• Sonuç bulunamadı

Nadir Nadir Cumhuriyet'i anlatıyor

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Nadir Nadir Cumhuriyet'i anlatıyor"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

8 Cumhuriyet

11 MAYIS 1981

%

m

Nad iri

H | f | |

C u m h u riy e ti

■ H JL rl

anlatıyor

AH SİRMEN

Gazeteye Cumhuriyet adının

verilmesini

A t a t ü r k

istemişti

«MUSTAFA KEMAL PAŞA SAMSUN'A ÇIKTIKTAN BİR KAÇ AV SONRA SABAM DOĞRU ONUN YANINA GİTTİ. KÜÇÜK 8IR MAKİNAYI ANKARA'YA KAĞNILARLA GETİRTEREK YENİGÜN'Ü ORADA SÜRDÜRDÜ. KURTULUŞ SAVAŞININ SONUNA KADAR...»

“ Birçok kişi Yunus Çimento Fabrikasını bizim sanıyordu.

Bu yüzden bir keresinde başımdan garip bir olay geçti,

E S r

Mustafa

EKMEKÇİ

Kurucu Meclis’ e

Doğru...

O

N yıl mı ne, önceydi, ismet Paşa bir gün, partiye geldi. Kurulu topladı. Konuşmaya başlarken şöyle dedi:

— Şimdi söyleyeceklerime dikkat edin. Çünkü, söy­ leyeceklerim sırdır! Başkalarının duymaması gerekir...

Üyeler. İnönü'ye kulak kesildiler. Konuyu, burada «Ankara Notlarında açıklamanın belki gereği yok. An­ cak, daha sonra şöyle oldu: Paşa'nın konuşmasından sonra, toplantı biter bitmez üyeler hızla dağıldılar. Paşa­ nın «Aman sakın ha, bu sırdır kimseye söylemeyin» de­ diği konuşmayı, önlerine gelene duyurdular. İsmet Pa­ şa, yayılmasını İstediği şeyler İçin, «bu sırdır» derdi. Çünkü, hlc bir gizin yani sırrın gizil kalmayacağını bilir­ di. Gizil kalmasını istiyorsa, onun kolayı vardı. Söyle­ mezdi. Anılarını yazmayışının bir nedeni de belki bu.

Mezara götürdüğü neler vardı, kim bilir?

Yine bir gün, parti lideri olarak çeşitli görüşmeler yapıyordu. Görüşmeler gizliydi. Parti yöneticileri, «Ne oluyor acab°?» diye öğrenmek İçin kıvranıyorlardı. Bir gün toplantıda biri sordu:

— Paşam, gizil görüşmeler yapıyorsunuz. Bizim ku­ ru! olarak bunlardan bir bilgimiz yok. Burası yetkili bir kurul. Anlatın da öğrenelim... Paşa, durdu, şöyle karşı­ lık verdi-.

— Kurul 15 kişi, 15 kişi de karılarınız var. Etti otuz. Toplontı da gizli toplantı!.

Gizli olan şeye de nedense ilgi cok olur. Gizli ra­ porlara, olayların perde arkasına gazeteciler de, kamu­ oyu da ilgi duyar. Ama, bunlar gerçeğe de dayanmalı, olduğu gibi aktarılabilmelidlr.

Bir Bakan şöyle dedi:

— Ekmekçi, Kurucu Meclis bir kurulsun. Çok ra­ hatlayacağız...

Neden böyle söyledi acaba? Kurucu Meclis nasıl oluşacak? Belli kİ, üyelerin hic değilse, bir bölümü se­ çimle saptanocak. Bazıları kontenjandan gelebilir.

Kurucu Meclisin bir bölümünün 1961’deki gibi «Tem silciler Meclisi» biçiminde çalışacağı, Milli Güvenlik Kon- seyi'nin de 1961’dekl gibi Milli Birlik Komitesi biçiminde son sözü kendisinde tutacağı söyleniyor. Kurucu Meclis oluşurken geçmişin deneyimlerinden de yararlanmak do­ ğal...

Burada İlgine bir belgeyi aktarmak istiyorum: 8 Şu­ bat 1935’te yapılan milletvekili seçimlerine, tek parti olan CHP (o zamanki adıyla Cumhuriyet Halk Fırkası) katılıyordu. Fırkanın Genel Başkanı Atatürk, örgütüae bir bildiri yayınladı, bunda bağımsızların da Meclise girebilmeleri için parti aday listeleri içinde 16 yerin boş bırakıldığını anlatıyordu. Atatürk. 2 Şubat 1935 günlü Anadolu Ajansı bülteninde yayınlanan bildirisinde, şöy­

le dedh (Bazı sözcüklerin Türkçelerini ayraç arasına ben yazdım)

«Ankara 2 — a.a.

Önder Atatürk'ün Cumhuriyet Halk Fırkası Teşkilâtı­ na ve ikinci seçmelere beyannamesi:

Şubat sekizinci cuma günü yapılacak saylav secimi şleri üzerinde çalışan fırka umumi reislik divanı (Genel Başkanlık Divanı) yeni Mecliste de müstakil (bağımsız) üyelerin bulunmasına imkan vermek için fırka namzet listesinde 16 boş yer bırakmaya karar vermiştir. Aşağı­ da yazılı vilayetlerin her birinde birer saylavlık yer için fırkadan namzet gösterilmeyecektir.

Cumhuriyetçi ve milliyetçi olmak!0 beraber fırkamız programından başka bir programla ve fırkalı olmanın tabii kayıtları dışında serbest çalışacak samimi yurttaş­ ların ulus kürsüsünden yapacakları tenkitler ve söyleye­ cekleri mütalaalarla milli çalışmanın kuvvetleneceği ka- naatında bulunuyoruz. Bu yolda geçirdiğimiz dört yıllık tecrübe, fırka esaslarımızın ve fırka hükümeti çalış­ malarının ulus önünde yapılan tenkitlerle karşılaştırılma­ sına fırsat vermiş ve yurttaşların siyasal olgunluğunu arttırmıştır. Her gün her vesile ile düşündüklerin! ve yaptıklarını fırka içinde ve fırkalılar arasında olduğu ka­ dar iyi ve temiz, bütün yurttaşların da murakabesine arz etmeği vazife sayan fırkamızın bu kararını bildirirken fırka teşkilatımızdan ve fırkalı İkinci müntehiplerden (seçmenlerden) yukarda yazılı vasıftaki müstakil nam­ zetlere (bağımsız adaylara) rey (oy) vermelerini İste­ rim...» (Ayın Tarihi, 1-28 şubat 1935, Sayı 15)

Bildiride daha sonra, birer saylavlık İçin boş bıra­ kılacak illerin adları sıralanıyor. Yapılan secim sonunda 399 saylavdan 17’sl kadın olmak üzere 386’sını CHF’sı adayların oybirliğiyle, 13 bağımsızın da oy çokluğuyla seçildikleri açıklanıyor.

1931

ELLİ Y IL Ö N C E

Cumhuriyet

KİMSESİZ ÇOCUKLAR TOPLANIYOR

Sokakta dilenen ve köp rü altında vatan çocukla­ rı toplamak, giydirmek, beslemek ve okullara gön dermek isleriyle meşgul

olmak üzere yakında Ma­ arif, Belediye. Sıhhiye ve Vilayet memurlarından meydana gelen bir heyet kurulacaktır.

1

ALİ SİRMEN — Efendim, 7 mayıs günü Cumhuriyet 57 yaşını doldurup, 58 yaşma girdi. Siz, kurulduğundan bu yana Cumhu­ riyetin içinde ve uzun süre de, yönetiminde olan kişisiniz Ger­ çi anılarınızı. Yunus Nadi Beyin anılarını okuyanlar Cumhu­ riyetin kuruluş öyküsünü biliyorlar. Ama bunu bir kez daha ele alıp, okuyucularımıza anımsatmakta yarar var.

NADİR NADİ — Cumhuriyet kurulduğu zaman ben henüz onbeş yaşındaydım ve babam daha önce, Yenigün'ü çıkardığı için ve Yenigün de cok başarılı bir gazete olduğu için, aynı adla çıka­ rılmasını isterdim. «Ne demek Cumhuriyet? Cumhuriyetin ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz» derdim ben. Halbuki ba- bem haklıymış. Yenigün’den sonra, Cumhuriyeti çıkarmakla Cumhuriyet fikri, çağdaş uygarlık düşüncesi, çağdaş uygarlık ortamı ve demokratik bir devlet düzeni kurulması için bu adı takmış ve bu ad da, sonradan duyduğuma göre, doğrudan doğruya Atatürk tarafından verilmiş.

A. S. — Efendim, Yenigün gazetesini anlatır mısınız?

N. N. — Yenigün gazetesi... Babam cok eski bir gazeteciydi. 20 yaşında gazetecilik hayatına atılmıştı. Rahmetli Ebuziyya Tevflk Bey, Tasvir-I Efkârın sahibi, iki oğlunun yanına babamı da alarak, gazetesine ortak yapmış. Fakat I. Dünya Savaşı için de, babamla ortakları arasında fikir ayrılığı çıktığı için, babam onlardan ayrılmış ve bağımsız olarak, burada Yenigün gazete­ sini kurmuş.

A, S. — Sanıyorum sonra babanız Ankara'ya geçti değil mİ? N. N. — Evet, Yenigün gazetesi, 1918'de çıktı, aklımda yanlış kalmadıysa. Ben o zaman 10 yaşındaydım. Yenigün, mütareke yıllarına rastlıyordu. Cok ilginç bir gazeteydi. Atatürk'ü. Çanak­ kale zaferinden ben Mustafa Kemal Paşa'yı tutuyordu Müta­ rekede İngilizler ikide bir de kapatırlardı bu gazeteyi, Ata­ türk, yani Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıktıktan birkaç ay sonra babam doğru onun yanına gitti. Buradan makinaların küçük parçalarını, el basması küçük bir makinayı sandıklar içe­ risinde, blnblr zahmetle, İnebolu'ya kadar gemiyle, oradan da kağnılarla Ankara'ya getirterek, Yenigün'ü orada sürdürdü. Kur­ tuluş Savaşının sonuna kadar.

A. S. — Aynı zamanda zannediyorum, Yunus Nadj Bey Birinci Millet Meclisinin de üyesiydi.

N. N, — Öyle, gittiği günden beri... Zaten burada dağılan Os­

manlI Meclisinde üyeydi. Bu Meclis kapatılınca, aynı kişiliği koruyarak, Ankara'daki Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi­

ne katıldı, bir cok mebuslar gibi...

A. S, — Her fikir gazetesinde, her İlkelerine bağlı yayın orga­ nında olduğu gibi, Cumhuriyetin de karşıtları oluşuyor. Bunlar doğal. Bu karşıtların iler! sürdüğü bir olay var Cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili. Matosyan matbaası olayı. Nedir bu Matos- yan matbaası olayı?

N. N. — Efendim, Matosyan Matbaası olayı kısaca şudur: Bu­ rada Atatürk bir gazete çıkartmak istiyordu ve bu gazeteyi de en çok inandığı babama çıkarttırmak istiyordu. Babamın Kur­ tuluş Savaşında, büyük külfet altına girmiş olmasından dolayı, maddi olanakları eksikti. Burada kaçak bir Ermeni'nin arta ka­ lan, külüstür bir matbaası varmış. O matbaayı babama ucuz fiyatla, elverişli koşullarla krediyle sattılar. Matosyan Matbaa­ sının İçyüzü budur. Bu hikayenin de özü. Meclisle Atatürk’ün boşımızda bulunduğu bir döneme rastlar. Atatürk'e karşı olan bir kısım milletvekilleri o zaman kalkmışlar: «Bu Matosyan Mat- boası nedir? Yunus Nadi Bey’e hediye ediliyor. Bunu müzayede ile satmak lâzımdı» gibi İtirazlarda bulunmuşlar. O zamanki sorumlu Bakanlar da gerekli cevapları vermiş kendilerine. A. S. — Yani bir anlamda bu, Yunus Nadi Bey aracılığıyla Ata­ türk'e karşı çıkmak...

N. N. — Tabii tam anlamıyla.. Bu kişiler, Atatürk'e Meclis’j fes­ hetmek yetkisinin verilmemesini istiyorlardı. Bu tartışılıyordu. Atatürk'ün de, gerekli şartlar gerçekleştiği zaman, Meclisi ye­ nileme önerisi vardı. Bu kabul edilmeyince, (yani bu hak Ata­ türk'e verilmedi), bu yetkiyi vermek istemeyenler o vesileyle bu sorunu ortaya attılar. Çünkü babam o zaman Anayasa Ko­ misyonu Başkanı ¡di.

A. S. — Ve Yunus Nadi Bey 1945 yılında öldü. Ölümünden bu yana gazetenin tek yöneticisi olarak...

N. N. — Hatta biraz daha önce. Çünkü babam 1943'te rahat­ sızlandığından dolayı Cenevre'ye gitmişti. Giderken bütün yö­ netimi bana bıraktı. Yani 1943'den beri bilfiil ve 1945'den beri de, hukuken gazetenin yöneticisi durumundayım.

A. S. — Demek oluyor ki, Cumhuriyetin 58 yıllık yaşamının 39 yılı sizin yönetiminizde geçti,

N. N. — Öyle oluyor galiba.

A S , — Gazeteciliğe nasıl başladığınızı anımsıyor musunuz? Anımsıyor musunuz diyorum, çünkü gazetenin o kadar içindey­ diniz ki, o kader haşır neşirdiniz ki, ilk sorrjut adımınızın ne olduğunu anımsıyor musunuz?

N. N. — Gazeteciliğe lise sıralarındayken ilgi duymaya baş­ ladım. 1930'dan önce daha bir lise öğrencisiyken, ara sıra mü­ zik kronikleri yazardım Cumhuriyet'e. O günlerde bu kadar yay­ gın bir müzik hayatı yoktu. Yılda üc beş defa buraya tanınmış vürtiozlar gelirdi. Onlarla mülakat yapardım. Bazen, Jacques Thibaud, Cortot ile uzun mülakatlar yaptım.

Bu arada, ilginç olaylar da geçti başımdan. Tabii ben o sıra­ larda 16-17 yaşlarında bir çocuktum. Bir gün ünlü Henri Mar­ teau ile konuşmak ¡cin o zaman kaldığı Tokatlıyan’a gittim. Adam beni pek gene görmüş ve pek de gözü tutmamış olmalı kı, abartmalı bir kibarlıkla «Ayez l'obligeance de venir demain a midi», (Yarın öğleyin teşrif buyurmanızı rica ederim) dedi. Buna profesyonel gazeteci olduktan sonra da uzun süre de­ vam ettim. Bu böyle ama asıl resmen gazeteciliğe başlamış ol­ mam, yani meslek hayatıma girmiş olmam, öğrenci olarak Viya- na'ya gittiğim zaman orada. Yabancı Muhabirler Derneğine üye yazılmakla oldu kİ, o kartımı hâlâ saklarım. 1930 yılının sonlarına doğru olmuştu bu. Viyana'dan sık sık gazeteye Viya­ na havasını, Avusturya havasım, Avrupa havasım yansıtan ya­ zılar yazardım. Bir aralık bunları kitap halinde yayınlamayı da düşündüm. Ama sonradan değerli bulmadığım için yırttım at­ tım hepsini.

A S . — Son müzik yazınız da, sanırım bundan beş altı yıl önce yine Bayreuth'de yapılan bir Wagner festivaliyle ilgiliydi sanı­ yorum.

N. N. — Evet. O kadar olmadı bile. Festivaller hakkında ikinci sayfada bir yazı yazmıştım, o çıkmıştı.

A. S. — Yine geriye dönelim. Sanırım gazete He ilgilenmeniz ve ilginç anılarınız çok daha eskiye...

N. N. —• Ooo tabii. Cok eskilere dayanıyor. Burada babam Tas- vir-i Efkârın başyazarı ve ortağıyken, ben dört yaşında gazete­ leri koltuğumun altına sıkıştırır, odadan odaya koşarak. «Ak­ şam havadisi, tebeccan!» diye bağırarak, sözüm ona gazeteleri satmaya çalışırmışım. O zamanlar gazeteleri küçük çocuklar satarlardı. Tabii gazete satıcılığını ben anımsamıyorum. Teyzem anlatırdı.

Bir de şöyle bir anım var: 1921'de, Sakarya Savaşının en yoğun günleriydi. Yenigün'ün matbaası, Ankara'dan Kayseri’ye taşın­ mıştı. Pek külüstür ilkel bir şeydi. Kolla çevrilen bir makineydi. Ben o zamanlar 12 yaşlarındaydım Matbaadakilers yardım edi­ yordum. Bir keresinde kola bir asıldım, çevirmeye çeliştim, der- keen hooop... ben de merdaneyi çeviren kolun hareketiyle ma- kinanın üstünden bir taklada uçup kâğıtların üstüne düşüver­ dim.

A. S. — Evet. Bir de fotoğrafçılık deneyiniz var galiba Ankara garında, İsmet Paşa'nın gelişi sırasında.

N. N, — Evet. Fotoğrafçılık denemem de var. Ama başarısız oldu. Bir daha da denemedim.

A S . — Şimdi yine Cumhuriyet'teki yöneticiliğinize dönelim. Yu­ nus Nadi Beyin koyduğu ilkeler Cumhuriyetle o günden bugü­ ne kadar sürdü mü?

N N. — Sürdüğünü scnıyorum. Çünkü Atatürk'ü seven ve Ata­ türkçülüğe inanmış bir adamdı ve Atatürkçülüğü de donmuş bir kalıp olarak değil, Türk ulusunun çıkarına, Türk toplumunun yararına, ileriye açık bir rejim olarak kabul ediyordu. Bu ilkeyi doğru sayarsak Cumhuriyetin bugün de, Atatürk yolunda oldu­ ğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Çünkü bunun doğru olduğuna inanıyorum.

“ Harf

devrim inde C um huriyet

güç durum a düşünce A ta tü rk

100.000 lira yardım e tti.

Bu para daha sonra ödendi,,

A. S. — Bu arada Bab-ı Ali'de bazı sağ gazeteler Cumhuriyeti «Bab-ı Ali'nin Pravdası» olarak yorumluyorlar. Onların bu dav­ ranışlarının nedenleri ne olsa gerek?

N. N. — Onların bu davranışlarını, burada eleştirmek, yahut da değerlendirmek istemiyorum. Konu mahkemeye intikal etmiştir. Onun sonunu beklemek sanıyorum daha doğru olacaktır. A. S. — Yine ilk yönetim yıllarınıza dönelim. O zamanki Bab-ı Alı ile, bugünkü arasında bir değişiklik var mı?

N. N. — Cumhuriyetin başına geçtiğim 1940larda İkinci Dün­ ya Savaşı vardı. Türk basını ana çizgileriyle ikiye bölünmüş durumdaydı. Bir kısmı Batı cephesini tutuyor, bir kısmı da ül­ kenin çıkarları nerede ise onu savunmaya çalışıyordu. Ufak bir kısmı da Sovyet yanlısıydı. Yalnız henüz o zaman daha Bab-ı Ali Batı'da bir cok örneklerini gördüğümüz gibi, Holding­ leşmiş ve doğrudan doğruya, sermaye basını haline gelmiş değildi.

A. S. — O günkü ünlü gazeteciler arasında kimleri sayabilirsi­ niz?

N. N. — Maalesef hepsi hakkın rahmetine kavuştu. Hüseyin Cahit Bey, Falih Bey, Necmettin Sadak Bey. Asım Us Bey, Selim Refik Bey v.s...

A. S. — Onlar sanıyorum aynı zamanda gazete sahibi, yönetici­ si ve «kalem erbabı» dedikleri kişilerdi. Sanıyorum ki, bu gele­ neğin Bab-ı Ali’deki son temsilcisi de siz oluyorsunuz. Çünkü bugün hem gazete sahibi, hem de kalem erbabı olan kimselere pek rastlanmıyor galiba?

N. N. — Evet öyle galiba.

A S. — Bugünkü gazete yönetimlerinde, gazetelerin gazeteci­ likten başka İşlerle de uğraştığını görüyoruz. Bunlar Holding­ leştiler. Cumhuriyet olarak siz böyle bir yolu neden tutmadınız?

N. N. — Nasıl anlatayım? Ben bir kere, bir koltuğa İki karpuz sığacağı kanısında değilim. Bir işi insan benimser, onu yapar, veyahut da başka bir işi benimser onu yapar. Bununla birlikte, Türkiye'de gazetelerin Holdingleşmesi yalnız bize özgü değil. İçinde bulunduğumuz ekonomik sistem, Türkiye'nin bağlı oldu­ ğu ekonomik kamp, Batı ilkelerine göre yaşayışına göre kurul­ muştur. Batı yaşamında da, gazetelerin çoğu sermaye sınıfının elindedir. Bunlar, cok bilineli olarak, o mensup oldukları sını­ fın çıkarlarını kollamak durumundadırlar, Bunların istisnası yok değildir ama, pek azdır. Fransa'da Le Monde, Almanya da Süd- aeutsche Zeitung vb,

A, S. — Ve Cumhuriyet de bu ender örneklerden birini oluşturu­ yor galiba. Ancak, daha önce, bir noktaya değinmek istiyorum. Yine Yunus Nadi Bey’e dönelim: Yunus Nadi Beyin Türkiye'deki ilk Holding sahibi gazeteci olduğu da söylenir. Hatta küçükken ben de, önünden geçerken, bazı yerlerin Yunus Nadi Beyin ol­ duğunu sanırdım. Gazete dışında sanayi girişimleri vardır Yu­

nus Nadi Beyin denirdi. Nedir gerçek?

N N. — Böyle bir şev yoktu. Cok söylerler. Ben de koskoca adam olarak, ikinci askerliğimi yaparken, bağlı bulunduğum birliğin komutanı, bana «Nadir bize çimento bulabilir misin?» diye sordu. Hayretler içinde kaldım «Bulamam kumandanım» dedim «Otur öyleyse» dedi Meğer Kartal’daki Yunus Çimento fabrikasını babamın zannederlermiş, böyle yaygın bir kanı var­

mış.

Bununla beraber. Cumhuriyetin ilk yıllarında gazeteyi geliştir­ mek ve güçlendirmek üzere siyasal bağımsızlığına ilişilmemek şartıyla bir anonim şirket girişimlerinde bulunduğunu biliyorum Başarı sağlayamadı. Daha sonra yeni harfler yürürlüğe girdiği zaman Cumhuriyet oldukça büyük bir sıkıntıya düştü Atatürk is Bankasındaki kendi hesabından babama faizsiz bir kredi ver­ direrek gazeteyi sıkıntıdan kurtardı. Böyle bir borcumuz oldu­ ğunu ben Atatürk'ün ölümünden sonra bankadan gelen yazılı istem üzerine öğrendim Bore tabii ödendi. Bu tabii borcumuzun maddi bölümü. Atatürk’e olan manevi borcumuzu ise hic bir zomon ödeyemeyeceğimizin İnancı içindeyim.

A S . — Yine Holdinglere, sermaye gazetelerine ve bunların İs­ tisnalarına dönelim.

N N. — Evet, Batıda da, Le Monde, Süddeutsche Zeitung gibi gazeteler var dedim. Ama biz Cumhuriyet olarak onların du­ rumunda değiliz. Çünkü bizim mali kaynaklarımız cok kısıtlı. Arada bir dar boğazlara giriyoruz. Batı’da ise bilineli sermaye sınıfı, bağımsız gazetelere de ihtiyaç duyduğu için bunlar ra­ hatlıkla görevlerim yapabiliyorlar.

A. S. — Yani orada sermaye sınıfı, bu gibi gazeteleri demok­ rasinin vazgeçilmez unsuru sayıp, kabul edecek kadar olgun­ laşmış mı oluyor?

N, N. — Öyle kabul ediliyor.

A. S. — Cumhuriyet kurulduğundan bu yana ilkelerine bağlı dovranışının ekonomik acıdan, yönetim açısından bazı güçlük­ leri oldu mu?

N. N. — Şüphesiz böyle güçlüklerle karşılaştık. Karşılaşıyoruz da. Bunun nedeni de, bizdeki sermaye sınıfının henüz Batı’daki- ler kadar bilinçlenip, basın özgürlüğüne verilen değerleri koru­ mak bakımından, geri kalmaları aeride bulunması

A. S, — Galiba bu durum da gazeteyi ekonomik bakımdan bazı baskılar altında tutuyor.

N. N. — Öyle oluyor. Bir defa prensip olarak, Cumhuriyeti sev­ meyen ve Cumhuriyeti aşırı bulan bir zümre var, sermaye sı­ nıfı içinde. Bir de Cumhuriyet devletçiliğe daha yatkın olduğu halde, KÎT'ler dediğimiz kamu kuruluşları içinde, baştakilerin tutumuna göre (mesela baştakiler, özel sermayenin vanlısı ise­

ler) Cumhuriyeti karşılarında görüyorlar. Bir gazetenin temel gelirleri, satışı ve ilan parasıdır. Cumhuriyeti bu ikinci olanak­ tan yoksun bırakıyorlar, yoksun bırakmaya çalışıyorlar. A. S, — O zaman Cumhuriyetin, okurlarının da şikayet ettiği, baskı kötülüğü, sayfa azlığı bir anlamda bağımsızlığının kefa­ reti mİ oluyor?

N. N, — Öyle değerlendiriyorsanız, öyledir tabii.

YARIN: Cumhuriyetin kapatılması...

GAZETEMİZİN KURUCUSU MERHUM YUNUS NADİ, ATATÜRK'LE BİRLİKTE — «BABAM ÇANAKKALE ZAFERİNDEN BERİ MUSTA­ FA KEMAL PAŞA'YI TUTUYORDU. MÜTAREKE YILLARINDA İNGİLİZLER İKİDE BİRDE YENİGÜN’Ü KAPATIRLARDI...»

(2)

8 Cumhuriyet

12 MAYIS 1981

Kubilay

adına

bir anıt

dikilmesini

önermiştim

1 1

Politikaya ilk

girişim Bayar'a olan bağlılığımdan,

inancımdan ileri

gelmişti.

Ancak

bir

kaç

hafta sonra düş kırıklığına uğradım,,

fBSSSSSSSBSSâ

: ■

.

¿mm S p İ f l İ; v.‘ ' , P m m I p .

%

,WmmrnMâW

POLİTİKA

VE ÖTESİ

Mehmed Kemal

Övünecek

Çok

Şeyimiz

V ar

B

ir tarihte Romanya’ya gitmiştim. Bizim büyükelçi­ mizle konuşurken bana sordu: «Ordu evinin duva­ rındaki rölyefe gözünüz ilişti mi?»

«Hayır», dedim. «Ne vardı?»

«Oraya bir rölyef asmışlar, OsmanlIyı yenen Rumen askerlerini gösteriyor. Bizimkiler yerlerde yatıyorlar, on­ lar ellerinde süngüler durmadan saplıyorlar.»

«Böyle bir rölyef Türk-Rumen dostuluğuna sığar mı? Bunun, or°dan kaldırılmasını istedim. Siz de ne olur be­ ni destekleyin.»

«Bakın Paşam (elçimiz emekli bir generaldi)», de­ dim. «Rumsnlerin derin bir tarihi yok. Tarihlerinde tür­ lü uluslara yenilmişler. Ondokuzuncu yüzyılın sonunda da yıkılırken bir OsmanlIyı yenebilmişler. Ne yapsınlar bir şeyle övünecekler. OsmanlInın birçok yengisi de var, yenilgisi de. Bizim Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı de­ ğildir. Eğer OsmanlInın her yenilgisinden alınacak olur, yapılan resimlere karşı çıkarsak başedemeyiz. Bana kalırsa, siz bu rölyefi görmezlikten gelin.. Boş yere de yapay bir sorun yaratmayın!... Bakın, ne güzel ticaret yapıyoruz, turizm anlaşmaları filan imzalayacağız. On­ lar bizim Antalya'da maden arıyorlar. İşleri karıştır­ mayalım.»

Duraladı, düşünmeye koyuldu:

«Ya, demek kİ siz böyle düşünüyorsunuz!» dedi. «Ben ters kanıdaydım.»

Aradan birkaç yıl geçti. Bilmiyorum rölyef de, bizim büyükelçi de yerinde duruyor mu? Nedense biz tarihte es klyl çok kurcalıyoruz. Bir övünç payı aradığımızda gözü­ müzü eskilere çeviriyoruz. Bu, yenilerde hiç bir şey yap­ madığımız övünülecek hiç b ir şeyimiz kalmadığı anlamı­ na gelir, gelir W, çok yanlıştır. Övünecek miyiz, bir Mer- cldabık, Çaldıran, Kosova, İstanbul’un fethi tutturuyo­ ruz, sonra ardı gelmiyor.

Oysa bizim geçmişte değil, günümüzde de övünü­ lecek çok şeyimiz vardır. Başta Kurtuluş Savaşını ala­ lım. Emperyalizme kafa tutmak, mazlum milletlere doğ­ ru yolu göstermek, padişahlığı yıkıp cumhuriyeti kur­ mak az şey midir? Geçmiş yöneticilerimiz. Amerikan lo­ komotifinin ardına bir vagon gibi yapışmayıp bu ilkelere sımsıkı sarılsalar, kendi yağları ile kavrulmayı başara- bilselerdl, dünyaya övünülecek çok örnekler verebilirdik. İstanbul’un fethi ile durmcdan övünüyoruz, İstanbul'un bugünkü hali ile övünebilir miyiz? Bakın Altınboynuz’u (Halic’i) bir çamur gölüne çevirdik, ne buyurulur? Boğaz sırtları bir zamanlar ormanlarla kaplıydı, şimdi bir beton yığınıdır, ne dersiniz?

Çok iyi bir resmimiz var. Hadi İlgilenmiyoruz. Çok iyi minyatürlerimiz, çinilerimiz, yazı sanatımız, mimari­ miz ne güne duruyor? Futbolumuz tatara titlri ama, ba­ kın baskette kımıldıyoruz. Atletizmde uzun koşularda fena değiliz. İki milyonu aşkın İşçimiz yurt dışında İşgü­ cü satıyor, sahip çıktığımızda büyük övüncümüz olur. Hep sermayeciye döviz için çırpınmayalım, onların dövi­ zi altındır. İçeri nasıl sokarızın çarelerini arayalım. Şi­ irimizden, romanımızdan İçerde ürkenler var, hadi onun adını anmayalım; folklorumuzla, müzisyenlerimizle bazı kımıldamalara girişebiliriz.

Mercidabık, Çaldıran, Kosova.. Bunlar çok geride kaldı,. Dışarda adını anacak olsak, gene «Barbar Türk- ler..» derler. Atatürk, «Barbar Türkler» denmesinden bi­ zi sıyırabilmek için neler yapmadı? Bir dönemin mebus­ larına. öğrencilerine boş yere smokin, frak, jaketatay giy­ dirmedi? Büyük alanlarda, «On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan» diye marşlar söyletmedi boşuna.. Anadolu on binlerce yıldır birçok uygarlıkların har­ man olduğu bir bölgedir. Tarihsel birçok kazılarımız, yapıtlarımız var. Eloğlu bir tane tarihsel taş buluyor, «Aman kirlenmesin, yıpranmasın» diye kaloriferli müze­ lerde saklıyor. Bizim taşlar ise, gidin Ayasofya’da bakın, yerlerde duruyor, o kadar cok, o kadar başa çıkamıyo­ ruz «İnsanlarımızı doöru dürüst doyuramıyoruz kİ. tas­ lara mı bakalım?» Doğrudur. Aman övünmek istediğimiz­ de, göstermeye davrandığımızda bu taşlan, bu toprakla­ rı. bu kırları, bu denizleri, bu ormanları göstereceğiz. Fabrika mabrika dersek onlarda tümenle var.

Hangi yöntemle yönetileceğimizi düşündüğümüz ka­ dar, neyle övüneceğimizi de iyi kotarmamız gerekir. Bu­ rada doğruyu bulmak aklımızın başımızda olduğunu gös­

terir.

1931

ELLİ Y IL Ö N C E

Cumhuriyet

12 MAYIS 1931

BÜYÜK BİR FİKİR HAREKETİ:

KOOPERATİFÇİLİK CEMİYETİ

Türk iktisadiyatına sağ lam bir teşkilat verilmek istenildiği saman koopera tifçlliğin bellibaşlı temel işlerden biri olabileceği görtllmüştUr. Bilhassa Rei sicumhur Gazi Hz.’niıı son tetkik seyahatlerinde dikkat etmiş oldukları mühim bir nokta budur. «Cumhuriyet» gazetesi zaten ötedenberi ehemmi­ yet verdiği kooperatifçi­ lik için bundan sonra da­ ha büyük bir ısrar ile meşgul olmayı zevkli bir

vazife bilmektedir. Darill fünunun da yakın bir a- laka göstermesi gerektiği ni defalarca yazmıştık. Bu müessesemlzin daveti­ mize icabette gecikmemiş olduğunu görmekle bahti­ yarız. Fransa'da da aynen böyle olmuştu. Darülfü­ nunun bütün hocalarının iştirakiyle geniş bir cemi­ yet kurulmuş ve bu saye­ de Fransa kooperatifçilik te dev adımlarla ilerle­ miştir.

YUNUS NADl

— 2 —

A. S. — Cumhuriyetin başına gelen bazı olaylar var, Türkiye ne zaman bunalımlı bir döneme girse, hep Cumhuriyet kapatı­ lıyor, Bunalımlı dönemlerde Cumhuriyetin kapatılmasını ne­ ye bağlıyorsunuz?...

N. N. — Cumhuriyet her şeye rağmen, memlekette en etkin bir yayın organı durumundadır. Bunu yöneticiler, bilmeseler de, i- yice algılamasalar da seziyorlar. Onun için bütün bunalım dö­ nemlerinde, bizim yaptığımız iyi niyetli uyarıları, karşı bir sal­ dırı sayarak, Cumhunyet'e karşı bazı önlemler almak gereğini duyuyorlar,.

A. S. — Gazetenin ilk büyük kapanışı ne zaman olmuştu?... N. N. —- Gazetenin ilk büyük kapanışı İkinci Dünya Savaşı sı­ rasında, benim yazdığım bir yazı üzerine olmuştu. O zaman davetli olarak bütün gazeteciler, pardon belli başlı gazeteciler Batıya gitmiştik. Fransa'ya grilik, İngiltere’ye gittik. Tesadüf o- larak da tam Paris'e girdiğimiz sırada 10 mayıs 1940 Alman saldırısı başlamıştı. Ben o zaman çok gençtim ve bu saldırıyı, orada aşağı yukarı, heyecanla ve zevkle izliyordum. Bizim a- ğırbaşlı arkadaşlar içinde en genci bendin. Muvaffak Mene- mencioğlu olsun Hüseyin Cahit olsun, cok heyecanlandılar ve tedirginlik duydular. Hatta bunu anılarımda da yazdım..

Hüseyin Cahit Bey teleksin başında, «Bunlar bu kadar zayıf­ mışlar da, neden bizi de peşlerine takmışlar?...» gibilerden ser­ zenişlerde bulunuyordu.. Her gecen gün Alman orduları kilo­ metrelerce ilerledikçe, bizimkilerin de telaşı ve heyecanı artı­ yordu.

Nihayet İngiltere’ye gittiğimiz zaman, bunlar isyan etliler, dediler ki: «Biz memlekete dönmezsek eğer, başyazar

kalma-fü

®

ÉÉÉÍ

: - ■

m

iğmm

i

. % , „ „ „ W 'ws.» m

i

l â ö f e l

« m *

¡Ü

h

S ■

m

i ^

.

:

11

¿¡M.i

,

*

m

# P

CUMHURİYET HERSEYE RAĞMEN, MEMLEKETTE EN ETKİN BİR YAYIN ORGANIDIR. (FOTOGRAF: ARA GÜLER) yacak memlekette..» Ve ingilizlerin ısrarına rağmen, gezi bir

hafta on gün kadar kısaltılmak zorunda kalındı Buraya gel­ dik. Buraya geldiğimizde Fransa teslim olmak üzereydi. Bu­ nun üzerine bütün buradakiler, sanki o telaşlanan kişiler kaıı- dileri değilmiş gibi, tıpkı eskisi, yani bir kaç hafta öncesi gi­ bi Almanya'ya veryansın etmeye başladılar. Oysa benim gö­ rüşüm, bu kavgada bizim pek bir çıkarımız olmadığı yolunday­ dı. Hitler bize saldırmadıkça, bizim Batılıların yanında, önlerin öncüsü, bayraktan imişiz gibi ortaya atılmamızın anlamı yoktu. Baktım ki. burada hepsi aynı tutumu sürdürüyor. Ben de otur­ dum «Realiteyi görelim» dedim.. «Adam saldırıyor, bunu kan dökerek değil, benzin harcayarak yapıyor. Bizim bu işte yakın bir ilişkimiz yok Biraz yansız duralım» diye bir yazı yazdım.. Bu yazı üzerine gazete uzun süre kapatıldı.

-

2

-ilac hammaddesi nasıl elde edilir? ilaç yapımcıları, bu ko­ nuda ne gibi araştırmalar ya­ parlar? Araştırmalar ne ölçüde yeterlidir? Araştırmalar yeter­ li değilse, ulusal ilaç endüstri­ si nasıl geliştirilecektir?

Dr. Nejat Eczacıbaşı. bu ko­ nuyu şöyle açıklıyor:

«Bütün sanayi dallarında a- raştırma öncelikle belli bir tek nolojik ortamı, başka bir de­ yişle, iklimi gerektirir. Uzay, nükleer enerji ve elektronik en düstrilerinafen senra gelen ve en ileri teknolojileri gerektiren bir sektördür, ilaç sanayisi... Bu durum, etkin bir araştırma -geliştirme çabası için çok sayıda yetişmiş bilim adamı­ nın, ileri labaratuvartarla do­ natılmış üniversite ve araştır­ ma kurumlannın varlığını ge­ rektirdiği gibi, bu bilimsel ku­ ruluşlarla sanayi arasında yo­ ğun ve yakın işbirliği de zo­ runlu kılar. Bugün Türkiye’nin bilimsel kuruluşlarında araştır ma yapan değerli bilim adam­ larımız var elbette... Gereken ortamın da sağlanmasıyla, ü- niversitelerimlz ve sanayi ara­ sında büyük araştırma proje­ lerinin oluşturulması, en bü­ yük öziemimizdir.

Araştırma, en az teknolo|l kadar, maddi olanak da iste­ yen pahalı bir yatırımdır.

ABD'o’e haç sanayisinde a- raştırma harcamalar: 1979’da 1,9 milyar dolar olarak sap­ tanmıştır. Yine ABD’de yeni bir tek ilacın bulunuşundan pazarianmasına kadar yapılan harcamalar ortalama 50 mil­ yon dolar olarak hesaplanmak tadır. Önemli ilaçlarda bu har cama on katına kadar çıkabi­ liyor,

Türkiye’deyse, bilindiği gibi, ilaç kuruluşlarının gelir düze­ yi, üretilen ilaçlara konulan fi yatlar nedeniyle doğrudan doğ rüya hükümetlerce belirlenir. Bunun sonucu olarak da ilaç kuruluşları, ötekj dallara oran la, en düşük gelir sağlayan tesisler arasındadır. Bu fiyat- lama sisteminde sadece for­ müle giren hammaddelerle am balaj ve işletme giderleri

ma-Uqur

mumcu

I

İLA Ç

DOSYASI nı

aayor

Eczacıbası:

Araştırmaya,

yatırım yapana

adeta ceza

veriliyor„

llyet hesabında göz önüne a- lınmaktadır. Temel araştırma ya da bilimsel çalışma giderle­ ri değerlendirmenin dışında kalmaktadır. Araştırma ve ge­ liştirme olanakları bu koşullar da büyük çapta ortadan kalk­ makta; araştırma ve geliştir­ meye yatırım yapmak, tekno­ loji ve bilgi üretimlerini geliş­ tirmek isteyen kuruluşlar ade­ ta cezalandırılmaktadırlar.

Eczacıbası ilaç tesislerinin, bu olumsuz koşullara rağmen, iki bağımsız birim olarak te­ mel araştırma ve geliştirme bölümleri varalr.

Eczacıbaşı markasıyla üre­

tilen tüm ilaçların formülleri, üretim metodları ve kalite de netim teknikleri, geliştirme la- boratuvarlarımızda yıllar sü­ ren çalışmalar sonunda belir­ lenir. Kamuoyunda pek de bi­ linmeyen bu çalışmalar, aslın­ da, ilaç fabrikalarının en ö- nemli işlevlerinden birisidir.

Eczacıbaşı’nın temel araştır ma laboratuvarıysa, çalışma­ larını 25 yıldır sürdürmekte­ dir. 8urada, yurdumuzun doğal kaynaklarını ilaç üretiminde daha iyj değerlendirmeye ve yeni ilaç türleri geliştirmeye yönelik çalışmalar yapılmakta- alr.»

Aynı konuyu, ilaç Endüstri­ si işverenleri Sendikası Genel Sekreteri Dr. Sabahattin Al- pan ile de konuşuyorum.

Dr. Alpan, ilaç araştırmaları için devletçe ayrılacak araş­ tırma fonları ile ilgili bir ko­ nuya değiniyor:

«Ülkemizde ilaç endüstrisi

araştırm a v» geliştirme çalış­ maları açısından henüz baş­ langıç safhasındadır.

Araştırmanın ülkemiz koşul­ ları içinde amaçları ve hedef­ leri saptanmadan ilaç endüst­ risi tarafından yapılması bek­ lenmiştir. Nitekim şu anda ya­ pılan bazı çalışmalar da en­ düstrinin kendi gayretiyle yü­ rütülmektedir.

Halen uygulanmakta olan 29.3.1972 tarih ve 7/4129 sa­ yılı Fiyat Kararnamesi’nin 16. maddesinde araştırma ve ge­ liştirme yapacak firmalara ve­ rilmesi öngörülen primin amaç ve hedefleri saptanmadığı ve hangj fondan verileceği belir­ lenmediği, esasen ihtiyacı kar şılamaktan uzak olduğu cihet­ le araştırma çalışmalarına baş lamış bazı firmalar Kararna- me’nin bu hükmünden hiçbir zaman yararlanamamışlardır.

Bir araştırmanın amacına ulaşması için gerekli zamanı önceden tayin etmek mümkün değildir. Genellikle ortalama 10 yıl gereklidir Batı Alman­ ya'da yenj bir Hacın piyasaya çıkışından önce 800 ayrı araş tırma safhasından geçtiği bil­ dirilmektedir. İncelenen 10,000 molekülden ancak bir tanesi yeni bir ilaç olarak piyasaya çıkarılabilmektedir. Örneğin, Amerika'da incelenen 126.060 kimyasal maddeden ancak 1013’ü klinik farmakoloji saf­ hasına gelebilmiş, sonuçta ise 16 yeni tıbbi ilaç geliştirilebil- miştir.

A.B.D. ilaç endüstrisi Ar-Ge için 1940’dan beri 13 milyar S üzerinde harcama yapmış, 1979’da 1,5 milyar S ayırmış­ tır. İngiltere’de Ar-Ge için 1978'de 377 milyon $, Batı Al­ manya’da 1979’da 798 milyon S harcanmıştır.»

YARIN : YA ÇÖZÜM YOLU?

Diş hekimleri, hekim mi değil mi ?

İstanbul Haber Servisi — Türk Diş Tabibleri Cemiyeti Başkam Doç. Dr. özen Tun- cer, Sağlık Personelinin Tam Süre Çalışmalarına İlişkin Ya­ sa Taslağında, diş hekimlerinin kapsam dışında bırakılmak is­ tendiği izlenimini edindiklerini belirterek «Bizzat hasta tedavi eden ve hekimliğin bütün gS- revlerini yüklenen büyük bir diş hekimi kitlesi artık hekim olup olmadıklarım bilmek iste­ mektedirler.» dedi. Doç. Tun- cer, Tasarının kamuoyuna yan­ sıdığı biçimde yasalaşması du­ rumunda diş hekimlerinin sağ­ lık personeli sayılmayacağını öne sürdü ve bunun da yürür­ lükteki yasalar gereğince söz- konusu olamayacağını belirtti.

Konuya ilişkin görüşlerini açıklayan İstanbul Üniversite­

si Diş Hekimliği Fakültesi öğ­ retim üyelerinden Çene Ortope­ disti Kürsüsü Başkam Prof. Dr. Nedret Gürsoy ise «Diş hekim­ leri hekim sayılmıyorsa, o za­ man muayenehanelerimiz, diğer hekimlerle birlikte niçin kapa­ tılmıştır. Eğer hekim sayılıyor- salc, maddi olanaklar bakımın­ dan bir ayrıcalık, haksızlık ol­ maz mı?» şeklinde konuştu.

Patoloji Kürsüsü Başkanı Doç Dr. Gülçin Erseven, diş hekimlerinin, hekim olup ol­ madıklarının tartışılmasının üzüntü verici ve onur kırıcı bir durum olduğunu belirterek Tam Gün Süresi kapsamından da önemli bir konunun diş he­ kimliğinin toplum sağlığındaki yerinin açıklığa kavuşturulma­ sı olduğunu söyledi.

Fizyoloji Kürsüsü Başkam Doç. Dr. Artun ö n ce l ise «İn­ san sağlığındaki tehdit edici problemleri bir bütün olarak değerlendirirsek, ağız sağlığını konu edinmiş olan diş hekimi­ nin hekimlerden avn olarak yorumlanması nedenini anla­ makta güçlük çekiyorum.» de­ di.

Farmakoloji Kürsüsü Başka­ nı Doç. Ersen Özalp da para­ sal koşulları sınırlandırıldığı zaman diş hekimleri için özel muayenehane açmanın çok da­ ha cazip olacağını ve kamu hiz metinde diş hekimi bulamama sorununun ortaya çıkacağını belirtti.

Diş Hekimliği Fakültesi öğre tim üyelerinden Doç. Dr. Ha­ şan Meriç, diş hekimliği, hekim

lik olarak düşünülmüyorsa. Diş Hekimliği Fakültelerinin isim­ lerinin değiştirilerek «Dişçilik Mektebi»ne dönüştürülmesi ge­ rektiğini söylerken Doç. Dr. Fatma Koray ««haberin bası­ na yansırken eksik yansımış ol­ masını diliyorum» dedi.' Doç. Dr. A. Sedat çöloğlu, Diş He­ kimlerinin de TTB’nin çatısı al tında doktorlarla birlikte ça­ lıştığım söyledi. Doç. Dr. B. Selçuk Yılmaz, «Kamu hizme­ tinde görev yapmak cazip ol­ maktan çıkarsa, ya yeni mezun tar özel çatışmaya yönelecek, ya da Diş Hekimliği eğitimi için başvurular oldukça azalacaktır» şeklinde konuştu. Diş H. Fa­ kültesi Asistan Temsilcisi Dr. Tevfik Akıncı ise, «6023 sayılı kanunda diş hekimi ve hekim ayırımı yoktur» dedi.

S. — Bu aradaki duygularınızı, eski deyimiyle ruh haletinizi merak ediyorum. Çünkü siz o sırada bir yazar olarak yazı yaz­ dınız ve gazetenin kapatılması sonucu doğdu. Sanırım babanız da hastaydı o sıralar. Siz neler hissettiniz?...

N. N. — O sıralar doğrusu, Kaygısızlar filminde olduğu gibi biraz hafife aldım ve bundan dolayı da sonra üzüntü duydum.. Çünkü gerçekten bir gazetenin kendi kaynakları, yalnız kendi kaynaklarıyla yaşayan bir gazetenin, üç ay gibi bir süre ka­ patılması elbette ağır bir cezadır. Ben bu cezanın farkına va­ ramadım. Gezdim eğlendim, denize girdim, tonis oynadım. Çün kü içimde bir suçluluk kompleksi yoktu.

A. S. — Peki o günden bu yana, yani gazetenin yönetimini tümüyle ele aldığınızdan bu yana gazetecilik konusunda gö­

rüşlerinizde bir değişiklik oldu mu?... Sizi ilgilendiren, ön plâ­ na çıkarttığınız, gazetenin ticari yanı mıdır?... Yoksa düşünce yanı mı?...

N. N. — Şüphesiz düşünce yanıdır. Fakat düşünceyi yayabilmek için, düşünceyi savunabilmek için de. elbette, parasal kaynak­ lara sahip olmak gerekir Birisi olmazsa, öteki aksar, yapıla­ maz hale gelir. Onun »cin bu iki soruyu, birbirinden ayırmamak gerekir. Yani ben gazetenin başında para kazanayım diye bu­ lunmuyorum. Bunu hepiniz yakından görüyorsunuz. Fakat, ga­ zetenin kendi olanakları yetersiz olursa, elbette görevini de yapmakta büyük güçlüklerle karşılaşır ve aksar.

A. S. — Yani Cumhuriyetin ticarî yanı sizce, gazeteyi yaşat­ makla sınırlı oluyor..

N. N. — öyle oluyor. Yalnız yaşatmak değil, yaşatmak ve ge­ liştirmek tabii ki..

A. S. — İlk başyazınızı anımsıyor musunuz?

N. N. — İlk başyazımı anımsıyorum. Bu bir mektuptu. Kubilay olayı 1930’un sonlarında olduğu zaman ben Viyana’da öğrenci olarak bulunuyordum. Ve babama bir mektup yazarak, bu ola­ ya karşı tepki gösterilmesini, gazete olarak bir tepki gösterilme­ sini ve Kubilay adına bir anıt dikilmesini önerdim. (Doğrusu bu yazıyı yazarken, bunu bir başyazı yapar diye düşünmedim de değil) Bir kaç gün sonra gazete geldi. Baktım babam benim mektubumu başındaki, «Babacığım» sözcüğünü kaldırarak ma­ kale olarak koymuş gazeteye ve bu fikir ilerledi, Kubilay İçin bugün Menemen'de bir anıt dikilmiş bulunuyor, o zamandan beri. A. S. — Yeniden Yunus Nadi Bey’e dönelim isterseniz. Yunus Nadi Beyle bir baba - oğul, ama aynı zamanda bir gazetenin yö­ neticisi ve yazarı olarak da çalıştınız. Yunus Nadi Bey, gazete yöneticisi ve sahibi olarak yazar Nadir Nadi'ye nasıl davrandı?.. N. N. — Babam, yazar olarak, beni arada bir eleştirirdi. Fakat hiç bir zaman, «Şunu yaz! Bunu yazma!» gibi bir baskıda veya bir telkinde bulunmadı. Yazılar çıktıktan sonra «Bak Nadir, bu­ nu şöyle yazmak daha iyi olurdu» derdi, ama yazdıktan sonra.. Yayınlanmadan önce, hiç bir yazımı kontroldan geçirmezdi. A. S. — Sizin gazete yazarlarına karşı tavrınız ne oldu? N. N. — Ben de aynı tutumu sürdürdüğümü sanıyorum. A.S. — Efendim, daha önce de değindik: Siz hem gazete sa­ hibi, hem yönetici, hem de yazarsınız. Eskiden, bunlar birbirini tamamlayan şeylerdi. Ama bir süredir cturum öyle değil. Şimdi siz hanpi yanınızı daha önemli, daha ağırlıklı buluyorsunuz... Yazar olmayı mı? Yoksa gazete yöneticisi olmayı mı?

N. N. — Yanıtı cok güç bir soru. Uzun zaman kendimi gazeteci olarak hissederdim. Fakat zamanla yazarlık tarafım daha ağır bastı. Şimdi ise, bütün arkadaşlarım biliyorlar, yaşlanmış bulu­ nuyorum. Az yazıyorum, soranlara «Pilim bitti» diyorum, ısrar edenlere «Repertuarım bitti» diyorum.. Bu şekilde idare etmeye çalışıyorum. Ama yazarlık tarafım tabii yaşlandıkça ağır bas­

mış oldu. Gençliğimde cok meraklıydım gazeteciliğe...

A. S. — Peki efendim. Şimdi soranlara, arada da bizlerln yanın­ da söylüyorsunuz bunu şaka yollu: «Pilim bitti» falan diyorsu­ nuz. Fakat gerçekten daha az yazmanızın nedenlerini nasıl sıralayabilirsiniz?

N. N. — Bir cok gerçekleri çok kereler tekrarlamış olmakla de­ ğerlendiriyorum durumu, bıkkınlık geliyor insana, yaz., yaz., yi­ ne aynı şey. Geçenlerde bir yazı yazdım. Gıktı: «Atatürkçülük tekel altına alınamaz» diye. Halbuki bu konuyu «Uyarılar» adı al tında kitap halinde topladığım yazılarda, bir kaç defa işlemiş­ tim. «Atatürkçülük kimindir?...» diye bir yazım var bu kitapta. Bu gün koysam, altına imzamı atsam, bugün yazdım zannedilebilir A. S. — Bu bir anlamda, yazdıklarını tekrar demek olan bu dav­ ranışı, başka yazarlarımızda da görüyoruz. Acaba bu durum ya­ zarın hatasından mı ileri geliyor?. Yoksa toplumumu- zun dönüp dolaşıp, aynı noktalara gelmesinden mi oluyor?... N. N. — Haklısınız. Toplumumuz çağdaş uygarlığa ayak uydur­ mak hususunda maalesef gecikiyor ve bu da tabii yöneticilerin seçim kaygılarıyla oluyor. Belki demokrasiye biraz erken geç­ miş olmamızın rolü vardır bu olayda. Çünkü demokrasiye geçi­ şimiz, böyle kıvamına gelmiş, halkın içten gelen isteğinden cok, San Fransisco Konferansına yetişmek acelesi içinde 1944 yöneticilerinin bir nevi politikası yüzünden olmuştur.

A- S. — Lâf politikadan açıldığına göre bir noktaya dokunmak istiyorum. Sizin parlamenterlik göreviniz de var. Hem de bir kaç kez ve sanıyorum görev süresini tamamlamadan istifa eden ender parlamenterlerden birisiniz. Bir anlamda, anılarınızı oku­ yanlar bilirler, Yakııp Kadri’nin «Zoraki diplomatlığı» gibi zora­ ki bir parlamenterlik mi oluyor acaba?

N. N. —- Biraz öyle oldu. Parlamentoya İlk girişim Demokrat Partl'nin kurucularının başında bulunan Bayar'a olan bağlılı­ ğımdan. inancımdan ileri gelmişti. Bayar’ı Atatürk’e çok bağlı bir insan olarak bilirdim ve onun kuracağı bir partinin memleket te gerçek bir demokrasiye doğru, mevcut düzene yardımcı ola­ cağını düşünmüştüm. O yüzden katıldım. Bir kaç ay sonra, hatta bir kaç hafta sonra düş kırıklığına uğradım. Bu yüzden benim parlamento hayatım biraz zoraki olmuş denebilir

A. S. — Bayar’a güvenerek girdiğiniz bu parlamento hayatın­ dan sonra, bugün de Bayar'a aynı güvem besliyor musunuz? N. N. — Nasıl beslerim? Bayar’dan, Demokrat Parti’den uzak­ laşmam (zaten bağımsız olarak girmiştim. Demokrat Parti’ye yazılı değildim) bir kac hafta sonra başladığına göre, elbette aym, düşüncede değilim. Geçen gün yine yazdım. Bayar’ın Ata­ türk’e çok bağlı olduğuna, inanıyorum. Ama onun bağlılığı, %onun Atatürk'çülük anlayışı ile benimki arasında, dağlar kadar

fark olduğunu çok kısa bir zamanda gördüm.

Referanslar

Benzer Belgeler

Alper Ak ınoğlu , "Tarımımızın geleceğine yönelik uygun fikirler üretme amacı taşıyan kurultayda, Türk tarımının dünü ve bugünü ele al ınırken,

Menderes hükümetlerinin 22 Aralık 1950 tarihinden 9 Aralık 1955 tarihine kadar Bayındırlık Bakanlığı görevini yürü- ten Kemal Zeytinoğlu’nun verdiği bilgilere

1955 yılında tamamlanması şartıyla 5 mil- yon 400 bin liraya ihale edilen 6 bin 900 kilovat gücünde olan ve 38 milyon kilovat saat enerji üretim kapasitesinde bulunan Kayseri

Nadir Hastalıklar Günü, nadir hastalıklara yönelik farkındalık yaratmak, nadir hastalığa sahip bireyler ve yakınları için tanı ve tedaviye erişimin kolaylaşması amacıyla

Cam, sanat dostu bir mühendisin fikri ve çabalar›yla 2002 y›l›nda nefes almaya bafllayan ve bugüne kadar ABD, Almanya, Avustralya, ‹talya, Fransa, Hollanda, ‹ngiltere ve

Fausto Zonaro oryantalist bir ressam olup, İstanbul’da yaşamış ve Saray ressamı ünvanını almıştır..

A bd ülm e cit zamanında Tophane-i Am ire M üşiri Fethi Ahm et Paşa'nın gayreti ile g ü ­ nün m üzecilik anlamına uygun olarak bazı değişiklikler yapılm ış,

Merkür: Akşam gökyüzüne geç- miş olan gezegen çok parlak ol- masa da ayın ortalarına kadar uy- gun hava koşullarında günbatımın- dan hemen sonra batı ufkunda kısa