Y
A
S
A
M
Y A S A R K E M A L 'İN P EŞ İN D E ÇUKUROVA
9
9
9
11
K
"Peki, nr12 cadı, geliyo musun?” “Nereye Yaşar Bey?” "Yaşar Bey yok! Doğru dü rüst konuş...”
Yaşar Kemal, nereye geliyo rum:
“Adana'ya yahu...” “Geliyo muyum?” "Gelivosun, geliyosun...”
Böylece anlaşıldı ki. Yaşar Kemal'in de bulunduğu bir Adana görmek kısmet olmuştur ve cümle âlem bir uçağa bine cek ve Adana'ya gidecektir. Başka tür lüsü de mümkün değildir...
Atatürk Hava Limanı'nın İstanbul
Havayolları tezgâhındaki hanım görev
li, bir yandan sigara içenlerin ezici ço ğunluğu karşısında uçağa nasıl bir ter tiple yolcu sığdıracağını kestirmeye çalı şırken, öte yandan da telefonda, üst dü zeyde olduğu anlaşılan bir Bey'e, “Evet
efendim, şimdiye kadar 110 kişi geldi ama gelmeye devam ediyorlar...” diye ce
vap yetiştirmekte. Türk kültür hayatı nın uçağa girecek olan kişileri, sağlıklı yaşam koşullannı hepten boşvermiş, fo sur fosur sigara tüttürmeden Adana’ya gitmemekte kararlı...
Ve uçağa binildi. Yazarlar, fotoğraf çılar. sinemacılar, aktörler, bilim adam ları... Buram buram tütün kokarak A- dana’ya da inildiki, bu inişin herhangi bir iniş olmayacağı anlaşıldı. Bir “kor te jd e n söz ediliyordu ve uçağı haziru- nu kortejden nasıl kaçmalı konuşmaları yapmaya başlamıştı. Böyle bir kaçış as la mümkün olamazdı, çünkü tek bir çı kış vardı ve bu çıkış da kıpkırmızı, Ada nalı bir Ford araba tarafından tutul muş, tepesine balonlar asılmış, bu renk cümbüşünü yeterli bulmayan Adanalı gençler, çıkıştaki kaçılması mümkün deliklere yerleşip gelenin geçenin eline birer demet çiçek tutuşturmaya başla mıştı bile... Apartman biçimindeki oto büslerde herkes yerini aldığında, davul zuma, sesini ta Kayseri’den duyurmak taydı...
A! İşte Yaşar Kemal, “Katil” ile yan yana, kırmızı F ord’un içinde ayakta du ruyor... Ara Güler deklanşöre üst üste
basıp Ford'u, Yaşar Kemal’i, Katil'i ve
Menderes Samancılar ı çeşitli açılardan
ölümsüzleştirdi. O arada Şener Şen’in burnuna bir mikrofon dayanmış, genç adam soruyor: “Adana'ya nasıl buldu nuz?” “Bulunacak halde değil ki, bir ba lon duvarı ardında gözden kaybolmuş...”
diyecek gibi geliyorsa da Şen daha iyisi ni bulup söylüyor: "Yahu ben AdanalI
yım...
Kortej, anlı şanlı, Adanalı bir gururla kentin birkaç yüzyıllık iki camiini geçip,
meydanlarda gövdesini gösterdi. Aş malı çardakların bir kat altlarındaki balkonlar dolu, kaldırımlar dolu, çoluk çocuk, esnaf, merakla bu geçit yapan cazip kalabalığı izlemekte ve birbirine benzeyen haykırışlar sık sık duyulmak ta: “A! Bak! Katil... Vay kurban, ne de yi
ğit...” “Şener Şen’i gördün mü? Gülü- yo...” “Şu şey dizisi var ya... Neydi? On- daki adam...”, “Şunu da bi yerden tanıy- cam ama... Kimdi acaba?”, “Bak ben bu nu tanıyorum... Rutkay Aziz!”, “Baksa na, Nur Sürer de gelmiş..? Adanalı mı a- cep?”
Ve fırıldaklar... Kim akıl etmişse, ne
iyi etmiş de Seyhan Belediyesi’nin şenli ğini rüzgâr fırıldaklarıyla süslemiş. U- zun direklerin üstüne asılmış, rengâ renk, kocaman fırıldaklar... Birbiri pe şine yaramaz çocuklar gibi dizilmişler. Çukurova’nın bir ucundan kopup buğ day tarlalarını yalayarak, yeşil yeşil geli yor rüzgâr ve rengârenk dey fırıldakları hırsla çeviriyor. Fini fırıl dönüyorlar, çocuk gibi keyifleniyor insan. Tıkır tıkır çalışan bir sistemle otellere yerleştirili yoruz. Hayretler içindeyiz. Valizler kaş la göz arasında bulundu, herkes odası na birkaç dakikada ulaştı, kimse kimse ye bağırmıyor, kimse kimsenin gırtlağı na yapışmadı... Bizi düzgün organizas
yon gibi, şaşırtıcı bir durumla karşı kar şıya bırakıp öfkelenme fırsatı tanıma yan Onur Yurdatapan’ı bulup ne deme li? Şikayet edemezsin, öfken de burnun da değil... Bu gibi durumlarda ne yapıla cağı konusunda idman yok! Davetliler O nurun karşısından nazik reveranslar yaparak geçiyorlar.
“Akşam resepsiyon var!” diyorlar. Eli
mizde program da var, baksak görece ğiz de... Hep aynı dert... Organize olma ya pek alışık değiliz. Etli canlı birinin ağ zından duyunca inanıyoruz. O zaman da kalkıp resepsiyona gidiyoruz.
Devlet Su İşleri’nın su kıyısındaki tesi
sinde tam anlamıyla “ayaküstü” bir ye mek bu. Büfe iyi hoş da, oturacak yer yok... İki katlı binanın balkonlu katın da söylene söylene dolaşıyor, yemek kuyruklarına giriliyor, kolalı votkalar i- çiliyor. Ve görüyor musunuz? “ Katil” frak giymiş ve de pek yakışmış... E, hak lı... Resepsiyon denilince frak getirmiş, getirince de giymiş... Gözüm “K atiPin dizleri hizasında bir kıpırtıya ilişiyor. Bacaklan olmayan biri bu. Belli ki onla rın müdavimi ve belli ki resepsiyon yapı lıyor olmast, onu hiç_de rahatsız etmi yor. Bacaklan olmayışına alışık, davet liler arasında en sempatik haliyle dolaşı yor, içkisini de içiyor, dönerini de, krem
karemelini de yiyor. Binanın görevlile rinden biri “Gariban...” diyor. “Sîzler
geldiniz diye pek sevindi!” Sevindiği bel
li, yüzünde güller açarak, Adana'nın mülki erkânından biriyle konuşuyor ve o binanın neresinden bakıldiğında man zaranın iyi olduğunu anlatıyor. Hem şehrisiyle uzun bir sohbete girişiyorlar. Kulak kabartın:
“Bu barajlar iyi oldu beyim... Hava de ğişti. Sinek bile azaldı.”
“Tanır mısın sen Yaşar Kemal’i?..”
“Duyardım da...nerden tanıycam. De min gördüm, gösterdiler. Yiğit adam. İri...” (Ellerini dayandığı zeminden kal-
dınp. Yaşar Kemal’in bo yutunu anlatmaya çalışı yor) “Nah, böle! Koca
man” (Daha da heyecan
lanıyor) “Artizler de var
beyim...Herkes gelmiş.”
Bundan sonrasını duya mıyorum, çünkü inanıl maz bir ses patlıyor gece nin karanlığında. İster is temez bahçeye eğiliyoruz. Adam boyu hoparlörler arabesk ile klasik batı mü ziği arasında gidip gelen bir neşriyata gelivermiş ler... Anlıyoruz ki, az son ra havai fişek gösterisi ya pılacaktır ve artık bahçe ye inip orada ayakta dur mak vakti gelmiştir...
Carmina Burana’dan bir
kaç mezür... Ardından a- dını bilmediğim yanık bir ses pop-arabesk denebile cek bir şarkıyı haykır makta... Neşriyatı yapan karannı verince, klasik müzik eşliğinde fişekler birbirini izliyor. Sulara yıldızlar akarken Avru palI televizyoncular Ya şar Kemal’in peşinde koş maya ara veriyorlar.
Adana’da bir pavyon kapatmak gibi, pek de İstanbullu kokan projeler o ak şam gerçekleşemiyor. Sabah Yaşar Ke mal’in köyüne gidilecek... Havai fişek ler pek hoştu ama ayaklar iyi durumda değil... Apartman otobüslerimizle ılık rutubetin arasından geçip otellerimize dönüyoruz. Gezi başlamıştır ve fiyaka mız yerindedir.
E5'in bilmediğimiz bir kısmından ge çerek Hemite’ye doğru yol aldığımız er tesi sabah, latif bir ‘Çukurova G ünü’nü başlatmakta. Orda burda nemli bulut lar gezinse de, ıslanacak gibi değiliz. Renkli finldaklann arasından ve
Hemi-10 C U M H U R İ Y E T D E R G İ 2 3 M A Y I S 1 9 9 3 S A Y I 3 7 4
T B Y 1 r
te suyunun üstünden geçip, tarihi kale nin eteklerindeki Yaşar Kemal’in köyü ne bir varıyoruz ki, yer gök insan kesil miş, davullar gümbürdemekte, zurna lar ötmekte. köyün yaşlılarının gözleri mutluluktan yaşlı, çoluk çocuk, Metin Deniz’in üstüne mavi elbisesini giydir diği anıtının eteklerinde sırtlanıveriyor- lar. Lacivert takım elbisesi, kravatı, tiril beyaz gömleğiyle bir anda havalanıyor ki, hiç de Yaşar Kemal'e benzemiyor o haldeyken. Bas bas bağırıyor: “İndirin
beni aşağı. Düşer de ölürsem, vicdanınız sızlar!” Korkup, şıp diye bırakıyorlar
yere. Üç adım yeri bir saatte gidebiliyor. Her yanında bir el, bir dokunuş, bir göz, bir nefesle varıyor anıtın yanına yöresi ne. Elinden gelse, tüm Hemite tek gövde olup göbek atacak. Hemiteli çocuklar, (Yaşar Kemal kimse, kim de...) o çocuk bahçesine baygınlar. Bir salıncakta beş çocuk, rüzgâr fırıldakları gibi dönenip duruyorlar. Davul gümbürdemesini öy le bir sürdürüyor ki, elinde mikrofon, töreni başlatacak kişi sesleniyor: “Da
vulcu bey kardeşim. Şunu biraz durdur da, konuşalım...” Davulcu susunca nu
tuklar başlıyor. Günün anlam ve önemi vurgulandıktan sonra, anıtın açılışına biraz kala Uluslararası Evrensel Kültür Akademisi'nin Fransız temsilcisi hanım
en anlamlı cümleyle n u tukla rı bitiriyor:
“Fazla konuşmuy orum ve Yaşar Kemal’i öpüyorum!”
•İşte Çukurova sıcağı altında bir kaya dan fışkıran simgesel bir Yaşar Kemal kahramanı mavi örtüsünden sıyrılıp or talığa çıkmakta. Hemite suyuna kendi ni atacak gibi hareketli canlı. Acaba bi raz fazla mı ince ? Yoksa İnce Memed mi bu? Yoksa tek gözü de biraz kısık mı? İs terseniz geçin karşısına, saatlerce düşü nüp yakıştırın istediklerinizi. Metin De- niz’in ta tepelerden taşıyıp getirdiği ka yanın ağırlığını heykeltıraşın ustalığı tü ye çevirmiş. Bir de kuyu açtırtmış, anı tın hemen ötesinde Metin Deniz. Buz gi bi suyu, Hemitelileri de davetlileri de se rinletiyor. Tören bitti ama heyecan bit medi. Anıtın altındaki boşluk Hemiteli- lere göre (Allah geçinden versin) Yaşar Kemal’in “ebedi istirahatgahı”... Ba harlarda çılgın akan Hemite suyuna karşı, manzaralı bir anıtkabir. Yer hoş da, fikir hiç hoş gelmiyor. Hayatı bo yunca satıp satabileceği en çok dondur mayı yetiştirmeye çalışan yaşlı bir köy lünün, küçücük külahlara cambazlıkla doldurduğu kaymaklı dondurmalar bir çırpıda tüketiliyor. Adana’nın mütem mim cüzü, kızarmış et kokusu burada da dolaşmakta. Ama daha sırada Kara- tepe var. Gelsin apartm an otobüsler ve doluşulsun içine. Arkeolog Halet Çam- bel’in 47 yılına mal olan bir tarih yolcu luğu var şimdi.
Karatepe, Çam bekin çabalarından biri sonucu, Milli Park ilan edilmiş ama Yaşar Kemal Dostlan oraya ayak basa cak diye Kebaptepe olmuş. Bir yandan
Adana kebaplan kızanyor, öte yandan ayranlar bardaklara doluyor, beri yan da “sıkma”lar saçların üstünde kızartı lıp içleri peynirlendiği gibi dürüm dü rüm dürülüyor... Çam lann altı yörük kilimleriyle bölünmüş... Yörük kilimle ri kök boyalardan arınmış, Noel Baba suratlı kilimlere pamuktan sakallar bile takılmış! Geyikler.de fır dönmekte Noel Baha’nın- çevresinde. Tombul, melek yüzlü bir köylü kadın, iki çocuğunun e- linden tutmuş, koşturuyor, bir yandan da çocuklara karşılaşacakları önemli o- layı hatırlatıyor: “Gelin... Gelin de Katil
Bcyamcanızla bir fotoğraf çektirin!”
Halet Hanım’ın peşine takılıp, Kral Asitavata’nın Karatepe'deki yazıtlarda öve öve bitiremediği uygarlığından bu güne ulaşan kalıntılara tırmandık. Ha let Hanım da yakınıyor yürüklerin pem beli morlu, Noel Babalı pamuk sakallı kilimlerinden. Halet Hanım öyle titiz ki, Karatepe SİT alanında (yani koca bir tepenin üstünde) sigara bile içirtmiyor! Onca uğraşıp kilim kooperatifi kurdur sen, sonra da oturup Noel Baba doku sunlar... Ama Kral Asitavata’nın mem leketinde her şeyi unutuyor, bu gururlu kralın döneminde yapılmış, sonra da yakılıp yıkılmış, neşeli, esprili kabart malara dalıp gidiyoruz. Taş taş üstüne konup neredeyse yeniden inşa edilmiş Karatepe. Çevresinde fiyordlar oluştu
ran bir baraj gölüyle de şiirsel bir mekân olmuş. Tam 47 yıl... Kral Asitavata me zarında huzur içinde uyuyor olmalı. Keşke bir sürü Halet Çambel Çukuro va’ya yayılsa da, Anavarza’yı ve daha nereleri nereleri, Asitavata’nın yurdu gibi, yeniden ihya etse...
Yorgun ama mutlu, oksijen ve tarih çarpmasına uğramış, Yaşar Kemal ki taplarında gezinirken sayfaların kena
rından Asitavata ülkesine düşmüş bir halde günü tamamlıyoruz. Kocaman bir gündü Bu.
Şenlik sürüyor... İmza günleri, sergi ler, sempozyum... Sanki bitmeyecekmiş gibi... Biz küçük bir grup halinde, okul kırar gibi, firar ediyor, Aııavarza’ya gi diyoruz. Yaşar Kemal A dana'da kal mış. Biz Çukurova’ya dalmışız. Sanki bir destanın parçası olduk, sanki İstan bul’da başımıza gelmekte ve gelecek o- lanlarla, o cehennemi hızla hiç karşıla mayacağız. sanki böyle., bir o tarih, bir öbür tarih, bir Yaşar Kemal, bir Halet Çambel, ağzımız kulaklarımızda dola şacağız hep...
Kim ne derse desin, kim ne yaşarsa ya şasın, bir şeyler çok iyi oluyor Türki ye'de. Gücü kuvveti pek yerinde, daha ciltler dolusu roman yazmaya hazır ko ca bir romancının köyünde anıt dikili yor. Romancı da orada üstelik... Öleli yüzyıllar olmamış! Ücra bir tepede bir Hitit kenti, onbeş yaşının coşkusunu hâlâ taşıyan bir hanım arkeolog tarafın dan öyle bir ele alınıyor ki, sadece o tepe değil, tüm çevre etkileniyor bundan. (A- navarza'nın ilerdeyse otuz yıllık bekçi leri. Halet Hanım’ın onlar için diklirtti- ği apoletli üniforma ceketleri olmadan resim çektirmiyorlar. İşlerini ciddiye al dıklarından... O yaşlı, köylü karı-koca. Halet Hanım’a saygılarını gönderiyor. Yaşar Ahilerinin de hatırını soruyor lar...) A dana’nm bir bahar gününde, ya zarıyla, düşün adamıyla, bilim insanıy la, “Epope” tartışılıyor, resim sergileri geziliyor, elinde kalın Yaşar Kemal ki taplarıyla insanlar kuyruk olup bir imza aİmaya çalışıyorlar. Havai fişekler, fırıl daklar, balonlar, davullar, zurnalar... Kebaplar, dürümler, ayranlar... Hem bu neşe, hem öteki kıpırtı. Bir şeyler iyi oluyor gerçekten ve korkarım biz ihti yar İstanbul gemisine binmiş, bilinmez ufuklara açılıyor, uzaklaşıyoruz Türk çe kıpırtılardan. ◄
11
Taha Toros Arşivi