• Sonuç bulunamadı

1940-1960 toplumcu gerçekçi şairlerin hapishane temalı şiirleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "1940-1960 toplumcu gerçekçi şairlerin hapishane temalı şiirleri"

Copied!
328
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1940-1960 TOPLUMCU GERÇEKÇİ ŞAİRLERİN HAPİSHANE TEMALI ŞİİRLERİ

(Yüksek Lisans Tezi) Asuman KIRÇİÇEK

(2)

T.C.

DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı

Yüksek Lisans Tezi

1940-1960 TOPLUMCU GERÇEKÇİ ŞAİRLERİN HAPİSHANE

TEMALI ŞİİRLERİ

Danışman:

Doç. Dr. Abdullah ACEHAN

Hazırlayan: Asuman KIRÇİÇEK

(3)

Kabul ve Onay

Asuman KIRÇİÇEK’in hazırladığı “1940-1960 Toplumcu Gerçekçi Şairlerin Hapishane Temalı Şiirleri” başlıklı Yüksek Lisans tez çalışması jüri tarafından lisansüstü yönetmeliğinin ilgili maddelerine göre değerlendirilip oybirliği/ oyçokluğu ile kabul edilmiştir.

……/……./2018

Tez Jürisi İmza

Kabul Red

Doç. Dr. Abdullah ACEHAN (Danışman)

Dr. Öğr. Üyesi. Özlem KAYABAŞI

Dr. Öğr. Üyesi. Mehmet ÖZDEMİR

Doç. Dr. Ayhan KAHRAMAN Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü

(4)

Yemin Metni

Yüksek Lisans tezi olarak sunduğum “1940-1960 Toplumcu Gerçekçi Şairlerin Hapishane Temalı Şiirleri” adlı çalışmamın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurulmaksızın yazıldığını ve yararlandığım kaynakların kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanılmış olduğunu belirtir ve bunu onurumla doğrularım.

……/……/2018

(5)

Özgeçmiş

14.05.1991’de İstanbul’da doğdu. İlköğrenimini Ali Ülker İlköğretim Okulu’nda, ortaöğrenimini Rıfat Canayakın Lisesi’nde tamamladı. 01.09.2009 yılında başladığı Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden 02.07.2013’de mezun oldu. Balıkesir Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi’nde 27.06.2014’de başladığı pedagojik formasyon eğitimini 20.01.2015’de bitirdi. 2015 güz yarıyılında Dumlupınar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim dalında yüksek lisans öğrenimine başlayan öğrencinin bu çalışması bitirme tezidir.

(6)

ÖZET

1940-1960 TOPLUMCU GERÇEKÇİ ŞAİRLERİN HAPİSHANE TEMALI ŞİİRLERİ

KIRÇİÇEK, Asuman

Yüksek Lisans Tezi, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Tez Danışmanı: Doç. Dr. Abdullah ACEHAN

Mayıs, 2018, 317 sayfa

Bu çalışmada, 1940’dan 1960’a toplumcu çizgide eser veren şairler konu edilmiştir. Bu şairlerin, kapalı bir mekân olan hapishaneyi konu edindiği şiirlerin tahlilleri yapılırken amaçlanan; hapishanenin şairin gözünden nasıl görüldüğü ifade etmek ve ona yüklediği anlamın ne olduğunu yansıtmaktır.

Çalışmadaki şair kadrosu, bu dönemde yaşayan ve araştırma yapan herkesin ortak olarak ismini belirttiği, müstakil şiir kitapları bulunan ve toplumcu çizgide eserlerini veren isimlerden oluşmaktadır.

1940-1960 toplumcu gerçekçi şairlerde hapishanenin değerlendirildiği tez dört bölümdür:

Birinci bölümde toplumcu gerçekçiliğin Rusya’daki gelişimi, bu anlayıştaki sanat-sanatçı kavramı ve toplumcu gerçekçiliğin Türkiye’deki gelişim seyri üzerinde durulmuştur.

İkinci bölümde Türkiye’de kırk kuşağı kadrosuna yer verilmiştir.

Üçüncü bölümde mekân kavramına ve tezin ana mekânı olan hapishaneye değinilerek ayrıntılı bilgi verilmiştir.

Dördüncü bölümde ise kırk kuşağı içinde yer alan ve incelenmesine karar verilen şairlerin, hapishane mekânlı şiirleri tahlil edilmiştir.

(7)

ABSTRACT

POEMS WİTH THE THEME OF IMPRİSONMENT OF SOCİALİST REALİST POETS BETWEEN 1940-1960

KIRÇİÇEK, Asuman

Master’s Thesis, Department of Turkish Language and Literature Thesis Advisor: Doç. Dr. Abdullah ACEHAN

May, 2018, 317 pages

In this study, poets who gave work in socialist line from 1940 to 1960 are mentioned. The aim is to express how a prison seems from the point of the poet and reflect the meaning that the poet gives to it while the poems in which poets write about prisons are analyzed.

Poet staff in the study consists of the names of the individuals who were determined commonly by people who lived and researched in this period and consists individuals who had separate poem books and gave work in socialist line.

In the 1940-1960 socialist realist poets, the thesis that the prison is evaluated consists of four parts.

In the first part, the development of socialist realism in Russia, the concept of art and artists and the development process of socialist realism in Turkey are mentioned.

In the second part, forty generations staff in Turkey is mentioned.

In the third part, the concept of the place and the prison which is the main place of the thesis are mentioned in detail.

In the fourth part, the prison poems of the poets who were included in forty generations and decided to be examined are analyzed.

(8)

İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET ... v ABSTRACT ... vi İÇİNDEKİLER ... vii GİRİŞ ... 1 BİRİNCİ BÖLÜM TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK 1.1. TOPLUMCU GERÇEKÇİLİĞİN OLUŞUMU ... 6

1.2. TOPLUMCU GERÇEKÇİLİKTE SANAT VE SANATÇI KAVRAMI ... 7

1.3. TÜRKİYE’DE TOPLUMCU GERÇEKÇİLİĞİN GELİŞİMİ... 11

İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE KIRK KUŞAĞI KADROSU ÜZERİNE 2.1. KIRK KUŞAĞI ŞAİR KADROSU ... 22

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEKÂN 3.1.MEKÂN KAVRAMI ÜZERİNE... 29

3.2.HAPİSHANE ... 34

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM HAPİSHANE TEMALI ŞİİRLERİN TAHLİLİ 4.1. 1940-1960 TOPLUMCU GERÇEKÇİ ŞAİRLERİN HAPİSHANE TEMALI ŞİİRLERİNİN TAHLİLİ ... 47 4.1.1. A.Kadir ... 48 4.1.2.Ahmed Arif ... 74 4.1.3.Arif Damar ... 80 4.1.4. Attilâ İlhan ... 92 4.1.5.Cahit Irgat ... 112 4.1.6.Celal Vardar ... 124 4.1.7.Enver Gökçe ... 126 4.1.8.Fethi Giray ... 130

4.1.9.Hasan İzzettin Dinamo... 134

4.1.10.Mehmet Kemal ... 164

4.1.11.Nâzım Hikmet ... 176

4.1.12.Niyazi Akıncıoğlu ... 227

(9)

4.1.14.Rıfat Ilgaz ... 253 4.1.15.Sabri Soran ... 265 4.1.16.Suphi Taşhan... 267 4.1.17.Şükran Kurdakul ... 271 SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ... 283 EKLER ... 287 KAYNAKÇA ... 308 DİZİN ... 316

(10)
(11)

GİRİŞ

Toplumcu gerçekçi anlayışın temelleri, 1840’lı yıllara gitse de asıl şekillendiği dönem Sovyet Yazarlar Birliği Kongresi’dir. Lenin dönemi (1917-1924) sonrasında yönetimi devralan Stalin (1927), kendi güdümünde bir edebiyat yaratmak ve bir anlamda parti politikalarını yaygınlaştıracak bir sanat anlayışı oluşturmak amacıyla yola çıkar. Estetik kaygıdan uzak yalnızca siyasal kaygıyla çıkılan yolda Stalin’in sözcülüğünü yapan isimlerle ortaya çıkan bu anlayış, bir kongre ile parti politikası olarak kabul edilir.

1917-1927 yıllarında Türkiye’de ise toplumcu gerçekçilik, henüz yaygınlaşma ortamı bulamamıştır. Marksizm temellerine dayanan bu akımın, Türkiye’de geniş bir yansıması olmadığını söylemek gereklidir. Bu noktada Ahmet Oktay şu açıklamayı yapar:

“Türkiye’de Marksizmin yerleşmesi ve gelişmesi de yazınsal düzeyde olmuştur, kuramsal/bilimsel söylem düzeyinde değil. Örgütlenemeyen, açıkça yayın yapamayan solcu düşünce uzun yıllar hep yazın dergilerinde kendini dile getirmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden kuram da yazın da zedelenmiş, Marksçı yazın ancak kullananlar arasında geçerli bir jargon üretmiştir denilebilir.” (Oktay, 2008: 225-226)

Cumhuriyet öncesinde Türk edebiyatı, Marksizmin ana kaynakları ile ilgilenmez. 1925-1930’lu yıllarda çıkan gazete ve dergiler, bu akımın açıklanması ve yaygınlaşması yolunda büyük çaba harcasa da başarılı olamaz. Sonrasında çıkan yazılar ise propaganda niteliğindedir. Türkiye’de 1930’dan itibaren başlayan tek partili yönetim, 1940’lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri gibi önemli olaylar iç politikada siyasal bir baskının oluşmasına ve bir noktada güdümlü bir sanat anlayışının yaratılmasına neden olmuştur. Bu dönemde Marksizmin yaygınlaşmasının çok mümkün olmadığına Oktay, eserinde şöyle değinir:

“Marksçılık, kulaktan kulağa aktarılan ve çok az sayıda yapıtın elden ele dolaştırılmasıyla yayılan kapalı bir akım haline gelmiştir…1960’lara kadar Marksçılık bir fukaralık sorunu olarak büyük ölçüde de salt yazınsal düzeyde alımlanmış ve aynı şekilde yine bu düzeyde iletimlenmiştir.” (Oktay, 2008: 229)

Nâzım Hikmet ile sistemli olarak başlayan toplumcu gerçekçi edebiyat, önceleri çok anlaşılamasa da zaman içinde kendine bir kitle yaratır. İçinde bulunulan

(12)

sosyal ve siyasal durumdan hoşnut olmayan “sol” düşünceye bağlı gençlerin yer yer sertleştirdiği fikirleri ve gerçekleştirmeye çalıştıkları ideolojileri noktasında şekillenen bu anlayış, zamanla siyasetin tepkisini çekmeye başlar.

Toplumu bilinçlendirmek ve gerçekleşmesini hedefledikleri “ideolojik yapı”ya kavuşturmak arzusuyla şairler ve yazarlar, oluşturdukları eserleri dergilerde yayımlamaya başlarlar. Ancak bir iki sayı yayımlanamadan kapatılan dergiler, sansürlenen yazılar ve şiirler siyaset sahnesinde kendini anlatmasına izin verilmeyen “sol”un edebiyat sahnesinde de sansürlenmesi anlamına gelir. Yaşanan bu olaylar, bu ideolojik yapıya bağlı olan isimleri daha da hırçınlaştırır. Sonrasında bu yazıları, şiirleri kaleme alan kırk kuşağı sanatçılarının hapishaneye, sürgüne gönderilme süreçleri başlar.

Bir gece içinde yapılan tutuklamalar, yıllarca süren hapis cezaları, bulunulan bu kapalı mekânda -hapishane- yaşanan maddi ve manevi zorluklar birçok ismi daha da kamçılar. Yazmaya eleştirmeye devam ederler. Bir kısmı yaşanan zorluklardan sonra edebiyata küser. Bir kısmı ise ideolojisini ya da yazım şeklini değiştirerek yazmaya devam eder. Tüm bu farklılıklara rağmen hapishane ortamında yazmaya devam edenler bir “hapishane edebiyatı”nı da meydana getirir. Başta Nâzım Hikmet olmak üzere birçok şair; A. Kadir, Hasan İzzettin Dinamo, Attilâ İlhan vb. isimler yazdıkları eserlerde hapishaneye yer vermişlerdir.

Hapishaneye yalnızca 1940-1960 dönemi içinde yer verilmemiştir. 1960’dan sonra da sosyal ve siyasi şartlar nedeniyle bu konuyu işleyenler bulunmaktadır. Bu isimlerden biri de Behçet Aysan’dır. “Aysan, beş gün tutuklu kalıp şiirlerinde yıllarca bunun rantını yiyen şişirme kişiliklerin aksine, beş aylık hapisliğinden, birinci kişi ağzıyla ancak bir iki yerde üç beş dizeyle söz eder şiirlerinde:” (Doğan, 2008: 200)

“Görüş günlerini beklerdim sabun kokulu Bir çift çamaşırı, bir mektubu, bir kitabı Okurken kurumuş bir papatyayla Nasılsa görülmemiş asmış tel örgüleri

Kovulduk mu, sonunda yine biz, dönelim anılara” (Eylül, s.17)

Ayrıca Aysan, “birinde ortaokul öğrencisi, ötekisinde tutuklu bir genç olarak kaldığı Selimiye kışlasını, “Aynı” adlı şiirde bir tek dizeyle anar:” (Doğan, 2008: 200)

(13)

Hapishanede bulunan bir şairin, bu ve buna benzer dizelerine edebiyat tarihinde sıkça rastlanır. Yalnızca şiirde değil romanlarda da hapishane, bir mekân olarak görülmektedir. Kerim Korcan’ın, Linç ve Tatar Ramazan eserleri cezaevlerindeki hayatı gözler önüne sermesi yönüyle önem taşımaktadır.

Bu denli edebiyatın içinde yer alan hapishaneden, edebi eserlerde çok söz edilmemesi gerektiğini düşünenler de vardır. Sevgi Soysal, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanıyla Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldığında bir romancı olarak kendisini övenleri gerçeğe çağırır ve cezaevlerinde sürdürülen bir edebiyata karşı çıktığı belirtir. Seçici kurul başkanı Rauf Mutluay yapmış olduğu konuşmada, seçilen tüm isimlerin hapishanede yatmış kişiler olduğunu belirtir. Bunun üzerine Soysal, ödülü almak için yaz tatilinden geldiğini söyler. Edebiyatla meşgul olan isimlerin özgür olması gerektiğini belirten Soysal’ın, bu denli kızmasına katılımcılar anlam veremez. Hatta bazı katılımcılar, Sevgi Soysal’ın hapishaneye girmesine rağmen bu mekânla ilgili verdiği tepkinin fazlalığına anlam verememişlerdir. (İleri, 2010: 250-251)

Hapishane günlük yaşam içinde ve edebi eserlerde yer alan bir mekân olsa da toplum tarafından “ötelenen” bir mekândır. Suç kavramıyla birlikte anılan ve türlü suçlardan hüküm giyen insanların bulunduğu bu mekân, toplumun temasa geçmek istemediği bir yerdir. Görülmeden varlığı hissedilmeyen bu mekâna ait deneyimler ya doğrudan bu mekânda kalmakla ya da çok yakından tanınan bir kişinin buraya düşmesiyle anlaşılır hale gelir.

Bu çalışmada, toplum tarafından “ötelenen” bu mekân -hapishane- işlenmiştir. Araştırmanın temelini oluşturan toplumcu gerçekçiliğin oluşumu ve yayılması noktasında edinilen bilgiler oldukça önemlidir. Bunun yanında mekân kavramına ve hapishanenin gelişim seyrine dair yapılan araştırmalar, konunun net anlaşılmasını sağlayacaktır.

1940-1960 dönemi toplumcu gerçekçi şairlerini belirlemek oldukça güçtür. Çünkü bu dönemde; toplumcu çizgide oluşturdukları eserlerini bireysel çizgiye kaydıran isimler, bireysel konularla başladıkları eserlerini toplumsal çizgiye kaydıran isimler, şiirle başladıkları edebiyat yolculuklarını farklı nazım şekilleriyle devam ettirenler ve edebiyattan tamamen uzaklaşan isimler bulunmaktadır. Sağlam temelli bir çalışma

(14)

yapmak adına bir ölçüt belirlenmelidir. Bu noktada teze dâhil edilen isimlerin 1940-1960 dönemi içinde yaşayan şairlerin ve bu dönem üzerinde araştırma yapanların ortak olarak ismini belirttiği şairler olmasına karar verilmiştir. Ayrıca bu isimlerin toplumcu gerçekçi çizgide eser vermelerine ve müstakil şiir kitapları olmasına da dikkat edilmiştir. Bu hususlara bağlı kalınarak araştırılan isimlerin şiirleri okunarak içinde hapishanenin mekân olarak geçtiği şiirler tahlil edilmiştir. Bu tahlillerin yanında hapishanenin anlatılmadığı; ancak bu mekânla ilgili sözcüklerin geçtiği şiirler sıralı halde ekler kısmında yer almaktadır.

Yapılan bu çalışma, toplumcu gerçekçilik çerçevesinde şiirlerini oluşturan isimlerde bir mekânı araştırmaktadır. Her şairin yaşamının kendisinde yarattığı algı değişimini, yaşanan dönemin siyasal ve sosyal şartlarının her bireyde yarattığı farkı gözlemlemek noktasında bu mekân oldukça önemlidir. Bu çalışma ile hapishanenin konu edilen isimlerce nasıl algılandığı ve şiirlerde bu mekâna ilişkin sözcüklerin ne sıklıkla kullanıldığı tespit edilmiş olmaktadır.

Tez çalışmamın ilk gününden bu yana zamanını ve desteğini eksik etmeyen tez danışmanım Doç. Dr. Abdullah ACEHAN’a teşekkürü bir borç bilirim. Eğitimime başladığım ilk günden bu yana her ne koşulda olursa olsun beni yüreklendiren ve her daim destekçim olan aileme sonsuz teşekkürler.

(15)

BİRİNCİ BÖLÜM TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK

(16)

1.1. TOPLUMCU GERÇEKÇİLİĞİN OLUŞUMU

Sanatın gücünden yararlanılmasını ana ilke edinen toplumcu gerçekçilik, her zaman halkın yanında olunması gerektiği düşüncesinden ivme kazanır. Halkın sorunlarının ifade edilmesinde sanatın araç olarak görülmesi Pisarev, Bielinski, Çernişevski, Dobruliubov ve Gorki gibi düşünürlerle başlar. Kuramın temelini oluşturan “devrimci romantizm” ve “olumlu tip” kavramlarını oluşturan Gorki, kuramın temel taşlarının da oturmasını sağlar. Sovyet Yazarlar Birliği Kongresi’nden çok evvel partinin kurallarıyla örtüşen kuramın ilkelerini belirler. Kuşkusuz Gorki’nin, bu kuramın kurucusu ve diğer sayılan isimlerin de onun etkisinde kalarak bu akımı sürdürenler olduğunu tezini ortaya çıkarmak tam anlamıyla kanıtlanacak bir durum değildir. Çünkü toplumcu gerçekçiliğin oluşması ve gelişmesi süreci uzun süre boyunca elde edilen bilgilerin sistemli bir şekilde bir araya getirilmesiyle mümkün olmuştur. Bu noktada eleştirel gerçekçilik ve toplumcu gerçekçiliğin sınırlarını belirleyen Marksist eleştirinin kurallarını ortaya çıkaran Georg Lukacs’ı da bu isimlerle beraber anmak gerekir. (Akpınar, 2014b: 13)

“Yine Marksist estetik konusunda iki öncü isimden biri Franz Mehring (1846-1919), diğeri sanatı çağın ideolojik anlatımı, toplumsal yaşamın aynası olarak gören G. Plehanov (1857-1918)’dur. Marksist sanat ve Toplumcu Gerçekçilik düşüncesini sistemleştirerek kuram haline getirenlere ise yukarıda andığımız Lukacs’a ek olarak Bertold Brecht (1898-1956), W. Benjamin (1892-1940) ve T.W. Adorno (1903-1969) gibi isimleri ekleyebiliriz. Bu isimler Marksist geleneğin kendi içinde dönüşerek ve eklemlenerek bir kuram haline gelmesine yardımcı olmuşlardır.” (Akpınar, 2014b: 13)

Toplumcu gerçekçiliğin tarihi üç dönemde incelenebilir: a)1848-1905, b)1905-1917, c)1917-1930. Birinci evre, Paris Komünü edebiyatı ve Alman devrimci edebiyatının etkisi ile şekillenmiştir. Bu dönem, aynı zamanda bilimsel maddecilik kuramı çevresinde estetik açıdan düşüncelerin de kuramsallaştırıldığı bir dönem olur. Bu dönemin önde gelen isimleri Mehring, Plehanov ve Lafargue’dir. İkinci dönem, devrim ve sanat arasındaki ilişkilerin kavranmaya çalışıldığı ve bu bilgiler ışığında sanatsal düşüncenin şekillendirildiği dönemdir. Ortaya konulan bu düşünceler ışığında ilk toplumcu gerçekçi eserler vücuda getirilmiştir. Bu dönemde yazarın toplumsal ve sanatsal etkinliği arasında bağ kurulmaya çalışılmış, edebiyatın sınıfsal ve toplumsal işlevinin ne olması gerektiğiyle ilgili olarak maddeci bir edebiyat anlayışı ortaya

(17)

çıkarılmıştır. Üçüncü dönemse proletarya ve burjuva sınıfı arasındaki çatışmanın arttığı dönemdir. Burjuva sınıfının sanatı ve eylemlerinin doğruluğunu savunan fütüristler ve tam karşılarında olan proletaryanın haklarını savunan sanatçıların düşüncelerinin kıyasıya rekabeti yanında toplumcu gerçekçilik kuramı, bu fikirlerin tümünün edinilmesi ve işlenmesi gerektiğini ortaya koyar. (Çalışlar, 1985: 3-4)

Toplumcu gerçekçiliğin geçirmiş olduğu bu gelişim aşamaları yanında tam anlamıyla bir kuram halini alması 1934’te Jdanov’un Sovyet Yazarları Birinci Kongresi’nde konuşması ile başlar. (Cengiz, 2015: 17) Açılış konuşmasını yaptığı kongrede Jdanov, toplumcu gerçekçiliğin ne olduğu hususunda açıklamalar yapmış ve bu açıklamaların yanında sanatçıların nasıl bir anlayışla eserlerini kaleme almaları gerektiğini belirtmiştir. (Moran, 2009: 53)

Toplumcu gerçekçiliğin temeli “sömürülen, sömürülmekten kurtulmuş ya da kurtulmaya çalışan ve kurtulmanın gerekliliği bilincine ulaşmış insanlara dayanır.” (Akpınar, 2014b: 14). İşte tam da bu noktada toplumda kökten bir yenileşmeyi meydana getirmeye çalışan sanatçı, bu yönüyle tam bir yenilik timsali olur. Bu yeniliklerin oluşturulması sürecinde sanatın ve edebiyatın ne olduğunun sorgulanması, bu sorgulama sonunda elde edilen bilgiler ışığında eserlerin oluşturulması gerekir.

1.2. TOPLUMCU GERÇEKÇİLİKTE SANAT VE SANATÇI KAVRAMI Marksist estetiğin ikinci dönemi olarak adlandırılan toplumcu gerçekçiliğin ortaya çıktığı ve bir kuram halini aldığı Rusya’da önceleri sanatsal kuramlarda bir özgürlük ortamı bulunmaktaydı. Biçimcilik ve fütürizm gibi akımların hoşgörüyle karşılandığı bir dönemden sonra Rusya’da ortaya çıkan devrim ile Stalin yönetimi güdümlü bir edebiyat yaratma isteğini ortaya koyar. Stalin’in yaratmaya çalıştığı bu edebiyatın sözcüsü ise Jdanov’dur. Jdanov yalnızca yaratmak istedikleri edebiyatın ilkelerini belirtmekle kalmaz, sanatın nasıl olması gerektiği hususunda da açıklamalar yapar. (Moran, 2009: 52-53)

Jdanov, sanatı “Edebiyat, Müzik ve Felsefe Üzerine” adlı kitabında şöyle tanımlamıştır:

(18)

“Ülkemizde, edebiyat eserlerinin başkahramanları, canla başla yeni hayatı inşa edenlerdir; yani erkek ve kadın işçiler, erkek ve kadın kolhozcular, Parti üyeleri, yöneticiler, mühendisler, genç komünistler, genç öncülerdir. Sovyet edebiyatının başlıca tipleri ve esas kahramanları bunlardır. Coşkunluk ve kahramanlık tutkusu edebiyatımızı sarmıştır. Edebiyatımız iyimserdir, ama bu iyimserlik bilinçsiz bir içgüdü biçiminde değildir. Edebiyatımız özünde iyimserdir, çünkü ilerleyen sınıfın, biricik ilerici ve öncü sınıfın, proletaryanın edebiyatıdır. Sovyet edebiyatının gücü, yeni bir davaya, sosyalist inşa davasına hizmet etmesinden gelmektedir.” (Jdanov, 1996: 17)

Metin Cengiz eserinde, Jdanov’un bu görüşünü şöyle yorumlamıştır:

“Verilen talimat açıktır. Yazarlara kahramanları gösterilmekte, konu verilmekte, uygulamanın mutlaka doğrulanması istenmekte, ilerleyen sınıfa inanç gereği eleştirel tutum baştan engellenmekte, reel olan uygulamanın insanlığın geleceği için tek model olduğu vurgulanmakta, kalem bu koşullarda yazara bırakılmakta. Bunun adına da sosyalist gerçekçilik denmektedir.” (Cengiz, 2015: 19)

Kurulacak gelecek için iyimserlik hep ön planda olmalıdır. Yazar, gördüğü olumsuzlukları, kendince doğru olmayan algıları eleştirmeyecek ve iyimserlik adı altında yazmayacaktır. Stalin’in yoldaş yazarlara ilişkin “insan ruhunun mimarları” değerlendirilmesini yapmasının temelinde de resmi yolu takip eden yazarlar vücuda getirme anlayışı etkili olmuştur. (Jdanov, 1996: 17-19) Böylelikle geleceğin mimarlığı bu günden yapılmaktadır. Eli kalem tutanların aynı propaganda içinde yer almasını isteyen dönemin yönetici kademesi; bu emre karşı çıkanları mahkemelerde yargılamış, sürgüne göndermiş ve hapse atmıştır. Tüm bu uygulamaların amacı, yeni kurulacak sistemi sağlamlaştırma arzusudur.

Sanatçının doğrudan taraf tutmasının yanlış olduğunu belirten Engels yanında, zaman zaman bu konuya değinen Marks ise sanatın; din, felsefe, bilim gibi olduğunu ancak onlardan farklı bir anlatım biçimi kullandığını ifade eder. Kuşkusuz sanatın içinde olan estetik kaygı ve duygulara sesleniş onu diğer bilimlerden ayırmalıdır. Fakat bu noktada Marks’ın görüşlerinden daha farklı bir düşünceye sahip olan Stalin’in sanat sözcüsü Jdanov, sanatın denetim altına alınması gerektiğine vurgu yapar. Marks’a göre sanat, toplumsal alt yapıdan ekonomiden ayrılmalı ve özgürleştirilmelidir. Bu yönüyle Marks, sanatı “mimesis-taklit” olarak gören düşünürlerden ayrı bir tavır takınır. Sanat, kurallarıyla güzelliği yaratmalı ve bu güzellik yaratılırken doğada olmayan doğaya armağan edilmelidir.

Plehanov ise sanat eserinde içeriğin önemine değinerek, içeriğin eserin estetik değerini belirlemede önemli olduğunu vurgular. Sanat eserinde “yarar”ı reddeden Plehanov, “sanatsal yaratım” algısına önem vermiştir. Bunun yanında sanatçının,

(19)

toplumsal bir varlık olarak toplumsal hayatı eserlerde yansıtması gerektiğini belirtir. Edebiyatı, toplumsal yapının ve sınıf çatışmasının yansıtıldığı bir mekanizma olarak algılar.

Plehanov’un sanat eserindeki içeriğe çok fazla önem vermiş olması, onun konudan uzaklaşmasına sebep olmuştur. İmajların sanat eseri için önemli olduğunu ifade eden Marks ve Plehanov’un görüşlerini Metin Cengiz şöyle yorumlar:

“İmaj mantıksal kanıtlar gerektiren bilimsel bakıştan farklı, sanata özgü bir bakışın kendisidir. Plehanov’da ise, anlatılacak olana giydirilmiş bir kılıftır. Birinde gerçeklik imajlarla algılanıp anlatılır, diğer bir deyişle özü oluşturan biçimdir imaj; diğerinde ise imajlar gerçekliğe giydirilmiş bir bakış, dolayısıyla gerçekliği yaratış yoludur.” (Cengiz, 2015: 24)

Birbirinden çok farklı sanatsal düşüncelere sahip olan bu iki isimden Plehanov’un fikirleri ilerleyen dönemde çok fazla eleştiri almıştır.

1924 yılında Troçki, “Edebiyat ve Devrim” eserinde partinin sanat politikasını inceler. Bu noktada, sanatın eleştiriye açık olması gerektiğini ve edebiyat vasıtasıyla hedeflenen düzene düşmanlıksa bu durumda sansür uygulanabileceğini belirtir. Edebiyatın sınıf çıkarlarını korumak gibi bir görevi olduğunu ifade ederken, sınıfsal ayrıma neden olabilecek her türlü söylem ve eyleme karşı eleştirel bir tutum sergilemek gerektiğini de sözlerine ekler. (Cengiz, 2015: 24-25)

Ülkemizde toplumcu gerçekçilik olarak bilinen akım “bir yazın ve sanat kuramı olmaktan çok Sovyet siyasa kuramının özgül düzeyde bir uygulaması” (Oktay: 2008: 23) olarak görülür. “Aslında gerçek adı sosyalist gerçekçilik olan resmi Sovyet görüşü” (Cengiz, 2015: 25) anlatılmak istendiğinde başvurulan ilk kaynaklardan biri Lenin’in “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” başlıklı yazısıdır. Bu yazı her ne kadar Lunaçarski’nin “Lenin ve Sanat” kitabında yanlış yorumlansa da Lenin, sanatın bir propaganda aracı olarak kullanılmaması gerektiğini belirtmiştir.

Lenin’in düşüncelerini yanlış yorumlayanlardan biri de Stalin’in sözcüsü Jdanov’dur. Lenin’in siyaset tarafından yönlendirilen bir sanat anlayışını benimsediğini söyleyen Jdanov, sanatçının bir tarafı olması gerektiğini sözlerine ekler. Oysaki Lenin, edebiyatta hiçbir baskı unsurunun olmaması gerektiğini ve edebi eserlerdeki en önemli özelliklerin bireysel eğilimlerle oluşturulacağını savunmuştur. Ancak bu özgürlük yanında yayın organlarının da parti organları olması gerektiğini de sözlerine eklemiştir.

(20)

Bu durum çok defa yanlış anlaşılmalara da neden olur. Çünkü bu şekilde bir söylem, partili bir edebiyat anlayışını gündeme getirir. Fakat Lenin, bu söylemiyle parti içinde düşüncelerini beyan eden isimlerin fikirlerinin, parti politikası ile çatışması durumunda partiden çıkarılması gerektiğini belirtmek istemiştir. Bu tip bir kontrol mekanizması, hem partinin geleceği hem de yazınsal faaliyetlerin özgür olarak ilerlemesi noktasında önem taşır. (Cengiz, 2015: 25-30)

Sanatı ve sanatçıyı denetim altına almak isteyen ve elinde bulundurduğu siyasi güçten kuvvet alarak yönlendirici faaliyetlerde bulunan Jdanov, sanatçıların güdümlü edebiyat anlayışına bağlı olarak eser vermeleri isteğindedir. Bu noktada Jdanov “Edebiyat Müzik ve Felsefe” kitabında bu görüşünü şöyle ifade eder: “… Ahmatova’ların, Zoşçenkoların gerici ‘sanat için sanat’ sloganını yaymalarına; tarafsızlık maskesi altında Sovyet halkının ruhuna yabancı düşünceler aşılamalarını nasıl görmezlikten gelir de izin verebiliriz?” (Jdanov, 1996: 37) Ancak bu ifadelere yer veren Jdanov, söz Lenin’e gelince edebiyat hakkındaki eleştirilerini bir kenara bırakır ve Leninizmi toplumu değiştirmede araç olarak görür. Ona göre yazar, toplumu değiştirme noktasında görevlidir. Tıpkı bir memur gibi kendisine verilen görevi yapmalı ve bunun dışında herhangi bir ideoloji benimsememelidir.

Marksist estetiğin farklı bir boyutu olarak ortaya çıkan toplumsal gerçekçilik, birçok kuramın değişimi ve dönüşümü ile oluşur. Temelde Marksizmin ve sanatın ne olduğu düşüncesinden hareketle oluştuğu bilinmelidir. Bunun yanında bu algıyla yazanlar için Marksizm, yansıtma kuramına bağlı olarak gelişir. Sosyalizmin, devlet yönetimi haline geldiği Lunaçarski’den itibaren oluşturulan olumlu tipler vasıtasıyla devlet politikalarının yaygınlaştırılması amaçlanır. Sanatçının denetim altına alınmaya çalışıldığı sistemde, istenilen insan tipinin okuyucuya yansıtılması istenir. Bu yönde eser vermek istemeyen yazarların eserleri okunmaz ve devrin yöneticilerinin zorlamaları nedeniyle edebiyat sahasından çekilmek durumunda kalırlar.

Sanatın yeni bir gerçeklik oluşturması, sanattaki dünyanın gerçek dünyadan farklı kurmaca bir düzeni meydana getirmesi ve insana dair tüm duyguların sanat vasıtasıyla ortaya çıkarılması Marksist geleneğin ürünüdür. Sosyalist gerçekliğe karşı çıkan Marksist anlayış, Lunaçarski’den sonra resmi hale gelir. Yalnızca Stalin döneminde görülen sosyalist gerçekçilik, devlet tarafından olumlanan her şeyin sanatta

(21)

da olumlanması esasına dayanır. Bu noktada Lunaçarski sonrası sanat anlayışı sınıfı; Lukacs ise insanı ön planda tutar. Lukacs, dönemindeki genel kanıya rağmen geleneksel çizgide kalır. Bu noktada Lenin ve Marks’ın söylemlerine de zıt bir algıda değildir.

Değiştirilmek istenen ancak bir türlü değiştirilemeyen bu sanatsal anlayış, zaman içinde Rusya dışında da yankısını bulur. Ülkemizde dönemsel etkiden dolayı sosyalist gerçekçilik olarak değil, toplumcu gerçekçilik olarak adlandırılır. Rusya’da farklı toplumsal olaylar ve yönetimsel zorlamalar gibi nedenlerle ortaya çıkan bu akım Türkiye’ye de gelir. Her iki ülkede siyasi ve sosyal yönden aynı olaylar yaşanmamış olsa da toplumcu gerçekçilik, ideolojik yapısıyla Türkiye’de de kök salar. Siyasi anlamda kazanılamayan hakların, söylenemeyen sözlerin yansıması edebiyata döner. Hayata dair hedeflediklerini siyasal açıdan yansıtamayan herkesin kullandığı vasıta, sanat olur ve toplumcu gerçekçilik Türk edebiyat tarihindeki yerini alır.

1.3. TÜRKİYE’DE TOPLUMCU GERÇEKÇİLİĞİN GELİŞİMİ

“Türkiye’de sosyalist ideolojiye dayalı toplumcu şiir anlayışı, Kurtuluş Savaşı yıllarında doğmuş ve uzun süre Nazım Hikmet tarafından yürütülmüştür.” (Berhumoğlu, 2001: 16) Ancak bu şiirin oluşum seyrini daha iyi anlamak adına Osmanlı Devleti zamanından itibaren bir inceleme yapmak gereklidir.

Osmanlı Devleti’nde Kanuni’den sonra ortaya çıkan duraklama durumu Batı’yı gözlemlemeyi beraberinde getirir. 1721’de Batı’ya gönderilen elçiler vasıtasıyla edinilen bilgiler ışığında gerekli düşünsel faaliyetler için çaba harcanır. Bu düşünsel faaliyetlerden sonra gerekli kurumlar oluşturulmaya çalışılır. Ancak oluşturulmaya çalışılan kurumların, faaliyete başlaması çok uzun bir zaman alır. Osmanlı’nın içinde bulunduğu zor koşullardan çıkış yollarını bulmaya çalışan aydınlar, devleti kurtarma çareleri ararlar. Fakat bu çareler arasında Marksizm yoktur. Osmanlı aydınının Batı ile olan yakın temasına rağmen bu düşünceye/akıma kapılarını açmamasının birçok nedeni vardır. Ancak temel neden Marksçılığın, kendinden önceki düşüncelerin sınırlarını aşmaya çalışan yapısı ve bu düşüncenin temelinde sanayileşme ve kentleşmenin oluşudur.

Marksizm, sosyalizmin Karl Marx tarafından kuramsallaştırılmış hali olarak ortaya çıkar. Temelde sosyalizmin kaynağını Fransız İhtilali’nden aldığı görülmektedir.

(22)

Vatandaşlar arasında ekonomik anlamda bir eşitlik sağlamak adına yeni bir düzenin getirilmesi gerektiğini savunan aydınlar, bu noktada çalışmalar yapmışlardır. Bu durum da düşünür ve yazarların sosyalist fikirler üzerinde çalışmalarına zemin hazırlamıştır. Karl Marx, sosyalist düşüncede değişiklikler oluşturur ve düşüncesinin gelişmesi adına çaba harcar. Marx’a göre sosyalist sistem işçi sınıfına dayanmaktadır. Bu açıdan işçiler evrensel düzeyde bir araya gelmelidir. Bu şekilde bir düşünce I ve II. Enternasyonalleri meydana getirmiştir. Ancak bu oluşumlar ne işçi sınıfını ne de sosyalist düşünceyi şekillendirecek ölçüde bir değişim yaratamamıştır. (Armaoğlu, 1984: 14)

Das Kapital’in birinci cildini 1856’da yayımlayan Karl Marx, arkadaşı Engels ile çalışmaya çok önceden başlamıştır. 1848’de Engels ve Marx “Komünist Manifestosu”nu yayımlamışlardır. Bu çalışmaların ardından tüm işçileri bir çatı altında toplamaya çalışan bu iki isim, bu amaçla 1864’de ilk defa İngiltere’de I.Enternasyonel adı verilen Milletlerarası İşçi Federasyonu’nu kurarlar. (Armaoğlu, 1984: 15)

Bu sıralarda Marksizm, Rusya’da işçi sınıfı tam olarak olmadığı için gelişemez. İngiltere’de uygulanmaya çalışılır, daha sonra ise Rusya’da tercih edilir. Ancak Rusya’da bu yapıya ve düşünceye ters düşen bir kültürel ortamın varlığı da görülmektedir. Oluşmuş olan kültürel yapının yanında felsefenin gelişimi de ivme kazanmaktadır. Saint Simon, Fourier, Shelling ve Hegel bu dönemde fikirlerini açıklayan isimler arasındadır. Osmanlı’da ise ilerleyen bir felsefe anlayışı ve haklarının bilincinde olan bir işçi sınıfı bulunmamaktadır. Bu eksikliğin temelinde Osmanlı’da Sanayi Devrimi’nin olmaması başrol oynar. Osmanlı’da her ne kadar işçi sınıfı bulunmasa da toplum sınıflı bir yapıdadır. İşte bu noktada Osmanlı toplumun sınıflı yapısının fark edilememesinin nedenini Divitçioğlu şöyle açıklar:

“Reaya tıpkı Avrupa derebeyliğinde olduğu gibi topraktan daha önemli olan bir üretim aracıdır. Bundan dolayı reaya, Osmanlı mülkiyet ilişkilerinin ışığı altında, sömürülen anonim sınıfı temsil eder.(…) Toprakla kendisi arasındaki ilişkiden dolayı hür olan insan, devletle ilişkisinde, sömürülen sınıfın bir üyesi olarak sömürülen sürüye dahildir. Böyle olunca, insan sömürülmeyi içkin bir olay olarak göremez. Bireysel hürlük ve sınıfsal sömürülme Osmanlı insanının asli karakteridir. Kendisi anonim sömürülürken, bireysel olarak sömürme olayını idrak etmesine imkan yoktur. Sömürme onun için dışkın yaşanılmayan bir olaydır. Bundan dolayıdır ki Osmanlı toplumunda sömüren devlet her zaman meşru olmuştur.” (Divitçioğlu, 1967:47)

Osmanlı Devleti’nde uzun yıllar varlığı halk arasında hissedilmeyen bu durum, Fransız İhtilali’nin patlak verdiği yıllardan itibaren hissedilmeye başlar. Çok uluslu bir

(23)

yapıya sahip olan imparatorlukta, azınlıkların ayrılıkçı çalışmalara başlamaları ve Osmanlı’nın Batı’nın gerisinde kaldığının fark edilmesi bir dizi yeniliğin yapılmasını da beraberinde getirir. Hazırlanan Tanzimat Fermanı, anayasal anlamda bir yeniliğin habercisi olur. Bu milat ile yeniliklerin önü açılır ve birçok alanda köklü değişiklikler başlar. Ancak yeniliklerin süratli şekilde yayılması mümkün olmaz.

Tanzimat döneminde yapılan yenilikler yanında felsefe anlayışının geliştirilememiş olması önemli bir eksikliktir. Bu eksiklik, aydınların devleti kurtarmak ve toplumu yeniden şekillendirmek adına gösterdikleri çabanın da etkisizleşmesine neden olur. Bunun yanında toplumsal sorunların ve toplumdaki sınıflı yapının da çözülememesine sebebiyet verir. (Oktay, 2008: 292)

Tanzimat döneminde Batı örnek alınarak ıslahatlar yapılmaya çalışılsa da toplum yapısı tam olarak anlaşılamaz. Bu noktada “Tanzimat yazarları da Edebiyatı Cedide yazarları da, hatta daha sonrasına ait Fecri Ati yazarları da işçi sınıfının varlığından haberdar değillerdir.” (Oktay, 2008: 257) Dolayısıyla henüz varlığı bile bilinmeyen bu sınıfın hassasiyetlerini anlamak ve bu noktada eserler meydana getirmek de mümkün olmamıştır.

Türk edebiyatında dönem dönem değişen edebiyat algısı, Meşrutiyet’in ilanı ile çok daha farklı bir boyut kazanır. Tanzimat’ta topluma dönük olan edebiyat; Servet-i Fünûn ve Fecri Ati’de toplumdan uzaklaşan bir yapı arz etse de Milli Edebiyat döneminde bir öze dönüş görülür. Halkın yanında durmaya çalışan aydınlar, halkın menfaatine olan düşünceler ile topluma yön vermek gerektiğinin de bilincindedirler. Meşrutiyet’in etkin olduğu bu yıllar, Marksizmin edebiyata dâhil olduğu yıllar olur. Ancak bu dâhil olma süreci birebir edebiyata yansıma şeklinde olmamıştır. Bu dönemde, Marksizmin varlığı bilinse de Marksizm ve sosyalizm üzerine ayrıntılı bir çalışma yoktur.

1923’lerden itibaren Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de işçi hareketleri görülmeye başlar. Ancak bu durumun edebiyata yansıması hemen olmaz. İşçi, 1927 yılında Mahmut Yesari’nin “Çulluk” adlı eseri ile edebiyata girer. (Oktay, 2008: 257) Yesari, “Çulluk” romanında Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışanları anlatır. Daha sonra Sadri Ertem de “Çıkrıklar Durunca” adlı eserinde işçi sınıfından söz eder.

(24)

1923’lerden itibaren partisel bir hareket olmamakla birlikte ekonomik yetersizliklerin etkisiyle işçilerin, daha iyi şartlarda yaşamak adına hak talep ettikleri görülür. Dünyayı etkisi altına alan ekonomik bunalımın görüldüğü yıllardan sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulur (1930) ve geniş destek bulur. Çetin Yetkin’in kitabında da vurguladığı üzere parti “feodal üretim biçiminin tersine, ücretli emeğin kurumlaştığı bölgelerde” gelişir. (Yetkin, 1982: 243) Ancak zaman içinde görülen baskılar neticesinde parti kendini fesheder. Şeyh Sait İsyanının çıkması devamında Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasına tüm ‘sol’ kökenli dergilerin kapatılmasına ve yazarlarının tutuklanmasına neden olur.

Yaşanan bu gelişmelerden sonra 1930’dan itibaren tüm sosyal ve siyasal sınıfların Cumhuriyet Halk Partisi’nin çatısı altında toplanması için gayret gösterilir. Daha evvel dışlanan ‘solcu’ söylem, devlet desteğiyle ve aydınların yardımıyla yeniden inşa edilmeye çalışılır. Fakat bu inşa sürecinde eski söylemi tekrar etmek yoktur. Devletin isteği çerçevesinde bu görüş için oluşturulan yeni bir ideolojik terim algısı bulunmaktadır. Bu terimler vasıtasıyla da daha önce yaratılmış olan zıtlığın yerini, sorunsuz bir uyum süreci almış olur.

Ülkede yaşanan değişim rüzgârı ile birlikte ilerlemek amacıyla çeşitli ilkeler ortaya konulur. Mustafa Kemal’in vefatına kadar yapılan değişiklikler vasıtasıyla Türkiye’nin Osmanlı’dan farklılığı ve gelenekselleşmiş toplum düzeninden farklı bir yapı arz ettiği vurgulanmaya çalışılır. Yapılanların sistemli hale getirilemeyişi, sosyalizmin algılanabilmesini de mümkün kılmamıştır. Bu hususta Behice Boran, sosyalizmin Türk toplum hayatını etkileyen bir yapı arz etmediğini ve Batıdan gelen bir düşünce olarak bazı aydınlar tarafından benimsendiğini belirtir. Bu aydınların; işçi sınıfı, yoksul köylüler, Batı sanayi rekabeti karşısında ezilen zanaatkârlar ve esnaflarla da doğrudan bir temasları olmadığını söyler. (Boran, 1968: 21) Hal böyle olunca aydınlar, akımın yalnızca teorik kısmını bilir, pratik kısmı ise boşlukta kalır. Eksiklik nedeniyle ‘sol’un kendi içinde gelişememe durumu ortaya çıkar. Bu gelişememe durumunu Behice Boran şöyle ifade eder:

“Sol akım zaman zaman takibata uğrayan bir yeraltı faaliyeti olarak yürümüş, öte yandan sanat, edebiyat ve sosyal bilimler alanındaki ve dağınık olarak da başka alanlardaki aydınlar arasında bir fikir akımı olarak tutunmuş, fikir, sanat, edebiyat yayınları, dergileri halinde ifadesini bulmuştur.”(Boran, 1968: 39)

(25)

Boran’ın bu tespitlerine değinen Ahmet Oktay da tam olarak gelişemeyen bu akımın, dergiler çevresinde bir gelişme ortamı bulmasından dolayı “yamalı bohça bir görünüm” oluşturduğu tespitinde bulunur. (Oktay, 2008: 295)

1930’lu yıllarda Türkiye’de henüz etkisini gösteremeyen toplumcu akım, SSCB’de farklılaşma yolundadır. Komünist Parti zamanında kurulan Tüm Rusya Proleter Yazarlar Birliği (RAPP), Stalin’in baskıcı yönetiminden sıyrılmak ve bir kamuoyu yaratmak adına çalışmaya başlamıştır. Yapılan çalışmalarda Stalin’in etkisi olmuş olsa da Stalin, yönetim anlayışı ile çelişen bu birliği; tamamen parti güdümünde bir edebiyat yaratmak adına kapatmıştır. Ülkedeki farklı görüşleri susturmak, RAPP’ın temsilcilerini eser üretemez hale getirmek noktasında bir çalışma yapmak düşüncesi ile Stalin ve ekibi, 1934 yılının Ağustos ayında Sovyet Yazarlar Birliği Birinci Kongresi’ni düzenler. Açılış konuşmasını Stalin’in yakın adamlarından biri olan Jdanov’un üstlendiği kongrede, “toplumcu gerçekçilik” sanat anlayışı hem partinin hem devletin resmi anlayışı haline gelir. “Edebiyatın partinin çıkarları doğrultusunda hizmet etmesi” ilkesinin geliştirilerek kabul edildiği kongrede, sanatın ve estetik zevkin geliştirilmesinden ziyade yapay bir edebiyat yaratılması anlayışı ön plandadır. (Kacıroğlu, 2016: 34-35)

Sovyet Yazarlar Birliği Kongresi’nin açılış konuşmasında Jdanov, sözlerine sosyalizmin ve Sovyetlerin övgüsünü yaparak başlar, ardından da sözü edebiyata getirir. Jdanov’a göre Sovyet edebiyatı; dünyanın en genç, içerik bakımında en zengin, ilerici ve devrimci edebiyatıdır. (Jdanov, 1996: 15) Burjuva edebiyatının artık günün beklentilerini karşılayamadığına değinen Jdanov, açıklamaları ile bir edebiyat-sanat konuşması yapmaktan ziyade parti politikası yapar gibi davranır. Konuşmasında biçim, dil hususlarına değinmeyen Jdanov’un bu açığını Gorki kapatır. Gorki, sosyalist devrim ile Çarlık döneminin haksızlıklarının ortadan kalktığını ve yeni dönemin yenilikle dolu bir sanat anlayışına bağlı olması gerektiğini vurgular.

Toplumcu söylemin ağır aksak ilerlediği, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın arifesinde olduğu yıllardaysa Türk edebiyatı daha gerçekçi ve halkçı çizgide seyrini sürdürür. Halkçılık ideolojisi Meşrutiyet yıllarından itibaren benimsenir. Bu ideoloji, Rusya’daki işçi hareketlerinden sonra Türkiye’de sosyalist ögelerini yitirerek geleneksel yapıya uygun dayanışmacılık hareketine dönüşerek varlığını sürdürür. Toplumsal

(26)

sınıflar arasında ekonomik yapıyı koruyarak bir denge sağlanmasını ve çatışmaları en az düzeye indirgeyerek toplumsal barışın oluşturulmasını ilke edinen halkçılık; bu ilkeye bağlı kalan aydınlarla toplumdaki çeşitli sınıflar arasında bir iletişim ortamı kurmaya çalışır. İşte tam bu noktada sınıfsız bir toplum yaratmak iddiasıyla siyasiler de devreye girer ve Halkevleri kurulur (1931). Devamında çıkarılan İş Yasası, grev ve lokavtı yasaklayan yasa, çalışma sürelerini ve işten çıkarılma ilkelerini düzene bağlar; iş sağlığı ve güvenliği hususunda ilkeler ortaya koyar. İş yaşamının sınırlandırılması, Ceza Yasaları vasıtasıyla güçlendirilmesi, emekçi kesimlerin sorunlarının suç kapsamına girmesine neden olur. Hal böyleyken köylünün durumu ortaya çıkar. Toplumun bu dönemde içinde bulunduğu yapıyı Oktay şöyle açıklar: “Toplumun sınıflardan dıştalanması ve nesnel çelişkilerin yok sayılması temeli üzerinde oluşturulan halkçılık ve ideolojinin uzantısı köycülük, Türkiye toplumculuğunun asalağı olmuştur.” (Oktay, 2008: 358) Esasında köycülük ve halkçılık algısının birlikte şekillenmiş olması bir kavram karışıklığına neden olmuştur. Ancak buna rağmen köycülük algısının toplumda gelişmenin önünü açtığı da açık bir gerçektir.

Köycülük ideolojisinin uzantısı olan Köy Enstitüleri (1940), sosyal demokrat algının oluşmasında önem taşımış olsa da kuruluşunun temeli; kırsal kesimin iktidar eliyle yönlendirilmesi ve pasif hale getirilmesi algısına dayanmaktaydı. Tam da bu noktada dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in mecliste söylediği sözler önem taşır:

“Arzumuz, köyün içerisinde bilgili, sıhhatli, memleketine bağlı ve müstahsil bir vatandaş yetiştirmektir. Yoksa köylüyü, bu arzettiğim bilgi ve melekelerle teçhiz edip onları şehre akın eder vaziyete getirmek değildir. Köy Enstitülerini yeni bir sınıfın müvellidi addetmeyi bendeniz doğru bulmuyorum.” (Timur, 1971: 250)

Köycülük akımının sonunda enstitüler, iktidarın düşüncesinin aksine ekonomik ve siyasal beklentilerin aracı olur. Bu yönüyle muhalefetin yuvası olarak anılırlar ve bu durum toplumcu söylemin kendini sınırlandırmasına neden olur.

Köycülük ideolojisi yalnızca siyasal bir söylem olarak da kalmaz. Dönemin ünlü dergilerinden Küllük’ün Beyannamesi’nde de köy ve köycülüğe vurgu vardır. Burada Küllük’ün bir kahve olduğu belirtilir. Saraya karşı halkın mekânı olan kahveler, halk sanatının da oluşturulduğu ve geliştirildiği yerlerdir. Şehir insanı, kahve ile sanatı birbirinden ayrı ayrı düşünmeye başlayınca sanatın en önemli desteği de yitirilmiş olur.

(27)

Yine aynı dönemin dergileri Ses ve Yeni Ses dergilerinde de halk kavramı köylü anlamıyla yansıtılır. Hatta Ses’te yeni sanatın kaynakları olarak Orta Oyunu’na, Karagöz’e, kilim ve çorap nakışlarına vurgu yapılır. Köy ve köycülük anlayışının bu denli palazlandığı dönemde şair ve yazarlar, çok önemli bir noktayı da gözden kaçırırlar. Halkçılık ve köycülük söyleminin iç içe geçtiği bu dönemde, edebiyatta ortak bir algı meydana getirilir ve uzun yıllar köy edebiyatının tek ‘sol’cu edebiyat olduğu düşünülür. Oysaki durum oldukça farklıdır ve toplumcu söylemin asıl kaynağı tam olarak belirlenememiştir. İşte bu noktada Oktay şu tespiti yapar:

“Eğer uluslararası konjonktör iyi değerlendirilmiş olsaydı içerideki gelişmelerin daha erken farkına varılabilecek, asıl devrimci gizil gücün kentlerde birikmeye başladığı olgusu açıkça kavranabilecek ve yazın, köy romantizminden kent realizmine ve bu gerçekliğin özgün ve karmaşık biçimlerine sıçrayabilecekti.” (Oktay, 2008: 363)

Oktay’ın bu tespiti yanında bu dönem içinde halkçılık ve köycülük söyleminin iç içe geçtiğine dair bir tespiti de Özlem Kayabaşı “1960-1980 Arası Toplumcu Gerçekçi Şiir ve Problemleri” adlı doktora tezinde şöyle ifade eder:

“1930’lu yıllarda Marksist bir dikkatle ele alınmak istenen halk ve köy, işçi sınıfının yerine konulan unsurlar olarak dikkati çeker. Döneme hâkim olan siyasi düşüncelerin de bu doğrultuda olması, “halk” kavramının özellikle vurgulanması siyasi bir görüşten çok popülist bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir.” (Kayabaşı, 2011: 5)

Köy olgusundan zaman içinde sıyrılan Türk edebiyatı, zaman içinde yenilenmeye ve modernleşmeye başlar. Bu modernleşme etkisinde toplumcu söylem gelişmeye çalışsa da çok başarılı sonuçlar elde edilemez. Bu başarısızlığın temelini “rejimin yerleştirilmesinin doğal ve zorunlu aracı olan baskı, toplumun tüm sınıf ve tabakalarınca benimsenmiş ideolojik oydaşmaya ters düşen bir söyleme karşın aydın ve yarı aydın çevrede duyulan tepki” (Oktay, 2008: 364) oluşturur. Bunların yanında edebi üretimin merkezinde olan şair ve yazarların çoğunluğunun Marksist olmayışları, liberal ve sosyal demokrat olmakla yetinmeleri de etkili olmuştur.

1940 toplumcu kuşağı geçirdiği siyasi, edebi birçok aşamanın ardından yazacaklarını tasnif ederek yazmaya çalışır. Kuşağın yapmaya çalıştıklarını Özlem Kayabaşı tezinde şöyle aktarır:

1940 toplumcu gerçekçi kuşağı hem siyasal anlamda bir ideolojiye hizmet etmeyi amaçlar hem de köycülük anlayışıyla eserler verir. Marksizmin tesiriyle ifade

(28)

edilemeyen işçi sınıfı ve sınıf problemleri köycülük ve halkçılık adı altında ele alınır. Bunda siyasi iktidarın baskılarının olduğu kadar Sovyet kaynaklı bir ideolojinin sakıncalı görülmesinin de etkili olduğu düşünülebilir. Köycülük ve halkçılık anlayışının yanında sonraki yıllarda köyden kente göçlerin etkisiyle “şehirde yaşayan küçük insanların hayatları” da yer alır. (Kayabaşı, 2011: 6)

Açık siyaset yapması engellenen ve bir dönem köy edebiyatıyla karıştırılan ‘sol’, siyasi anlamda söyleyemediği sözleri edebiyat vasıtasıyla duyurmaya çalışır. Öncelikle roman ve hikâye gibi türlerle gelişme kaydetmeyi tasarlayan toplumcu söylem, bu noktada başarılı olamayınca yönünü şiire çevirir. Nâzım Hikmet gibi yenilikçi bir şairin yarattığı söylemle toplumcu gerçekçi şiir, toplumculuğun ana unsuru sayılır. Bir dönem güçlü bir söyleyişe yaslanan toplumculuk, devamında ise derin bir yalnızlığa gömülür.

1944’den itibaren yaşanan tutuklamalar ve edebiyattaki sansür ortamı şairleri etkiler ve birçok isim yazmayı bırakır. Yazanlar da yazdıklarını yayımlamak istemez ya da yayımlamak istediklerinde sansürle karşılaşırlar. Bu durum 1960’lara kadar devam eder.

Meşrutiyet yıllarında Türkiye’de sözü edilmeye başlanan toplumcu gerçekçilik, ülkenin içinde bulunduğu siyasal ve sosyal olaylardan etkilenerek gelişmeye çalışır. 1930’lu yıllara değin ağır ilerlediği, 1930’lu yıllarda ciddi bir ivme kazandığı söylenebilir. Ancak bu dönemde toplumcu söylemin siyasal anlayıştan saptığı da görülmektedir. 1940’lardan itibaren yaşanan siyasal baskı ve sansürün etkisiyle toplumcu söylem geriler. Ancak bu gerilemede, siyasal anlamdaki baskı yanında dönemin toplumcu şair ve yazarlarının yazın kabiliyetindeki eksiklik ve güçlü bir söylem yaratamamaları da etkili olmuştur.

Toplumculuğun terminolojik yapısının tam olarak kurulması ve sanatta daha sağlam temelli olarak yer alması 1955’li yılları bulur. Evvelce belli argümanlarla ifade edilen toplumculuk, 1960’lı yıllarda revize edilir. Demokrat Parti’nin son yıllarında oluşmaya başlayan 1960’lı yılların toplumcu kadrosu, Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koyması ile oluşan siyasal baskı altında eserlerini vermeye çalışırlar.

İkinci Yeni’nin şiiriyle doğrudan temasa geçen 1960’lı yılların toplumcuları, İkinci Yenicilerin şiirde yaptıkları yeniliklerden etkilenirler. Bu dönemde işçi ve

(29)

emekçiden yana tutum sergileyen Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması, bu dönemin şairlerini de etkiler. Ancak tamamen güdümlü bir sanat algısının yaratıldığını söylemek de yanlış olur. Bu kuşağın sanatçılarının 1940’lı yılların toplumcularını örnek alarak yetiştiklerini söylemek mümkün değildir. Çünkü evvelce eser veren birçok şair, sonrasında edebiyat sahnesinden çekilmiştir. Bu durum birebir ölçüde öykünmeyi engellese de 1960’lı yılların toplumcularının daha önceki dönemle sezgisel bir bağ kurduğu gerçeğini de değiştirmez.

1960’lı yıllarda yaşanan siyasal, sosyal olaylar ve bir önceki dönemdeki toplumcu şairlerin eserlerinin kesintili olarak yayımlanması toplumcu düzlemde bir kesintiye yol açar. Bu kesinti, dönem şairleri arasında da bir kopukluğa neden olur. 1960 dönemi şairlerinin bir kısmı geçmişe dayalı bir anlayışla eserlerini oluştururken; bir kısmı dönemini yansıtır vaziyettedir. Hatta bu durum dönemin Devinim, Dönem, Alan 67 ve Yeni Gerçek gibi dergilerine de yansır. (Canberk, 2010: 133)

1971 yılında askeri muhtıra ile demokrasi bir kez daha kesintiye uğrar ve 1940’lı yılların baskı ortamı görülür. Yargılamalar, hapis, sıkıyönetim ve sürgün gibi gelişmeler, 1940 dönemi sanatı ve şiir anlayışının yeniden gündeme gelmesinde etkili olur. Toplumcu gerçekçiliği farklı şekilde yorumlayan isimlerce değişik dergiler yayımlanır.

12 Eylül 1980’de Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koyması ile yine önceki dönemlere benzer bir baskı süreci yaşanır. Siyasal olaylar gündelik yaşamda daha fazla yer bulur. Yargılama ve hapis kavramlarının çok fazla söylenir hale gelmesi bu durumun hapishane edebiyatını oluşturmasına neden olur. 1980’li ve 1990’lı yıllarda bu düzlemde bir şiir geleneği, değişik biçimlerde okuyucuyla buluşur.

Toplumcu söylem, Osmanlı’dan başlayarak çeşitli dönemlerde farklı siyasal ve sosyal ortamlardan etkilenerek gelişmeye çalışır. Evvelce tam olarak algılanamayan Marksizm ve sosyalizm kavramları sonraları algılanmaya ve Türk edebiyatına ikame edilmeye çalışılır. Başta Nâzım Hikmet olmak üzere 1940 kuşağı, bu anlayışa bağlı olarak eser vermeye özen gösterir. Gerek dönemin şartları gerek şairlerin kendi yazınsal yetersizlikleri gerekse üretilenlerin yayımlanamayışı gibi gerekçelerle bu dönemde çok

(30)

olgun eserler görülmez. Ayrıca yazılanların kültürel devamlılık içinde halk ile sıkı bir bağ kuramamış olması da bu başarısızlıkta etkili olmuştur.

Toplumcu söylemin sürdürücüsü olan isimler siyasal, sosyal ve kültürel anlamdaki kısıtlanmışlığa ve yetersizliğe rağmen kendilerine usta saydıkları Nâzım Hikmet çizgisinde eserlerini vermeye devam ederler. Ara ara sekteye uğrasa da 1960’dan sonra da bu anlayışın sürdürücüleri, çeşitli dergiler ve kitaplar vasıtasıyla eserlerini okuyucuyla buluşturmaya ve bu anlayışı sürdürmeye devam etmişlerdir.

(31)

İKİNCİ BÖLÜM

(32)

2.1. KIRK KUŞAĞI ŞAİR KADROSU

Toplumcu gerçekçiliğin, bir siyasal kurama yaslanmasının ötesinde bir edebiyat kuramı olarak Türkiye’de gelişmeye ve yaygınlaşmaya başladığı dönem 1940’lı yıllar olur. Bu yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı baskıcı atmosfer etkisinde kendi ideolojilerini ortaya koyan şairler, zaman içinde toplumcu gerçekçi şiirler yazan bir kadroyu da meydana getirirler. Bu kadronun kimlerden oluştuğu ya da bu kadroda kimlerin yer alabileceği hususunda yapılan araştırmaların başında Hikmet Altınkaynak’ın “Edebiyatımızda 1940 Kuşağı” adlı çalışması gelir. Bu çalışmada Altınkaynak, kuşağın Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, M. Niyazi Akıncıoğlu, A. Kadir, Suat Taşer, Mehmet Kemal, Ömer Faruk Toprak, Ahmet Arif, Attila İlhan, Arif Damar ve Şükran Kurdakul’dan oluştuğunu belirtir. (Altınkaynak, 1977: 110)

Altınkaynak eserini üç bölümde oluşturur. İlk bölümde, 1940 kuşağını olumlu yönde etkileyen zaman içinde toplumcu görüşünü değiştirip bireysel şiirler yazan ya da edebiyatı bırakan isimler üzerine bir inceleme yapar. Bu isimler Ercüment Behzat Lav, İlhami Bekir Tez, İlhan Berk, Fahri Erdinç, Ceyhun Atuf Kansu, Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Nevzat Üstün ve Metin Eloğlu’dur. İkinci bölümde 1940 kuşağı içinde yer aldığını belirttiği isimlerin hayatlarına ve şiir anlayışlarına yönelik bilgiler verir. Bu bilgilerden sonra sözü edilen şairlerle yapmış olduğu söyleşiye ilişkin soruları ve cevapları; ardından da bu şairlerin şiirlerinden birkaç örneği ekler. Son bölümde ise 1940 kuşağı içinde yer alan ancak şiir konusunda çok başarılı olamayan ve zaman içinde şiiri bırakan Nail V, Fethi Giray, Sabri Soran, Çaloğlu, Hasanoğlu, Ahmet Fedai, Nuh Naci Özmen ve Avni Dökmeci’nin birkaç şiirine yer verir. Ancak bu isimlerin hayatlarına ya da şiir anlayışlarına ilişkin herhangi bir bilgiye yer vermez.

1940 kuşağı toplumcu gerçekçi şairleri ve şiir anlayışları üzerine yapılmış olan bu çalışma, uzun yıllar boyunca tek çalışma olarak kalır. Çalışmada, toplumcu gerçekçi şairlerle yapılan söyleşilerde Altınkaynak, 1940 kuşağının kimlerden oluştuğuna yönelik şairlere soru sorar. Bu soruya verilen cevaplar dönemle alakalı fikir edinmek ve bu kuşağın hangi şairlerden oluştuğu hususunda bir yargıya varmak adına önem taşır.

(33)

Eserde, Mehmet Başaran ile yapılan söyleşide “Sizce 1940 kuşağı toplumcu şairleri kimlerdir?” sorusu sorulmuştur. Başaran bu sorunun cevabında kendini bu kadroya dâhil etmez. Köy Enstitülü olan köyü ve köylüyü çok iyi tanıyan anlatan Başaran ve arkadaşları bir yönüyle toplumculuğa yaslanmış olsalar da kendilerini bu gruptan saymazlar. Başaran’ın bu kadroya dâhil ettiği isimler Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir, Rıfat Ilgaz, Mehmet Kemal, Ömer Faruk Toprak, Suat Taşer, Cahit Saffet Irgat, Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, Arif Barikat (Damar), Şükran Kurdakul ve Sabri Soran’dır. (Altınkaynak, 1977: 98-99)

Hasan İzzettin Dinamo ile yapılan söyleşide “Sizin de içinde bulunduğunuz 1940 kuşağı toplumcu şairlerini anlatır mısınız?” sorusu yöneltilir. Dinamo, verdiği cevapta Nâzım Hikmet, A. Kadir ve Rıfat Ilgaz’ı sayar. Bu isimlerin dışında başka toplumcu gerçekçi şairlere yer vermemesinin nedenini de açıklar. Daha evvel Akşam gazetesi tarafından 1940 kuşağı kadrosunun kimlerden oluştuğu ile ilgili sorulan soruya çok geniş bir şair kadrosuyla cevap verdiğini; sonrasında bu şairlerin birinden aldığı tepki nedeniyle temkinli davrandığını sözlerine ekler. (Altınkaynak, 1977: 120-121)

Ömer Faruk Toprak ile yapılan söyleşide ise “Sizce 1940 Toplumcu Ozanları kimlerdir?” sorusu sorulmuştur. Toprak, bu kadroya kendisi dışında Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Suat Taşer, Fethi Giray, Cahit Irgat, Niyazi Akıncıoğlu, Suphi Taşhan ve Mehmet Kemal’i dâhil eder. Dönemin dergileri incelenirse bu isimlere Behiç Atabek, Fuat Ofşin, Sabri Soran, Halil Aytekin ve Sefer Aytekin’in de eklenebileceğini belirtir. (Altınkaynak, 1977: 219-220)

Bu konuda bir diğer çalışma da Metin Cengiz’e aittir. Cengiz’in “Toplumcu Gerçekçi Şiir 1923-1953” adlı çalışmasında ise toplumcu gerçekçi şairlerin kadrosunun genişlediği görülür. Cengiz, bu çizgide eser veren tüm şairleri eserine alır ve iki grupta değerlendirir. İlk grupta değerlendirilen isimler Nâzım Hikmet, İlhami Bekir Tez, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Nail V, İlhan Berk, A. Kadir, Cahit Irgat, Fethi Giray, M.Niyazi Akıncıoğlu, Suat Taşer, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Mehmet Kemal, Nevzat Üstün, Arif Damar, Attilâ İlhan, Sabri Altınel, Ahmet Arif ve Şükran Kurdakul’dur. İkinci gruptaki -Cengiz, “Diğerleri” olarak ifade eder- şairler ise Halil Aytekin, Sefer Aytekin, Çaloğlu, Avni Dökmeci, Fahri Erdinç, Ahmet Fedai, Hasanoğlu, Orhan Kemal, A.Suavi Koçer, Kemal Sülker, Nuh Naci Özmen, Sabri

(34)

Soran, Suphi Taşhan, Celal Vardar ve Fehmi Yazıcı’dır. Cengiz, bu bölümde yer alan şairleri toplumsal konuları işledikleri ancak o günün koşullarında kalıcı olamadıkları ve güçlü bir söyleyiş yaratamadıkları gerekçesiyle ayrı tutar. (Cengiz, 2015: 153)

Cengiz, kitabında ilk grupta değerlendirilen şairlerin şiirleri ve şiirlerini topladıkları kitaplar hakkında bilgi verir. Bu bilgilerin ardından da şiirlerinde ön plana çıkan özelliklerin belirgin olduğu örnekleri ekler. “Diğerleri” kısmındaki şairlerin, şiirlerine ve hayatlarına dair herhangi bilgiye yer vermez. Çünkü bu şairlerin hayatlarına dair bilgiler sınırlıdır. Hatta bazı şairlerin doğum tarihlerine bile ulaşılamadığından bu şairlerin doğum tarihlerine bile yer vermez. Bilgi yetersizliğinden bazı şairlerinse yalnızca isimlerine yer verilir. Bu bölümde yer alan birçok şairin müstakil bir şiir kitabı da yoktur. Bu nedenler göz önünde bulundurularak bu bölümdeki şairlerin, yalnızca şiirlerinden bazı örneklere yer verilmiştir.

1940 Kuşağının kimlerden oluştuğu hususunda gerek dönemin şairlerine sorulan sorulardan alınan cevaplar gerekse araştırmacılar tarafından yapılan tespitler göz önüne alındığında dikkat çeken bazı hususların olduğu fark edilir. Hikmet Altınkaynak’ın eserinde toplumcu gerçekçi şairler arasında adı belirtilmeyen ve asıl ününü İkinci Yeni ile kazanan İlhan Berk, Metin Cengiz tarafından toplumcu gerçekçiler arasında sayılır. Bir diğer durum ise Nevzat Üstün ile ilgilidir. Metin Cengiz’in kitabında, ilk gruptaki şairlerden sayılan Üstün ile Altınkaynak’ın gerçekleştirdiği söyleşi dikkate değerdir. Bu söyleşide Üstün’e “Sizi 1940 kuşağı toplumcu şairlerinden ayıran özellikler nelerdir?” sorusu sorulur. Üstün’ün verdiği cevap ise şöyledir:

“Bu özellikler aslında dünyaya bakmak sorunundadır. Benim gençliğimin ilk yıllarında, edebiyata başladığım, edebiyat çevrelerine girdiğim ilk yıllarda birtakım olaylar vardı. Bu olaylar, bizim toplumumuzun kaynamağa başlayan ilk fokurdamaları, kıpırdamaları. Ben o çağlarda da, bugün de olduğu gibi sorunlara tek yönden bakmamaya çalıştım. Benim gözümün önüne gelen herhangi bir sorunu çözümlerken, tek yönlü olmaktan kaçındım. Sorunlara pek fazla sert bakmamaya çalıştım. Sloganlara pek fazla değer vermedim.” (Altınkaynak, 1977: 107)

Kendini toplumcu şairlerden farklı sayan Üstün, Cengiz’in kitabında ilk gruptaki şairler arasında yer alsa da dönemin yaygın toplumcu şairleri arasında yer almamaktadır. Üstün’ün bu dönemin konularına bağlı kalarak eser verdiği halde, daha

(35)

başarılı olan şiirlerinin Garip etkisinde yazılmış olan şiirler olduğu görülmektedir. (Cengiz, 2015:123)

İlhami Bekir Tez ve Ercüment Behzat Lav da 1940 kuşağının krolonojik düzleminde eser vermiş olsalar da onların bu kuşağın içindeki durumları araştırmacılar arasında görüş ayrılığına neden olmuştur. Her iki ismin de bu dönemde eser verdiği ancak toplumcu gerçekçi çizginin gerisinde kaldığını söyleyen Altınkaynak, iki ismi de toplumcu şairlere dâhil etmez. Oysaki Cengiz, Ercüment Behzat Lav’dan söz etmezken İlhami Bekir Tez’i bu gruba dâhil eder.

Sabri Altınel ile ilgili olarak Cengiz, bu ismi ilk grupta yer alan şairler arasında nitelendirirken Altınkaynak, bu isimden hiç söz etmez. Aynı durum toplumcu gerçekçi şairlerin usta olarak saydıkları Nâzım Hikmet’te de görülmektedir. Altınkaynak, bu dönemin oluşturucusu ve yol açıcısı olarak gördüğü Nâzım Hikmet’i bu dönemin toplumcu gerçekçi şairleri arasında nitelendirmez. Ancak Cengiz, bu kuşağın en başat ismi olarak Nâzım Hikmet’i görür.

Altınkaynak ve Cengiz’in toplumcu şairler noktasında bu denli farklı isimler üzerinde durmasının temel nedeni farklı yılları araştırmalarıdır. Altınkaynak 1940-1950 yıllarını, Cengiz ise 1923-1953 yıllarını çalışmıştır. Kuşkusuz Cengiz’in çalışma yaptığı yıllar Altınkaynak’ın çalıştığı yılları da kapsar. Ancak burada Canan Berhumoğlu’nun tezinde ifade ettiği üzere “Metin Cengiz’in kitabında Sosyalist ideoloji doğrultusunda toplumcu bir anlayışla eser veren her şairi önemseme” (Berhumoğlu, 2001: 21) anlayışı etkili olmuştur. Sonuç olarak da bu denli geniş bir toplumcu kadro ortaya çıkmıştır.

1940’lı yılların edebiyat ortamını anlatmak noktasında Attilâ İlhan’a fikri sorulur. İlhân, bu yıllarda “ikisi iktidardan yana, ikisi de iktidara karşı” olmak üzere dört grubun bulunduğunu belirtir. İktidar olarak CHP döneminin olduğunu söylerken birinci grupta “Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Nabi aracılığıyla, Garip üçlüsünü, Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’i tuttuklarını” söyler. İkinci grup olarak “Suut Kemal Yetkin’in himayesinde görünen Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Oktay Akbal, Salah Birsel, Fahir Onger, Naim Tirali ve Fazıl Hüsnü’nün yer aldığını ve bu grubun CHP’nin resmi sanatçıları” olduğunu belirtir. “Karşı yan” olarak ifade ettiği grubu da kendi içinde solda aşırı Sosyalistler ve sağda aşırı Turancılar olmak üzere iki gruba

(36)

ayırır: “Sosyalistler arasında Niyazi Akıncıoğlu, Ömer Faruk Toprak, A.Kadir, Suat Taşer, Cahit Irgat, Mehmet Kemal, Rıfat Ilgaz, Sabri soran vs. sayılabilir. Ben, Ahmet Arif, Arif Barikat (Damar), Şükran Kurdakul, bu takımın genç şair adaylarıydık…” (Çelik, 2006: 73) İlhan’ın bu açıklamalarından anlaşılacağı üzere kendini ve arkadaşlarını “sosyalist” olarak tanımladığı, kendisi ve arkadaşları için “CHP’nin resmi sanatçıları”ndan biri olarak gördüğü Ataç’ın ortaya attığı “toplumcu gerçekçi şairler” tanımını benimsemediği görülmektedir.

Dönemin şairlerinin ve bu dönemi araştıran araştırmacıların bu denli farklı düşüncelere sahip olmasında, toplumcu kadroyu daraltıp genişletmelerinde dönemin edebi anlayışındaki kırılmaların ciddi manada etkisi vardır. Garip akımı ile aynı dönemde var olmaya çalışan toplumcu gerçekçilik; siyasal bir temele yaslanması nedeniyle geri planda kalmış, ancak sürdürücüleri tarafından ardı bırakılmamıştır. Dönemin şairlerinin anlayışı, birkaç farklı düzlemde gelişmiştir. Bazı şairler toplumcu düzlemde başlayıp aynı düzlemde devam ederken; bazı şairler toplumsal düzlemde başladıkları edebi hayatlarını bireysel konulara kaydırır. Bir diğer şair grubu ise etkili bir söyleyiş yaratamamaları nedeniyle farklı edebi türlere kaymışlardır.

Toplumcu söyleyişe temas eden ya da bütün edebi varlığını bu noktadaki çalışmalara adayan isimlerin, usta olarak gördükleri şair Nâzım Hikmet’tir. Bu akımın yol açıcısı ya da hocası olarak kabul edilen Nâzım Hikmet’in şiir yeteneğine ve onun değindiği konulara temas etmek, etkili bir söyleyiş yaratmak çabasında olan diğer şairler bu noktada çalışmalar yapmışlardır. Dönemden döneme değişen siyasal ve sosyal ortam, bireylerin kendi sanatsal yetenekleri, toplumculuğun temelindeki ideolojiyi anlayabilme ve bu ideolojiyi temellendirerek eserlerde yansıtabilme becerisi, bu yolda karşılaşılan başarı/başarısızlık durumunu ortaya çıkarmıştır. Bu durumda toplumcu kadronun şekillenmesinde etkili olmuştur.

Bu dönemin şairleri belirlenirken yapılan araştırmalarda, belirlenecek isimlerin bu dönemde yaşayan şairlerin ve bu dönem üzerine araştırma yapan isimlerin ortak olarak ismini verdiği, toplumcu gerçekçi çizgide eserlerini oluşturan ve müstakil kitapları bulunan isimler olması gerektiğini düşünüldü. Bu noktada müstakil kitapları bulunmayan Halil Aytekin, Sefer Aytekin, Çaloğlu, Ahmet Fedai, Hasanoğlu, Nuh Naci Özmen, Fehmi Yazıcı ve Nail Vahdet Çakırhan araştırmaya dâhil edilmedi.

(37)

Çalışmada A. Kadir, Ahmed Arif, Arif Damar, Attilâ İlhan, Avni Dökmeci, Cahit Irgat, Celal Vardar, Enver Gökçe, Fethi Giray, Hasan İzzettin Dinamo, Mehmet Kemal, Nâzım Hikmet, Niyazi Akıncıoğlu, Ömer Faruk Toprak, Rıfat Ilgaz, Sabri Soran, Suat Taşer, Suphi Taşhan ve Şükran Kurdakul incelendi. Müstakil şiir kitapları bulunan bu isimlerin tüm şiir kitaplarını okunurken Hasan İzzettin Dinamo’nun ulaşılabilen dönemi kapsayan üç şiir kitabını okundu. Ayrıca Sabri Soran’ın dört şiir kitabından ulaşılamayan bir tanesi de tez içinde yer almadı. Şiirlerini okunan bu şairlerden, Avni Dökmeci ve Suat Taşer dışındaki tüm isimlerin hapishane mekânlı şiirlerinin tahliline dördüncü bölümde yer verildi. Ancak bu iki ismin hapishaneyi bir mekân olarak içeren şiirleri olmadığından ve şiirlerinde yalnızca bu mekâna ilişkin kelime bulunduğundan Dökmeci ve Taşer’in bu şiirlerinin isimlerine ve şiirlerde geçen kelimelere “Ekler” bölümündeki sıralamada yer verildi.

(38)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEKÂN

Referanslar

Benzer Belgeler

[r]

Geleneksel olarak metonim ve sinekdok “yerine geçme” özelliği dolayısıyla metaforun alt türü olarak kabul edilmiş ve Ahmet Cevizci eğretileme tanımında olduğu

Şairi Mustafa Bayram Mısır'ın veda yazısı ile uğurluyoruz: "İşçi sınıfımızın ve ezilenlerin sesini, yürüyüşlerinin yankısını dizelere nakşeden

Hastalara uygulanan tedavi şekilleri gruplan- dırılarak hastaların ses terapisi, medikal ve cerra- hi tedavileri sonrasında ölçülen temel frekans , jit- ter,

Kraniyal manyetik rezonans görüntülemede; frontonazal kemikte defekt, frontal bölgedeki defekten beyin dokusunun herniyasyonu ve bu bulgularında frontonazal ensefalosel ile

Konuyla ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında Türkçe Öğretimi Lisans Programı'nda verilen derslerin işlevselliği üzerine öğretmen adaylarıyla (Özkan ve

yüzyılda im parator Justinyen tarafından sarayın su ihtiyacı ipin yaptırılan Yerebatan Sarnıcı (üstte).. yüzyılda İmparator Jüstinyen ta­ rafından

Özet: Yüksek atefl, bafl a¤r›s›, cilt ve mukozalarda kanama, ishal, bulant›, kusma flikayetleri ile izledi¤imiz ve laboratuvar bulgular›nda lökopeni, trombositopeni, AST,