hem o üniversitenin hem de A BD ’den altı ayrı üniversitenin desteği gerekiyordu. Ada let Ağaoğlu’nun fahri doktorluğu iki buçuk yıllık sürecin sonunda kesinleşmişti. Ohio Üniversitesi fahri doktorluk unvanı ilk kez
bir edebiyatçıya, ilk kez Türkiye’den birya- zara veriliyordu. Kaza sonrası, hep sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalan Ada- let-Haüm Ağaoğlu çifti, bu kez çok önemli birödül için yollara düşmüşlerdi. Görüşme ye gittiğimizde henüz yeni dönmüş olmanın heyecanı içindeydiler.
Ohio’daki Doktora unvan töreni, mezunla rın kep giyme törenine denk düşürülmüştü. Bu da mezunlar ve aileleriyle birlikte 30 bine yakın katılımcı anlamına geliyordu.
Buara-Ohio Üniversitesi’nin ilk
fahri edebiyat doktoru
unvanım alan Adalet
Ağaoğlu romanda sıra
“Türkiye’ye geldi” diyor
“Çünkü Latin Amerika
bitti. O egzotik tatlar
tükendi. Politik ilişkiler
var. Pazarın neyi aradığı
var. Türkiye’de laiklik
elden gidiyor mu,
gitmiyor mu sorusu
onların ilgisini çekiyor. ”
da Ağaoğlu onuruna b irde sempozyum dü zenlenmişti.
ABD’nin çeşitli yerlerinden ve Türki y e ’den edebiyat araştırmacı lan, iki gün bo yunca onun eserlerini tartışıp değerlendi rdi ler. Ağaoğlu’nun tiyatro eserleri, öyküleri, denemeleri ve romanları çeşitli tebliğlerde ele alındı.
Ağaoğlu, A BD’ye gitmeden önce Eskişe hir Anadolu Üniversitesi ’nden de benzer bir ödül almıştı. 1994yılındaTÜYAP Kitap
Fu-yazan
arı “Onur Yazan” olan Adalet Ağaoğlu’nun ödül hanesi oldukça kabanktı. 1974 Türk Dil Kurumu Tiyatro ödülü, 1975 Sait Faik Hikâ ye Armağanı ,1979 Sedat Simavi Vakfı Ede biyat ödülü, 1980 Orhan Kemal ve Madara lı roman ödülleri 1992 İş Bankası ödülü...Adalet Ağaoğlu, eşi H alim ’lebirliktebir tesadüf sonucu, bu yıl gittikleri Ohio’da 40
yıl öııce de kalmışlar, Halim Ağaoğlu bu üni versitede master yapmıştı: “Çok küçük bir parayl a ikimiz geçiniyorduk. O tezini hazır layıp bitirdi. Ozamanbilgisayaryoktu. Dak tilo etti recek paramız da yoktu. Ayda 190 do lar burs alıyorduk. Bunun 50 dolarını mut- faksız ve banyosuz bir tek odaya veriyorduk. Geri kalan parayla karnımızı bile doyuramı- yorduk. Bir tezin kurallarına uygun yazdırıl- ması 300 dolar gerektiriyordu. Yanımda ya zı yazmak için her zaman daktilom vardı. Üniversilc sekreterliğine gidip, yazı için kı lavuz aldı m ve şimdikinden de kötü olan İn gilizcemle yazmaya giriştim. Sonuçta tez kabul edi İdi. O hio’daki konuşmamda, sanı rım bana 40 yıl önceki bu çabalarım nede niyle fahri doktora unvanını veriyorsunuz dedim. Halbuki onlar bizim daha önce O hio’da bulunduğumuzu bilmiyorlardı. Böylece öğrenmiş oldular. Ben de bunu esp ri olsun diye anlatmıştım.”
30 bin kişinin önünde Türk edebiyatının anılması Ağaoğlu’nu mutlu etmişti. Daha sonra da davetlisi olduğu New York Üniver sitesi ’nde romanları üzerine yapılan biraçık oturuma da katılmıştı. Her iki toplantıya ka tilen Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerin den Jale Parla, Ağaoğlu’nailginin çok büyük
olduğunu belirtti. New York’tâki açık otu rumda sıranın Türk romanlarına mı geldiği sorusuna Ağaoğlu şu cevabı vermişti: “Evet, sıra Türkiye’ye geldi. Çünkü Latin Amerika bitti. O egzotik tatlar tükendi. Bunun altında birde politik ilişkilervar. Pazarınneyi aradı ğı var. T ürkiye’de laiklik elden gidiyor mu, gitmiyor mu sorusu onların ilgisini çekiyor. Birdenbire İslam ve İslam ’ın Türkiye’deki etkisi gündemlerine gelmiş. Yayınevleri de dünyadaki gelişmeleri ve bunun okumaya etkisini dikkatle izliyorlar. M eselafeminiz- min ve feminist yazarların kitaplarının ya yınlanması, feminizmin A BD ’de ve Avru pa’da çok canlı olduğu döneme rastlamış. N ew York’ta bu konular üzerine konuştuk.”
Masada bekleyen iki kitap
Ağaoğlu, kazadan sonra kendini toparla maya başlamıştı. Yeni çalışmalarvarmıydı: “Bana trafik kurbanı gözüyle bakı lıyor. Ger çekten de bu kaza iki buçuk üç yılımı yedi. Okumaktan bile koptum diyebilirim. Evime hiç giremedim. Hem Türkiye’de, hem Al- manya’daçok sayıda ameliyat geçirdim. Hiç değilse yatay durumdan dikey duruma gel dim. Tabi i bu arada kafada çok şeyler yazılı yor. İç dünyada büyük değişimler de oluyor. Tıbba bakışınız, insan bedenine bakışınız değişiyor.
Bu konularda kafamda bir şeyler yazıyo rum. Masada yarım kalmış iki kitabım var ki, henüz onlara elimi sürem edim . Ben bir tra fik kurbanı oldum ama, T ürkiye bir trafik te rörü ülkesi ol duğu için, ne zaman bir trafik kazası olsa bana başvuruluyor.
Yaşadıklarım büyük bir yarılma, boşluk yarattı. Avusturya’da bir kitabım Almanca yayınlanmak için bekliyor. Onların yazışma ları böylece kalmış burada. Daha bir çok ya zışma öylece duruyor. Bir sekreterimiz yok ki.
İki buçuk yıl neye bakamadıysam onları halletmek, aşağı yukarı sekiz-on ayımı aldı. Okumadığım kitaplar o kadarbirikti ki. On ları henüz istediğim ölçüde okuyacak bir noktaya geldiğimi söyleyemem. Roman ya- zacakbirdüzeye yavaş yavaş geliyorum. Es kiden evde bir yardımcıya ihtiyaç hissetmez dim. Şimdi bedenimde büyük: bir yorgunluk var, onun için zaman zaman kopm alar olu yor. Alışacağım herhalde.”
"Ölmeye Yatmak” ve 75. yıl...
A ğaoğlu’nun ilk romanı “Ölmeye Yat- m ak”tı. Ağaoğlu, bu romanın Cumhuri- yet’in75. yılına gönderme yapılması gere ken birrom an olduğu düşüncesinde:
“Cum huriyet’in 75. yılında o romana da gönderme yapılsın diye bekledim doğrusu. Çünkü Mehmet A ğar’ın oğlunun düğünü olur olmaz, birçok köşeyazanmıztarafmdan “Bir Düğün G ecesi” romanıma güzel ve haklı gönderm eler yapıldı. Ama ben ister dim ki, 75. yıl tartışılırken, kutlanırken ona da küçük de olsa bir gönderme yapılsın. Çünkü “Ölmeye Yatmak” toplumumuzdaki siyasal yaşamın birdalganınyükselipde kı rılma anına rastlaması gibi bir kırılma anının romanı.
Bilmem hatırlar mısınız, 1968’lerde bir “Anayasa Yürüyüşü” yapmıştık. O zaman benTRT memuru olduğum hal de, yasak ol masına rağmen yürüyüşe katıldım. Bu öyle bir andı ki, artık Cumhuriyet’in ilk kuşakları uzman, profesör, doçent, genel müdür, birta- kım söz hakkı olan, yapma, yaptırma hakkı olan yerlere gelmişlerdi.O yürüyüşe katılan Cum huriyet’in birinci ve ikinci kuşaklarını bir analiz masasına yatırsam mı diye yürü yüş sırasında düşünmüştüm. Ben oyun yaza rı olarak bu roman la ne yapacağımı artık bi liyordum. Yeni bir arayışa da ihtiyacım var dı. Klasik romanla da bu anlam dabir hesap laşma niyetinde olduğumu eklemeliyim. Bu
13
hesaplaşmada, habire yazarları sorguya çekiyordum kendi kendimi ve romanı sorgulu- yordum. Tiyatroyu da sorguluyordum. Fakat roman çok daha özgür ve tek başına yapılabi- lenbir iş. Tiyatro öyle değil, birlikte yapı la- bilenbiriş. Sahneye koyucunun, oyuncunun yorumu devreye giriyor. Sizin dışınızda da ha başka etkenlerrol oynuyor. Oysa, ben bu kırılma anında pek yapılmamış tehl ikeli bir noktaya dokunacaktım ki, bunu doğrusu o dönemde hangi tiyatro oynayabilir, ya da ki minle işbirliği yapabilirim, diye düşünüyor dum. Y anibusorum luluğuvebuyükükendi kendime ve kendi başıma taşımayı göze al mam gerekiyordu. Bu dediğim gibi Cumhu- riyet’le hesaplaşmaydı. Hatırlarsanız
“Öl-le konuşmuştur. Böy“Öl-le kurgulanmıştır. “Ölmeye Yatmak” 68 olayları sırasında kafama düştü. Ama bu bir 12 Mart romanı değil. Romanı 1972’de bitirebildim. TRT’de çalışıyordum ve işim de ağırdı. Zaman bula madım. Kütüphaneye gidip birtakım araştır- malaryapmam gerekiyordu. Belgeler derle mem gerekiyordu. O nedenle geç bitti, biraz da geç yayınlandı. Yayınevleri beni oyun ya zan olarak bildikleri için çekingen davrandı lar. İki yıl yayınlatacak yer bulamadım. Ya yınlandıktan sonrafenabiryankısı olmadı.” Ağaoğlu, bir anlamda kendi kuşağıyla il gili sorgulamayı sonraki romanlarda da sür dürdü:
“O kuşağın yaşadıklarına ‘Üç Beş K işi’
Adalet Ağaoğlu’nun albümünden bir gezi anısı. Taiwan Taipei, Ocak 1967. meye Yatmak” Cumhuriyet’in analiz masa-
sınayatırılm asıydı.Benonabirazdayılanın gömlek değiştirmesi süreci diyorum.
68 döneminin profesörleri, öğretim üyele ri, genel müdürleri, milletvekillerinin kendi lerini sorguya çekmeleri gerekiyordu. Doğ rusu sivil kuramların olduğu kadar askeri kurumlann da kendilerini sorguya çekmele ri gerekiyordu. Bunu tek başıma göze alma yı daha uygun buldum.
Ben romanınbiçimini de değiştirmek isti yordum. Dikkat ederseniz, “Ölmeye Yat mak ”ta anlatının bütün türleri kullanılmıştır. Günlüklerden, 'benanlatı’dan, 'o an latı’dan, bugünden, dünden, yarından fiil olarak kul- lanımınakadar, gazete kupürleri belgeler bi
de, Hayır’ dadeğindim. Avrupa’ya kaçanlar ve kaçırılanlar üstünde de durdum. Yani 68 kuşağına saldıranlar da var, o dönemde bu kuşaktan saldırıya uğrayanlar da var. Birsa- natçı bakışıyla bu kuşağın yurtdışında yaşa yan asla yan yana gelemeyecek olan bu iki kutbunu, sürgün koşullarında bir anlamda buluşturdum. Ben açıkçası, eski kuşakların yeni kuşağın altına düştüğünü simgesel ola rak vermek istemiştim.
“Hayır”ı yazmamın asıl nedeni daha ev rensel bir şeyi kurcalamaktı. Burada da yeni başkaldırı, yani çağdaşlık sorunları ve aydın başkaldırısı üzerinde durmak istedim. Sana yileşme göstermelik bir biçimde 20.yüzyılı kapsadı. İnsan beyni çok şeyi keşfetti,«*
14
CUMHURİYET DERGİAST BENİM EVİMDE KURULDU...
Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi’ydi. Kardeşim Güner Sümer tiyatroya olan tutkusundan dolayı Paris’e tiyatro öğrenimine gitmişti. Üç yıl kadar da kaldı. Dönemin oldukça önemli tiyatro adamları Jean Vilar’ın, Barrault’ nun tiyatrosunda ve onların eğitimi altında idi. 0 sırada da Asaf Çiğiltepe, İstanbul’da Arena’yı kurdu. O sahne elinden çıkar çıkmaz, Ankara’ya geldi. Aşağı yukan Ankara Sanat Tiyatrosu benim evimde kuruldu diyebilirim. Bizim kurduğumuz Meydan Sahnesi iki yıl içinde tarumar olmuştu. Gişe oyunu istiyorlardı tiyatronun yaşaması için. Benimse aklım fikrim başka yerlerdeydi. Şu da oynasın, bu da oynasın diyordum. Eşim Halim, Boğaz Köprüsü tartışması nedeniyle işinden kovulduğu, benim de hiç işim kalmadığı halde böyle konuşuyordum.
Asaf geldi, şurada Ihlamur sokakta bir yer bulduk, ama bize vermek istemiyorlar dedi. Birisi ev sahibine onlar komünist diye ihbar etmiş. Evin sahibi bir
mühendismiş. Halim’e sorduk, tanıyordu. Neyse sonuçta ev sahibine gittik. Halim bunlar büyük sanatçılardır dedi, kefil olduk. Bom ba atarlar, şu olur bu olur türünden itirazlar etti. Sonuçta ev sahibini ikna ettik ve A S T ’a yer bulunmuş oldu. Hemen bunun ardından Asaf, Güner’e mektup yazmamı ve buraya çağırmamı istedi. Çünkü, Asaf’la Güner Paris’ten tanışıyorlardı. Asaf da Pirko’yla Paris’te evlenip gelmişti. Asaf orada tiyatro eğitimi görmüştü. Güner de üç yılın sonunda her şeyi bırakıp geldi. Asaf’ın da, Güner’in de koymak istedikleri oyunlar vardı. Onları sırayla sahneye koydular. Orhan Kemal’le
ben onlar sayesinde tanıştım. Bildikleri, düşündükleri, dünya görüşlerine de uygun, ama sanat yönünden de güçlü oyunlar sergilemeye başladılar. Benden de oyun istediler.
Ankara Sanat bir yaz turnesine çıkmıştı. Bu yolculukta ağır bir trafik kazası geçirdiler. Bu kazada A sa f ı yitirdik. Kardeşim Güner, A S T ’ın hem dramaturguydu, hem sahne yönetmeniydi, hem de kadro eksik olduğu zaman oyunlara da 'fedakârane bir şekilde çıkardı. Asaf,
yöneticilikte başka bir yetenekti. Mali işlerden, tiyatronun bütün yönetimine kadar her şeyi üstlenirdi. O işler pek Güner’e göre değildi. Güner, Türkiye’deki bohemin en zararlı çıkan üyelerindendi. Elindeki 20 kitabı birden Beyoğlu’nda çaldırabilirdi. Kendi kitaplarına dahi sahip çıkamazdı.
Asaf, benden Durand Bulvarı’nın çevirisini istemişti, yapmıştım. Turne olarak İstanbul’a geldikleri zaman, tiyatronun önünde uzun kuyruklar oluşmuştu. Durand Bulvarı o kadar büyük yankı uyandırmıştı ki, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit oyunu izlemiş, A S T oyuncularını kutlamıştı. Demek ki izleyicinin de büyük bir özlemi varmış. Durand Bulvarı, tıpkı, Türkiye’deki gibi emekçilerin uğradığı büyük haksızlığı ve ikiyüzlülüğü sergiliyordu. Durand Bulvarı sanatsal yönden de çok iyi bir oyundu, tıpkı Eşber’ Yağmurdereli’nin Akrep oyununun bize en büyük gerçekleri büyük bir soğukkanlılıkla, en güzel bir biçimde
■lifi#
Paris 1962: Güner Sümer solda, Adalet Ağaoğlu sağda. Ortada anne ve babaları...
1977’de yitirmiştik sanatçı Güner Sümer’i
söylemesi gibi.
“Eskici ve Oğullan”nı oyunlaştırmak ¡çın oyunun yazarı Orhan Kemal’le Güner birlikte çalıştılar. Oyunun sahnelemesi sırasında, çok beğenmiştim ve Orhan Kemal’e bu nedenle teşekkür etmek istedim, ne kadar yüce gönüllüymüş ki, “Siz kardeşinize teşekkür edin” cevabını verdi. Bir tiyatro oyununda yönetmenin önemine dikkat çekti.
Tiyatro el değiştirdikten sonra, bu tiyatroyu kuran Asaf Çiğiltepe’nin ve Güner Süm er’in adı ne yazık ki unutuldu. Aslında bunu tiyatronun yapması gerekir. Zaman zaman Ankara’ya gittiğimde böyle bir anma yapsak diye düşünürüm. Am a Güner benim kardeşim, Asaf da yakın bir arkadaşım, bunu benim değil onların hatırlayıp yapması lazım. A S T 35.yılını kutlarken Asaf bu tiyatronun ortaya çıkmasındaki emeği nedeniyle anılmalıydı. Ben isterdim ki, Cumhuriyet’te Asaf’ın tiyatroculuğu üzerine uzun bir araştırma yapılıp yayınlansaydı. Am a ne yazık ki, geçmişe doğru böyle bir
arayışcılığımız yok, tarih bilincimiz yok. Bu tarih bilincinin yokluğu A S T ’ın tarihine de yansıyor.
Halbuki A S T o dönemin olumlu birikiminin mirasını temsil ediyordu.
Bir örnek daha vermek istiyorum: Oyuncumuz Erkan Yücel’le tiyatronun yönetimindekilerin görüşleri farklıydı. O farklıydı, ama Erkan bir gün bile ne Güner’in ne Asaf’ın hakkını şu kadarcık yemedi. Ne zaman görsem bundan söz ederdi. Erkan çok iyi oyuncuydu. Bu iyi oyunculuğuna A S T ’ın, Asaf’ın, Güner’in katkısını bir gün bile unutm am ıştı.^
Ohio Üniversitesi Osmanlı-Ortadoğu araştırmacısı Prof. Findley ve kızı A. Ağaoğlu ile...
"Şu tabuyu da yıkmamız
lazım. Tabii ki Cumhuriyeti
armağan etmiş her bir özveriyi
saygıyla sevgiyle karşılıyoruz.
Ama bu bizim, sivil kurumlarımızı,
doktorunu, mühendisini,
öğretmenini, profesörünü
eleştirirken, mahalle muhtarını
eleştirirken, köy ağasını
eleştirirken, orduya bakışımızı da
eleştirmemize, aynı şekilde
anlamaya çalışmamıza engel
olmamalı. Ben buna inanıyorum,
böyle hissediyorum. ”
a» atom bombasını icad etti. Ardından Hiro şima oldu. 20. yüzyılı savaşlar yüzyılı ola rak, toplu öldürmeler yüzyılı olarak görüyo ruz. Çocuklar, kadınlar, kitleler toplu halde katlediliyor. İşte sanayileşmenin getirdiği sonuçlardan birisi de bu.
Acaba bununla hesaplaşan aydm-çünkü aydın ortada görünmeyeni sorgulayan, insan aldım kullanarak bir şey yapan, bir şey keşfe den, sorgulayan ve üreten önderse-20.yüzyı lın sonunda hangi noktaya geldi? Dostoyevs- ki, ya da Lermontov ve Mayakoski zamanın daki intihan kurcalama nedenleri başkaydı, bugün 20.yüzyılm sonunda bambaşka olma sı gerekir. Bizim kaçış değil ama muhalefet, itiraz, başkaldın olarak sorgulamak görevi önümüzde duruyor.”
Kendinden utananlar
Adalet Ağaoğlu, Türkiye’de yaşanan vah şi olaylardan, demokrasi ve özgürlüklerin çiğnenmesinden büyük acı duyduğunu be lirtiyor: Birçok kişi "burada yaşamaktan uta nıyor ’diyor, ya da “kendimden utanıyo rum diyor. Bir aydm kişinin “kendimden
tanıyorum” demesini kabul etmiyorum. Çünkü biz kendimizden utanıyorsak, parma ğı dışarı sal lamadan önce kendi içimize sal layıp, orayı sorgulamalıyız. Kendimizi sor- g ; adığım ız zaman, sık sık çaresizlik duygu su içinde kaldığımızı söyleyebilirim. Ama şunu da söyleyebilirim ki; ses çıkarmamak yahut bir şey üretmemek, bizi kendi gözü müzde daha da suçlu nitelememize neden oluyor.
Benim işim yazmak. Yazmayı iyi bildiği mi sanıyorum. Biliyorum ki, toplumculuğun en ileri aşaması, insanı bir kişi yapmaktır. Onun için burada, Türkiye’de olup bitenler karşısında birçaresizlik duygusu yaşandığı- nı biliyorum. İsyan duygusu olduğunu da bi liyorum. Hissediyorum, kendim de isyan içindeyim. Ama seyretmiyorum. Bana so rarlarsa, bugün ordu m u el koysun diye, ben o Anayasa’yı zaten kabul etmedim ki. Aske ri Anayasa’yı kabul etmiyorum, dedim de, bugün de derim. Laik devlet istiyor musun deyince, yüksek sesle, “Tabii istiyorum” de rim. Eğer bedenen bu şekilde yorgun olm a saydım, şimdiye kadar toplum iç inde birey lere yansımış bu durumu, bir başka açıdan çoktan yazmış olabilirdim.
Biz eninde sonunda edebiyatçıyız. Salt ideolojiyle bağlı kalanlar değiliz. Dünya gö rüşümüzün insani ilişkiler açısından dile ge tirilmesinde yansıtılmasında ısrarlıyız. Şunu da biliyorum kı, yapabildiğimi sandığım tek iş yazmak.
Ege: ndimı sorgularken, çok büyük m ecburiyt. i • mda hissedersem-gerçekten politika yapmaktan hiç anlamam, hiç hoş lanmam, amabiryararım olacağını düşünür sem, yapabilirim. Cumartesi Annelerinin, direnişini yattığım yerden, takdirle, saygıy la, hayranlıkla izledim. Ancak, bizim her ha- reketimizde bu oluyor, tıpkı televizyon ka nallarında olduğu gibi- zaman zaman rating sağlamak için fazla kan revan, fazla çığlıklar yaratılıyor gibi. Dikkat çekmenin çeşitli yol lan var. B ubirçığlıkatm akladaolabilir, ta mamen susup dimdik bakm akla da olabil ir. Bu direnişi büyük bir hayranl ıkla izlediğim halde, dozunu... Siz olsanız ne yapardınız derseniz, kendimi yerden yere atıp da ağla yıp bağırmazdım.”
Adalet Ağaoğlu, 1980 sonrası kurulan İn san Hakları D erneği’nin de kuruculan ara sındaydı. Emil Galip Sandalcı önderliğinde kurulan İH D ’y i nasıl kurduklannı ve neleri hedeflediklerini de anlattı:
“Türkiye’nin uygar bir ülke olmasını isti yorum. Bu toplumun, 21 .yüzyıla girerken, hâlâ ilkel, gaddar şiddetin uygulandığı bir toplum olmasını istemiyorum. Bu nedenle bir mücadele gerekiyor, bu mücadele için,
28 ŞUBAT 1999. SAYI 675
uluslararası insan haklan normları savunan insan haklan demeklerinin Türkiye şubesi nin kurulması gerekiyordu. Çok sevip saydı ğım Emil Galip Sandalcı beni böyle bir örgü tün Türkiye şubesinin kurulmasına ikna etti. Kurucu olur musun diye sordu, hemen kabul ettim. Çünkü önümüzde bazı uygarlık de ğerleri varsa, onlann ilkeleri varsa onları yapmaya çalışınz, dedim. Ancak, kurulduk tan sonra belli bir süre içinde müthiş iyi ni yetli çalışmalaryapılmasma rağmen, denge kaçmlıp şu insanların hakkı var da, şu insan ların hakkı yokmuş gibi davramldığına iliş kin gözlemlerim oldu. Hatta Emil Galip San dalcı ’yı bile düşürdüler, başkanlıktan. O gü nü unutmuyorum.
12 Eylül kitabımı toplattı...
Söyleşinin başında sorduğunuz bir soruya yeniden dönmek istiyorum. Romana nasıl geçtim sorusuna. Ben ‘Ölmeye Yatmak’la birtabuyuyıktığımı sanıyorum. Bir öğretim üyesini, bir öğrencisiyle yatırdım.
Bu tabuyu yıkmaktaki amacım, as lında Cumhuriyet’i ameliyat masa sına yatırmaktı. Bunu Cumhuri- yet’e karşı olduğum için değil, bu konuyu tartışmayı amaçladığım i çin yaptım . “Düğün Gecesi”yle il gili de şunları söylemek isterim: Bir “Düğün Gecesi” yayınlandı ve bundan sonra evime sık sık telefon lar gelmeye başladı. “O romanı sen mi yazdın, yazdığına pişman ede ceğiz” diyorlardı. İlginç bir gelişme daha oldu. 12 Eylül ilan edilene ka dar, el altından yürütülen bu tehdit ler, 12Eylül’densonrabaşkabirbi- çim aldı. Eşime, romanlarımın ba şına bir şeyler gelebilir dedim. Ni
tekim bu romana o dönemde hırsızlık dendi, bir yerden aşırma dendi.
Sonradan öğreniyorum ki, bu romana ödül verilmemesi için, seçiçi kurullara çeşitli uya rılar yapılmış. Bunun sonucu olarak “Fikri min İnce Gülü” dördüncübaskısındatopla- tılıverdi. Toplatılan bütün kitaplar gibi onlar da bir şekilde yokedildi. Dava açıldı, savcılı ğa gittiğimde, “ Bir Düğün Gecesi” de önün de duruyordu ve her tarafı çizilm işti. Sanat çı, fikrini açıkça söyleyen, bozukluklara mu halefet eden kişidir. Muhalefet diye gördük leri heryeri çizmişlerdi.
Şu tabuyu da yıkmamız lazım: Tabii ki parçalanmış ülkeyi birleştiren ve Cum huri yeti armağan etmiş olan her bir özveriyi ke sinlikle saygıyla sevgiyle karşılıyoruz. Bi zim bir ülkemiz varsa böyle var. Ama bu bi zim sivil kurumlanmızı, doktorunu, mühen disini, öğretmenini, profesörünü eleştirir ken, mahalle muhtarını eleştirirken, köy ağa
sını eleştirirken, orduya bakışımızı da eleş tirmemize de, aynı şekilde anlam aya çalış mamıza da engel olmamalı. Ben böyle hisse diyorum ve buna inanıyorum . 12 Eylül ’den sonra yaşadıklarımdan sonra bunun özellik le altını çizmeyi gerekli gördüm. Bu tür bü yük olaylar, insanların küçük yaşamlarına nasıl yansıyor, bir romancı olarak hep me- raklapeşine düştüm. Edebiyata nasıl yansı yor, bunun canlı tanığıyım. Henüz ölüp git mediğime göre de bunu dile getirmek zorun dayım. Böyle bir tabu var ve gık diyemezsi niz. Böyle şey olur mu? Yaratıcılığın, kurca- lacılığıyla bunları romanlarımıza da aktara cağız.”
Ağaoğlu geleceğe ilişkin de şunları söyle di : “Umudumuz ve özlemimiz olmasa haya tımıza devam edemeyiz. Bu nedenle ben öz gürlük, dayanışma, gökkuşağı olarak belir lenmeye çalışılan bir yapının, bir girişimin ve bir çabanın parçasıyım. Böyle bir girişi min gerekli olduğuna inanıyorum. Yanlış,
insan içindir. Ama insan aynı yanlışı birkaç kez daha yaparsa ayıp eder. Bu ülkede de ay nı yanlış hep yapılıp duruyor. Partiler tara fından da aynı yanlış yapılabiliyor. Onun için ben hep aynı yanlışı yapıp duran partileri de hiçbir şekilde tutmuyorum. Hoş görm üyo rum. Yeni yanlışa varım ama. Bu bir arayıştır, bu bir soruşturmadır, bu toplumun nabzını tutan, iyi bir doktor gibi, namuslu bir doktor gibi yoklamaktır. Onun için farklı yeni, nasıl bir girişimse elbette, eskimiş olan ve M ec lis ’e girip çıkıp hiçbir şey yapmayanlar de ğil. Böyle bir projeden aday da olurum, oyu mu da veririm.”
Adalet Ağaoğlu bu görüşmemizin üstün den bir hafta geçtikten sonra ÖDP ’den İstan bul milletvekilliğine aday oldu ve tercihini şöyle açıkladı: “Çağdaş uygarl ık değerleri - ne evrensel boyutta sahip çıkıp ulusçuluğa, militaristi iğe karşı sorgulayıcı olduğu için Ö D P’yi seçtim.”
Adalet Ağaoğlu, Güner Sümer’in oğlu Sinan ’la...
Nallıhan’da ilkokul “Ölmeye Yatmak”ın esin kaynağı. (A.A önden 2. sıra, sağdan 3. kız)