• Sonuç bulunamadı

Halit Ziya’nın Yarım Kalmış Eseri: Deli

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Halit Ziya’nın Yarım Kalmış Eseri: Deli"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Sabahattin Çağın

*

THE UNFINISHED WORK OF HALİT ZİYA: DELİ ABSTRACT

Deli is an unfi nished long story of Halit Ziya. In this work the author narrates a

man who has lost his confi dence to people and hallucinates constantly because of having a surgical operation at a young age. In his memories Halit Ziya tells that he ceased publishing his story to avoid the risk of reminding Murat V who is open-minded but deposed due to the loss of sanity, however he handles this subject in his story “Üç Mektup” again but in another way after the announcement of second constitutionalist period. In this article the relationship between these two stories will be addressed.

Key words: Halit Ziya Uşakligil, Deli, Üç Mektup, Servet-i Fünun.

ÖZET

Deli, Halit Ziya’nın yarım kalmış bir uzun hikâyesidir. Yazar bu eserinde küçük

yaşında geçirdiği bir ameliyat yüzünden insanlara güvenini kaybetmiş, sürekli halüsinasyonlar gören bir adamı anlatır. Hatıralarında, adının yeni fi kirlere açık, fakat ruh sağlığının bozulması yüzünden tahttan indirilen V. Murat’ı hatırlattığı uyarısı dolayısıyla bu eserini yayımlamaktan vazgeçtiğini anlatan Halit Ziya, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra “Üç Mektup” adlı hikâyesiyle bu konuyu yeniden ve daha farklı bir şekilde işler. Bu yazıda her iki hikâye arasındaki ilişkiye temas edilecektir.

Anahtar Kelimeler: Halit Ziya Uşaklıgil, Deli, Üç Mektup, Servet-i Fünun.

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 4, Ekim 2011, s. 31-42

(2)

...

Tanzimat döneminde başlayan Batılı tarzda hikâye türü, başlangıçta uzun hikâ-yeler şeklinde ortaya çıkmıştır. Özellikle Ahmet Midhat Efendi’nin Letaif-i Rivayat serisinde yayımlanan uzun hikâyelerini, sonraki yıllarda Recaizade Mahmut Ek-rem’in iki uzun hikâyesi ve Nabizade Nazım’ın sekiz uzun hikâyesi izler. Kısa hikâye ise ilk defa Samipaşazade Sezai’nin hikâyeleriyle kendi kimliğine kavuşacaktır.

Servet-i Fünun dönemine gelindiğinde, bu topluluğun roman ve hikâyedeki en önemli ismi İzmir’den çıkar. Halit Ziya daha İzmir’deyken dört roman, uzun ve kısa hikâyeler yazmış, şöhreti İstanbul’a kadar yayılmış bir yazardır. Halit Ziya İzmir dev-resinde arkadaşı Tevfi k Nevzat’la kurduğu Hizmet gazetesinde ilk eserlerini vermiş, ardından bunları kitap halinde yayımlamıştır. Kısacası Halit Ziya 1893 yılında İstan-bul’a geldiğinde kitap ya da tefrika şeklinde basılmış on beşten fazla eserin sahibidir. Bunların arasında Halit Ziya’nın uzun hikâyeleri de vardır. 1887 yılında Hizmet gazetesinde tefrika edilmeye başlayan ilk uzun hikâye Bir Muhtıranın Son Yaprakları başlığını taşır. Bunları Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Deli, Bu muydu, Heyhat adlı uzun hikâyeler izler. Bir Yazın Tarihi ve Valide Mektupları ise onun İstanbul yıllarının ürünüdür.

Bunların içinde yer alan Deli, diğerlerinden farklı olarak yarım kalmış bir eser-dir.1 Hizmet gazetesinin 23 Haziran 1888 tarihli 165. sayısında başlayan bu hikâye, aynı yılın 21 Temmuz tarihli 173. sayısında yarıda kesilmiştir. Halit Ziya bunun se-bebini Kırk Yıl adlı hatıratında şöyle anlatır:

Abdülhalim Memduh’un mektubuna ve onun üzerine geçirilen korkuya vâkıf olan Şemi Bey bir gün beni idarehanede yalnız bulacak surette davrandı ve yalnız kalınca:

– Nemide bitiyor değil mi? Bundan sonra ne yazıyorsnuz diye sordu.

Alelâde bir suale benzemeyen bu sözlerine ‘Acaba ne diyecek’ endişesiyle cevap verdim: – İki küçük roman hazırladım. ‘Deli’ ve ‘Dayda’…

Mütalaasını söylemeden evvel bıyığını ısırdı:

– Deli isminden ürkmüyor musunuz? Bunun ismi sarahaten gösteriyor ki mevzuu da cinnete dair olacak. Bir kere bu kelime Türk lehçesinden silinmiştir. Sultan Murat’in deli diye hallolunduğunu ve Abdülhamit’in bu kelimeden korktuğunu bilirsiniz. O halde… İsmi değiştirmek de kâfi değil. Madem ki mevzu cinnettir.

(…)

1 Halit Ziya, Recaizade Mahmut Ekrem’in kendisine gönderdiği mektuplardan bahsederken bu eserin akıbeti hakkında da bilgi verir: “Onun cevapları ile onları davet eden mektuplarının suretleri baldızı-mın İshak Paşa yangınında muhterik olan evinde mahvoldu. Bunları muhtevî olan sandıkta müteferrik müsveddelerden başka İzmir’de yazılan şeylerden ‘Temaşa’ hakkında bir eserle, yine o zamanın mah-sulü olan İlm-i Esarir ve Dayda, Deli namında iki küçük roman (…) vardı.” (Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 319). Bu ifadeden Halit Ziya’nın bu eseri bitirerek mi sakladığı ya da bitirdiği halde orada beklettiği mi kastediliyor, pek belli değil.

(3)

– O halde?.. dedim.

– O halde, bence doğrudan doğruya hem kendinizi hem refi klerinizle beraber gazeteyi muhakkak bir tehlikeye sürüklemek demektir.

– O halde, diye devam ettim; tefrika yerini bir müddet için başkalarına terk ederim.2 Eğer bir hafıza yanılgısı söz konusu değilse Halit Ziya’nın bu anlattıkları bizi çelişkili bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Halit Ziya’nın çok sevdiği dostlarından demiryolları hat komiseri Şemi Beyin “Nemide bitiyor değil mi?” sorusundan bu ko-nuşmanın yapıldığı sırada Nemide romanının son kısımlarının hâlâ tefrika edilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Bu aynı zamanda Halit Ziya’nın Deli’yi yayımlamaya, henüz

Nemide’nin tefrikası bitmeden karar vermiş olduğunu göstermektedir. Oysa Nemide, Hizmet’in 164. sayısında sona ermiş ve hemen bir sonraki sayıda Deli neşredilmeye

başlanmış ve dokuz sayı boyunca devam etmiştir. Oysa yukarıdaki konuşmaya bakı-lırsa Deli’nin hiç tefrika edilmemiş olması gerekirdi.

Yukarıdaki uyarıda bilindiği gibi II. Abdülhamit’in ağabeyi ve bir önceki pa-dişah V. Murat ima edilmektedir. Jön Türklerle ilişkisiyle bilinen V. Murat, papa-dişah Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle padişah olmuş, ancak aklî dengesinin bozuk ol-ması yüzünden yaklaşık üç ay boyunca tahtta kalabilmiştir. II. Abdülhamit’in iktidarı esnasında ölümüne kadar ailesiyle birlikte Çırağan Sarayı’nda dış dünyayla ilişkisi kesilmiş bir şekilde yaşamıştır.

Deli, Halit Ziya’nın üçüncü uzun hikâyesidir ve iç içe geçmiş iki hikâyeden

oluşmaktadır. Bunlardan çerçeve hikâyede anlatıcının bir hatıra defterini ele geçirme-si ‘anlatılırken’, esas hikâyeyi de bu hatıra defterinde ‘anlatılanlar’ oluşturmaktadır.

Halit Ziya daha çerçeve hikâyeyi anlatırken –hatıra defterinde anlatılan olaya uygun olarak– eserine esrarengiz bir hava verir. Böylece ana hikâyede oluşturacağı atmosferi en baştan hazırlama yoluna gider. Bir gün bir kitapçı, anlatıcıya ertesi gün bir kitap müzayedesi olacağını söyleyerek katılması için onu da davet eder. Anlatıcı, kitapların kime ait olduğu sorusuna “Onu ben de bilmiyorum” karşılığını alır. Böyle-ce esrarlı atmosferin ilk tuğlasını koymuş olur. Okuyucuya aşılanmak istenen bu me-rak duygusu paralel olame-rak anlatıcıya da yansır: “Fakat bilmem neden, sabaha kadar bu müzayedenin hatırası fi krimi kurcalıyordu.” Anlatıcı ertesi gün müzayedeye katı-lır. Listeden kitapları kontrol eder ve dikkatini çeken hiçbir kitaba rastlayamaz, ama buna rağmen müzayedede bulunmak ister: “Fakat müzayedede bulunmaya büyük ha-hiş hissediyordum.” Başlangıçta büyük ve ciltli kitaplar birer birer satılır. Anlatıcı bu satışların hiçbirine katılmaz. Müzayede sürerken kitapçıya “kitapları getireni” gös-termesini ister. Onun orada olmadığı cevabını alır. Bu cevap anlatıcının merakını bir kat daha arttırır, tabii ki okuyucunun da… “Merakım tezayüd etti. Esasen hiçbir şey

(4)

olmadığı halde kalbimde nâ-kabil-i mukavemet bir arzu-yı tecessüs hissediyordum.” Yarım saat sonra artık göze çarpacak kitap kalmamıştır. Son olarak ortaya hacmi kü-çük, eski, yırtık karmakarışık birtakım kitaplardan oluşan bir “yığın” getirilir. Kitapçı bunların içinde dikkate değer bir şey olmadığını, sadece “evrak-ı perişandan ibaret” olduğunu söyler. Bu sözler anlatıcıda tamamen ters bir etki yaratır: “Bu ‘evrak-ı pe-rişan’ sözü nazar-ı dikkatimi celb etti.” Hemen fi yatı arttırarak müzayedeye katılır. Bunun üzerine karşıdaki bir adam fi yatı yükseltir. Anlatıcı o zamana kadar hiç gör-mediği o kişiye baktığında, onun tebessüm ederek kendisine baktığını görür. Fiyatlar karşılıklı olarak yükseltilir. Bu çekişme esnasında yazar ne kadar “hışım”lıysa karşı-daki adam da o kadar “sakin ve mütebessim”dir. “Evrak-ı perişan”ın fi yatı kırk ku-ruştan 190 kuruşa geldiğinde anlatıcı bu çekişmeye neden katıldığının farkında bile değildir: “Bizim bu döküntülere bu kadar rağbet edişimize kimse mana veremiyordu. Hakikatte ise ben de sebebini bilmiyordum.” Anlatıcı tam burada bir kararsızlığa düşmüşken gözü rakibine takılır: “Dudaklarında müstehziyane bir tebessüm gördüm, kemal-i hiddetle dellala işaret ettim.” Böylece anlatıcı fi yatı iki yüz kuruşa yükseltir, hemen hasmına bakmak için döner, ama o yerinde yoktur. Anlatıcının müzayededeki bu rakibinin defterin gerçek sahibi olduğu düşünülebilir. Anlatıcının, bu defterin kıy-metini bilen biri olup olmadığını anlamak için onunla rekabete girmiş, onun defteri almakta kararlı olduğunu, başka bir ifadeyle defterinin kıymetini bilecek bir müşteri bulduğunu anlayınca müzayededen çekilmiştir. Eğer hikâye tamamlanmış olsaydı, bunu öğrenmek belki mümkün olacaktı.

Yarım saat sonra anlatıcı, odasında “evrak-ı perişan”ı birer birer elden geçirir-ken, birdenbire eline eski, kağıtları sararmış, kalınca bir defter geçer. İlk yaprağını çevirince en başta “Hayatım” başlığını görür. Anlatıcı bu kelimenin kendisinde uyan-dırdığı etkiyi ve sonrasını şöyle anlatır:

Bu kelime bende sihr-amiz bir tesir etti, yüreğimin şiddetle çarptığını hissettim. Bu eski defterin bana kitap sahibinin kim olduğunu ve daha pek çok şeyler öğreteceğine hükmet-tim. Artık öteki kitaplara bakmaktan vazgeçerek hepsini karmakarışık sepete doldurdum, kütüphanenin bir tarafına koydum. Kendim de hâmil olduğum defterle beraber sedirin üzerine yattım, mütalaaya başladım. Bu defterin mütalaası beni iki saat kadar meşgul etti. O derece tecessüsümü celbetmiş idi ki esna-yı mütalaada hiçbir hareket edemedim. Nihayet mütalaam hitam bulduğu zaman defter elimden düştü. Garip, korkunç bir rüya-dan çıkmış gibi beynim uyuşmuş idi. Kalbimde anlaşılmaz bir korku, fi krimde bir inad-ı musırrane ile şu kelime hüküm sürüyordu: Acaba! Bir hayli düşündüm.

Sonra etrafıma baktığım zaman karanlık olduğunu, gecenin başladığını gördüm. Bilmem niçin korktum. Defteri alarak kütüphanemin gözüne attım, hissiyatım üzerinde hiçbir tesir hasıl edemeyecek derecede vakit geçinceye kadar onu orada bıraktım. Bu gün meydana çıkarıyorum. Bakınız bu nedir?

Çerçeve hikâye ile iç hikâye arasında bir geçişi ifade eden yukarıdaki satırlarda anlatıcı, “sihr-amiz tesir”, “yüreğimin şiddetle çarptığını”, “tecessüsümü celbetmiş

(5)

idi ki”, “garip, korkunç rüya”, “beynim uyuşmuş” “anlaşılmaz bir korku” ve “Aca-ba!” gibi kelimeleri kullanarak merak unsurunu ve esrarlı atmosferi zirveye çıkarmış ve bu noktadan asıl hikâyesine geçmiştir.

Görüldüğü gibi iç hikâye bir hatıra defterinden meydana gelmektedir. Bu, rea-listlerin kendi varlıklarını eserden silmek, eserle okuyucuyu baş başa bırakmak için başvurdukları yollardan biridir. Hatıra defteri, mektup tarzı anlatımlarda anlatıcı eserin kahramanlarından biri olduğu için yazar aradan çekilmekte, böylece estetik mesafe en üst seviyeye çıkarılarak eserde gerçeklik duygusu kuvvetlendirilmektedir. Bilindiği gibi Halit Ziya daha ilk romanı Sefi le’de bile realist teknikleri uygulama çabası içine girmiş bir yazardır.3

Hatıra defterinin yazarı, defterinin hemen başında bir sıkıntı içinde olduğunu, içinde bir korkunun varlığını, daha da önemlisi “bir şey”in yedi gündür kendisine musallat olduğunu belirtir. Bu şey, yanındaki iskemlede oturmakta ve gözleriyle sürekli onu takip etmektedir. Bu durum onu hatıralarını yazmaya sevk eder, çün-kü insanlara anlatamadıklarını kâğıtlara anlatacaktır. Bu yazma arzusu, bir gün önce yaşadığı olay sonrası hizmetçiler arasında bile adının “Deli”ye çıkmış olmasından kaynaklanır. Odasında kendisinin gördüğü, fakat başkalarının göremediği biri vardır ve bu, onu sürekli rahatsız etmektedir. Hatta bu olayın sonunda onu tekrar karşısında görmüş ve ondan “Kabil değil! Ben seni bırakmayacağım” sözlerini işitmiştir: “Bu gün iyice karar verdim. Tercüme-i halimi yazacağım. Zaten benim tercüme-i halim bu adamdan ibarettir.”

“Deli”, hayat hikâyesine beş yaşından başlar. Evin tek çocuğu olması, “hasta-lıklı, mariz” olması annesinin ve babasının ona özel bir ihtimam göstermesine se-bep olur. Üç yaşlarındayken boğazında bir ur çıkmış ve o zaman ameliyat olmasına rağmen sonradan hastalığı nüksetmiştir. Eve bir cerrah getirilir ve çocuğun boğazı tekrar ameliyat edilir. O andan itibaren çocuk sürekli olarak halisünasyonlar görmeye başlar. Onu korkutan bu görüntü de kendisini ameliyat eden “sivri sakallı” bir cer-rahtır. Annesinin, babasının, dadısının ve özel doktorunun bütün teminatına, odada kimsenin olmadığını söylemelerine rağmen çocuk cerrahın hayalini görmeye devam eder. Bunun üzerine özel doktoru bir gün gelerek cerrahın ölmüş olduğunu haber verir. Taşında “Cerrah Sabit” yazılı bir mezara götürerek cerrahın öldüğüne onu inan-dırır. Çocuk büyük bir sevinç içinde oradan ayrılır ve bir süre sonra cerrahın hayalini görmez olur. Bir gün babasıyla at gezintisi yaparlarken gördüğü bir şey karşısında dehşetle haykırır ve bayılarak attan düşer. Evde ayıldığında ise dehşetle, “Ölmemiş! Ölmemiş!” diye haykırır.

Halit Ziya hikâyesini bu şekilde sonlandırır. Bu parçadan anlıyoruz ki, çocuk

3 Ömer Faruk Huyugüzel, “Halit Ziya’nın Sefi le Romanında Realist Teknikler”, Mehmet Kaplan’a Ar-mağan, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1984, 185-201.

(6)

çok kısa bir müddet ruh sağlığına kavuştuktan sonra cerrahı tekrar görmeye başlaya-rak yeniden hastalanır ve hatıra defterini tutmaya başlayıncaya kadar onun hayalini görmeye devam eder. Ancak hatıra defterinin başındaki, “Ben tuhaf bir şey oluyorum, yedi gündür bana musallat oldu; orada, yanımdaki iskemleden kalkmıyor. Gözleriyle beni daima takip ediyor” sözleri bu duruma aykırı gibi görünmekle birlikte, hayalin son zamanlarda çok yoğun şekilde görünmesini ifade ediyor olabilir.

Hikâyenin dikkat çeken bir başka yanı, mekân tasvirlerine hemen hemen hiç yer verilmemesidir. Çerçeve hikâyede de hatıra defterinde de ne iç ne de dış mekân tas-virlerine yer verilmemiştir. Oysa Halit Ziya, Hizmet gazetesinde Deli’den az önce tef-rika ettiği Hikâye adlı eserinde realistlerle romantikleri karşılaştırmış kendisinin de realistlerden yana olduğunu açıkça ifade etmiştir. Yine aynı eserde realistlerin mekân tasvirlerine çok önem verdiklerinden söz eder:

… onun içindir ki hakikiyun zemin-i hikâyeye vaz’ ettikleri eşhasın yaşadıkları mevakiyi bir takayyüd-i mutaassıbane ile teftiş ve taharri ederler. (…) Bir hakikî bizi eşhasın ya-şadığı mevkilere kadar götürür, en ufak tafsilatı, en küçük teferruatı bize irae eder, hiçbir noktayı meskût geçmez.4

Roman ve hikâyede realistlerin mekân anlayışı hakkında böyle düşünen ve ken-disinin de realistlerin tarafında olduğunu söyleyen Halit Ziya’nın bu eserinde mekân tasvirlerine yer vermemiş olması diğer eserlerine göre bir farklılık arz etse bile bu durumu, eserin bir hatırat olması ve doğrudan bir ruh hastalığıyla ilgili olmasıyla açıklamak mümkündür.

Bu eserle ilgili önemli bir hususa Ömer Faruk Huyugüzel temas eder. Halit Zi-ya’nın bu eseri, dil bakımından oldukça sade olmasıyla diğer roman ve hikâyeleri arasında bir istisna teşkil etmektedir. Eserde Arapça ve Farsça tamlamalara, imajlara ve o çok bilinen uzun cümlelerine fazlaca yer verilmemesi oldukça dikkat çekici-dir. Huyugüzel, Halit Ziya’nın bu özellikleri taşıyan böyle bir eserinin yarım kalmış olmasını hem yazar hem de edebiyatımız açısından bir talihsizlik sayılabileceğini vurgular5.

Halit Ziya’nın üslubuna uymayan bütün bu özellikler, acaba bu eserin yarım bırakılmasının esas sebebi midir? Yukarıda Kırk Yıl’da ortaya koyduğumuz çelişkili durumdan yola çıkarak, orada anlatılanların bir bahane olduğunu söylemek mümkün müdür? Bunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki Halit Ziya’nın bu konuyu II. Meşrutiyet’ten sonra –siyasî mahiyet de katarak– “Üç Mektup” adlı hikâyesinde yeniden işlemiş olmasıdır.

4 Halit Ziya Uşaklıgil, Hikâye, (hzl. Nur Güranı Arslan), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 100. 5 Ömer Faruk Huyugüzel, Halit Ziya Uşaklıgil, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1995, s. 53.

(7)

*

“Üç Mektup” adından da anlaşılacağı gibi üç mektuptan meydana gelmiş bir hikâyedir.6 II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin hemen ardından 1908 yılında Tanin ga-zetesinde üç tefrika halinde yayımlanmıştır. Hikâyenin başına –alışılmadık bir biçim-de– yazarı tarafından konulan “İhtar”da iki hususa yer verilmiştir. Bunlardan birinci-si hikâyenin “istibdadın casus tazyikatından nasıl manevî tahribat doğduğuna işaret maksadıyla ve meşrutiyetin teessüsünden sonra” yazılmış olması, diğeri de hikâyenin Guy de Maupassant’ın “Le Horle”adlı hikâyesine benzemekle birlikte “bununla onun arasında, her şeyde bir intihal keşfetmek merakında olanları memnun edebilecek hiç-bir münasebet”in olmamasıdır.

İkinci ihtarı sona bırakarak “Üç Mektup”u incelemeye devam edersek, bu hikâ-yede de –basit olmakla birlikte– bir çerçeve hikâyenin bulunduğu görülmektedir: An-latıcı-yazara diğer mektuplarıyla birlikte kendi adına gönderilmiş “iri, müfrit” yazılı bir zarf gelir. Anlatıcı başta basit bir mektup olduğunu düşünerek umursamazsa da zarfını yırttığında “güzel, fakat sanki harfl eri içeriden gelen bir nefesle şişmiş zan-nolunacak kadar kalın ve geniş olan bu mektubun şekli onu cezp eder” ve hepsinden önce onu okumaya başlar. İşte hikâye de bu ve sonra gelen diğer iki mektuptan iba-rettir. Halit Ziya’nın atmosfer oluşturmak ve okuyucuyu esrarengiz bir olaya hazırla-ma açısından Deli’de yaptığını daha basit şekilde bu hikâyede de yaptığı görülmek-tedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi mektubun, “güzel, fakat sanki harfl eri içeriden gelen bir nefesle şişmiş zannolunacak kadar kalın ve geniş” olarak tasvir edilmesi, ardından okuma sürecini, “Ve titredim. Evvela bir şüphe içinde, tamamen vuzuh ile anlayamıyordum, anlattıktan sonra okumaya cesaret edemeyerek, fakat okumama-ya da muvaffak olamaokumama-yarak devam ettim” cümleleriyle anlatması ve işaretlediğimiz kelime ve ibareleri kullanması bu atmosferi sağlama amaçlıdır.7 Mektupların yazar anlatıcıya nasıl ulaştırıldığı hikâyenin sonundaki üçüncü mektupta anlatılır. Hikâye kişisi yazdığı mektupları bir taşa bağlayarak komşusunun bahçesine atmakta, oradaki bir arkadaşı da mektupları adresine ulaştırmaktadır. Bu da hikâyeye esrarlı bir hava kazandıran bir olgu olarak dikkati çeker.

Bu hikâye yapı ve kullanılan teknik bakımından da Deli’ye benzemektedir.

De-li’de yazar, kendi varlığını silmek ve eserdeki gerçeklik duygusunu kuvvetlendirmek

için hatıra defterinden faydalanırken, “Üç Mektup”ta yine aynı amaca hizmet etmek için mektuplardan faydalanmaktadır. Yapı bakımından da her iki hikâye iç içe geçmiş olay örgüsü kurgusuyla kaleme alınmıştır.

6 Halit Ziya Uşaklıgil, “Üç Mektup”, Sepette Bulunmuş – Hepsinden Acı (hzl. Dilek Soğanoğlu), Özgür Yayınları, İstanbul, 2010, s. 131-152. (İlk yayın: Tanin, nr. 61, 68, 75, 17, 24 Eylül, 1 Teşrin-i Evvel 1324)

(8)

Birinci mektuptan anlaşıldığına göre mektupları kaleme alan kişi, istibdat dö-neminde gözaltına alınmış ve sorguya çekilmiştir. Üç beş gün süren bu sorgulama sonunda suçsuzluğu anlaşılmış ve evine gönderilmiştir, ancak humma ateşi içinde sayıklayan bir hasta olarak…8 Bu hastalık onun zihnî melekelerinin sarsılmasına, tıp-kı Deli’deki hatıra defterinin yazarı gibi halisünasyonlar görmesine sebep olmuştur.9 Odasında kendisini gözleyen, rahatsız eden –kendisinin gördüğü, fakat başkalarının göremediği– biri vardır. Bu “biri” kendisini sorgulayan kişidir. Dikkat çekici bir şe-kilde bu kişinin de tıpkı Deli’deki gibi “uzun sivri bir sakalı” vardır.10 Odasında dört aydır kilit altında tutulan bu kişi, yine Deli’deki gibi insanların kendisini anlamama-sından şikâyetçidir:

Bunu anneme anlatmak mümkün olmadı, yalnız ikide birde gelip beni acayip sualleriyle ta’zib eden tabip bunu anlıyorcasına dinliyor. Fakat eminim, o da anlamıyor.11

Bu ifadeler de yine Deli’nin annesi ve babası dahil bütün insanlara karşı güveni-ni kaybetmiş kahramanını hatırlatmaktadır.

Birinci mektupta ayrıntılı olarak anlatılan bir olay vardır. Mektubun yazarı ya-tağında yatarken odasında sürekli bulunan “kişi”, o yataktayken elleriyle omuzlarını bastırır, sonra üzerine çıkarak üstüne abanır. Tam burada hayal ve gerçek birbirine karışır:

O şimdi üzerime abanmış, o çirkin handesiyle, o beni isticvab ederken, bütün çehresini iblisane bir takallüsle kaplayan iğrenç istihzasıyla tâ yakından yüzü yüzüme sürünerek, nefesi nefesimle karşılaşarak bakıyor, sanki;

– Demek söylemeyeceksin? Ama ben nasıl olsa söyletirim… diye gözleriyle kapalı göz-lerimi delerek içinde uyuyan gizli fi kirleri görmek istiyordu.12

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, hayali görülen “kişi”, mektubun yazarını sorgu-layan kişidir. Bu “kişi” daha sonra onun üzerinden kalkıp, çalışma masasına oturur.

8 Bu hadisenin o dönemde gerçek hayatta da rastlanan bir durum olduğunu Mehmet Rauf hatıralarında anlatmaktadır. Bilindiği gibi Transval Savaşı sırasında Servet-i Fünuncular İngiliz hükûmetini bu savaşta desteklediklerini belirten bir dilekçeyi İngiliz sefi rine vermişlerdir. Bu durum ortaya çıkınca bu dilekçeye imza verenler sorgulanmış ve İsmail Safa ile Hüseyin Siret sürgüne gönderilmişlerdir. İsmi bilinmeyen bir kurbandan Mehmet Rauf şöyle bahseder: “Vak’adan maddeten zarar gören yegâne insan Hüsnüpaşazade Hüsameddin Bey olup zavallı çocuk istintak için Yıldız’a celb olunduğundan müteessir olarak tecennün etmişti.” (Rahim Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, 2001, s. 99)

9 Çocuk yaşından itibaren ailesinin yanlış eğitimi yüzünden her şeyden korkan, vehimli bir adamı anla-tan bir başka hikâye de daha sonra Mehmet Rauf tarafından yazılmıştır: “Korku”, Peyam-ı Edebî, nr. 10, 16 Kânun-ı Sani 1329/29 Ocak 1914; Mehmed Rauf, Seçme Hikâyeler, (hzl. Rahim Tarım), İstanbul, 2007, s. 293-298.

10 Uşaklıgil, age., s. 134. 11 Uşaklıgil, age., s. 132. 12 Uşaklıgil, age., s. 135.

(9)

Hatıra defterini okumasından korkan adam, telaşla yerinden fırlar ve kibriti yakarak onu görmek ister, ancak odada kimse yoktur. Kendisini anlamayacağından emin oldu-ğu annesine seslenir. Nitekim annesi üzüntülü bir yüzle ona ilaç verip yatmaktan başka bir şey yapmaz ve adam bu durumu anlatmak için anlatıcı-yazara mektup yazmaya ka-rar verir. İkinci mektupta artık kendisini dinleyecek kişiyi bulmuştur: Yazar-anlatıcı… Onlarda beni dinlerken inanmamak isteyen, zahiren takayyüd ediyorlar görünürken göz-lerinin içinde beni tekzib eden öyle bir hal var ki, beni birden susmaya mecbur ediyor. Halbuki ben söylemeye, bu ihtisasatın fazlasını bir başkasına dökmeye muhtacım. Siz beni dinliyorsunuz, anlıyorsunuz ve inanıyorsunuz, bundan eminim.13

Bu kurgu Deli için de geçerlidir. Orada da gördüğü bir hayalî kişi (Cerrah Sabit) yüzünden hizmetçilerin kendisinden “deli” diye söz etmelerine şahit olan hikâye ki-şisi durumunu hatıra defterine yazmaya karar verir.

“Üç Mektup”u kaleme alan kişi de bir hatıra defteri tutmakta ve bu defterin ele geçme-sinden korkmaktadır. Çünkü orada istibdada muhalif fi kirleri yazılıdır: “Evet, ya okursa? O zaman mahvolacaktım, o zaman sükût etmek mümkün olmayacaktı.”14

İkinci mektup, hikâye kişisinin annesiyle yaptığı bir konuşmayı ihtiva etmekte-dir. Annesi ona korkularının gerçek olmadığını, bütün bunların sorgulama sonunda yakalandığı hastalıktan kaynaklandığını söyler. Hikâye kişisi zaman zaman annesi-nin üzüntülü halinden etkilenip ondan şüphelendiğine pişman olursa da güvensizlik duyguları daha ağır basar. Annesine hatıra defterini kimsenin bulamayacağı bir yere saklarlarsa rahat olacağını söyler. Bu işi birlikte gerçekleştirirler. Bu arada kendisi ile ilgili ismini söyleyemediği bir şüphe de beynini kemirmeye başlar:

Nasıl? Diyordum. Sakın ben…

Oh! Bu kelimeyi tekrar edemeyeceğim. İşte şimdi gene kalemimin ucuna bu kelime ge-lirken bütün mevcudiyetimin bir uçurumda tükenişini, dipsiz bir boşluğun içinde yuvar-lana yuvaryuvar-lana inişini hissediyorum.”15

Fakat nasıl söylemeli, şimdi kendi hakkımda bir şüphe var, müthiş bir şüphe, bir şüphe ki…16

Anlaşılacağı gibi bu kelime, önceki eserinin adı olan “deli” kelimesidir.

Son Mektup’ta hikâye kişisi, artık hastalığının son raddesine gelmiştir. Mektupta bir gün kendisinin bahçede uşak tarafından oyalandığını anlayarak odasına

gittiği-13 Uşaklıgil, age., s. 139. 14 Uşaklıgil, age., s. 136. 15 Uşaklıgil, age., s. 143. 16 Uşaklıgil, age., s. 146.

(10)

ni, burada doktor ve annesini defterini okurlarken gördüğünü anlatır (Bunun gerçek mi yoksa hastanın bir sanrısı mı olduğu belli değil). Defteri zorla ellerinden alır ve hiç uyumayıp günlerce çalışarak defterini tamamlar. Sonunda artık kendini muhalif fi krin lideri olarak görmeye başlar. Evi ateşleyerek onları harekete geçirecek mesajı verecektir.

Hikâye sonu açık bırakılarak bitirilmiştir, yani hasta gerçekten evi ateşe vermiş midir, yoksa bu düşünce akim mi kalmıştır, bu bilinmez. Halit Ziya genellikle hikâye-lerinde bu tip olayları anlattıktan sonra sonucunu ya bir tanıdığından duyar ya da bir gazete haberinden okur. Bu hikâyede ise durum böyle değildir. Bunun sebebi, hikâ-yenin başında oluşturmaya çalıştığı esrarengiz atmosferi sürdürmek olmalıdır. Ayrıca Halit Ziya için önemli olanın, olaydan çok insanın iç dünyasını aktarmak olduğunu düşünmek de mümkündür.

Halit Ziya’nın hikâyenin başına koyduğu ihtarda belirttiği bir husus, “Üç Mek-tup”un, Maupassant’ın “Le Horle”17 adlı hikâyesine benzemekle birlikte bir intiha-lin söz konusu olmadığı hususudur. Maupassant’ın hikâyesinde de odasında sadece kendisinin gördüğü, başkalarının göremediği “biri” tarafından izlenen, taciz edilen bir adamın hikâyesi anlatılmaktadır. İki hikâye ayrıca kahramanların evi yakmaları ba-kımından da bir benzerlik gösterir. Hatta her iki hikâyede kâbus gören başkişilerin durumu benzer bir şekilde anlatılır:

Halit Ziya’da:

O yüzümü, nefesimi uzun muayeneden sonra uyuduğuma kanaat hâsıl etti, o zaman son bir tecrübe olmak üzere iki elini iki omzumun üzerine koydu… Öyle zannettim ki şimdi yatağıma çıkmış, bacaklarımı ortaya alarak, bir dizi bir tarafta, diğeri öbür tarafta, çö-melmiş bir vaziyette omuzlarıma bastı,bastı, şimdi iki eli omuzlarımı bırakarak yavaşça boğazıma, gırtlağıma yaklaşıyordu. Basacak mıydı? Boğacak mıydı?18

Maupassant’da:

Epeyi uyuyorum –iki, üç saat– sonra bir rüya –hayır– kâbus beni yakalıyor. Yattığımı ve uyumakta olduğumu gayet güzel fark ediyorum… ve görüyorum… Aynı zamanda birisinin yaklaşmakta olduğunu seziyorum. Bana bakıyor, dokunuyor, yatağımın üstüne tırmanıyor, göğsüme diz çöküyor, boynumu ellerinin arasına alıyor ve sıkıyor… bütün kuvvetiyle, beni boğmak için.19

Yine önemli bir benzerlik her iki kahramanın da kendilerini rahatsız eden bu “biri”lerini öldürme arzusu duymaları, fakat uygun zamanı bulmak için

bekleme-17 Bu hikâye Türkçeye Timurhan Selçuk tarafından “Cinnet” adıyla tercüme edilmiştir. (Guy de Maupas-sant, Cinnet (Le Horla), Oluş Yayınevi, İstanbul, 1971, s. 7-40.

18 Uşaklıgil, age., s. 134-135. 19 Maupassant, age., s. 19-20.

(11)

leridir. Bu durumun her iki hikâyede benzer ifadelerle anlatılması dikkat çekici. En önemlisi yukarıda belirttiğimiz gibi her iki hikâye de kahramanları tarafından evleri-nin ateşe verilmesiyle sonuçlanır.

Bunlar birer benzerlik gibi görülmekle birlikte iki eser arasında temel bir fark-lılık vardır: Maupassant’ın hikâyesindeki “biri” vampirdir ve evin sahibinin kanını emmektedir, yani kahramanda ruhsal bir bozukluk söz konusu değildir:

Bu gece birisinin göğsüme çıkıp oturduğunu hissettim, ağzını ağzıma dayamış, dudak-larımın arasından hayatımı içiyordu. Tıpkı bir sülük gibi boğazımdan. Sonra doyunca kalktı, ben de uyandım.20

Buna karşılık Halit Ziya’nın kahramanı psikolojik bir rahatsızlık yaşamaktadır ve sürekli hayaller görmektedir.

Aynı durum hikâyelerin sonundaki evlerin yanmaları için de söz konusudur. Ma-upassant’ın hikâye kişisi “akıllıca” bir plan yaparak vampiri dışarı çıkamayacak bir şekilde eve kapatıyor ve onu öldürmek amacıyla evi yakıyor. Oysa Halit Ziya’nın hikâye kişisi, rahatsızlığının son raddeye varmasıyla, paranoyakça davranışlar göste-rir ve bunun neticesinde evi yakar.

Bunlar da gösteriyor ki, tıpkı Halit Ziya’nın dediği gibi, hikâyeler birbirine ben-zemekle birlikte, bir intihal durumu söz konusu değildir.

Sonuç

Görüldüğü gibi Halit Ziya sanat hayatının başlarında kaleme aldığı Deli’yi is-tibdat baskısının sona erdiği II. Meşrutiyet’ten sonra ona siyasi bir mesaj da yükle-yerek “Üç Mektup” adlı hikâyesinde farklı bir yorumla âdeta yeniden yazmıştır. Kırk

Yıl’da Deli’nin yayınının durdurulması ile ilgili olarak yazdıklarındaki tutarsızlık, bu

hikâyenin başka sebeplerle ertelendiği kanaatini uyandırıyor. Bunlardan biri Halit Ziya’nın yazdığı hikâyeyi beğenmeyerek yarıda bırakması, daha kuvvetli olduğunu düşündüğümüz ikinci ihtimal ise Deli yayımlanırken etrafındaki kişilerin sözlü ola-rak onu Maupassant’ın “La Horle”una benzetmesi olabilir. Bu, aynı zamanda Halit Ziya’nın “Üç Mektup” hikâyesinin başına neden böyle bir “İhtar” koyma ihtiyacı duyduğunu da açıklayabilir.

(12)

KAYNAKLAR

Huyugüzel, Ömer Faruk, “Halit Ziya’nın Sefi le Romanında Realist Teknikler”, Mehmet Kap-lan’a Armağan, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1984.

Huyugüzel, Ömer Faruk, Halit Ziya Uşaklıgil, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1995.

Maupassant, Guy de, Cinnet, Oluş Yayınevi, İstanbul, 1971.

Rauf, Mehmed, Seçme Hikâyeler, (hzl. Rahim Tarım), İstanbul, 2007. Tarım, Rahim, Mehmed Rauf’un Anıları, Özgür Yayınları, İstanbul, 2001.

Uşaklıgil, Halit Ziya, “Deli”, Hizmet, nr. 165, 23 Haziran 1888 - nr. 173, 21 Temmuz 1888. Uşaklıgil, Halit Ziya, Kırk Yıl, (hzl. Dr. Nur Özmel Akın), Özgür Yayınları, İstanbul (İlk

ya-yın: Tanin, nr. 61, 68, 75, 17, 24 Eylül, 1 Teşrin-i Evvel 1324), 2008.

Uşaklıgil, Halit Ziya, “Üç Mektup”, Sepette Bulunmuş – Hepsinden Acı (hzl. Dilek Soğanoğ-lu), Özgür Yayınları, İstanbul, 2010.

Referanslar

Benzer Belgeler

Kısaca cami yaptırma ve yaşatma dernekleri özelinde görülebileceği üzere, Türk tarzı sivil toplum kuruluşları devlet denetimini ve devlet otoritesini belirli sınırlar

Conversely, it has been reported that increased ROS load and decreased glutathione levels might play an important role in hepatocyte necrosis induced by toxins, including

In this study, we aimed to determine the effects of low-dose atorvastatin treatment together with crush fluid resuscitation on renal functions and muscle enzyme levels in a rat

Enerji verimliliğinin artırılması amacıyla kamu binaları için; Toplam inşaat alanı en az 20.000 m 2 veya yıllık enerji tüketimi 500 TEP ve üzeri olan ticarî

BU RSA (AA) - Bursa'da açtığı fotoğraf sergisi vc dia gösterisinden dönerken geçirdiği trafik kazası sonucu ölen ünlü fotoğraf sanatçısı Sami Güner adına Bursa'da bir

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha

Bununla birlikte günümüzde üreter alt uç taşlarında kendiliğinden taş atılımını sağlamak için alfa adrenerjik blokerler, kalsiyum kanal bloker-.. leri,

Sonuç olarak batında kistik kitle ve serbest mayisi olan ancak ateş ve bakteriyal peritonit bulgularının eşlik etmediği akut batın olgularında nadir olmakla birlikte