Tebliğ: XIII
KIRŞEHİR CİVARINDA BULUNAN BİR
ETİ KİTABESİ
EİNE HETHITISCHE INSCHRİFT İN DER UMGEBUNG
VON KIRŞEHİR
Bu yılın Eylül ayında, Kırşehir
civarında bir av gezisine çıkan Bay
H. von Aulock (İstanbul), şimdiye
kadar bilinmiyen bir Eti hiyeroglif
kitabesini buldu. Kitabe, Kırşehir
batısındaki Karakurt Hamamı ya
kınında bulunup tek başına duran
bir kaya bloku üzerindedir
(Kie-pert'in haritasının B IV Yozgat
paftasında Kırşehir'in takriben 15
km. batısında "Karaurt Hammam,,
imlâsiyle kaydedilmiş, 1: 800 000
mikyaslı Türkiye haritasında ise
gösterilmemiştir). Bay von Aulock,
buluntusunu yayınlamak hakkını ve
çektiği fotoğrafları bana vermek
lûtfunda bulunmuştur. Fotoğraflar,
kitabenin büyük bir kısmını iyi
göstermekle beraber, kitabenin
kopyasını yapmaya yetmemektedir.
Resimlerde, oyularak yazılan hiye
rogliflerden ibaret olup kayanın iki
parçasında — hiç olmazsa kısmen —
tekerrür eden kısa bir kitabe
görülmektedir. İçinde bir kıral oğ
lunun adı zikredilmiştir. Gelecek
yıl kitabeyi yerinde kopya etmek
fırsatını bulacağımı umarım.
H. G. GÜTERBOCK
Hititoloji Profesörü
im September dieses Jahres
fand Herr H. v. Aulock, istanbul,
bei einem Jagdausflug in der
Um-gebung von Kırşehir eine bisher
unbekannte hethitische
Hierogly-phen-Inschrift. Die Inschrift befindet
sich auf einem isolierten Felsblock
in der Nâhe des Ortes Karakurt
Hammamı (bei Kiepert, Blatt B IV
Yozgat, ca. 15 km vvestlich von
Kırşehir, mit ungefâhrer Ortslage
und in der Schreibung „Karaurt
Hammam" eingetragen; auf der
türkischen Karte 1:800 000 nicht
verzeichnet). Herr v. Aulock hat
mir seinen Fund in liebenswürdiger
Weise zur wissenschaftlichen
Aus-wertung überlassen und mir auch
seine photographischen Aufnahmen
zur Verfügung gestellt. Nach den
Bildern, die einen grossen Teil der
Inschrift gut erkennen lassen, als
alleinige Grundlage für eine
Edi-tion aber doch nicht ausreichen,
handelt es sich um eine kurze In
schrift in eingeritzten Zeichen, die
sich — wenigstens zum Teil — auf
zwei Teilen des Felsens zu
wieder-holen scheint. Sie enthâlt den Na
men eines Königssohnes. Ich hoffe,
im nâchsten Jahr Gelegenheit zu
finden, die Inschrift an Ort und
Ştelle zu kopieren.
YAYINLAR ÜZERİNDE
Millî Mücadelede Erzurum,
Cevat Dursanoğlu, Ankara 1946.
İki Dünya Harbi arasında geçen za manın, şümulü bütün bir millet ve önemi dünya ölçüsünde olmak üzere, en başta sayılması gereken olaylarından biri, belki de birincisi, şüphesiz ki Türk Devriminin zaferidir. Uzun yıllar boyunca, zamanın şartlarına ve gereklerine uyarak, içinde bulunduğu köhnemiş bir âlemle bağlarını kesip yeni bir medeniyet âlemine girmek özleyişi ve gayretleri içinde çırpınan Türk Milleti, yüzyıllar süren bir hazırlık devre sinden sonra, Osmanlı İmparatorluğunun çöküntü gürültüleri arasında ve yıkıntıları üzerinde, akıllara hayret veren bir haya tiyet göstererek müthiş bir hamle ile bu, zaferi elde etmiş, yani Türk İnkılâbını gerçekleştirmiştir.
Metotları, dünya ve h a y a t görüşü ile daha önceki bütün ıslâhat hareketlerinden tamamiyle ayrılan ve muhakkak ki bu sayede zafere ulaşabilen bu muazzam olay, bütün ayrıntıları ile her bakımdan henüz tamamiyle aydınlatılmış olmaktan çok uzak tır. Bilinmiyen tarafları pek çoktur. Bu itibarla üzerinde ne kadar yazılıp çizilse, ne kadar çok etütler yapılsa gene azdır. Daha nesiller boyunca fikir ve kalem, adamlarımızı bütün ömürlerince işgal ede cek kadar çeşitli ve zengin konular bulu nacaktır.
İşte Cevat Dursunoğlu, çıkardığı bu eserle, Türk İnkılâbının ilk günlerine ait bilgilerimize yeni ışıklar saçmaktadır. Ki tabının ö n s ö z ü ' n d e millî hareketin ilk önce Erzurum'da başlamasının sebeplerini bu memleketin coğrafî mevkii ve tarihî mazisi ile izah eden yazar, dört harp yılı bo yunca ayrı ayrı cephelerde vatanın bütün lüğü ve milletin bağımsızlığı uğrunda dö-ğüşmek üzere toptan silâh başına koşan genç yedek subay neslinden olup, Osmanlı İmparatorluğunun yenilgisini damgalayan Mondros Mütarekesinin imzalanmasından
sonra terhis edilmiştir, İstanbul'a döndüğü zaman birçok aydın arkadaşları gibi o da kendine uygun bir iş aramağa koyuluyor ve mensup olduğu Maarif Nezareti'ne baş vurarak kendi memleketi olan Erzurum' daki Öğretmen Okulu müdürlüğünü istiyor. Arkadaşlarından çoğunun karşılaştığı mu amele ile kabul olunarak kendisine de harp suçlusu gözü ile bakılıyor ve sonunda Na zırdan, Erzurum'un millî sınırlar içinde ka lacağı şüpheli olduğundan orada Öğretmen Okulu açmaktan vazgeçildiği cevabını alıyor. Cepheden dönen bir asker için kendi baba ocağının bulunduğu bir ye rin düşmana bırakılacağını işitmek, hem de bunu sorumlu bir devlet ricalin den öğrenmek, ne kadar acı bir şey ! Genç öğretmen, bu söz karşısında isyan eden millî ve vatanî duygularının etkisi altında nazıra gereken cevabı veriyor. O zaman İstanbul'da memleketi paylaşılmak tan korumak amacı ile bir takım cemiyet ler kurulmaktadır. Yazar, bunlardan biri olarak rahmetli Süleyman Nazif'in delale tiyle «Vilâyetı Şarkiye Müdafai Hukuki Milliye» adında bir cemiyetin kurulduğunu gazetelerde okuduğu gün hemen cemiyetin merkezine giderek hizmetini arz ediyor ve kısa bir zaman sonra da aynı cemiyetin Erzurum'da bir şubesini açmak için yetki alarak 1918 yılının aralık ayında yola çıkıyor. Fırtınalı bir denizde on günlük bir yolculuktan sonra Trabzon'a çıktığı zaman orada bir Pontos Devleti vücuda getirmek plânlarına karşı büyük bir faaliyetle çalı şılarak bir «Trabzon Muhafazai Hukuk Cemiyeti» nin kurulmuş olduğunu ve hara retle çalışıldığını yakından görüyor. «İs tanbul'un perişan ve imansız havasına mu kabil burada çok canlı bir hava estiğine» şahit olarak umudu artıyor. Erzurum yol ları, çekilen Moskof ordusunun döküntü leri ile dolu idi. Rus istilâsı önünde göç-eden halkın ancak pek az bir kısmı evlerine dönebilmiş, köyler ve kasabalar bomboş. Ahali aç, sefil ve perişan. İklimin sertliği
BEKİR SITKI BAYKAL
ve yırtıcı hayvanlar, hususiyle harp yılla rında insan leşi yemeğe alışmış kurt sürü leri, her an havatı tehdit etmekte. Tehli kelerle dolu yirmi bir günlük bir kış yolcu luğundan sonra Erzurum'a varılıyor. Ya zarın doğup büyüdüğü ve 1915 - 16 savaş larında göğsü ile müdafaa ettiği Erzurum şehri, enkaz yığınından ibaret bir harabe haline gelmiş. Barınacak ev hemen hemen k a l m a m ı ş ; memleketin bütünü gibi bu şehir de baştan başa onarılmağa, yeniden kurulmağa muhtaç. Harpten önce 80000 i aşan nüfusu, savaştan, Ermeni katliamla rından, açlık ve hastalıktan kırıla kırıla 3 - 4000 e inmiş. Büyük bir yoksuzluk ve perişanlık hükümferma ! Bununla beraber herkes, doğu illerimizin mukadderatı hak kında endişe içindedir. Erzurum'un da Er menistan'a verileceği işidilmiş. İstanbul'dan herhangi bir şekilde yardım beklemenin boş olduğu kanaati hâkim. O halde kendi başının çaresine bakmaktan başka çıkar yol görünmüyor. Bu ruh haleti içinde mem leketin aydın gençliği, kendi kendini savun ma için teşkilâtlamakta önayak oluyor. Yazarın kendisi, bütün bu işlerde önemli ve faal bir rol oynıyor. Nihayet 10 mart 1919 da «Erzurum Müdafai Hukuk Cemiyeti» kuruluyor.
Bundan sonra yazar, Cemiyetin ku rulması günlerinde sarf olunan gayretleri, cemiyetin kuruluşunu, faaliyetlerini, ne suretle ordudan yardım sağlandığını, komşu vilâyetlerle temasa geçildiğini, önce Erzurum vilâyeti kongresinin toplanı şını, sonra da «Vilâyatı Sitte» adı verilen Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarba kır, Sivas vilâyetlerinin, Ermenistan'a ve Trabzon'un Pontos Rumlarına verilmek suretiyle mukadderatları birleştirilmiş olan bu vilâyetlerin işbirliğini ve müşterek mü dafaasını sağlamak için alınan tedbirleri, Türk dâvasının cihan efkârı önünde sa vunma yol ve vasıtalarını ve nihayet Er zurum Kongresi'nin toplanışı ile faaliyetini anlattıktan sonra Kongre'nin aldığı karar ları değerlendirmektedir. Bu arada geçen hadiseler, Erzurum'a resmi görevlerle ge len yabancı heyetler ve daha bazı önemli meseleler hakkında enteresan bilgiler ve rilmektedir.
« O büyük günlerin birçok olaylarına
şahit» olduğunu bilen birçok tarihçi arka daşlarının tavsiyeleri ve ısrarları üzerine ve bir de, son zamanlarda görülmeğe baş landığı gibi, olayların, gerçeklere aykırı bir şekilde yazılmaları yüzünden, « bu ta rihin kaynaklarını bulandıracaklarından endişe duyduğundan » hatıratını yazmağa karar verdiğini Önsözünde ( Sahife 9 - 10 ) belirten yazarın, eserinde en çok dikkat ettiği nokta, üzerinden yirmi beş yıl geç mesi dolayısiyle artık günlük politika ile de ilgisi kalmamış olan «olayları olduğu gibi anlatmak ve vesikalara bağlamak » , objektif kalmak olmuştur. Şahsî hatıratına ve o zamanki görüşlerine mümkün olduğu kadar az yer vermiş, ancak olayların ay dınlatılması için gereken yerlerde bunları yazmakla yetinmiştir. Bildiklerini olduğu gibi yazmayı, « hem İnkılâp tarihimizde ve hem de millî mücadelede her vazifesini seve seve başaran Erzurum a karşı bir borç » saymaktadır.
Eserde asıl metin 140 sahife olup sonuna şimdiye kadar hiçbir yerde yayın lanmamış olan sekiz t a n e belge transkrip siyonunun eklenmesi ile kitap 170 sahifeyi bulmaktadır. Metin kısmının sonuna rah metli Atatürk'ün Erzurum hemşehrisi ol duğunu gösteren bir belgenin fotokopisi konduğu gibi kitabın kapağında da Erzu rum'un yıkık, fakat gene de heybetini ve ululuğunu muhafaza eden bir Türk ve İs lâm şehri olduğunu belirten, ve ressam Cemal Bingöl tarafından yapılmış olan bir resmi bulunmaktadır. Eserin ustaca ayrıl mış bulunduğu birçok bölümler, okumayı ve meseleleri kolaylıkla kavramayı kolay laştırdığı gibi ayrıca sahife altlarına ko nan notlar da, esas metnin akıcılığını ve fikirlerin mantık sıralanışını aksatmaksı zın birçok ayrıntıları hakkiyle anlamak imkânını vermektedir.
Çoğu teknik sebeplerden ileri geldiği anlaşılan bâzı aksaklıklar bir tarafa bıra kılacak olursa eser, başından sonuna ka dar çok sade, her türlü süs ve ağırlıktan sıyrılmış temiz bir dille yazılmıştır. Tertip bakımından en çok göze çarpan noktalar dan biri, tipik olan olayların kitapta ma haretle serpiştirilmiş olmasıdır. Sırası düş tükçe birer örnek olarak verilen bunlar, kitaba bir canlılık, üsluba akıcılık ve özel 458
YAYINLAR ÜZERİNDE
459
bir cazibe vermektedir. Bunlar arasındaçok kuvvetli sayabileceğimiz tasvirlere bi le rastlamaktayız. Meselâ rahmetli Ata türk, ilk defa Erzurum'a giderken bu şe hir halkı tarafından karşılandığı Ilıca'da dinlendiği sırada konuşturduğu ihtiyar Mev-lud ağa'nın sözleri, bir vatan parçasının o zaman düşmana verilmek temayülü kar şısında basit halk tabakasının bile ne dü şündüğünü gösteren tipik bir örneğin ne kadar kuvvetli bir tasviridir. İnsan şu sa tırları okuyunca heyecanlanıyor, gözleri yaşla d o l u y o r :
Ilıca'da bir gölgelikte dinlenirken sö zü hep millî h a r e k e t etrafında dolaştıran Mustafa Kemal'in «gözleri Ilıca'nın batı sındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların arkasına doğru çekiliyor ve sır tın üzerini ışıklariyle süslüyordu. Burada, t a m yolun geçtiği yerde b i r adam ufka mürtesem düştüğü için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı için de koyu renkli ve parıltılı bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu . . . .
«Heykel, sırtlardan aşağı doğru yü rüyor, onu ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefakeş kağnıları takip ediyordu. Bu kafilenin ucu sırtların yarı beline yaklaştığı sırada so nu da ufuktan ayrılmış bulunuyordu. Bu, beş on kağnı ile kadın, erkek, çoluk, ço cuk yirmi otuz kişilik bir muhacir kafilesi idi. Kafilenin önünde yürüyen heykel, ya vaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Bu iri ve dinç bir ihtiyardı. Gür ve ak sakalı göğsünü d o l d u r m u ş ; Anadolu ovalarının rüzgârı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzla rına kartal kanat attığı paltosu ve elinde ki asasiyle bir yolcudan ziyade şark mito lojisindeki yarı tanrı kabile reislerine ben ziyordu.
Misafirlerin ehemmiyetli kimseler ol duğunu anlıyan ihtiyarın zeki gözleri par ladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları se lâmladı. Mustafa Kemal Paşa, tâ yanıba-şına kadar geldiği halde heykelliğinin aza metini kaybetmiyen bu ihtiyarın hatırını s o r u y o r ; o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu kısa hoşbeşten sonra Paşa ihtiyara:
— Ağa, böyle nereden geliyorsun ?
dedi.
İhtiyar:
— Paşam, Rus gelirken muhacir ol muştum. Çukurovada idim. Şimdi köyüme dönüyorum, diye cevap verdi.
Paşa, zamanın nezaketini, halin emni yetsizliğini ileri sürerek böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığı nı, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda d a :
— Ağa, yoksa oralarda geçinemedin-mi ? dedi. •
Ağa derhal mukabele e t t i :
— Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçer. Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdi çayır da . . . Hamdolsun uşaklar da çalışkandır lar. Değil Çukurova gibi bir yerden taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz pa dişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul'daki «ırzı kırıklar» bizim Erzurum'u Ermenilere vere ceklermiş. Geldim ki göreyim, bu «namert ler» kimin malını kime veriyorlar ?
Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş, ihtiyarın inan dolu göğsünden gelen bu ses yine onun gibi tunç çehreli kahraman as kerin gözlerini y a ş a r t t ı . Bu eski türk ka lesine millet işi için milletle beraber çalış mağa gelen büyük devlet adamı yaşlı göz lerle arkadaşlarına döndü ve « bu milletle neler yapılmaz ! » dedikten sonra ihtiyarla vedâlaştı.
Bu ihtiyar, Erzurum'un 1319 ve 1322 ihtilâllerine adı temiz yiğitlikle karışmış olan Mezararkalı Mevlût Ağa idi. Mevlût Ağa, büyük millet zaferinden bir kaç yıl sonra öldü . . , . » .
Cevat Dursunoğlu'nun bu eseri, bütün özellikleri ile, İnkilâp Tarihimizin bibliyog rafyası içinde lâyık olduğu önemli yeri işgal edecektir. İşin içinde bulunması do-layısiyle birçok şeyleri yakından görmüş veya bizzat yaşamış olan bir zatın, muaz zam olayları tasvir eden bu himmetini minnetle karşılıyoruz. Sayın Dursunoğlu'nun II 'inci sahifedeki notta vâdettiği gibi, Erzu rum Kongresi'nden Ermenistan savaşının sonuna kadar geçen zamana ait hatıratını da yakında ayrı bir kitap halinde çıkar masını candan temenni ediyor ve sabırsız lıkla bekliyoruz.
Dr. BEKİR SITKI BAYKAL Tarih Profesörü
460 W . E B E R H A R D
Ne w D i s c o v e r i e s of H i s t o r i c a l T r i b e s i n t h e A n c i e n t W e s t o f
C h i n a , Chang Si-man ( İ n s t i t u t e for
Research of Chinese Minorities, Nanking 1947 ; 47 s. ; çince)
Orta Asya tarihi ve kültürünün tetkiki son yirmi senede hemen hemen tamamen Türkler'in, Batılılar'ın ve Japonlar'ın elle rine kalmıştır. Çin ilim adamlarının eser lerinden yalnız Ch'en Yuan'ın muhtelif makaleleri cidden yeni fikirler ortaya at mıştır. Prof. Chang Si-man'ın küçük bro şürünü bunun için büyük alâka ile okuduk. Diğer bazı Çin müelliflerinin aksine ola rak, Prof. Chang Avrupa'da bu sahada ya pılan tetkikleri de takip etmiştir ; üzerinde en fazla tesir bırakan da Rus neşriyatıdır. Kitabı üç kısımdan ibarettir. Birinci kısımda, Yü-ehih ( Yüe-cı ) 'lar hakkındaki eski ve yeni nazariyeleri gözden geçirdik ten sonra, şu neticelere varmaktadır : Tak riben M. ö. 1000'lerde aslen Hint-Avrupah olan Yüeh-chih'ler İran'dan Tarım havzası na inmişlerdir. Doğu'da tâ Çin'in Kansu eyaletine kadar göçebe ve yarı göçebe olarak yaşamışlardır. Lena nehri sahasından güneye inen Türkler'le muharebeler olmuş ve Türkler batıya doğru gitmişlerdir. On dan sonra aslen Moğol olan Hsiung-nu'larla büyük muharebeler olmuştur (Chang'a. göre, bu muharebe M. ö. 176'da, yani Lao-shang Shan-yü henüz veliaht olduğu zamanda vuku b u l m u ş t u r ; şimdiye kadar, bu muha rebenin tarihi 174 ile 150 arasında tesbit edilirdi). Yüeh-chih'lar batıya firar etmeğe mecbur kalmışlardır.— Bu nazariyeye karşı birçok itirazlarımız vardır. Hsiung - nu'Iar (Japon arkeologu R. Torii'nin iddea ettiği gibi) Moğol değildir, Türktür. Bunun kat'î ispatını, L. Bazin ile benin Hsiung-nu dili üzerine yaptığımız müşterek tetkikler ver miştir. İlk Türklerin Lena nehri sahasından indikleri hakkında hiç bir ispat yoktur, nasıl ki Yüeh-chih'ların İran'dan gelmesi de ispat edilemez.
Chang'a göre, Yüeh - chih'lerin asıl
ismi Ta-yüeh-chih (yani Büyük Yüeh-chih) dir. Aynı zaman bu isimde bütün Çin kay naklarında ikinci işaret yanlış yazılmıştır (Yüeh'nin yerine «jou» okunması lazımmış). Bu suretle, Chang'a göre Ta-yüeh-chih = Tacik olur, Tacik'ler ( Tazı ) İran'da otur
dukların için, Chang'a göre, Ta-yüeh-chih-ler de aslan İran'lı olmalıdır. Bu nazariye yi ortaya atarken, Chang, »Tacik» kelime sinin eski mana ve eski tarihini nazarı itibara almamıştır. Yüeh-chih'ların kanlı lığı için diğer bir delil olarak, Chang, Yüeh-chih'lerde geçen ve heryerde « yab-gu » olarak izah edilen « hsieh-hou » unva nını göstermektedir : « hsieh-hou » = «şah» mış, Türkçe değilmiş.
Chang'ıa hataları iki sebepten ileri
gelmektedir: a) kendisi Çin kaynaklarını kâfi derecede tanımıyor. Meselâ 'yabgu' un vanı, Yüeh-chih'lerle kullanıldığı zamanda -Hsiung-nu'larda da geçmektedir.
Yüeh-chih'ların en eski tarihi üzerinde Çin âlimi Wang Kuo-wei tarafından yapılan tetkikleri de okumamıştır; Wang M. ö. 500 'lerde ve daha eski metinlerde hiçbir zaman Ta Yüeh-chih kelimesi geçmediğini, fakatYüeh-chih'nın yerinde Yü-chih,Yü-shih, Niu-shih, Wu-shih (hiçbir zaman Jou-chih) geçtiğini göstermiştir. Ancak büyük hezi metten sonra Yüeh-chih'ların ikiye ayrıl masını müteakip, batıya giden büyük kütle 'Büyük Yüeh-chih' (Ta-Yüeh-chih) ve Kansu dağlarında kalan küçük topluluklara da 'Küçük Yüeh-chih' denirdi, b) Chang, Avrupalı'lar tarafından yazılan tetkikleri gözden geçirdiği halde, onların istinat et tikleri noktalara kâfi derecede ehemmiyet vermemiştir. Bilhassa filolojik noktai nazarı sükûtla geçmiştir. Filoloji bakımından
Chang'ın bu ve diğer buluşları tutunamaz.
İkinci kısımda, Chang, onuncu yüz yılda Kuzey Çin'de hüküm süren Sha-t'o (Şato)'ların 'Sar,t' olduklarını iddia ediyor. Bu Sart'lar, kendisine göre, İranlı Tacik (yani Yüeh-chih) ve Uygur'ların karışma sından meydana gelen, İranlı fakat Türkçe konuşan bir topluluktur. ' Ş a r t ' problemi,
Zeki V. Togan'ın kitabında ( Bugünkü
Türkili ve Yakın Tarihi, cilt 1 ; İstanbul 1947) izah edildiği için, şimdilik bir yana bırakmak istiyorum. Sha-t'o'lar ise, Tokuz-oğuz topluluğundan meydana çıkmış tam mânasiyle bir Türk kabile birliğidir ( bk.
W. Eberhard, Belleten N o . 41. s. 1 5 - 2 7
ve Z. V. Togan : Umumî Türk Tarihine giriş, s. 56). Prof. Chang, Sha-t'o'lar hak-kında mevcut olan bütün tarihî malzemeyi gözden geçirseydi, bu teoriyi ortaya at-mıyacaktı.
YAYINLAR ÜZERİNDE 461 Kitabın son kısmında, Wu-sun'ların
Kazak olduklarını isbat etmek istiyor. Dil bakımından bu teklif tutunamaz. Tarih bakımından da çok ciddi itirazlar vardır.
A. E. Hudson ( Kazak Social S t r u c t u r e ;
NewHaven 1938, s. 12-14) ve son olarak
Z. V. Togan bu isim ile meşgul olmuşlar,
ve ismin, kabile ismi olarak, çok geç mey dana çıktığını ispat etmişlerdir (Bugünkü Türk-ili, s. 37). Prof. Chang, Wu-sun'lar 437 senesinden sonra, «Çin kaynaklarında bir daha görünmüyorlar» (s. 40) iddeasında bulunuyorsa da, bu da doğru değildir.
Chang tarafından kullanılan kaynakta,
Çinli'lerin 5l4'te Wu-sun'lara gönderdikleri bir heyetten bahsedilir (Wei-shu 32 = s. 1976a) ve Kitan devrinde Wu-sun'lar bir kaç defa zikredilmiştir (shih 70, Liao-shih 36 ve 46).
Kitabı okuduktan sonra netice olarak söyliyebiliriz ki yeni malûmat öğrenmedik ve kabul edilecek yeni fikirler de görme dik. Hülâsa olarak, bu kitap, Batı dünya sının tetkiklerine nisbetle geridir.
W. EBERHARD Sinoloji Profesörü
S e k o y a ' l a r ( M a m u t a ğ a ç l a r ı )
Esat Muhlis Oksal; İstanbul 1945.
Ormancıları olduğu k a d a r coğrafya cıları da yakından ilgilendiren bu ki t a p t a , Kaliforniya'da yetişen pek yük sek boylu ve çok kalın gövdeli, uzun ömürlü dev ağaçlarla bunların coğrafî yayılışı incelenmekte, Gymnosperm'ler dünyasının en büyük ağaçları ve dünya daki ağaçların en hacimlileri olan s e-k o y a'lar, bilimsel temellere dayanılarae-k çok açık, akıcı ve sade sözlerle anlatıl maktadır. Gerçekten, gerek kseromorf yaprakları ve gerekse pek uzun ve ka lın köklerinin enerjisiyle, diğer bütün ağaçlardan farklı olarak 40-48 metrelik devrelerle 140 metreye k a d a r boylanan, odun ve kereste özelliklerini en iyi şe kilde geliştiren, tepe dallarını eşsiz bir güzellikle tam -bir ehram biçiminde şe killendiren bu ağaçlar, yalnız bugünkü bitki dünyasının değil, tarihin de en başta gelen ağaçlarından biri ve sağla
dıkları zengin linyit kömürleri havzala-riyle ifosil îbitkiler dünyasının en önemli ağaçlarındandır. Bir çeşidi, yaprakları bakımından cryptimeria ve selvilere, ikin ci bir ' çeşidi bataklık selvilerine ve por suklara benzeyen, Diluvial buzullaşmala rına kadar bütün Avrupa ile Kuzey Ame rika ve Asya'da büyük bir bolluk ve 14 ü geçen tür çeşitliliği halinde yaşamış bulu nan bu ağaçların, bugün yalnız O r t a Ka liforniya'nın Sierra-Nevada ve Coast-Ran-ge dağlarının küçük bir alanına kısılmış ve sığınmış 2 türü kalmış, bugün buraları, Amerika Birleşik Devletleri'nin kongre ka-rarlariyle, «Sekoya Nasyonal Parkcları» şeklinde halka açılmıştır.
Gövdeleri düz sütunlar halinde, en küçüğünün devresi 10, en büyüğünün 48 metre olan sekoya ağaçlarından dağ sırt-larındakilerinin boyları 100, vadilerdeki-lerin ise 120-140 metreyi bulmaktadır. Yerde yatan bir sekoyanın üstüne çık mak için büyük merdivenler gerektiği gibi, bunun kabuğunu soymak için 5 işçi üç ay çalışmıştır. Kitabın kapağını süs leyen tabloda, s e k o y a " ağacının gövdesi önünde 8 kişi, yanyana durdukları halde ağacın bu en alt bölümünün kapanma
dığı görülüyor. Yine kitabın içindeki renkli tablolardan birinde, içi boşalmış bir sekoya gövdesinin yere yakın bölümünden içerisine birkaç kişi binmiş çift atlı büyük bir arabanın rahatça geçmekte olduğu gö rülmekte, böylece bu ağaçların büyüklük leri hakkında fikir edinilmektedir.
Bu dev ağaçların, yaşlarının tesbiti için çok çalışılmış, Amerikan bilginlerinin incelemeleriyle, bunlardan birinin yaşının 5000 yıl olduğu anlaşılmış, halk arasında O r m a n Kraliçesi, Orman Anası, Orman Babası, General Sherman v. b. adlar takılan pek iri sekoyaların bazılarının ise daha yaşlı olduğu tahinin olunmuştur. İşte yukarıda adı geçen kitapta, Kretase ve Tersiyer'de yaşamış bulunan muazzam Gy-mnosperm'Ierin zamanımıza' intikal etmiş artıklarını teşkil eden sekoyaların, geçmiş teki ve bugünkü durumu, bugünkü yayılış bölgeleri, sistematik, botanik ve silvikül-türel özellikleriyle koruma, bakma, değer lendirme, yetiştirme imkânları incelen mektedir.
462 R E Ş A T İZBIRAK 14 X 20 cm en ve boyunda, 110 say
fa tutan kitapta, birkaçı renkli tablo ha linde olan 33 şekil, bir de renkli harta vardır. Sekoyaların tarihi ve aktüel duru mundan bahsedilen birinci bölümde, bu günkü Avrupa ve Asya ülkelerinin birçoğu ile Amerika'da ve Grönland, Spitzberg, Sahalın adalarındaki Kretase, Tersiyer ta bakalarında bugün yer yer raslanan kö mürleşmiş ormanların, çok defa sekoya fosillerinden terekkübetmesinden, bu ağaç ların bu devirlerde gerçekten geniş yer tuttuğuna bir delil sayılacağı belirtilmekte ve bugün, Güney Fransa ile İtalya ikli mine benzeyen memleketimiz ikliminde de sekoyaların yetişmiş olması gerektiği kay dolunmakta, bundan sonra buzullaşmaların, bugünkü bitkilerin çeşit ve yayılış alanla rına yaptığı etki ve tepkilere yersel de ğişikliklerin bugünkü bitki dünyasının da ğılışına yaptığı tesirler incelenmektedir.
ikinci bir bölümde sekoyaların genel sistematiği (çiçekleri, yaşları, üreme- şekil leri, ibreleri, gövdelerinin anatomisi, kök leri, embriyolojileri, yayılış yerleri, fosil durumları) incelenmektedir. «Sekoyaların türleri ve yayılış bölgeleri» adı altındaki üçüncü bölümde, Sequoia gigantea (selvi yapraklı büyük mamut ağacı) ile Sequoia sempervirens (porsuk yapraklı sahil seko yası) den, ayrı ayrı bahsolunmaktadır. Bu arada Kaliforniyalıların Big-Tree, İngiliz lerin Mammoth-Tree, Almanların Riasen-sequoia veya Mammutbaum, Fransızların Sequoia gigantesque adını verdikleri bu dev ağaçların adının, Kızılderili boyların dan birinin başkanına, kendilerine bir al fabe sunduğundan ötürü, bir takdir ve te şekkür ifadesi olarak verilen ve büyüklük, uzun ömürlülük sembolü olan S e q u o y a h sözünden gelme olduğu belirtilmekte, İn gilizlerin, bu ağaçları ünlü kumandanların dan Wellington'a, Amerikalıların ise kuru cuları ve ilk cumhurbaşkanları Washing-ton'a izafe'ettikleri, böylece Sbquoia gigan tea adı yanında, aynı anlamda kullanıl mak üzare, Wellingtonia gigantea (Büyük
Wellington) , Sequoia Wellingtonia ( Wel lington sekoyası), Sequoia Washingtonia (Weshington sekoyası) adlarının da belir diği işaret edilmektedir. Bu bölümde Sequ-oia gigantea'ların bugünkü doğal yayılış bölgeleei, sekoya korulariyle buralarının bugünkü iklim şartları incelenmekte, seko yaların başka yayılış bölgeleri ve bu ara da memleketimizdeki pek sayılı sekoya-larla Avrupa sekoyalarına dokunulmakta, bunların botanik özellikleri, büyüme tem poları, odunları, üremeleri üzerinde durul maktadır. Bundan sonra, Amerikalıların Redwood, İngilizlerin California Redwood, Fransızların Sequoia toujours vert, Al manların İmmergrüne Küstensequoia veya Eibensequoia adını verdikleri sahil seko yaları (Sequoia sempervirens) nın dağılış tarzlariyle botanik özelliklerine dokunul maktadır.
Kitabın sonunda gigantea ve semper virens sekoyalarının Türkiyede yetiştiril mesi imkânları araştırılmakta, buzullaşma dan önce Avrupa, Kuzey Asya ve Akde niz bölgelerinde yetişmiş olduğu anlaşılan sekoya ağacının, memleketimizde yeniden üretilebilmesi imkânları araştırılmakta ve Karadeniz, Ege ve Akdeniz kıyı boyunda ki birçok yamaç ve vadilerin iklim şartla rının, Amerikadaki Sierra Nevada'daki se koya koruları alanlarının iklimine ya ta-mamiyle yahut oldukça uyduğu ve nihayet Kaliforniya'da sekoyalarla yanyana yaşa yan kokulu köknarlarla şekerli çamların memleketimizde de iyi yetiştikleri belirtil mekte, her iki sekoya çeşidinin, yurdumu zun da belirli yerlerinde, kolay yetiştirile-bileceği sonucuna varılmaktadır.
Özenle hazırlanan ve türlü kıyasla malara yer veren bu eserden, yeryüzünün bir köşesine kısılmış bulunan bu dev ağaç lar hakkında gerçekten derli toplu bilgi edinmek mümkün oluyor.
Dr. R E Ş A T İZBIRAK Coğrafya Doçenti
HABERLER
Üniversitemizin 1947 - 48
Ders Yılı Açılış Töreni
Üniversitemizin 1947-48 ders
yılı, 21 ekim 1947 salı günü saat
10.30 da, Fakültemizin Konferans
Salonunda törenle açılmıştır. Cum
hurbaşkanı ve Bayan İnönü'nün
hü-zurlariyle şeref verdikleri bu törene
Millî Eğitim Bakanı, Bakanlar, Üni
versitemizin Öğretim Üyeleriyle öğ
rencileri ve seçkin bir davetli küt
lesi iştirak etmişlerdir. Tören Rek
tör Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz
Kansu'nun bir şöyleviyle başlamış
ve bundan sonra Tıp Fakültesi
Dekanı Ord. Prof. Dr. Abdülkadir
Noyan tarafından "İntanî Hasta
lıklar Karşısında Tababetin Dünkü
ve Bugünkü Durumu,, konusu üze
rinde bir açış dersi verilmiştir.
Dergimiz, genç Üniversitemize önü
müzdeki ders yılında da değerli
başarılar diler.
Atina'da Fransız Arkeoloji
Okulunun Yüzüncü Yıldönümü
Atina'da Fransız Arkeoloji oku
lunun yüzüncü yıldönümü münase
betiyle yapılan Kongre'ye, Üniver
sitemiz ve Fakültemiz ayrı ayrı
davet olunmuş ve Ankara Üniver
sitesi adına Dekan Prof. E. Ziya
Karal, Fakültemiz adına da Doç.
Dr. Ekrem Akurgal Atina'ya giden
hey'ete katılmışlardır. Ankara Üni
versitesi adına Prof. E. Ziya Karal
Üniversite'nin bir mesajını okul
mü-dürüne takdim etmiştir. Hey'et, 19
Eylûl'de memleketimize dönmüştür.
Batı Anadolu Arkeoloji
Araştırmaları İstasyonu
Dekan Prof. Enver Ziya Karal,
Prof. Necmettin Halil Onan ve
Doç. Ekrem Akurgal eylül ayı için
de İzmir'e gitmişler ve orada Fa
kültemize bağlı olarak bir "Batı
Anadolu Arkeoloji Araştırmaları İs
tasyonu,, açılması için gerekli ha
zırlıklarda bulunmuşlardır.
Prof. A. N. Kurat Geldi
İngiliz Kültür Heyeti'nin dave
tiyle bir yıldanberi İngiltere'de tet
kiklerde bulunan Prof- A. N. Kurat,
yurda dönmüş ve Fakültedeki
derslerine başlamıştır.
Fakültemizden Ayrılan Öğretim
Üyeleri
Mukavelesi sona eren Psikolo
ji Ord. Prof. C. C. Pratt, Fakülte
mizden ayrılarak Amerika'ya dön
müştür.
Prof. Muzaffer Şerif Başoğlu
ve Doç. Azra Erhat Fakülteden
ayrılmışlardır.
Coğrafya Kongresi
Ankara ve İstanbul Üniversi
telerinin coğrafya Profesörleri ida
resinde olarak yurdun türlü yerle
rinde incelemelerde bulunan lise
coğrafya öğretmenlerinin, Türk
Coğ-HABERLER