ABDULHAK HÂMİDİN MAKBERÎ
Ö N Ü N D E
BÜYÜK ŞAİR ABDÜLHAK HÂMİT
TARHAN’IN MAKBERİNİN BAŞINDA
SÖYLENEN NUTUKLAR
13 NİSAN 1940 İ S T A N B U L
M A A R İF V E K İL İ HASAN-ÂLİ
YÜCEL’İN NUTKU
Bütün hayatı, devam eden bir gençlik ve ölümsüz bir bahar olan dâhi şair, ihtiyar dost ve büyük insan Abdülhak Hâmidi, aramızdan ayrılma sının üçüncü yılında ve ebedî karar gâhında hep beraber ziyarete geldik. Ağaran başını telmih ederek, kendini «Karlar altında nevbaharım ben» diye tasvir ederken, bilmiyorum, düşün müş mü idi ki, bir gün bu yumuşak beyazlıklar, mermerleşseler bile, onun fani varlığının arkasında daima taze, her zaman için solmaktan ve bozul maktan münezzeh, zinde bir hatıra kalacaktır.
O yaşarken doğanlar, hep sağ ol salardı, tabutunun arkasına milyonluk bir kütle takılıp yürüyecekti. Abdül hak Hâmit, üç çeyrek asır içinde ye tişen Türk münevver nesillerinin is tisnasız bir ihtiram kutbu oldu. Ona hayranlıkla teveccüh etmemiş kalem, edebiyatımızda yok gibidir. Muazzam eserinin kurduğu yaratma ehramının
arkasından gelen tok ve kalın sesi, zamanın çizeceği yeni ufuklar için bile «Bâlâdan Bir Ses» olacaktır. Onu sevmiye lâyık olmak için anlamak emeğine muhtaç olanlar, henüz doğ mamış Türk nesilleri arasında da var olacaktır. Bu itibarla bir toprak yığını ve bir mermer kütle halinde görünen, başucunda toplandığımız bu insan, bir mazi olduğu kadar, edebiyatımız için bir istikbaldir.
Ölüm düşüncesine hayatının en canlı anlarını veren hakim şair, nasıl olur da ölümünden sonra yaşamak hakkını kazanmaz? Sonsuzluğa en mutena saatlerinin tefekkürünü, en gine açılır gibi kaptırıp bırakan bu vect ve hülya adamı nasıl olur da namütenahilikten nasipsiz kalabilir? Hürriyete ve güzelliğe, ruhunu esir etmekten bir dakika çekinmemiş olan bu serazat insan, kara toprakta nasıl yok olur ve kara toprak onun hakikî varlığını nasıl çirkinleştirebilir? O, bizim gönüllerimizde hüküm süren derinleşici bir fikir, cezbeden, alıp gö türen bir hayal, bir ebedîlik ve bir devamdır.
Batınî hayatı kadar dışına ve su retine itinalı olan Abdülhak Hâmide, mermerden de olsa, ölümünden sonra bir libas lâzımdı. Türk halkı gibi Cümhuriyet hükümeti de, şahsını ve san’atini her zaman derin hürmet ve dikkatle tebcil ettiği büyük şairi bu dış ihtimamında inkıtaa uğratmadı. Bu beyaz metfen, Abdülhak Hâmide son mesken veya zerrelerinin yayıl
-dığı toprağın üstüne serilmiş bir ke fendir. Ba ebedî karargâh, ona küçük bir mezar, fakat bizim için büyük ve aziz bir ziyaretgâh olacaktır. Çünkü o, Türk edebiyatının tarihî akışı içinde muazzam bir çağlayan ve sonra ge- nişliyerek süzülüp akan bir umman dır. Bu ummanın dalgalarında mer-
merleşmiş köpüklerin sükûnuna dalan bakışlarımız, bu iki mısrada onun seksen yıllık ömrünün bütün tercü- mei halini okuyacaktır:
Bu taş cebinime benzer ki ayni makberdir, D ışı sükût ile zahir, deranu mahşerdir!
İSTANBUL VALİ VE BELEDİYE
REİSİ Dr. LÛTFİ KIRDAR’IN
NUTKU
Türk fikir, zekâ ve edebiyat âleminin en büyük siması olan Hâ- mit, bütün Türkiyenin olduğu kadar İstanbulun da mefahiri arasındadır. Abdülhak Hâmidin doğum yeri İs- tanbuldur. İstanbul belediyesi, büyük şaire sağlığında bir ikametgâh hazır lamak suretiyle hizmetinde bulun maktan şeref duyuyordu; İstanbul vilâyeti halkı kendisini birkaç dev rede üstüste meb’us seçmek suretiyle ona karşı saygı ve bağlılığını göster mek fırsatlarını bulmuştu. En büyük edibimizin nâşı İstanbul belediyesi nin bir zamandan beri tesisine çalıştığı bu asri mezarlığın memleket büyük lerine ayrılan kısmına gömüldükten sonra İstanbul, bu şerefli ölünün mü barek vücudünü ebediyen toprakları arasında hürmetle selâmlıyacaktır.
Bugün maneviyatının yüksek hu zurunda toplanıp el bağlamak suretiy le hem onun büyük şahsına, hem de
Türklüğün yaratıcı ve büyük insan lar yetiştirici kabiliyetine karşı derin
tazimlerimizi arzetmiş bulunuyo
İSTANBUL UMUMÎ MECLİSİ
AZASINDAN REFİK AHMET
SEVENGİL’İN NUTKU
Muhterem dinleyicilerim,
İstanbul Umumî meclisinin en naçiz azası sıfatiyle bu toplantıda benim söyliyebileceğim ilk söz şudur: İstanbulun büyük çocuğu, büyük şairi, meb’usu ve ölümünden sonra da bütün İstanbulluların büyük ıstırabı olan Abdülhak Hâmide mezar yaptıranlara ve böyle bir ihtifal hazırlıyanlara bi zim işimizi görmüş oldukları için teşekkür ederim. İstanbulun büyük çocuğu Hâmit dedim, biliyorsunuz ki hayatının birçok yılları yabancı mem leketlerde geçmiş te olsa burada doğ muştu ve burada öldü; şehrimizin nüfus kayitleri bu büyük İstanbullu nun hatırasını ve topraklarımız onun muhteşem varlığını hürmet ve heye can ile saklıyor Hâmit için İstanbulun büyük şairi dedim, çünkü bu yerlerde doğan için şair olmak pek tabiîdir ve Abdülhak Hâmit Türk dil ve dehasının mefahirini teşkil eden eserlerinde
tanbulun hususiyetlerini ve güzellik lerini de ebediyete tevdi etmiş bulu nuyor. Çamlıca edebiyatımıza bir fikir, ilham ve heyecan şahikası olarak onun yazıları ve onun hayatına ait yazılarla girdi.
Hayatının son yıllarında İstanbul lular kendilerini Büyük Millet Mec lisinde en büyük şairimiz tarafından temsil ettirmek şerefini kazanmışlardı; Hâmidin ölümünü bütün İstanbul halkının ne büyük teessür ve mera- retle, nasıl dalga dalga genişleyip sokaklara sığmıyan bir büyük hüzün ve heyecan ile karşılamış oldukları ise hâlâ gözümün önündedir.
İnsanlar vardır ki fikir, zekâ ve san’at tarihine bir güneş gibi doğarlar ve onların ölümü ile yer yüzünden eksilen şey sadece et, kemik, kan ve adaleden mürekkep bir vücut değildir; bu cinsten asil bir dimağın sönmesi bize etrafımızdaki ışık, hava ve hara retin azalmış olduğu, altımızdaki top rağın kaymağa başladığı, yaşayabil
memiz için lâzım olan şartların
varlıklarından ehemmiyetli surette
kaybettiği hissini verir. Abdülhak Hâmidin ölümü ilk bakışta bu manayı taşıyan kayıplardan biri idi; ona kolay kolay alışamadık ve daha uzun müd det bu ayrılışı yadırgamakta devam edeceğiz. Onu ölüm yaşını geçirmiş ve sade eserleri ile, sade san’ati ile değil, cismanî varlığı ile de ebedî bir fecrin tazeliği içinde yaşamakta devam edecek sanmağa bu kadar alışmıştık
Abdülhak Hâmit on altı yaşında şiir yazmıya başlamıştı, seksen altı
yaşında öldü; demek onun aramızdan ayrılışı ile bir ruh gecesinin karanlığı içinde yetmiş yıl çakmış olan şimşek sönmüştür.
Her biri birer büyük tarih olan arkadaşlarının hizmetlerini ayrı ayrı tebcil etmekle beraber Abdülhak Hâ- midin edebiyatımızda yapmış olduğu işi kısaca şu tarzda ifade etmek isterim: Yıkılan divan edebiyatının boş bırak tığı geniş havayı yeni bir «zevk» in heyecan ve ateşi ile dolduran odur. Divan edebiyatının çöküp gitmesin den bugüne kadar hissetmiş, heye canlanmış, okumuş, yazmış olan dört beş nesil Abdülhak Hâmidin dilimize ve duygumuza getirdiği kanatlarla çarpınıp çırpınarak pervaz etmiştir. Abdülhak Hâmit nazım ve nesrimize yeni bir estetiğin izlerini ve örnek lerini ilk defa getirmiş olan adamdır; daha sonrakiler onun başladığını iler lettiler. Abdülhak Hâmit edebiyatımı za o zamana kadar mevcut olmıyan bir manada aşk, ıstırap, haset, kıs kançlık, fitne, ölüm gibi türlü duygu ları san’atkârane bir şekilde getirerek «beşerî» bir mahiyet veren şairdir. Bu şiirlerde lirik bir heyecan ile bir meh tap gecesi içinden ebedîliğe doğru akıp giden bir hayal ırmağının ruha genişlik ve çarpıntı veren tatlı ahengini duyduk. Lânetlerini ve kasırgalarını azamet ve heybetle yer yüzüne yağ dıran bir yarı ilâhın müthiş sesindeki ıstırap bu mısralarda hıçkırdı. Dü şünce en olgun derecesini bulmuş bir yükseklikle bu şiirin membaını bes ledi. Tabiat insanın içini doldurup
-ısıtan kurtarıcı aydınlığı ile, ruha ürperti veren derin karanlıklariyle, boraları ve şimşekleriyle vezin ve ka fiye haline gelerek sözün manasına erişilmez bir yükseklik kattı. Abdülhak Hâmit bunların hepsidir.
Abdülhak Hâmit Türk Milletinin fikir ve san’at tarihinde bir merhaledir; edebiyatımızın gelişip genişlemesi, temelleşip sağlamlaşması ve dünya edebiyatları arasına karışması için bu merhaleyi aşması lâzımdı.
Muhterem dinleyicilerim,
Bu toprağın altında yatan ölü, sağlığında abideleşmiş bir adamdır. Taze bir mezarın saklamakta olduğu ihtiyar uzviyet belki de eriyip dağıl mıştır; fakat hemen hemen bir asrı kaplıyan yaşına rağmen genç kalmış olan bir ruh kitapların sahifeleri ara sında hudutsuz bir sonsuzluğa doğru sefere çıkmış bir beyaz güvercin gibi daima taze bir musiki ile kanat çırpacak.
E D E B İ Y A T F A K Ü L T E S İ DO
ÇENTLERİNDEN Dr. ALİ NİHAT
TARLAN’İN NUTKU
Muhterem vekilimiz, aziz arka daşlar,
Makber mübdiinin huzurundayız. Onun yattığı makber, yarattığı «Mak ber» kadar yüksek ve derindir. Burası bir makber, makber değil bir mahşer; mahşer değil Türk milletinin ebedi yetlere sığmıyan şuuru ve vicdanı ka dar bir fezayı biintiha olmalıdır. Ve ne bahtiyarlık ki öyledir.
İşte başta muhterem Maarif Veki limiz olduğu halde münevver Türk âlemi burada, onun dehası huzurunda eğilerek Büyük Hâmide şükran ve hürmetlerini sunuyorlar.
Bundan elli beş sene evvel sema ile zemin birleşmiş; Hâmit ezilmiş, Makber çıkmıştı. Bundan üç sene ev vel yine gök ile yer birleşti. Fani Hâ mit öldü. Ebebî Hâmit çıktı.
Yer ile gök birleşmemeli idi. Evet. Fakat ne yazık ki tabiatin, büyük tabiatin büyük kanununa mukavemet fanilere mukadder değil.
Toprak üzerine basan her fert bir gün o toprağın çökeceğini ve ken disini yutacağını asla hatırdan çı karmamalıdır. Bu toprak sağlam bir istinatgâh değildir. Bahtiyar odur ki, faniliğin timsali olan toprağı bekasiyle çiğniye çiğniye toprağa girer. İşte Hâmit bu bahtiyarlardan biridir. Ma nevî bekasiyle maddî fenasını ezmiştir.
Aziz gençler,
Bu makbere, yüksek ve derin bu makbere ibretle bakalım:
Fezayı bi tenahisiyle, ephar ü cibaliyle, Fürugu şuhu eshariyle, zalmayı leyaliyle, Bütün volkanlariyle, betka ra ’dı pürcelâliyle Şuuııı renk rengi inşiraha infialiyle
O fıtra t pür garaip b ir tecelligâh. . . bir âlem!
Bu âlem, nasıl oluyor da bir avuç toprağa münkalip oluyor.
Bu toprağın karşısında dehşetle irkilmiyelim! Hayır. Toprak üzerinde güzel bir iz bırakmadan göçüp git mek!... İşte asıl ölüm budur. Bu kub bede bir hoş şada bırakmak için çalı şalım! O zaman ölümlere meydan okuruz.
Hâmit, edebiyatımızda en derin izi bırakan, en hoş sesi aksettiren bir san’atkârdır.
Bizde hakikî edebiyat müceddidi Hâmittir. Kendinden evvel ağır kâ- buslu bir hava vardı. Bu boğucu dur gunluk içinde ufak tefek hava cere yanları olmadı değil. Fakat bunlar kâfi gelmiyordu.
İşte o zaman ufuktan bir fırtınadır koptu, tozu dumana katan bu fırtına
san’at mefhumunun üzerinde yükselip onu ezen her şeyi yıktı, devirdi. Belki taş taş üstünde bırakmadı. Fakat ci ğerler temiz, doyurucu bir havanın berrak maviliğine kavuştu. O bunu yaparken dehasının kendisine göster diği yolda sadakatle yürüdü. Çok tah kir ve tezyife uğradı. Aldırmadı.
Bimahaba rehi narefteye gitsem de ne var Kahrı hasmeylemeğe elde asadır hamem
beyti asıl bu san’at müceddit ve mü cahidinin şiarıdır.
Gençler,
Onun hatırası etrafında benim tercüman olmaktan âciz kaldığım bir coşkunlukla toplandınız. Onu tebcil ettiniz. Esasen Hâmidi taziz etmek her Türk münevverinin borcudur. İl me, san’ate çok büyük bir kıymet verdiğini maarif işlerinin başına de ğerli bir ilim ve san’at adamını getir mekle ispat eden yüksek Cümhuri- yetimiz Hamide karşı olan şükran borcumuzu ihmal etmemişti. Fakat bugün gözlerimizin önünde yükselen bu değerli eser üzerinde sizin coş kunluğunuzun ufak bir tesiri olmuşsa büyük vazifelerinizden birini yap mışsınız demektir, teşekküre lâyık sınız.
Ve işte bugün en büyük sevinçle görüyoruz ki, yüksek Cumhuriyeti mizin çok münevver Maarif Vekili, ölümünden sonra Hârnide yapılacak ilk alâka ve ^hürmet nişanesini bize takdim için mühim devlet işlerini bırakarak Ankaradan buraya gelmiş tir ; aramızdadır.
-Ben muhterem Vekilimize ve o- nun şahsında yüksek Cümhuriyet Hükümetimize Üniversite tedris heye tinin candan şükran ve saygılarını arzetmekle büyük bir şeref duyu yorum.
-EDEBİYAT FAKÜLTESİ TALE
BESİNDEN
RACİ
KETEN’İN
NUTKU
Kıymetli Vekilimiz, Hocalarım ve Arkadaşlarım:
Bilmem ne söyleyim, ölümün bir kerameti; Kabrolmasaydı biz koparırdık kıyameti.
Diyen Hâmit, bu büyük insan tam üç yıl önce gözlerimizden süzüle rek, renkli ve tatlı bir gurup halinde gönüllerimize aktı. Bu kayboluş okadar içimize sinmiş ki biz zaman, zaman onun boşluğunda kendimizi bulmak tayız. Uç yıl evveline kadar bir Hâmit ve bir Makberimiz yaşıyordu. Bu gün ise iki M A K B E R’ imiz yaşamaktadır.
Hâmidin 86 yıllık hayatı şöyle geçti diyebiliriz: O Mutlakıyette doğ du, Meşrutiyette büyüdü, Cümhuri- yette yaşadı ve öldü. Bu fani şair ci han edebiyatı tarihlerinde bir eşine daha pek az raslanan imrenilecek insanlardandı. Zekâsı bir temmuz gü neşi gibi keskin ve yakıcı idi. Akset tiği her mefhumu eritir, yakardı. Ede biyatımızdaki doğuşu da aynı güneş,
-muhteşem ve parlak bir fecir, aydınlık
ve berrak bir yükseliş, İlâhî ve
sonsuz renklerin ufukta harelene rek erimesine benziyen bir gurup idi. Böyle bir günün sonunda insanın ruhu nasıl karanlıkta kalmazsa, ede biyatımız da Hâmit’ ten sonra bu şa şaa ve azemetini kaybetmiyecektir.
O bir asra kol atan bütün ömrü
boyunca Allahın sırlarını çözmeğe
uğraştı. Hayata ne kadar yakın ve kuvvetle bağlı kaldiyse; ölüm de ru hunda o derece derin bir muamma olmuştu. Bu zindan karanlığında za man, zaman ruhları ürperten çığlık larla haykırmış, bazan taşları merha mete getirircesine mütevekkil yalvar mış, sızlanmış; bazan da tabiatin, ka derin hükümlerini olduğu gibi gör müş ve işte bu zıtlıkların ruhundaki
yükselişi; büyük durgunluklardan
sonra coşan, haykıran, köpüklerle ka yalara çarpan ummanların akislerini Hâmidin ölmez mısralarına bağla mıştır.
ölüm onda kemalini bulmuştur. Tıpkı hayat yükselişini onda bulduğu gibi. O hiç bir şeyin azına kanaat etmedi; düşünmenin, çalışmanın, oku manın, yazmanın, yaşamanın, gezme nin ve nihayet ölmenin!
Ölmenin diyorum, evet yanılmı yorum; ölmenin çoğu olur mu diyecek siniz? evet olur; o şiirlerinde yer, yer ölmüş, Makberin derinliklerine inmiş, oradan kaderin kör kızlarının kesemi- yeceği kadar sağlam şeritler halin de parlıyan şiirler çıkarmıştır.
-Gayretle tırmanıp çıkar âdem sukut için, Hayret çıkar öbür yanı divarı hayretin.
Hâmit’te tabiate ve onun ma
verasına karşı olan bu hayranlıktır ki, bizi de ona sonsuz bir hayranlıkla bağlar. Onu anlamak, anlatmak Tanrı nın sırlarını çözmek kadar güçtür:
Ettikçe bu yolda iştikâ ben, Feryadıma karşılık semaden B ir ses inerek ulüvvü haiz, Ger derse bana değil mi ca iz: « Dünyayı beğeıımiyen buyursun!
Ya sus ya geber sen ey muacciz/» Lâkin o zaman dönüp derim ben: « Dünyayı ben istedim mi senden ? Bildim mi ki hep sitem var onda, En sonra da bir adem var onda. Feryatlarım demekse şiven Feryadı veren değil misin sen ? B ir yareli eylemez mi feryat ? Karşımda benim nedir bu metfen?...
O Tanrının diliyle konuşuyor ve işte bize sükût etmek düşüyor:
Sükût... o hutbesidir kâinata emvatın.
Burada sözlerimi tamamlarken büyük bir kadirşinaslığın karşısında ne kadar sevindiğimi anlatamam. Ge çen sene bu dâhi şairimizin ikinci ölüm yılını anarken hocalarımız ve arkadaşlarımızla yine buraya gelmiş, Üniversite gençliğinin gönlünden top ladığımız solmaz çiçeklerle beraber bir de çelenk getirmiştik. O zaman getirdiğimiz çelengi kara ve kuru toprağın üzerine bıraktık. Dönüşte
-arkadaşlarım adına kıymetli Maarif Vekilimize bir telgrafla keyfiyeti arzet-
miştim. O telgrafımıza işte bugün
yüksek şahsiyetleri, bizzat gözlerimiz de yükselen eserle, Makberin yaratı cısına değer bir makbere ile cevap vermektedirler. Türk gençliğinin en mühim bir şiarı da büyüklerine, millî kıymetlerine ölümün pençesinin bile koparamıyacağı kadar kuvvetle, can dan bağlı olduğunu duymasıdır. Bu rada bilhassa değerli Maarif Vekilimize
Üniversitelilerin şükranlarını, derin sevgi ve saygılarını sunarım
M ezarın p ro je s i y ü k s e k m im a r A r i f H ik m e t H O L T^A Y v e h e y k e l, h e y k e lt r a ş S a b ih a B E N G Ü T A Ş t a r a fın d a n y a p ılm ış tır.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi