Saraylarımızın her çeşit güvenliği ve
korunmasının, değerlendirilmesi ve
kullanıma açılması amaçlarına göre, daha ^
“ kutsal” bir ağırlığı ve önceliği
V
/ .
/ t - f h
olmalıdır.
OsmanlI’ nın 500 yıl boyunca birbiri
ardından yükselttiği sayısız saraylar
hayal perdesine yansıyan cennet resimleri
gibi, şehir ekranında kısacık sürelerle boy A
gösterip, sonra yok olmuşlardır.
^
SARAYLARIM IZIN GÜVENLİĞİ
ÇelÖİİLERSOİ
193 0 ’da doğdu. İs ta n b u l H u ku k F a k ü lte s i’n i bitirdi. Tu-
ring K u ru m u ’nun 19 4 7 ’de m ensubu, 19 6 5 ’de G e n e l M ü
dürü oldu. İs ta n b u l’un ta rih î y apılarını konu alan b irçok
e tü d le rin yazarı o ld u ğ u gibi, ş e h rim izin bu d e ğ e rle rin i
halka açan ve ulu s la ra ra s ı ö d ü lle r alan b ir d izi re s to ra s
yon e s e rle rin i g e rç e k le ştird i. Türk K ültür B a k a n lığ ı’nın,
F ra n s ız ve İta ly a c u m h u rb a ş k a n la rın ın ç e ş itli ö d ü lle ri
n i ald ı. Y akınlarda, D o lm a b a h ç e S a ra y ı’nm ilk k ita b ın ı
yayın ladı.
Kt bin yıldan fazla zamanlık taht şehri İstanbul'un, saray lar şehri de olması, çok tabiî dir. Saray deyiminin, hanedan ko nutları ile sınırlı kalmayıp, devletin yüksek kademelerinin oturduğu gör kemli evleri de kapsadığı düşünülür se, bu cins yapıların teorik olarak, sayıları çok yükselir.
Ama kâğıt üzerinde böylesine zengin olan bu konu, pratiğe geçilin ce daralıyor, yani elimizde iki bin yıllık tarihten, ancak bir avuç saray kaldığı görülüyor. Bu garip —ve trajik— durumun sebepleri çeşitli: Roma ve Bizans’tan harabe olarak bile ancak bir buçuk yapı kalmıştır.
Bizans'ı ve dolayısı ile sarayları nı, önce dindaşları olan AvrupalI Haçlılar, sonra ekonomik çöküntü ler yıktı.
OsmanlI’nın 500 yıl boyunca bir biri ardından yükselttiği sayısız sa raylara gelince, onların da, hayal perdesine yansıyan cennet resimleri gibi, şehir ekranında kısacık süre lerle boy gösterip, sonra yok olduk larını görürüz. Bu, sosyolojik, hatta ekonomik açıdan iyice garip bir du rumdur. Çünkü Türk İstanbul, Bi zans'ı basan H açlılar gibi, bir yağmaya uğramadı. Ekonomik çö küntü dönemine gelince OsmanlI, Bi zans gibi bir hesap ve kitap devleti ve toplumu değildi: Yıkıntı devresinde bile zevk ve safayı bırakmıyor, Ba- tı’dan para alarak ve gırtlağına ka dar borca batarak, yine birbiri peşine saraylar yapmaya devam ediyordu.
ÜÇ ANA FAKTÖR
Zaten bugün elde kalan yapıların çoğu, bu iflas dönemine aittir. Yani saraylarımızı yok eden sebep, ekono mik karakterde değil. O halde nedir? Üç ana faktör görülüyor:
• Birincisi, Osmanlı yapılarının,
I
Batı’daki (ve Bizans’taki) gibi, taş tan ve kalıcı malzemeden değil, ah şap olarak yapılmış olm asıdır. ^ Bunun da, ikiye ayrılan sebebi var: 2 Biri, göçebejikle, “ geçici yerleşim’’\ geleneğidir. Öbürü, “ kıyamete değin
\ kalacak’’ binaları sadece cami,
ima-\ ret gibi dinî amaçlarla veya hamam,
\ kervansaray ve kışla gibi, kamu
hiz-\ metleri için yapan kişilere ise, âhi-^ rete uzanan bir köprüden başka ^ bir şey olmayan dünyada, ancak £ “ geçici” duraklan uygun gören
dün-\ ya anlayışıdır. Biri maddî, öbürü
fel-\ sefî bu iki etkenle İstanbul’un
\ Osmanlı dönemi saraylarının hemen ^ tümü, ahşap olarak yapıldı. Tahta ^ ise, zamana uzun süre karşı koyacak
\ malzeme değildi. İçi altınla yaldızlan-^ sa bile, dışı, kara-yagmura karşı, en | çok iki nesil dayanabiliyordu.
• İkinci ana sebep, “ bakım” ve titizlik gibi Batılı kavramlara yabancı olan Doğu kafasının rahatlığı ve maddî değerlerin kadrini bilmeyen dağınıklığı idi. Zaten bu da, birinci gruptaki sosyal özelliklerin bir uzan tısından başka şey değildi.
• Üçüncü unsur, iyice irrasyonel: Padişahların kaprisleri. Babasının yükselttiği koca bir sarayı, bıktığı, sı kıldığı için yıktıran birçok sultan vardır. Sonunda, rüya güzelliğinde ki nice saraylar, yüzleri deste güllü, içleri ipekle, altınla, gümüşle, sedef le örülü nice görkemli yapılar, birer
“ peri sarayı” gibi, birbiri ardından gözüktüler ve kayboldular.
Bu kadar çok ve sık yapılan, o denli de hızla yok olan saray dizile ri, Uzakdoğu’yu bilmem, Batı’da, akla bile sığmaz.
Bu, uzun —ve geleneksel— saray "macerasına” sahip olan şehrimizde, geçtiğimiz günlerde, geniş kapsamlı bir “ Millî Saraylar Sempozyumu” düzenlendi. Elde kalan 5-10 parçanın büyük kısmının zilyedi durumunda bulunan Millet Meclisi’mizin sayın yöneticilerinin inisyatifi ile, ilgili pek çok kişi, görüş ve isteklerini bildir meye davet edildiler. Yıldız Sarayı’ mn bir bölümü olan Merasim Dai- resi’nde —günümüzdeki adıyla Şâle Köşkü’nde— birçok konuşmacı, 3 gün süreyle, çeşitli konuları dile ge tirdiler. Broşürler, afişler yayınlan dı ve sergiler açıldı. Yayınlanmış olan bildiri özetleri kitabına bakıldığında, bildirilerin iki ana grupta toplanabi leceği görülüyor:
• Birincisi, mevcut duruma dair, daha çok teknisyenlerin dile getirdik leri noksanlar ve dertlerdir. Bunlar, eski teknolojilere göre yapılmış bu tarihî yapıların, bugün, onarımları için onlara uyan malzemenin bulun mayışından tutun, yapıların dillerin den anlayacak ehil mimarlara ve sedefçi ve duvar ressamı cinsinden ustalara kadar bir dizi zenaatkârın ortadan kalkmakta olduğuna dair, çok düşündürücü ve hemen önlem is teyen, ağ«r sorunlardır. Bu gruba gi ren bir başka yakınma, saraylarımı zın yeterli eşya envanterlerinin henüz yapılmamış olmasıdır. Bu da başlı ba- şına bir problemdir. Atatürk’ün bile, Cumhuriyet’in başında, Dolmabah çe Sarayı’ndan Beyoğlu antikacıları na eşya satıldığına dair şiddetli bir uyarıda bulunduğu hatırlanacak olursa, o zamandan bu yana, bu en “ kritik” konunun, ne kadar açıkta ve güvencesiz bırakıldığı anlaşılır.
Bu gruba giren dertleri alt alta ya zabilmek için, doğrusu bir sempozyu ma da gerek bulunmadığı söylenebi lir.
• Sempozyumun kamuoyuna ge tirdiği en önemli aşama, çeşitli çev relerin dile getirdiği istekler ve beklentiler olmuştur. Bunların için de, bu millî varlıkların daha iyi tanı tılması ve benimsetilmesi, bunun için bir dizi yayınlar ve filmler yapılması ihtiyaçları yanında, konserler ve fes tivaller için salonlarının açılması di lekleri, tarihî mermer havuzlarının yüzme havuzu haline getirilmesi gi bi düşünceler, hatta “ en yüksek üc reti ödeyene binaların kiralanması” cinsinden fantastik fikirlere kadar, bir dizi öneriler var. Konunun bu di lekler ve beklentiler bölümüne bir
balmumu yapıştırılması gerekiyor. İnisyatif sahibi yetkililerin, işin bu kısmını yeterince değerlendirecekle rine şüphe olmamak gerekir.
Bir yandan sarayların tarihi üs tünde çalışan, öbür yandan dertleri ni otuz yıla yakın zamandır izleyen ve Batı’nın da belli başlı saraylarım ve düzenlerini tanıyan bir kişi olarak, bu konuda henüz vakit varken, gö rüşlerimizi ortaya koymak isteriz.
1) Ekonomimizin, 2) İdare me kanizmamızın ve 3) Sosyal tecrübe lerimizin, bugünkü durum unda,
saraylarımızın her çeşit güvenliği ve korunmasının; değerlendirilmesi ve kullanıma açılması amaçlarına göre, daha **kutsal” bir ağırlığı ve önceli ği olduğu kanısındayım. Bununla şunları demek istiyorum:
• Gittikçe kalabalıklaşan bir ül kede ve şehirde yaşıyoruz. Bu artış, belli ki daha da sürecek. Bu insan sı kışıklığının, tarihî dokuyu ve tabiatı ezdiği de açık. Bu durumda, saray lar gibi, yerine konulması kesinlikle imkânsız olan en değerli variıkları, “ olabildiğince” ayak alımdan
dışar-da tutmak, ilk politika olmalıdır. Bu açıdan içleri dayanıksız olan bu ya pıların, her yeri değil, ancak bahçe leri ve zemin katlan ziyarete açık tutulabilir. Bu. kulağa hoş gelen bir önlem olmuyor ama, İstanbul'nn nü fusunun 20 milyona doğru gittiği de, unutulmamalıdır. Dünyada, bu du rumda, pek az şehir var.
• Saraylan halk yığınlanna değil, konserler, kokteyller v.b. gibi bir eli- te dönük olarak kullanmak isteniyor sa, bunun anti-demokratikiiği bir yana, bu davetlerde de tarihî eşya nın ne hale geldiğini, bilen bilir. En başta, halılar! Sempozy umda bir bil diri, bu konuda yaşanan olaylann acılı deneyimlerini, yeterince naklet- miştir.
• Yönetim mekanizması olarak, gerekli ücretleri veremeyen ve kadro ları piyasa şartlan içerisinde devlet çarkına yeterince yerleştiremeyen bir yapıya sahibiz. Bu durumda, sarayla- nn çeşitli kullanımlara açılıvermesi, en büyük belâlan davet etmek olur.
Opera binasının, son model ci hazlar konulduğu halde, bir tek düğ meye vaktinde basacak teknik kadrolan olmayışı yüzünden yandı ğı bir gerçektir. Çırağan Sarayı da, parlamento yapıldıktan sonra, sade ce telefonu olmadığı için kül oldu. Bugün telefonlanmız var ama, işle yişinin ne halde olduğu ortada. Bir sarayda bir film çevirmek bile, Tür kiye şartlannda büyük tehlikedir. Yıldız'da ünlü ArapTzzet Paşa’nın Konağı, sinema gösterilirken tutuş muştur. Bunlar eski hikâyeler diye düşünülmesin. İki yıl önce, bir ba kanlığın kurduğu vakıf için kamu laştırdığı mücevher gibi bir yalı, kül oldu, yanındaki koca camii de çö kertti (ve sorumlu da çıkmadı).
Bütün bu saydığım örnekler, bir rastlantılar demetini oluşturmaz. Ekonomik ve özellikle sosyal bir vü cudun. zaaflarını ve sonuçlarını yan sıtırlar.
SONUÇ
İstanbul’daki bir kısım tarihî ya pıların değerlendirilip halka açılma sının sergilediği bazı iyi örnekler, bizi yanıltmamalıdır. Önce o yapılar, ha rabe halinden kurtarılmışlardır. Sa raylarımızın ise çoğu çok şükür mamur haldedir. Sonra, onlar ikinci- üçüncü derece binalardır. Saray de ğildir. Onların eşyaları yenidir. Sa raylar antika ile doludur. En son, onlar, devlet personel rejiminin üs tünde bir kadro ile titizlikle korunu yor. Yani şartlar ve unsurlar, bambaşkadır. Elmaları ve armuttan ayırmak durumundayız.
Mevcut durumda ve gerçekçi olu nursa. saraylar konusunda yapılabi lecek sadece iki iş bulunduğu kanı sındayım:
• Her çeşit yayınlara girişilmesi (kitap, albüm, rehber, kart ve slayt), saray larla ilgili fikir dünyasının zen ginleştirilmesi,
• Sarayların “ en az riziko getiren” bölümlerinin, sadece ziya rete, haftada daha çok gün ve gün içinde de, daha çok saat açılabilme si.
Bunlann başarılması bile büyük gelişme olur.
Daha fazlasının, tarif edilmez tehlikeleri. —ve vebâli— var.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi