• Sonuç bulunamadı

Başlık: KIRŞEHİR CİVARINDA BULUNAN BİR ETİ KİTABESİ : EİNE HETHITISCHE INSCHRİFT İN DER UMGEBUNG VON KIRŞEHİRYazar(lar):GÜTERBOCK, H. GCilt: 5 Sayı: 4 Sayfa: 456 DOI: 10.1501/Dtcfder_0000000683 Yayın Tarihi: 1947 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: KIRŞEHİR CİVARINDA BULUNAN BİR ETİ KİTABESİ : EİNE HETHITISCHE INSCHRİFT İN DER UMGEBUNG VON KIRŞEHİRYazar(lar):GÜTERBOCK, H. GCilt: 5 Sayı: 4 Sayfa: 456 DOI: 10.1501/Dtcfder_0000000683 Yayın Tarihi: 1947 PDF"

Copied!
9
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Tebliğ: XIII

KIRŞEHİR CİVARINDA BULUNAN BİR

ETİ KİTABESİ

EİNE HETHITISCHE INSCHRİFT İN DER UMGEBUNG

VON KIRŞEHİR

Bu yılın Eylül ayında, Kırşehir

civarında bir av gezisine çıkan Bay

H. von Aulock (İstanbul), şimdiye

kadar bilinmiyen bir Eti hiyeroglif

kitabesini buldu. Kitabe, Kırşehir

batısındaki Karakurt Hamamı ya­

kınında bulunup tek başına duran

bir kaya bloku üzerindedir

(Kie-pert'in haritasının B IV Yozgat

paftasında Kırşehir'in takriben 15

km. batısında "Karaurt Hammam,,

imlâsiyle kaydedilmiş, 1: 800 000

mikyaslı Türkiye haritasında ise

gösterilmemiştir). Bay von Aulock,

buluntusunu yayınlamak hakkını ve

çektiği fotoğrafları bana vermek

lûtfunda bulunmuştur. Fotoğraflar,

kitabenin büyük bir kısmını iyi

göstermekle beraber, kitabenin

kopyasını yapmaya yetmemektedir.

Resimlerde, oyularak yazılan hiye­

rogliflerden ibaret olup kayanın iki

parçasında — hiç olmazsa kısmen —

tekerrür eden kısa bir kitabe

görülmektedir. İçinde bir kıral oğ­

lunun adı zikredilmiştir. Gelecek

yıl kitabeyi yerinde kopya etmek

fırsatını bulacağımı umarım.

H. G. GÜTERBOCK

Hititoloji Profesörü

im September dieses Jahres

fand Herr H. v. Aulock, istanbul,

bei einem Jagdausflug in der

Um-gebung von Kırşehir eine bisher

unbekannte hethitische

Hierogly-phen-Inschrift. Die Inschrift befindet

sich auf einem isolierten Felsblock

in der Nâhe des Ortes Karakurt

Hammamı (bei Kiepert, Blatt B IV

Yozgat, ca. 15 km vvestlich von

Kırşehir, mit ungefâhrer Ortslage

und in der Schreibung „Karaurt

Hammam" eingetragen; auf der

türkischen Karte 1:800 000 nicht

verzeichnet). Herr v. Aulock hat

mir seinen Fund in liebenswürdiger

Weise zur wissenschaftlichen

Aus-wertung überlassen und mir auch

seine photographischen Aufnahmen

zur Verfügung gestellt. Nach den

Bildern, die einen grossen Teil der

Inschrift gut erkennen lassen, als

alleinige Grundlage für eine

Edi-tion aber doch nicht ausreichen,

handelt es sich um eine kurze In­

schrift in eingeritzten Zeichen, die

sich — wenigstens zum Teil — auf

zwei Teilen des Felsens zu

wieder-holen scheint. Sie enthâlt den Na­

men eines Königssohnes. Ich hoffe,

im nâchsten Jahr Gelegenheit zu

finden, die Inschrift an Ort und

Ştelle zu kopieren.

(2)

YAYINLAR ÜZERİNDE

Millî Mücadelede Erzurum,

Cevat Dursanoğlu, Ankara 1946.

İki Dünya Harbi arasında geçen za­ manın, şümulü bütün bir millet ve önemi dünya ölçüsünde olmak üzere, en başta sayılması gereken olaylarından biri, belki de birincisi, şüphesiz ki Türk Devriminin zaferidir. Uzun yıllar boyunca, zamanın şartlarına ve gereklerine uyarak, içinde bulunduğu köhnemiş bir âlemle bağlarını kesip yeni bir medeniyet âlemine girmek özleyişi ve gayretleri içinde çırpınan Türk Milleti, yüzyıllar süren bir hazırlık devre­ sinden sonra, Osmanlı İmparatorluğunun çöküntü gürültüleri arasında ve yıkıntıları üzerinde, akıllara hayret veren bir haya­ tiyet göstererek müthiş bir hamle ile bu, zaferi elde etmiş, yani Türk İnkılâbını gerçekleştirmiştir.

Metotları, dünya ve h a y a t görüşü ile daha önceki bütün ıslâhat hareketlerinden tamamiyle ayrılan ve muhakkak ki bu sayede zafere ulaşabilen bu muazzam olay, bütün ayrıntıları ile her bakımdan henüz tamamiyle aydınlatılmış olmaktan çok uzak­ tır. Bilinmiyen tarafları pek çoktur. Bu itibarla üzerinde ne kadar yazılıp çizilse, ne kadar çok etütler yapılsa gene azdır. Daha nesiller boyunca fikir ve kalem, adamlarımızı bütün ömürlerince işgal ede­ cek kadar çeşitli ve zengin konular bulu­ nacaktır.

İşte Cevat Dursunoğlu, çıkardığı bu eserle, Türk İnkılâbının ilk günlerine ait bilgilerimize yeni ışıklar saçmaktadır. Ki­ tabının ö n s ö z ü ' n d e millî hareketin ilk önce Erzurum'da başlamasının sebeplerini bu memleketin coğrafî mevkii ve tarihî mazisi ile izah eden yazar, dört harp yılı bo­ yunca ayrı ayrı cephelerde vatanın bütün­ lüğü ve milletin bağımsızlığı uğrunda dö-ğüşmek üzere toptan silâh başına koşan genç yedek subay neslinden olup, Osmanlı İmparatorluğunun yenilgisini damgalayan Mondros Mütarekesinin imzalanmasından

sonra terhis edilmiştir, İstanbul'a döndüğü zaman birçok aydın arkadaşları gibi o da kendine uygun bir iş aramağa koyuluyor ve mensup olduğu Maarif Nezareti'ne baş­ vurarak kendi memleketi olan Erzurum'­ daki Öğretmen Okulu müdürlüğünü istiyor. Arkadaşlarından çoğunun karşılaştığı mu­ amele ile kabul olunarak kendisine de harp suçlusu gözü ile bakılıyor ve sonunda Na­ zırdan, Erzurum'un millî sınırlar içinde ka­ lacağı şüpheli olduğundan orada Öğretmen Okulu açmaktan vazgeçildiği cevabını alıyor. Cepheden dönen bir asker için kendi baba ocağının bulunduğu bir ye­ rin düşmana bırakılacağını işitmek, hem de bunu sorumlu bir devlet ricalin­ den öğrenmek, ne kadar acı bir şey ! Genç öğretmen, bu söz karşısında isyan eden millî ve vatanî duygularının etkisi altında nazıra gereken cevabı veriyor. O zaman İstanbul'da memleketi paylaşılmak­ tan korumak amacı ile bir takım cemiyet­ ler kurulmaktadır. Yazar, bunlardan biri olarak rahmetli Süleyman Nazif'in delale­ tiyle «Vilâyetı Şarkiye Müdafai Hukuki Milliye» adında bir cemiyetin kurulduğunu gazetelerde okuduğu gün hemen cemiyetin merkezine giderek hizmetini arz ediyor ve kısa bir zaman sonra da aynı cemiyetin Erzurum'da bir şubesini açmak için yetki alarak 1918 yılının aralık ayında yola çıkıyor. Fırtınalı bir denizde on günlük bir yolculuktan sonra Trabzon'a çıktığı zaman orada bir Pontos Devleti vücuda getirmek plânlarına karşı büyük bir faaliyetle çalı­ şılarak bir «Trabzon Muhafazai Hukuk Cemiyeti» nin kurulmuş olduğunu ve hara­ retle çalışıldığını yakından görüyor. «İs­ tanbul'un perişan ve imansız havasına mu­ kabil burada çok canlı bir hava estiğine» şahit olarak umudu artıyor. Erzurum yol­ ları, çekilen Moskof ordusunun döküntü­ leri ile dolu idi. Rus istilâsı önünde göç-eden halkın ancak pek az bir kısmı evlerine dönebilmiş, köyler ve kasabalar bomboş. Ahali aç, sefil ve perişan. İklimin sertliği

(3)

BEKİR SITKI BAYKAL

ve yırtıcı hayvanlar, hususiyle harp yılla­ rında insan leşi yemeğe alışmış kurt sürü­ leri, her an havatı tehdit etmekte. Tehli­ kelerle dolu yirmi bir günlük bir kış yolcu­ luğundan sonra Erzurum'a varılıyor. Ya­ zarın doğup büyüdüğü ve 1915 - 16 savaş­ larında göğsü ile müdafaa ettiği Erzurum şehri, enkaz yığınından ibaret bir harabe haline gelmiş. Barınacak ev hemen hemen k a l m a m ı ş ; memleketin bütünü gibi bu şehir de baştan başa onarılmağa, yeniden kurulmağa muhtaç. Harpten önce 80000 i aşan nüfusu, savaştan, Ermeni katliamla­ rından, açlık ve hastalıktan kırıla kırıla 3 - 4000 e inmiş. Büyük bir yoksuzluk ve perişanlık hükümferma ! Bununla beraber herkes, doğu illerimizin mukadderatı hak­ kında endişe içindedir. Erzurum'un da Er­ menistan'a verileceği işidilmiş. İstanbul'dan herhangi bir şekilde yardım beklemenin boş olduğu kanaati hâkim. O halde kendi başının çaresine bakmaktan başka çıkar yol görünmüyor. Bu ruh haleti içinde mem­ leketin aydın gençliği, kendi kendini savun­ ma için teşkilâtlamakta önayak oluyor. Yazarın kendisi, bütün bu işlerde önemli ve faal bir rol oynıyor. Nihayet 10 mart 1919 da «Erzurum Müdafai Hukuk Cemiyeti» kuruluyor.

Bundan sonra yazar, Cemiyetin ku­ rulması günlerinde sarf olunan gayretleri, cemiyetin kuruluşunu, faaliyetlerini, ne suretle ordudan yardım sağlandığını, komşu vilâyetlerle temasa geçildiğini, önce Erzurum vilâyeti kongresinin toplanı­ şını, sonra da «Vilâyatı Sitte» adı verilen Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarba­ kır, Sivas vilâyetlerinin, Ermenistan'a ve Trabzon'un Pontos Rumlarına verilmek suretiyle mukadderatları birleştirilmiş olan bu vilâyetlerin işbirliğini ve müşterek mü­ dafaasını sağlamak için alınan tedbirleri, Türk dâvasının cihan efkârı önünde sa­ vunma yol ve vasıtalarını ve nihayet Er­ zurum Kongresi'nin toplanışı ile faaliyetini anlattıktan sonra Kongre'nin aldığı karar­ ları değerlendirmektedir. Bu arada geçen hadiseler, Erzurum'a resmi görevlerle ge­ len yabancı heyetler ve daha bazı önemli meseleler hakkında enteresan bilgiler ve­ rilmektedir.

« O büyük günlerin birçok olaylarına

şahit» olduğunu bilen birçok tarihçi arka­ daşlarının tavsiyeleri ve ısrarları üzerine ve bir de, son zamanlarda görülmeğe baş­ landığı gibi, olayların, gerçeklere aykırı bir şekilde yazılmaları yüzünden, « bu ta­ rihin kaynaklarını bulandıracaklarından endişe duyduğundan » hatıratını yazmağa karar verdiğini Önsözünde ( Sahife 9 - 10 ) belirten yazarın, eserinde en çok dikkat ettiği nokta, üzerinden yirmi beş yıl geç­ mesi dolayısiyle artık günlük politika ile de ilgisi kalmamış olan «olayları olduğu gibi anlatmak ve vesikalara bağlamak » , objektif kalmak olmuştur. Şahsî hatıratına ve o zamanki görüşlerine mümkün olduğu kadar az yer vermiş, ancak olayların ay­ dınlatılması için gereken yerlerde bunları yazmakla yetinmiştir. Bildiklerini olduğu gibi yazmayı, « hem İnkılâp tarihimizde ve hem de millî mücadelede her vazifesini seve seve başaran Erzurum a karşı bir borç » saymaktadır.

Eserde asıl metin 140 sahife olup sonuna şimdiye kadar hiçbir yerde yayın­ lanmamış olan sekiz t a n e belge transkrip­ siyonunun eklenmesi ile kitap 170 sahifeyi bulmaktadır. Metin kısmının sonuna rah­ metli Atatürk'ün Erzurum hemşehrisi ol­ duğunu gösteren bir belgenin fotokopisi konduğu gibi kitabın kapağında da Erzu­ rum'un yıkık, fakat gene de heybetini ve ululuğunu muhafaza eden bir Türk ve İs­ lâm şehri olduğunu belirten, ve ressam Cemal Bingöl tarafından yapılmış olan bir resmi bulunmaktadır. Eserin ustaca ayrıl­ mış bulunduğu birçok bölümler, okumayı ve meseleleri kolaylıkla kavramayı kolay­ laştırdığı gibi ayrıca sahife altlarına ko­ nan notlar da, esas metnin akıcılığını ve fikirlerin mantık sıralanışını aksatmaksı­ zın birçok ayrıntıları hakkiyle anlamak imkânını vermektedir.

Çoğu teknik sebeplerden ileri geldiği anlaşılan bâzı aksaklıklar bir tarafa bıra­ kılacak olursa eser, başından sonuna ka­ dar çok sade, her türlü süs ve ağırlıktan sıyrılmış temiz bir dille yazılmıştır. Tertip bakımından en çok göze çarpan noktalar­ dan biri, tipik olan olayların kitapta ma­ haretle serpiştirilmiş olmasıdır. Sırası düş­ tükçe birer örnek olarak verilen bunlar, kitaba bir canlılık, üsluba akıcılık ve özel 458

(4)

YAYINLAR ÜZERİNDE

459

bir cazibe vermektedir. Bunlar arasında

çok kuvvetli sayabileceğimiz tasvirlere bi­ le rastlamaktayız. Meselâ rahmetli Ata­ türk, ilk defa Erzurum'a giderken bu şe­ hir halkı tarafından karşılandığı Ilıca'da dinlendiği sırada konuşturduğu ihtiyar Mev-lud ağa'nın sözleri, bir vatan parçasının o zaman düşmana verilmek temayülü kar­ şısında basit halk tabakasının bile ne dü­ şündüğünü gösteren tipik bir örneğin ne kadar kuvvetli bir tasviridir. İnsan şu sa­ tırları okuyunca heyecanlanıyor, gözleri yaşla d o l u y o r :

Ilıca'da bir gölgelikte dinlenirken sö­ zü hep millî h a r e k e t etrafında dolaştıran Mustafa Kemal'in «gözleri Ilıca'nın batı­ sındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların arkasına doğru çekiliyor ve sır­ tın üzerini ışıklariyle süslüyordu. Burada, t a m yolun geçtiği yerde b i r adam ufka mürtesem düştüğü için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı için de koyu renkli ve parıltılı bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu . . . .

«Heykel, sırtlardan aşağı doğru yü­ rüyor, onu ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefakeş kağnıları takip ediyordu. Bu kafilenin ucu sırtların yarı beline yaklaştığı sırada so­ nu da ufuktan ayrılmış bulunuyordu. Bu, beş on kağnı ile kadın, erkek, çoluk, ço­ cuk yirmi otuz kişilik bir muhacir kafilesi idi. Kafilenin önünde yürüyen heykel, ya­ vaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Bu iri ve dinç bir ihtiyardı. Gür ve ak sakalı göğsünü d o l d u r m u ş ; Anadolu ovalarının rüzgârı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzla­ rına kartal kanat attığı paltosu ve elinde­ ki asasiyle bir yolcudan ziyade şark mito­ lojisindeki yarı tanrı kabile reislerine ben­ ziyordu.

Misafirlerin ehemmiyetli kimseler ol­ duğunu anlıyan ihtiyarın zeki gözleri par­ ladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları se­ lâmladı. Mustafa Kemal Paşa, tâ yanıba-şına kadar geldiği halde heykelliğinin aza­ metini kaybetmiyen bu ihtiyarın hatırını s o r u y o r ; o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu kısa hoşbeşten sonra Paşa ihtiyara:

— Ağa, böyle nereden geliyorsun ?

dedi.

İhtiyar:

— Paşam, Rus gelirken muhacir ol­ muştum. Çukurovada idim. Şimdi köyüme dönüyorum, diye cevap verdi.

Paşa, zamanın nezaketini, halin emni­ yetsizliğini ileri sürerek böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığı­ nı, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda d a :

— Ağa, yoksa oralarda geçinemedin-mi ? dedi. •

Ağa derhal mukabele e t t i :

— Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçer. Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdi çayır da . . . Hamdolsun uşaklar da çalışkandır­ lar. Değil Çukurova gibi bir yerden taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz pa­ dişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul'daki «ırzı kırıklar» bizim Erzurum'u Ermenilere vere­ ceklermiş. Geldim ki göreyim, bu «namert­ ler» kimin malını kime veriyorlar ?

Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş, ihtiyarın inan dolu göğsünden gelen bu ses yine onun gibi tunç çehreli kahraman as­ kerin gözlerini y a ş a r t t ı . Bu eski türk ka­ lesine millet işi için milletle beraber çalış­ mağa gelen büyük devlet adamı yaşlı göz­ lerle arkadaşlarına döndü ve « bu milletle neler yapılmaz ! » dedikten sonra ihtiyarla vedâlaştı.

Bu ihtiyar, Erzurum'un 1319 ve 1322 ihtilâllerine adı temiz yiğitlikle karışmış olan Mezararkalı Mevlût Ağa idi. Mevlût Ağa, büyük millet zaferinden bir kaç yıl sonra öldü . . , . » .

Cevat Dursunoğlu'nun bu eseri, bütün özellikleri ile, İnkilâp Tarihimizin bibliyog­ rafyası içinde lâyık olduğu önemli yeri işgal edecektir. İşin içinde bulunması do-layısiyle birçok şeyleri yakından görmüş veya bizzat yaşamış olan bir zatın, muaz­ zam olayları tasvir eden bu himmetini minnetle karşılıyoruz. Sayın Dursunoğlu'nun II 'inci sahifedeki notta vâdettiği gibi, Erzu­ rum Kongresi'nden Ermenistan savaşının sonuna kadar geçen zamana ait hatıratını da yakında ayrı bir kitap halinde çıkar­ masını candan temenni ediyor ve sabırsız­ lıkla bekliyoruz.

Dr. BEKİR SITKI BAYKAL Tarih Profesörü

(5)

460 W . E B E R H A R D

Ne w D i s c o v e r i e s of H i s t o r i c a l T r i b e s i n t h e A n c i e n t W e s t o f

C h i n a , Chang Si-man ( İ n s t i t u t e for

Research of Chinese Minorities, Nanking 1947 ; 47 s. ; çince)

Orta Asya tarihi ve kültürünün tetkiki son yirmi senede hemen hemen tamamen Türkler'in, Batılılar'ın ve Japonlar'ın elle­ rine kalmıştır. Çin ilim adamlarının eser­ lerinden yalnız Ch'en Yuan'ın muhtelif makaleleri cidden yeni fikirler ortaya at­ mıştır. Prof. Chang Si-man'ın küçük bro­ şürünü bunun için büyük alâka ile okuduk. Diğer bazı Çin müelliflerinin aksine ola­ rak, Prof. Chang Avrupa'da bu sahada ya­ pılan tetkikleri de takip etmiştir ; üzerinde en fazla tesir bırakan da Rus neşriyatıdır. Kitabı üç kısımdan ibarettir. Birinci kısımda, Yü-ehih ( Yüe-cı ) 'lar hakkındaki eski ve yeni nazariyeleri gözden geçirdik­ ten sonra, şu neticelere varmaktadır : Tak­ riben M. ö. 1000'lerde aslen Hint-Avrupah olan Yüeh-chih'ler İran'dan Tarım havzası­ na inmişlerdir. Doğu'da tâ Çin'in Kansu eyaletine kadar göçebe ve yarı göçebe olarak yaşamışlardır. Lena nehri sahasından güneye inen Türkler'le muharebeler olmuş ve Türkler batıya doğru gitmişlerdir. On­ dan sonra aslen Moğol olan Hsiung-nu'larla büyük muharebeler olmuştur (Chang'a. göre, bu muharebe M. ö. 176'da, yani Lao-shang Shan-yü henüz veliaht olduğu zamanda vuku b u l m u ş t u r ; şimdiye kadar, bu muha­ rebenin tarihi 174 ile 150 arasında tesbit edilirdi). Yüeh-chih'lar batıya firar etmeğe mecbur kalmışlardır.— Bu nazariyeye karşı birçok itirazlarımız vardır. Hsiung - nu'Iar (Japon arkeologu R. Torii'nin iddea ettiği gibi) Moğol değildir, Türktür. Bunun kat'î ispatını, L. Bazin ile benin Hsiung-nu dili üzerine yaptığımız müşterek tetkikler ver­ miştir. İlk Türklerin Lena nehri sahasından indikleri hakkında hiç bir ispat yoktur, nasıl ki Yüeh-chih'ların İran'dan gelmesi de ispat edilemez.

Chang'a göre, Yüeh - chih'lerin asıl

ismi Ta-yüeh-chih (yani Büyük Yüeh-chih) dir. Aynı zaman bu isimde bütün Çin kay­ naklarında ikinci işaret yanlış yazılmıştır (Yüeh'nin yerine «jou» okunması lazımmış). Bu suretle, Chang'a göre Ta-yüeh-chih = Tacik olur, Tacik'ler ( Tazı ) İran'da otur­

dukların için, Chang'a göre, Ta-yüeh-chih-ler de aslan İran'lı olmalıdır. Bu nazariye­ yi ortaya atarken, Chang, »Tacik» kelime­ sinin eski mana ve eski tarihini nazarı itibara almamıştır. Yüeh-chih'ların kanlı­ lığı için diğer bir delil olarak, Chang, Yüeh-chih'lerde geçen ve heryerde « yab-gu » olarak izah edilen « hsieh-hou » unva­ nını göstermektedir : « hsieh-hou » = «şah» mış, Türkçe değilmiş.

Chang'ıa hataları iki sebepten ileri

gelmektedir: a) kendisi Çin kaynaklarını kâfi derecede tanımıyor. Meselâ 'yabgu' un­ vanı, Yüeh-chih'lerle kullanıldığı zamanda -Hsiung-nu'larda da geçmektedir.

Yüeh-chih'ların en eski tarihi üzerinde Çin âlimi Wang Kuo-wei tarafından yapılan tetkikleri de okumamıştır; Wang M. ö. 500 'lerde ve daha eski metinlerde hiçbir zaman Ta Yüeh-chih kelimesi geçmediğini, fakatYüeh-chih'nın yerinde Yü-chih,Yü-shih, Niu-shih, Wu-shih (hiçbir zaman Jou-chih) geçtiğini göstermiştir. Ancak büyük hezi­ metten sonra Yüeh-chih'ların ikiye ayrıl­ masını müteakip, batıya giden büyük kütle 'Büyük Yüeh-chih' (Ta-Yüeh-chih) ve Kansu dağlarında kalan küçük topluluklara da 'Küçük Yüeh-chih' denirdi, b) Chang, Avrupalı'lar tarafından yazılan tetkikleri gözden geçirdiği halde, onların istinat et­ tikleri noktalara kâfi derecede ehemmiyet vermemiştir. Bilhassa filolojik noktai nazarı sükûtla geçmiştir. Filoloji bakımından

Chang'ın bu ve diğer buluşları tutunamaz.

İkinci kısımda, Chang, onuncu yüz­ yılda Kuzey Çin'de hüküm süren Sha-t'o (Şato)'ların 'Sar,t' olduklarını iddia ediyor. Bu Sart'lar, kendisine göre, İranlı Tacik (yani Yüeh-chih) ve Uygur'ların karışma­ sından meydana gelen, İranlı fakat Türkçe konuşan bir topluluktur. ' Ş a r t ' problemi,

Zeki V. Togan'ın kitabında ( Bugünkü

Türkili ve Yakın Tarihi, cilt 1 ; İstanbul 1947) izah edildiği için, şimdilik bir yana bırakmak istiyorum. Sha-t'o'lar ise, Tokuz-oğuz topluluğundan meydana çıkmış tam mânasiyle bir Türk kabile birliğidir ( bk.

W. Eberhard, Belleten N o . 41. s. 1 5 - 2 7

ve Z. V. Togan : Umumî Türk Tarihine giriş, s. 56). Prof. Chang, Sha-t'o'lar hak-kında mevcut olan bütün tarihî malzemeyi gözden geçirseydi, bu teoriyi ortaya at-mıyacaktı.

(6)

YAYINLAR ÜZERİNDE 461 Kitabın son kısmında, Wu-sun'ların

Kazak olduklarını isbat etmek istiyor. Dil bakımından bu teklif tutunamaz. Tarih bakımından da çok ciddi itirazlar vardır.

A. E. Hudson ( Kazak Social S t r u c t u r e ;

NewHaven 1938, s. 12-14) ve son olarak

Z. V. Togan bu isim ile meşgul olmuşlar,

ve ismin, kabile ismi olarak, çok geç mey­ dana çıktığını ispat etmişlerdir (Bugünkü Türk-ili, s. 37). Prof. Chang, Wu-sun'lar 437 senesinden sonra, «Çin kaynaklarında bir daha görünmüyorlar» (s. 40) iddeasında bulunuyorsa da, bu da doğru değildir.

Chang tarafından kullanılan kaynakta,

Çinli'lerin 5l4'te Wu-sun'lara gönderdikleri bir heyetten bahsedilir (Wei-shu 32 = s. 1976a) ve Kitan devrinde Wu-sun'lar bir kaç defa zikredilmiştir (shih 70, Liao-shih 36 ve 46).

Kitabı okuduktan sonra netice olarak söyliyebiliriz ki yeni malûmat öğrenmedik ve kabul edilecek yeni fikirler de görme­ dik. Hülâsa olarak, bu kitap, Batı dünya­ sının tetkiklerine nisbetle geridir.

W. EBERHARD Sinoloji Profesörü

S e k o y a ' l a r ( M a m u t a ğ a ç l a r ı )

Esat Muhlis Oksal; İstanbul 1945.

Ormancıları olduğu k a d a r coğrafya­ cıları da yakından ilgilendiren bu ki­ t a p t a , Kaliforniya'da yetişen pek yük­ sek boylu ve çok kalın gövdeli, uzun ömürlü dev ağaçlarla bunların coğrafî yayılışı incelenmekte, Gymnosperm'ler dünyasının en büyük ağaçları ve dünya­ daki ağaçların en hacimlileri olan s e-k o y a'lar, bilimsel temellere dayanılarae-k çok açık, akıcı ve sade sözlerle anlatıl­ maktadır. Gerçekten, gerek kseromorf yaprakları ve gerekse pek uzun ve ka­ lın köklerinin enerjisiyle, diğer bütün ağaçlardan farklı olarak 40-48 metrelik devrelerle 140 metreye k a d a r boylanan, odun ve kereste özelliklerini en iyi şe­ kilde geliştiren, tepe dallarını eşsiz bir güzellikle tam -bir ehram biçiminde şe­ killendiren bu ağaçlar, yalnız bugünkü bitki dünyasının değil, tarihin de en başta gelen ağaçlarından biri ve sağla­

dıkları zengin linyit kömürleri havzala-riyle ifosil îbitkiler dünyasının en önemli ağaçlarındandır. Bir çeşidi, yaprakları bakımından cryptimeria ve selvilere, ikin­ ci bir ' çeşidi bataklık selvilerine ve por­ suklara benzeyen, Diluvial buzullaşmala­ rına kadar bütün Avrupa ile Kuzey Ame­ rika ve Asya'da büyük bir bolluk ve 14 ü geçen tür çeşitliliği halinde yaşamış bulu­ nan bu ağaçların, bugün yalnız O r t a Ka­ liforniya'nın Sierra-Nevada ve Coast-Ran-ge dağlarının küçük bir alanına kısılmış ve sığınmış 2 türü kalmış, bugün buraları, Amerika Birleşik Devletleri'nin kongre ka-rarlariyle, «Sekoya Nasyonal Parkcları» şeklinde halka açılmıştır.

Gövdeleri düz sütunlar halinde, en küçüğünün devresi 10, en büyüğünün 48 metre olan sekoya ağaçlarından dağ sırt-larındakilerinin boyları 100, vadilerdeki-lerin ise 120-140 metreyi bulmaktadır. Yerde yatan bir sekoyanın üstüne çık­ mak için büyük merdivenler gerektiği gibi, bunun kabuğunu soymak için 5 işçi üç ay çalışmıştır. Kitabın kapağını süs­ leyen tabloda, s e k o y a " ağacının gövdesi önünde 8 kişi, yanyana durdukları halde ağacın bu en alt bölümünün kapanma­

dığı görülüyor. Yine kitabın içindeki renkli tablolardan birinde, içi boşalmış bir sekoya gövdesinin yere yakın bölümünden içerisine birkaç kişi binmiş çift atlı büyük bir arabanın rahatça geçmekte olduğu gö­ rülmekte, böylece bu ağaçların büyüklük­ leri hakkında fikir edinilmektedir.

Bu dev ağaçların, yaşlarının tesbiti için çok çalışılmış, Amerikan bilginlerinin incelemeleriyle, bunlardan birinin yaşının 5000 yıl olduğu anlaşılmış, halk arasında O r m a n Kraliçesi, Orman Anası, Orman Babası, General Sherman v. b. adlar takılan pek iri sekoyaların bazılarının ise daha yaşlı olduğu tahinin olunmuştur. İşte yukarıda adı geçen kitapta, Kretase ve Tersiyer'de yaşamış bulunan muazzam Gy-mnosperm'Ierin zamanımıza' intikal etmiş artıklarını teşkil eden sekoyaların, geçmiş­ teki ve bugünkü durumu, bugünkü yayılış bölgeleri, sistematik, botanik ve silvikül-türel özellikleriyle koruma, bakma, değer­ lendirme, yetiştirme imkânları incelen­ mektedir.

(7)

462 R E Ş A T İZBIRAK 14 X 20 cm en ve boyunda, 110 say­

fa tutan kitapta, birkaçı renkli tablo ha­ linde olan 33 şekil, bir de renkli harta vardır. Sekoyaların tarihi ve aktüel duru­ mundan bahsedilen birinci bölümde, bu­ günkü Avrupa ve Asya ülkelerinin birçoğu ile Amerika'da ve Grönland, Spitzberg, Sahalın adalarındaki Kretase, Tersiyer ta­ bakalarında bugün yer yer raslanan kö­ mürleşmiş ormanların, çok defa sekoya fosillerinden terekkübetmesinden, bu ağaç­ ların bu devirlerde gerçekten geniş yer tuttuğuna bir delil sayılacağı belirtilmekte ve bugün, Güney Fransa ile İtalya ikli­ mine benzeyen memleketimiz ikliminde de sekoyaların yetişmiş olması gerektiği kay­ dolunmakta, bundan sonra buzullaşmaların, bugünkü bitkilerin çeşit ve yayılış alanla­ rına yaptığı etki ve tepkilere yersel de­ ğişikliklerin bugünkü bitki dünyasının da­ ğılışına yaptığı tesirler incelenmektedir.

ikinci bir bölümde sekoyaların genel sistematiği (çiçekleri, yaşları, üreme- şekil­ leri, ibreleri, gövdelerinin anatomisi, kök­ leri, embriyolojileri, yayılış yerleri, fosil durumları) incelenmektedir. «Sekoyaların türleri ve yayılış bölgeleri» adı altındaki üçüncü bölümde, Sequoia gigantea (selvi yapraklı büyük mamut ağacı) ile Sequoia sempervirens (porsuk yapraklı sahil seko­ yası) den, ayrı ayrı bahsolunmaktadır. Bu arada Kaliforniyalıların Big-Tree, İngiliz­ lerin Mammoth-Tree, Almanların Riasen-sequoia veya Mammutbaum, Fransızların Sequoia gigantesque adını verdikleri bu dev ağaçların adının, Kızılderili boyların­ dan birinin başkanına, kendilerine bir al­ fabe sunduğundan ötürü, bir takdir ve te­ şekkür ifadesi olarak verilen ve büyüklük, uzun ömürlülük sembolü olan S e q u o y a h sözünden gelme olduğu belirtilmekte, İn­ gilizlerin, bu ağaçları ünlü kumandanların­ dan Wellington'a, Amerikalıların ise kuru­ cuları ve ilk cumhurbaşkanları Washing-ton'a izafe'ettikleri, böylece Sbquoia gigan­ tea adı yanında, aynı anlamda kullanıl­ mak üzare, Wellingtonia gigantea (Büyük

Wellington) , Sequoia Wellingtonia ( Wel­ lington sekoyası), Sequoia Washingtonia (Weshington sekoyası) adlarının da belir­ diği işaret edilmektedir. Bu bölümde Sequ-oia gigantea'ların bugünkü doğal yayılış bölgeleei, sekoya korulariyle buralarının bugünkü iklim şartları incelenmekte, seko­ yaların başka yayılış bölgeleri ve bu ara­ da memleketimizdeki pek sayılı sekoya-larla Avrupa sekoyalarına dokunulmakta, bunların botanik özellikleri, büyüme tem­ poları, odunları, üremeleri üzerinde durul­ maktadır. Bundan sonra, Amerikalıların Redwood, İngilizlerin California Redwood, Fransızların Sequoia toujours vert, Al­ manların İmmergrüne Küstensequoia veya Eibensequoia adını verdikleri sahil seko­ yaları (Sequoia sempervirens) nın dağılış tarzlariyle botanik özelliklerine dokunul­ maktadır.

Kitabın sonunda gigantea ve semper­ virens sekoyalarının Türkiyede yetiştiril­ mesi imkânları araştırılmakta, buzullaşma­ dan önce Avrupa, Kuzey Asya ve Akde­ niz bölgelerinde yetişmiş olduğu anlaşılan sekoya ağacının, memleketimizde yeniden üretilebilmesi imkânları araştırılmakta ve Karadeniz, Ege ve Akdeniz kıyı boyunda­ ki birçok yamaç ve vadilerin iklim şartla­ rının, Amerikadaki Sierra Nevada'daki se­ koya koruları alanlarının iklimine ya ta-mamiyle yahut oldukça uyduğu ve nihayet Kaliforniya'da sekoyalarla yanyana yaşa­ yan kokulu köknarlarla şekerli çamların memleketimizde de iyi yetiştikleri belirtil­ mekte, her iki sekoya çeşidinin, yurdumu­ zun da belirli yerlerinde, kolay yetiştirile-bileceği sonucuna varılmaktadır.

Özenle hazırlanan ve türlü kıyasla­ malara yer veren bu eserden, yeryüzünün bir köşesine kısılmış bulunan bu dev ağaç­ lar hakkında gerçekten derli toplu bilgi edinmek mümkün oluyor.

Dr. R E Ş A T İZBIRAK Coğrafya Doçenti

(8)

HABERLER

Üniversitemizin 1947 - 48

Ders Yılı Açılış Töreni

Üniversitemizin 1947-48 ders

yılı, 21 ekim 1947 salı günü saat

10.30 da, Fakültemizin Konferans

Salonunda törenle açılmıştır. Cum­

hurbaşkanı ve Bayan İnönü'nün

hü-zurlariyle şeref verdikleri bu törene

Millî Eğitim Bakanı, Bakanlar, Üni­

versitemizin Öğretim Üyeleriyle öğ­

rencileri ve seçkin bir davetli küt­

lesi iştirak etmişlerdir. Tören Rek­

tör Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz

Kansu'nun bir şöyleviyle başlamış

ve bundan sonra Tıp Fakültesi

Dekanı Ord. Prof. Dr. Abdülkadir

Noyan tarafından "İntanî Hasta­

lıklar Karşısında Tababetin Dünkü

ve Bugünkü Durumu,, konusu üze­

rinde bir açış dersi verilmiştir.

Dergimiz, genç Üniversitemize önü­

müzdeki ders yılında da değerli

başarılar diler.

Atina'da Fransız Arkeoloji

Okulunun Yüzüncü Yıldönümü

Atina'da Fransız Arkeoloji oku­

lunun yüzüncü yıldönümü münase­

betiyle yapılan Kongre'ye, Üniver­

sitemiz ve Fakültemiz ayrı ayrı

davet olunmuş ve Ankara Üniver­

sitesi adına Dekan Prof. E. Ziya

Karal, Fakültemiz adına da Doç.

Dr. Ekrem Akurgal Atina'ya giden

hey'ete katılmışlardır. Ankara Üni­

versitesi adına Prof. E. Ziya Karal

Üniversite'nin bir mesajını okul

mü-dürüne takdim etmiştir. Hey'et, 19

Eylûl'de memleketimize dönmüştür.

Batı Anadolu Arkeoloji

Araştırmaları İstasyonu

Dekan Prof. Enver Ziya Karal,

Prof. Necmettin Halil Onan ve

Doç. Ekrem Akurgal eylül ayı için­

de İzmir'e gitmişler ve orada Fa­

kültemize bağlı olarak bir "Batı

Anadolu Arkeoloji Araştırmaları İs­

tasyonu,, açılması için gerekli ha­

zırlıklarda bulunmuşlardır.

Prof. A. N. Kurat Geldi

İngiliz Kültür Heyeti'nin dave­

tiyle bir yıldanberi İngiltere'de tet­

kiklerde bulunan Prof- A. N. Kurat,

yurda dönmüş ve Fakültedeki

derslerine başlamıştır.

Fakültemizden Ayrılan Öğretim

Üyeleri

Mukavelesi sona eren Psikolo­

ji Ord. Prof. C. C. Pratt, Fakülte­

mizden ayrılarak Amerika'ya dön­

müştür.

Prof. Muzaffer Şerif Başoğlu

ve Doç. Azra Erhat Fakülteden

ayrılmışlardır.

Coğrafya Kongresi

Ankara ve İstanbul Üniversi­

telerinin coğrafya Profesörleri ida­

resinde olarak yurdun türlü yerle­

rinde incelemelerde bulunan lise

coğrafya öğretmenlerinin, Türk

(9)

Coğ-HABERLER

rafya Kurumu üyelerinin ve ilgili­

lerinin katılmalarıyle, 4-8 Ağustos

1947'de Fakültemiz Coğrafya Ens­

titüsü salonunda bir coğrafya kon­

gresi yapılmış, yurt gezilerinde elde

edilen sonuçlar üzerinde tartış­

malı konferanslar verilmiş, Kuru­

mun Genel Merkez Kurulu seçilmiş

ve ilerideki çalışmalar için gerekli

kararlar alınmıştır.

Fakültemiz Öğretim Üyeleriyle

Öğrencilerinin Yurt içindeki

Bilimsel Gezileri

Hititoloji Profesörü

Güter-bock, mayıs ayı içinde, Hatay'da,

İngiliz Profesörü Sir Leonard

Wool-ley'in idaresindeki Telaçan kazı­

sını; Süveydiye'de El-Mînâ kazı

yerini; Tarsus'ta Amerikalı Profe­

sör Goldman'ın idaresindeki kazıyı

ve Silifke dolaylarındaki tarihî

Korykos mağaralarını ziyaret etmiş,

ayrıca Antakya ve Adana müzele­

rinde de incelemelerde bulunmuştur.

• Prof. Dr. Bekir Sıtkı

Bay-kal'ın, Doç. Dr. Halil Demircioğlu

ve Doç. Halil Dr. İnalcık'ın idare­

sindeki bir öğrenci gurupu, Haziran

ayı sonunda Konya, Beyşehir, Ka­

raman, Ulukışla, Kayseri ve Ürgüb'e

giderek, Hitit ve Selçuk eserleri

üzerinde incelemeler yapmışlardır.

• Prof. Cemal Alagöz, Prof.

Mac Callien ve Asis. Dr. Cevat

Gürsoy'un idaresindeki bir öğrenci

gurupu, Haziran ayı içinde,

Koçhi-sar, Bâlâ, Keskin, Kırıkkale, Nallı­

han, Sakarya vadisi, Beypazarı,

Ayaş ve Güdül'de mevziî coğrafya

incelemeleri yapmışlardır.

Lise coğrafya öğretmenle­

rinden müteşekkil bir gurup da, yine

Prof. Cemal Alagöz'ün ve İstanbul

Üniversitesi profesörlerinden Ali

Tanoğlu ile Fakültemiz Asistan­

larından Cevat Gürsoy'un idare­

sinde olarak, Temmuz ayı içinde,

Sivas, Erzurum, Trabzon, Rize,

Zonguldak, Karabük, Bolu ve

Ada-pazarı'nda mevziî coğrafya üzerin­

de ve bilhassa lise coğrafya öğre­

timini ilgilendiren hususlarda ince­

lemelerde bulunmuşlardır.

Hindoloji Profesörü W.

Ru-ben ile ilimler Tarihi Doçenti Aydın

Sayılı, temmuz ayı içinde Kırşehir'e

giderek, Selçuklulara ait bir rasat

kuyusu üzerinde incelemelerde bu­

lunmuşlardır.

Coğrafya doçentlerinden

Danyal Bediz'in idaresindeki bir

öğrenci gurubu, Ağustos ayı içinde

Uşak, Alaşehir, Kula, Adala, Salihli,

Manisa, İzmir, Söke, Kuşadası, Ay­

dın, Nazilli, Denizli ve

Pamukkale'-ye giderek, ekonomik ve morfolojik

incelemelerde bulunmuşlardır.

Coğrafya doçentlerinden

Ferruh Sanır, Ağustos ayı içinde

Eber Gölü, Akarçay, Karamık Ova­

sı ve Babageçtik dağında jeomor­

folojik incelemelerde bulunmuştur.

Doç. Ekrem Akurgal ve Doç.

Sedat Alp, Eylül ayı içinde Tarih

Kurumu adına Kızılırmak kavsi

güneyindeki Hitit âbideleri üze­

rinde araştırmalar yapmışlar ve

Aksaravr dolaylarındaki Acem Hö­

yüğünde açılacak olan kazı için

ihzarı çalışmalarda bulunmuşlardır.

Ord. Prof. Landsberger ve

Asis. K. Balkan, Ekim ayı içinde

Gaziantep, Maraş, Malatya, Elâzığ,

Urfa ve Diyarbakır'a giderek in­

celemeler yapmışlardır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Bulgular: Normal term doğumlarda, maternal ve umbilikal kord kan endotelin-1 düzeyleri sezeryan doğumlara göre daha fazlaydı, fakat bu fark istatistiksel olarak

Methodology: The present investigation has been undertaken to study the levels of lipid peroxide (LP) and antioxidant enzyme superoxide dismutase (SOD) activities in

Emrullah GÜNEY, Dicle Üniversitesi Gülen GÜLLÜ, Hacettepe Üniversitesi Nilgül KARADENĐZ, Ankara Üniversitesi Nizamettin KAZANCI, Ankara Üniversitesi Günay KOCASOY,

Through a social network analysis approach, it shows that the countries where actors work and the scientific branches of these actors play a role in the structuration of

Particularly, in the Tatra mountains, national parks were created on both sides of the Polish- Czechoslovak border, because of that, the highest mountain nest in the Carpathians, was

Abstract: The approach to derive models of tourism development in three studied villages in a border mountainous region of Bulgaria adheres to some known

On Greek territory from the valley of Mesta River to Slavyanka Mountain no protected area exists.It is justified for the area around Ilinden - Eksohi border

The real proportion in Lesten is even stronger in the favor of organized Bulgarian visitors as one of the two accommodation establishments there (which holds 80% of the available