- «yO L) I 0 (
İYÎ VE HÜZÜNLÜ GÜNLERİN ŞAİRİ
AYHAN HÜNAI.P
Topkapı’dan Rumclikavağı’na, Burgaz Adası’nın, Kalpazan Kaya’sın- dan Şile’nin Değirmen’ine kadar nereye bakarsanız bakın; “Ayva sarı, nar kırmızı bir sonbahar” gözüküyordu. “Dinmiş lodosların uğultusu içinde uğuldayan yalılar” kuşaklar boyunca yüklendikleri anıların ağarlığı altında perdelerini çekmiş, bacalarından dumanlar savurmağa başlamıştı. Gazeteye geliyordum, iskelede vapur beklerken ayak üstünde karıştırdığım gazetelerde Viyana çıkaklı bir ajans haberine takılan göz lerimle içim ferahlamıştı. Tarancı ölmüştü. “Kurtuldu!” demiştim. Ha yatın bütün dakikalarını eme eme, karınca kaderince yaşamasını bilen bir sanatçı uzun bir süreden beri yatak çarşaflarına tutsak olmuş, “Yeter ki gün eksilmesin penceremden” diye bütün yalvarışlarına karşın doğru lup fırlayamamıştı. Aklıma Düşten Güzel kitabının içine yazdığı, “Değerli şair kardeşim Ayhan Hünalp’a sevgilerle, 23.3.1953” satırları geliyor. Kavaklıdere yollarının iğde kokuları, Şükran Meyhanesinin peykeleri, şarap kadehleri muhakkak şimdi hep birlikte Cahit’in mısralarını haykır maktadır: “Meyhaneler, sabahçı kahveleri,/Cümle eş dost, şair, ressam, serseri/Artık cümbüşte yoksam geceleri/Sanmayın tarafımdan ihanet var.”
Ankara’da sabahları Kızılay’a çıkanlar, trençkotlu, kısa boylu ve tin tin türüyen genç bir adamın, Yenişehir Eczanesinin bitişiğindeki mey haneye girip, aç karnına iki kadeh votka attığını, sonradan Çalışma Ba kanlığındaki çevirmenlik işine gittiğini görürlerdi. O zamanlar çiçeği bur nunda bir fakülte öğrencisiydim. Çantam elimde ona her rastlayışımda, “içme ağabey” derdim. O kara yüzüyle doğu insanlarına özgü sevgi taşan gözleriyle efendice yüzüme bakar, “Senin daha aklın ermez, bizim gibi kıdemli şair olmadın. İçe içe, öle öle yazılır!” derdi. Arada bir ben de çözmezlik eder, peşine takılır ve suratımı ekşiteekşite bir kadehçik otlardım.
Cahit Sıtkı, bir zamanlar bekâr olarak kalmanın acısını, tüten bir ocak sahibi olamayışın acısını da içinde derin bir yerde tepinip duran bir hisle duymuştu. Hiç kuşku yok ki, her şair gibi Tarancı da büyük acılar çeke çeke, herkesin acısını ve yitikliğini içinde duya duya çekip gitti. Onda kaçırılmış bir geminin üzüntüsü, ya da bir araca yetişmeye çalışan yol cuların çırpınışı, telâşı vardı. Onu biraz da bu kaygı öldürdü. Ve de işin garibi, sonradan, rahmetlinin bir şiirinde “Sol elim, aslan elim” dediği için onu vatansız ilân eden ve cenazesinin anavatana gömülmemesini isteyen Peyami Safa da öldü. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu1 nu yazan bir yazarın bu yersiz ve haksız önerisi de çelişmeler diyarı ülkemiz için bir yüzkarasıdır.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi