• Sonuç bulunamadı

Yahya Kemal ve milli tarihimiz

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yahya Kemal ve milli tarihimiz"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Yahyâ Kemal ve

Millî Tarihimiz

Yazan : Prof. H. Vehbi Eralp

AHYÂ Kemal’in şiirine ilham veren büyük kaynaklardan biri tarih, daha açık bir deyişle millî tarihimiz olmuştur. Aşk, ölüm, sonsuzluk, hayatın çeşitli zevkleri ve ıztıraplan gibi sanatkârların işledikleri temalar yanında, millî tarihi­ mizin zaferleri, çeşitli alanlardaki başarı­ lan, şairin sık sık üzerlerine eğilerek şiir­ lerinde terennüm ettiği konulardır.

Burada «millî tarih» sözlerini bilerek ve istîyerek kullandım; zira yalnız mıs- ralanndaki kelimeleri değü, konuşmala- nndakileri de büyük bir dikkat ve titiz­ likle seçen Yahyâ Kemal, üzerinde uzun tartışmalar yapılmış ve yapılabilecek «Türk tarihi» sözlerini hemen hemen hiç kullanmaz, bunlann yerine «millî tarihi­ miz» demeyi tercih ederdi. Onun bu hu­ susta açık bir görüşü vardır; Her millet dil, duygu, inanış, fikir birliğinden mey­ dana gelen bir terkiptir; bu terkip tari­ hin potasında, zamanla, yavaş yavaş ku­ rulur. Meselâ dil birliği bir sebep değil, bir neticesidir, başta değil, sonda vardır. Ama bunların hepsinden önce ve temelde toprak birliği gelir. Yahyâ Kemal: «Bir millet havada değil, bir toprak üzerinde yaşar,» derdi. Paris’te iken tarih hocala­ rının birinden duyduğu şu cümle, onun zihnine bir çengel gibi takılmıştı; «Fran­ sa toprağı bin yılda Fransız milletini ya­ ratmıştır.» Bu terkip neticesinde, üzerin­ de yaşanılan toprak vatan olur, halk, mil­ let haline gelir. Bunun içindir ki, Yahyâ Kemal'e göre millî tarihimiz, Türkler’in vatanları olan Anadolu’ya temelli olarak yerleşmelerine yol açan 1071 Malazgirt za­ feriyle başlar; bundan öncesi bizim için bir «tarih öncesi» dir. Yine bu yüzden ona göre Osmanlı imparatorluğumun son de­ virlerinde moda olan «Osmanlıcılık», «Tu­ rancılık», «îslâmcılık» gibi görüşler, ger­ çeğe uygun olmayan ve netice vermeyen yanlış fikirlerdir. O, Paris'te daha genç bir öğrenci iken, pek yaygın olan ve Türk

milletine birer ülkü gibi sunulmak iste­ nen bu görüşlerden sıyrılmayı bilmiş, sağ­ lam ve köklü tarih kültürü sayesinde, gi­ dilecek en doğru yolu görmüştü. Osmanlı fmparatorluğu’nun çökmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyle son bulan tarihin daha sonraki gidişi, Yahyâ Ke­ mal’in bu görüşünü tamamıyle haklı çı­ karmıştır.

Ne gariptir ki Yahyâ Kemal, bildiğimiz şiir anlayışına olduğu gibi, bu tarih gö­ rüşüne de kendi vatanında değil, Paris’ te, dokuz yıl süren (1903 - 1912) öğrenci­ lik zamanında ulaşmıştır. O şiir anlayışı, yaradılışının da yardımıyle onu büyük bir şair ve bu mânada millî bir şair yapa­ cak, bu tarih görüşü, onun milliyetçi bir şair olmasına yol açacaktır.

On dokuz yaşında Paris’e ayak bastığı zaman, Yahyâ Kemal, daha çok «Osman­ lıcılık» görüşünü benimsemiş gibi idi; bu görüş sayesinde, Osmanlı imparatorluğu’ nun dağılmaktan kurtulacağım ileri sü­ ren yaygın kanaate o da kapılmış görünü­ yordu. Ama Paris'te, meselâ bir Fransız milliyetçiliğinin, daha garibi bir Rum, bir Bulgar, bir Sırp milliyetçiliğinin bulundu­ ğunu hayretle gördü. Bu milletlerden olan kimseler orada sık sık toplanıyorlar, ken­ dilerinin ayrı birer millet olduklarını söy­ lüyorlar, yazıyorlar, haykırıyorlardı. Os­ manlI imparatorluğu içinde kendi milli­ yetinden bahsetmeyen, bunun sözünü et­ mekten âdeta utanarak çekinen yalnız Türkler kalmıştı. Bu. aykırı durum, Yah­ yâ Kemal'e bir Türk milliyetçiliğinin de bulunduğunu, bulunması gerektiğini an­ lattı. Bu görüşten hareket ederek, bir yan­ dan yaradılışının kendisini sürüklediği şiir ve edebiyatla uğraşmaya, bir yandan da tarih öğrenmeye başladı. O sırada de­ vam ettiği «Ecole Libre des Sciences Po­ litiques» te, Albert Sorel gibi büyük ta­

(2)

rihçilerin ders vermelerinin de bunda te­ siri oldu. Esas itibariyle bizim kendi ta­ rihimiz üzerinde çalışmakla beraber, öte­ ki milletlerin tarihini de öğrenmekten ge­ ri kalmıyordu. Yahyâ Kemal’e göre tarh hin ruhuna girebilmek için onu teferrua- tıyle öğrenmek lâzım geldiği gibi, bir mil­ letin tarihini anlayabilmek için de, bunu öteki milletlerin tarihiyle mukayeseli bir şekilde incelemek lâzımdır. Meselâ o, «Bi­ zans tarihini bilmeden Osmanlı tarihini anlamak mümkün değildir,» derdi. De­ vamlı okuması, engin hâfızası, titiz dik­ kati sayesinde (Yahyâ Kemal'e göre dik­ kat, bütün bir medeniyettir) az zaman­ da, edebiyat ve şiirde olduğu gibi, tarih­ te de kendisini dinliyenleri hayran eden bir bilgi hâzinesi elde etmeyi başardı. Bu bilgisi ile yalnız Paris’teki Türkler arasın­ da değil, Fransızlar arasında da tanındı. Memleketimizin pek iyi tanıdığı profesör Albert Gabriel’in bir yazısından öğrendiği­ mize göre, bir gün kahvede Fransız büyük İhtilâli sırasında Lyon'da yanan bir kili­ seyi kimin yaktığı üzerinde tartışan Fran- sızlar, hangi tarafın haklı olduğunu belirt­ mek üzere Yahyâ Kemal’i hakem seçmiş­ lerdi. Yine aynı yazıda profesör Albert Gabriel, «Yahyâ Kemal, benim Fransa ta­ rihi hakkındaki görüşümü değiştirmiştir,» diyor. Evet, Yahyâ Kemal, yalnız bizim tarihimizi değil, bir Fransız profesörüne

Fransa tarihinin karanlık noktalarını ay­ dınlatacak kadar tarih bilirdi. Onun bu tarih merakı, ömrünün sonuna kadar de­ vam etmiştir. Konuşmalarında, edebiyat ve şiir yanında, sık sık tarihten de bah­ seder, millî tarihimizin olaylarını olduğu kadar, meselâ Fransız İhtilâli tarihini gü­ nü gününe anlatacak kadar teferruata gi­ rişirdi; bir gün Haçlı seferlerini saatler­ ce anlatmıştı. Odasında, baş ucunda bir şiir, bir edebiyat kitabı yanında, bir ta­ rih kitabı da bulunurdu; Vassilief'in Bi­ zans İmparatorluğu Tarihi, Naîmâ Tari­ hi, elinden düşmeyen eserlerdi.

Millî tarihimizde 1071 Malazgirt zafe­ ri nasıl bir başlangıç ise, İstanbul’un Türk­ ler tarafından alınması, bizim vatan top­ rağına tam olarak yerleşmemizin bir ifa­ desidir. Yahyâ Kemal, İstanbul’un alını­ şına dair vesikaları gözden geçirdiği gibi, bu konuya ait bütün yazılan merak ve heyecanla okurdu. Nasıl, «körfez» dediği zaman, dünyanıp en güzel şehri saydığı İstanbul’un en güzel köşesi Kanlıca kör­ fezini anlıyorsa, «fetih» dediği zaman da, İstanbul’un 1453’te Türkler tarafından ele geçirilmesini anlardı.

Yahyâ Kemal’e göre, İstanbul, Batı Türkleri’nin yarattığı medeniyetin merke­ zi idi: Türkçemiz burada şeklini almıştı ve kendisi «İstanbul sokaklannda avare dolaşan Türkçe» ile şiir söyliyecekti;

hay-Yahyâ Kemal iki yakın dostuyla: Yanındaki Prof. Haşan Refik Ertuğ, onun yanında­ ki Ord. Prof. Dr. İhsan Şükrü Aksel.

(3)

ran olduğu, hayranlığım birçok şiirlerin­ de dile getirdiği, duygularımızı en iyi ifa­ de ettiğine inandığı musikimiz, büyük öl­ çüde burada yaratılmıştı; yine aynı dere­ cede hayranlığım uyandıran ve Türkler'in medeniyet sahasındaki kabiliyetlerini en açık bir şekilde gösteren mimarîmiz de, doruğuna bu şehirde ulaşmıştı. Onun tarih bilgisi yalnız kitaplardan öğrendik­ leriyle kalmaz, atalarımızın yarattıkları eserlerle doğrudan doğruya temas ederek, bunu içten tanıma ve duyma halini alır­ dı. İstanbul ona göre tarihimizin ve me­ deniyetimizin özü idi. Bir şürinde de söy­ lediği gibi, bu şehrin gezip görmediği, sevmediği bir köşesi yoktu; mimarî âbi­ delerini, surları, camileri, çeşmeleri, tür­ beleri, mezarları yakından tanır ve sever­ di. Eski musikimizin eserlerine karşı da aynı hayranlığı duyardı, bunları dinlemek için sık sık fırsatlar yaratmaya çalışırdı. En çok üzüldüğü noktalardan biri de, bunların kaybolmaları tehlikesi idi. «Sü- leymaniye Camii, beş yüz sene sonra da yine karşımızdadır, ama musiki parçası böyle değildir, icra edilmedikçe hiç bir şey ifade etmez; nota ölü bir kalıptır,» der­ di ve büyük bestelerimizin vakit geçme­ den en mükemmel bir şekilde icra edile­ rek plaklarda saklanmasını isterdi.

Yahyâ Kemal, milletimizin musiki ve mimarîdeki başarısının, edebiyattaki ba­ şarısından çok üstün olduğunu söylerdi, önce eski edebiyatımız gerçek bir nesir yaratamamıştı; halbuki ona göre asıl ede­ biyat nesirdir. Şiir, nesirden ayrı, nesirle musiki aıası bir sanattır. Şiire gelince, burada güzel mısralar, beyitler yok değil­ di; ama tam manzume yoktu; şiirimiz, her sanat eserinde bulunması gereken bir­ likten ve yekparelikten mahrumdu. Buna karşılık mimarî ve musiki bu birliği ve yekpareliği tam olarak gerçekleştirmiş bu­ lunuyordu. Bu sanatları millî tarihimiz bakımından edebiyata üstün eden nokta­ lardan biri de, Türk milletini teşkil eden çeşitli unsurları bir araya toplamış olma­ sıdır. Rum olan bir Zaharya, bir îlya, Ya­ hudi olan bir Tanbûrî Isak, Ermeni olan bir Astik Ağa, kusursuz besteler meyda­ na getirmişlerdi. Türk ruhunu tam mâna- sıyle anlamış ve dile getirmiş olan bu sa­ natkârları Yahyâ Kemal birer halis Türk sayardı. Esasen onun milliyetçiliğinde dar ve inhisarcı bir taraf yoktu. Ermeni- ler'den, Rumlar'dan, Yahudiler'den bah­ sederken, «Ermeni vatandaşlarımız, Rum vatandaşlarımız, Musevî vatandaşlarımız,» sözlerini kullanırdı.

Yahyâ Kemal’in geçmişe olan bu bağlı­ lığına takılmak isteyen Zıyâ Gökalp, bir gün kendisine:

Kökün mazidedir, âti değilsin

demişti. Buna verdiği cevapta Yahyâ Ke­ mal kendisini ve milliyetçiliğini en iyi ve kısa bir şekilde anlatmış oluyor:

Kökii mazide olan âtiyim.

Bu sözlerle şair şunu söylemek istiyor: Her hayat gibi, millî hayat da bir devam­ lılıktır; bu gün düne bağlı olduğu gibi, yann da bu güne bağlı olmalıdır. Böyle olmazsa, kurulan her şey köksüz, temelsiz kalır; bir müddet için yaşar görünse de, zamanla kaybolur gider. Yeni bir musi­ ki, yeni bir mimarî yaratmak isteyenler, millî, bizim olan birer eser meydana ge­ tirmek istiyorlarsa, mutlaka eskiyi bilme­ lidirler. Nitekim, Yahyâ Kemal de tama- mıyle yeni bir anlayış ve zevk ölçüsüne göre Türk şiirini söylerken, bu İhtiyacı duymuş, eski şiirimizi uzun uzun incele­ miştir. Ama bu demek, eskiyi körü körü­ ne kopya etmek demek değildir, milleti­ nin ruhunu anlamaya çalışmak, o ruha hitabetmek demektir. Yahyâ Kemal’in, «Frenk’ten Türk’e dönüş» sözleriyle anlat­ mak istediği budur. O, şiirlerini söylerken, çok hayran olduğu ve en büyük şair say­ dığı Verlaine’i kopya etmeyi düşünmemiş­ tir, belki de Verlaine Türk olsaydı nasıl şiir söyleyecekse, o şiiri söylemeye çalış­ mıştır. Böyle olmasaydı, Yahyâ Kemal, «Süleymâniye’de Bayram Sabahı» nı, «A- çık Deniz» i, «Itrî» yi, «Selimnâme» yi ve bütün öteki şiirlerini söyliyebilir miydi?

Bir gün kendisi ile çocukların ve genç­ lerin yetiştirilmesi üzerinde konuşurken şöyle demişti: «Bizim kendimize mahsus, kendi ihtiyaçlarımıza cevap verecek millî bir pedagojiye ihtiyacımız var. Başka bir milletin, meselâ îsveçliler'in pedagojisini olduğu gibi alamayız, çünkü Türk milleti, İsveç milleti değildir, bizim düzeltilmesi gereken kusurlarımız başkadır.» Yahya Kemal, girişeceğimiz her işte, atacağımız her adımda, gerçekleştireceğimiz her ye­ nilikte millî ruha sadık kalmamızı, çok sevdiği bir tâbirle «millî» olmamızı ister­ di. Bunun içindir ki, başta devlet adam­ ları olmak üzere, her aydınımızın tarihi­ mizi çok iyi bilmesi lüzumuna inanmıştı. Onu körü körüne geçmişe tapıyor sayan­ lar, büyük bir yanlışa düşmüş olurlar. Yahyâ Kemal, meziyetlerimizi olduğu gi­ bi, kusurlarımızı da herkesten iyi bilir­ di ve sırası geldikçe bunları acı acı ten­ kit etmekten çekinmezdi. «Ben, ecdadı­ mızın kusurlarını değil, meziyetlerini se­ viyorum,» derdi.

(4)

işte Yahyâ Kemal birçok şiirlerini mil­ lî tarihimizden aldığı bilgiler ve edindiği duygularla söylemiştir. Fransa’daki öğren­ ciliği sırasında bir gün Brötanya kıyıla­ rında bir şehre, Roscoff’a gidiyor. «Garb’m ucunda bir kıyı» da, «en gürültülü bir med zamanı» farkında olmadan etrafının sularla çevrildiğini görüyor ve boğulma tehlikesinden güç belâ kurtuluyor. Bu olay 1912’de başlanan ve 1925’te tamamla­ nan «Açık Deniz» şiirinin hareket noktası­ dır. Ama burada şairin anlattığı, başından geçenler değildir. Denizin karaya uğultu­ lu saldırışı ona fâtih atalarının «her yaz şimâle doğru asırlarca bir koşu» su­ nu hatırlatıyor; ordunun yenilmiş, vata­ nın yaslı olduğu günlerde bu geçmişe dö­ nüş ve geçmişi yaşayış, onun için bir te­ selli oluyor. Şiir, denizin karaya saldırı­ şı ile Türk ordularının şanlı seferleri ara­ sındaki benzerlik teması üzerine kurul­ muştur.

öyle sanıyorum ki Yahyâ Kemal’in bir­ çok şiirlerinde duyulan destan havası, onun bu tarihçi hüviyetinden gelmekte­ dir; bu edayı, meselâ tamamıyle beşerî bir duyguyu, aşkı terennüm eden «Vuslat» şiirinde bile sezmek mümkündür. Bu hü­ viyete doğrudan doğruya bağlıyabileceği- miz «Akıncı», «Mohaç Türküsü», «İstan­ bul Fethini Gören Üsküdar», «İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel», «Alp - Ars- lan’ın Ruhuna Gazel» gibi şiirlerinin ya­ nında, iki tanesi, «Selimnâme» ile «Süley- maniye’de Bayram Sabahı», birer destan sayılabilir ve baştan başa tarihimizden alınan ilhamla söylenmişlerdir.

Yavuz Selim için söylenen «Selimnâ­ me», muhteşem bir şekilde başlar: işler yeryüzünde hazırlanmadan önce göklerde

kararlaştırılır; İsrafil’in sûru fetihler dev­ rini müjdeler; Tanrı yeryüzünde düzeni sağlamak üzere bir kahramanı, Yavuz’u gönderecektir. Bunu Cebrail’in, Peygam­ berim kabrine sık sık gidip gelmesinden de anlamak mümkündür. Bu hazırlıklar­ dan sonra ordu 1514’te sefere çıkar. O dev­ rin diliyle ve terkîb-i bend şeklinde söy­ lenen bu şnrde Çaldıran (1514), Topla­ nış (1515), Mercidâbık (1516), Ridâniye (1517) ve Selim’in ölümü (1520), şiir ta­ rihimizde hemen hemen örneğine rastlan­ mayan bir mükemmelikle anlatılır.

Bu günkü dille söylenen «Süleymaniye’ de Bayram Sabahı» na gelince: Yapılacak en iyi şey, bu şiirin kendisini okumaktır. Burada, İstanbul’un işgal altında bulundu­ ğu mütareke devrinde, Süleymaniye’de bir bayram sabahında, şairin nasıl orada di­ rilerle beraber ölüleri toplanmış gördüğü­ nü, Türk milletinin birleşmiş gibi olduğu bu kubbenin altında «Süleymaniye'nin ta­ rih olduğunu», ön safta oturmuş nefer es- vaplı birinin tâ Malazgirt ovasından yü­ rüyen Türk oğlunun sembolü gibi görün­ düğünü, uzaktan duyulan top seslerinin basit birer bayram topu olmadıklarım, her birinin «Çaldıran toplan ardınca Mo­ haç toplannı dinleyen büyük hâtıralar rüz- gân» olduklannı, bu top seslerinin birer zaferden gelen top sesleri olduğunu, deniz ufkundaki top seslerinin belki seferden ge­ len Barbaros’un donanmasından atıldığı­ nı dile getirdiğini görecektir. Hiç bir tah­ lil, ürpermeden okunamayan bu muhte­ şem mısralar hakkında tam bir fikir ve­ remez. Bu şiir karşısında okuyucu, millî tarihimizi içten bilmekten gelen bir duy­ gunun, bir şür mucizesi olarak karşısına çıktığını görecektir.

Yahyâ Kemal, dostlan arasında.

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Herpanjina: Koksaki virüs A4 ile ortaya çıkar, ani yüksek ateş ve boğaz ağrısını takiben ağız içinde arka tarafta çok sayıda yaygın,. ağrılı

Gö- bek arter kateteri radyolojik olarak alt düzey için L3-L4 aralığında, üst düzey için T6-T9 vertebra- lar hizasında olmalıdır (Şekil 5).. Bakım: Kateter

Cebeci Mahallesi sakinleri geçti ğimiz günlerde çocuklarının ağızlarına maske takarak da taş ocaklarının etkisine karşı bir gösteri yapt ı (en üstte). Kübra

Yürütme Kurulunun yarattığı bunalım veya toplumun 1960’da temsilcilerine (Temsilciler Meclisi ve T.C. Meclisi üyeleri) verdiği vekalet süresinin çoktan sona ermiş

DENETİMDE HATA VE HİLE Recep GÖKLERGİL Yüksek Lisans Dönem Projesi.. İşletme Ana Bilim Dalı Muhasebe Ve

癌症是長期抗戰的治療過程,可以是手術、放射線治療及化學療法,現多有

Daha önemlisi neden Doğuda zaman zaman, yer yer olu­ şan bilim ocakları, bilimciler topluluğu dar ha da güçlenerek sürüp gelmemiştir?. Bu kötü bir yazgı

Araştırmacılar bu zaman diliminde sadece hidrojen, helyum ve lityumdan oluşan ilk nesil yıldızların var olduğuna dair herhangi bir bulguya rastlayamamış.. Bu sonuç