s
cjl
m d m
---—
Kanuni âm â Nâzım
Hakkı Süha
Tabiat tazmin ediyor. Bir y eri mizden aldığı' kuvveti, bir başka merkezimize vererek, haksızlığım ta m ire çalışıyor. Yer yüzündeki coğ rafya ahengi, tıpkı tıpkısına insan gövdesinde de var. Nasıl her yokuşu bir iniş kovalar, yüksek dağların ka m alarını derin denizler kuşatırsa, b i zim de vücudum uzda eksiklikleri fazlalıklar telâfiye koşuyor.
M eşhur kanuni «Âmâ Nazım» ı tanıdığım güne kadar, bu, bende sis li, bulanık bir kitap faraziyesi halin de idi. Onu gördükten sonra, bir i- nan, bir îman oldu.
Çiçekle zedelenmiş esmer bir ten.. Yer yer yoluk donuk tüylü kaş lar. Zekî, uyanık bir alın. Sonra k ir pik araları, zamklı gibi ıslak, parlak duran kapalı gözler. Bunlara galiba başka bir isim bulamadığım için göz
a
j ; « , ... \ 7. i , i / • , i ı v i, / • i O İ V Û C t , k K < w A oi. K c A p « i K . J |C İ T "
altında adam a göz düşüncesini veren hiç bir şey yoktu.
Burnu düz ve biraz da pattı. Kırpık bıyıklarının altında ağız y eri ne sonsuz bir gülümseyiş görürdü nüz. Nazım, hep gülümser, daima gü- lümser;gülüşe ince, nazlı, hemen u- çacak bir kuş kadar ürkek bir hal ve rirdi. Yüzü, açılıp kapanan çizgilerle nerde de kaandlanıp süzülecek sanır dınız.
Onu, ayakta pek seyrek ve çok kere hep öne doğru eğilmiş gördü ğüm için, boyunu birden kestirem i yorum. Elleri, sürekli mızrap id- m anlarile çevik bir sinirlilik bağla mıştı. Bilekleri bu küçük ellere göre hem kalın, hem de dolguiı görünü yordu.
Çalmad.ığı zam anlarda da eli, kucağındaki kanunun tellerinden a y
rılmaz; onları, ayrı ayrı okşar, m an dalları açıp kapardı.
Hiç bir kanunun perdelerindeki üç tel, onunki kadar akort sağlamh- ğile birbirlerine kaynam am ıştır. Çün kü hemen hiç kimsede, undaki sesi süzen, duygulu kulak yoktu. O ne kulaktı yarabbi!.. On beş kişilik saz
10
GEZGİN
içinde bir «bemol» ün en hafif tizli ğini, pestliğini hemen duyar, sahibi ni tanır, melek gülümseyişile:
— Ahmet bey, lâ bomel düştü! — İhsan, nısfıye kızdı, daha doğru üfle! 1
— Fahri, neva ile yegâh, bana birbirini tutm uyor gibi geliyor! der di.
Ona kimse itiraz etmezdi. Çün kü sonra', hayır, diyenlerin hepsi mahcup olmuşlardı.
Ben onu «Darüttalim» heyetinde tanıdım. «Hac-:» nm tuttuğu kıraat hanede çalıyordu.
«Darüttalim», m em lekette he men hemen ilk ciddî saz heyetidir. K ıraathanenin arkasında meşk oda
ları var dı F as ı l l ar a pçsda c£İı d ır,
eserlerin hiç b ir pürüzü kalmadığına inanıldıktan sona halka çalınırdı.
Sık sık gider, provaları dinler dim. Ayak sesimi tanır, hayranlığı mın içten gelmeliği onu keyiflendi- rirdi. «Bestenigâr» ı sevdiğimi bildi ği için, her taksiminde m utlaka b ir yolunu bulur; «çargâh» perdesinde biraz durarak «saba» yapar ve sonra cana yakın bir «bestenigâr» a sapar dı.
Bunun ne zor bir şey olduğunu musikiden aıılıyanlar bilir. «Rast - da «Hüseyni aşiran» da k arar veren bir m akam a «bestenigâr» ı ısındırmak, m akamların, ekini belli etmeden ka rar perdelerine inmek kolay değildir.
Nazım, bunu öyle güzel, o ka dar sıcak ve üstadane bir surette ya pardı, ki meclise sonradan gelen bir kimse, bestenigâr taksim ediliyor sa nırdı.
Nazımın tavrı, ne kendisinden evvelkilere, ne de kendisinden sonra kilere bdnzer. Kendisinden öncekile re benzemez. Çünkü o, gerçekten sa natkârdı, büyük dtoğmuştu. Taklit e- m eklem elerine m uhtaç değildi. Ci
hana kendi âlemini kendi yaratacak bir «tekvin» kudretinin beratile b ir likte gelmişti. Sonrakiler de ona ben zemezler; çünkü hiç kimse, onun nağm elerine eş ses salkım ları y arata madı
Nazımın bir nağme dizisi, hangi saza ve kimin tarafından nakledi lirse edilsin, rengini, edasını, üsûbu- nu kaybetmez. Bu nağm eler önün dür; kimseye mal olmaz. H ani hafı zaların duvarına asılmış levha m ıs ralar, beyitler vardır. Hiç bir gaze lin, hiç bir kasidenin içinde eriyip hüviyet ve sahip değiştirmez. İşte Âmâ Nazımın mızrabından dökülen «lâhin» 1er de tıpkı böyledir.
O kanununu kucağına bir sev gili gibi alır'; telleri bir sevgilinin saçları gibi okşar. M ızrabından uçan her notun havada uçan billûr kem en dini kulaklarile seyreder. Beğenir ve gülümserdi.
• Çalarken elleri, kanadlam r ve teller renkli kıvılcım lar içinde kalır dı.
Nazım, güzel bir adam değildi. F akat çalarken yüzüne b ir * ilham, h attâ «vahiy» solgunluğu çöker ve cehresi, fosfor sürülm üş bir -kar- nak» kâhininin heybetine bürünürdü. Bu dakikalarda onu beğenmemek, candan bağlanm am ak kabil olmazdı.
Fasılda hiç bir saz, onun üstün de yüzlerce bülbül şakıyan k anunu nu örtemezdi. Seste kuvvetle birlik te bu kadar ince bir tada, ancak pek seyrek sanatkârlarda raslam r.
Başlarken, tabiatin tazmin etti ğini, bir yerim izden aldığını, başka bir yerim izin kuvvetini a rttırarak ö- dediğini söylemiştim.
«Nazım» da göz yoktu. F akat o kulaklarile görür, ellerile okur, kok- layışile sezerdi. Musikide o kadar çok ilerleyişi, belki de gözsüzlüğün- dendi.
Onu pek erken kaybettik. Yüz lerce çırağı içinde de üslûbunu andı ran kimsenin bulunmayışı, ölümünü gerçekten bir musiki matemi haline koydu. Gerçi her mezar bir çukurdur; ama, onunki, bizi nağm eler cihanın- j dan ayıran bir uçurum oldu. Acımak gerekse, kendimize ağlıyalım. Çünkü artık hayattan onun alacağı yeni hiç bir şey kalmamıştı.
|
Hakkı Süha
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Ta h a Toros Arşivi