Y a k u p
K a d r i
K a r a o s m a n o ğ l u ' n u n G e n ç l i k
YAHYA KEMAL İn
Şahane Tembelliği
ERÇİ, biz, kendisinin dahi be-/ 4 » ^ ğenmez göründüğü o pastişleri ve bu denemeleri, hattâ bunlar arasında bazan «hezeliyat» a ya da fanteziye kaçan bir takım nazım parçalarını da büyük bir zevkle dinli yorduk. Zira, bize öyle geliyordu ki, gerek:
O muğbeçeyle tanıştıktı Lale devrinde Fiitadegânına son bir piyale devrinde
gerekse:
Halkı Saadabâd iki sahil boyunca fevc fevc Vade-i-teşrifine alkış tutarken durdan
mısraları hem Lâle devrinin, hem Saa- dâbâd âlemlerinin havasının bize Ne dim'in şarkılarından daha iyi verir gibi geliyordu.
Zaten, Osmanlı tarihinde bir Saadâ- bâd veya bir Lâle devri üzerinde ilk du ran ve bu devre aslında olduğundan çok fâzla bir mâna ve değer veren Yahya Kemal değil miydi? Nedim'i öbür Divan şairlerine tercih edişi de o şen ve şuh şairin şiirlerinde o devir âlemlerinin cümbüş seslerini buluşundan ileri gel- meyor muydu? Yahya Kemal bu devri acaba neden bu kadar beğenmiş ve sev mişti? Şuuru altında gömülü bir takım sefahat duyularını okşadığı, canlandırdı ğı ve dile getirdiği için mi? Hayır; Yah ya Kemal, bunda da bir sanatkâr görü şü ve bir edebiyat kültürü dışına çık- mayordu.
N e d i m ' i n şarkılarındaki Saadâ bâd havasıyla Verlaine'in «Fâtes galan tes» (arındaki Versailles havasından he men aynı kokuyu aldığı içindir ki, ken dince Damad İbrahim Paşa'nın lâle bah çelerinden özel bir şiir iklimi yaratmaya kalkışmıştı. Hattâ bu çabasında kendisi ne İlmî bir yardımı olur zannile tarih çi Ahmet Refik'i Lâle devrine dair bir kitap yazmaya da teşvik etmişti. Keş ke bunu yapmasaydı. Zira, o kitabın bence ne İlmî, ne edebî bir değeri var dır ve sözde »romancé» bir şekilde bah settiği tarihî devri gözümüz önüne getir mede Yahya Kemal'in biraz yukarıdaki dört mısraile bile boy ölçüşemez.
Yahya Kemal yalnız kendine meşk edindiği Nedim'in şarkılarını geçmekle kalmamıştır, dil ve vezin ayrılıklarına rağmen çağının bazı ünlü Fransız şair lerinin şiir sanatı üzerinde de son de rece başarılı pastişler yapmıştır.
Meselâ, hangi şiirinde olduğunu hatır la mayoru m :
Ve kahramanları tunç âlihatı mer* merden
mısraile Hérédia'nin :
Les deeses de marbre et les héros d ’airain
mısraı arasında gerek şekil, gerek ruh bakımından bir fark bulabilir misiniz? Burada aruz vezni âdeta «alexandrin» vezniyle bağdaşmış ve «néo-hellenisime» soluğu ilk defa Türk şiirine girmiş bu lunmaktadır.
Yahya Kemal'in fantezi şeklinde yaz dığı şiirlerde de diğer bir Fransız şai rinin, Maeterlinok’in izini kolaylıkla bul mak mümkündür.
Evet, Yahya Kemal'in :
Mehlika Sultana âşık yedi genç Gece, şehrin kapısından çıktı Mehlika Sultana âşık yedi genç Kara sevdalı birer âşıktı. Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya Baktılar korkulu gözlerle suya.
mısralarıyla başlayan bir şiirinde, Mae- terlinck kendi iklimi olan Ortaçağ ma sal âlemi içinden sanki bir Kesik Kerem sesile «efsâne efsâne» söylenir gibidir. Bunlar arasında hele:
Ayşe cadı, Ayşe cadı A y daha bir yaş kocadı
nakaratlı bir ezgisi bizim gençlik diva neliklerimizin marşı haline girmişti. Dostlarımız Kibrıslıların yalısında içip coştuğumuz bazı mehtaplı geceler Kan dilli sırtlarındaki korularda veya hemen yalının ardındaki mezarlıkta, hep bir ağızdan ve yüksek sesle bu ezgiyi çağıra rak dolaştığımız olurdu.
Ama, gel gör ki, Yahya Kemal bizde böylesine bîr lirik ve romantik taşkın lık uyandırmış olmaktan her hangi bir san atk âr. kıvancı duymaz gibiydi. Hattâ bizim o halimize alaycı bir tebessümle gülümseyerek bakardı ve içinden «Asıl yazmak istediğim şiirleri okudukları za man, kim bilir, bunlar nasıl bir cezbeye kapılacak» deyen bir tavır takınırdı. Hassaten, ben, kendisile baş başa ko nuşmalarımızdan anlamış bulunuyordum ki, onun bu husustaki ihtirası çok bü yüktü.
Yahya Kemal, Türk edebiyatında, Türk, şiirinde yepyeni bir çığır açmak amacında idi ve bu amaca ancak geniş, zengin bir edebî kültürle varılabileceği ni düşünüyordu. Buna göre, her sanat dalında olduğu gibi, şiirde de yalnız
«talent» nın, yani kabiliyet ve istidadın kâfi gelmeyeceğini bilmek gerekirdi. Nasıl ki, resmin, heykeltraşlığın ve mü ziğin kendilerine mahsus bir tekniği varsa şiirin de öyle bir tekniği vardır. Bu bakımdan, Yahya Kemal, şairin ya ratma gücünde «sünühat» veya «ilham» adı verilen İçe doğuşların başlıca rolü oynadığına Inanmayordu. «Her büyük sanat eseri mutlaka çetin bir zekâ ça basının mahsulüdür» diyordu. Yahya Kemal'in bu şiir ve sanat anlayışında Paul Valéry'nin tesirini sezmemek müm kün değildir.
Fakat, bilmeyorum, o tarihlerde Va léry bu yoldaki görüşlerini bîr edebî nazariye halinde yayınlamış bulunuyor muydu? Bulunmuş olsun veya olmasın, Mallarmé'nin bu önlü müridi ile Yahya Kemal arasında müşterek bir sanat ve edebiyat anlayışı sezmekten kendimi ala mıyorum. Şiir sanatının bir zekâ ve tek nik işi olduğu hakkmdaki fikir birlikle rini bir yana bırakalım; tıpkı Paul Va- iéry'nin Mallarmé okulunu Malherbe gelenekleri üzerine oturtmaya çalışışt gibi, Yahya Kemal de açmak istediği ye ni çığıra Divan edebiyatında kaynaklar arayordu. Nedim tarzında şiirler yazdığı için kendisine «Harabat şairi» diye sa taşan Ziya Gökalp'a verdiği şu cevap bu görüşümüzde hiç yanılmadığımı ispat eder :
Ben ne Harabi, ne Harabatiyim Kökü mazide olan âtiyim.
Hangi mâzi? O vakite kadar, bizim için «mâzi» Namık Kemal'ler, Hâmit'ler ve Recaizade Ekrem'lerle başlayıp Fikret' lerde, Cenap'larda son bulan bir devir di.
Bundan ötesini mekteplerde ders ola rak okuduğumuz derme çatma edebiyat tarihi kitaplarından üstünkörü öğrenmiş bulunuyorduk ve üzerinde durmağa de ğimli saymıyorduk. Oysa Yahya Kemal asıl bu devre, yani Divan edebiyatı dev rine önem vermekteydi. Çünkl, onca, Divan edebiyatı — sevsek de sevmesek de — bizim klasik edebiyatımızda ve her klasik edebiyat gibi özünü muayyen bir kültürden almıştı. Ondan sonraki ede bî cereyanların ise hangi kültüre dayan dığı belli değildi ve bundan dolayı öz leri de Yahya Kemal'e bulanık görünü yordu.
Abdülhak Hâmit, sözde Garp an- lamna göre bir takım dramlar, trajedi- alar yazmıştı. Sözde Tevflk Fikret bazı ondokuzuncu asır Fransız şairlerinin
izleri üstünde yürümeye çalışmıştı. Şim di de bir sembolizm lâkırdısı alıp yürü mektedir. Fakat, bütün bunlar Yahya Kemal nazarında birer yeltenmeden iba rettir.
Şu halde ne yapmalıydı? Hayatta oldu ğu gibi edebiyatta da Garplılaşma yolun da atılan adımları geri basıp Divan ede biyatına mı dönmeliydi? Hayır; ömrü nün on yılını Paris'te ve Paris'in Quar tier Lâtin adını taşıyan bir kültür mer kezinde geçirmiş olan o genç Türk şai rinden böyle bir şey beklenemezdi. Kal dı ki, o kendisini ve Türk milletini ne Asyalı, ne de Şarklı telâkki ediyordu. «Biz, Akdenizliyiz, diyordu. Bugünkü me deniyet, ilk ışıklarını bu denizin kıyıla rında saçmağa başlamış; insan ve in sanlık tam ölçüsünü, tam değerini İlk defa burada bulmuştur. Garplılar bu hâ diseye «Yunan Mucizesi» adını veriyor lar. Halbuki, buna bir «Akdeniz Muci zesi» demek daha doğru olur. Zira, Yu nanlılara mal edilen fikir, sanat ve me deniyet unsurlarında, Mısırlılar başta ol mak üzere, Akdeniz kıyılarında yerleş miş bütün milletlerin payı vardır. Nite kim, Yunan mitolojisinde yer almış ba zı Tanrıların Asur'dan, Gildan'dan, Hin distan'dan göçüp gelme olduklarını biz zat eski Yunanlı tarihçiler itiraf eder ler. Ancak şu var ki, birer «monstre» şeklindeki o Tanrılar Akdeniz ikliminde İnsani biçimlere girmiştir. Bunun gibi, Küçük Asya denilen Anadoludan ve Mı sırdan sızan medeniyet unsurları da yi ne burada aydınlığa kavuşmuş, yine bu rada tam ifadesini bulmuştur. Buna gö re, Akdenizi bütün insani değerlerin eri tilip süzüldüğü bir pota telâkki edersek hiç de mübalâğaya düşmüş olmayız. İn sani değerler dedik; zaten Yunaniyatın bir adı da hümanizm, yani insaniyat de ğil m idir?»
Belli idi ki, Yahya Kemal bunları söy lerken Mallermé'leri, Hérédia'lari Bâki' 1er, Nedim'lerle bir arada bu potanın içinde kaynatıp eriterek ortaya arık bir şiir medeni çıkarmayı düşünüyordu. Bun da muvaffak olabilecek miydi, olamaya cak mıydı, bllmeyordum. Bildiğim bir şey varsa o da Yahya Kemal'le bu ko nuyu her ele alışımızda, prensip itiba- rile daima mutabık kalışımızdır ve aramızdaki dostluk da bu fîklr ve görüş uyuşmasından sonra başlamıştır.
Prensip itibarile dedim. Zira, Divan edebiyatı bahsinde aramızda geniş bir ayrılık vardı. Ben «klasik» vasfını, dar bir zümre, kapalı bir çevre içinde
sıkı-e
E d e b i y a t
H â t ı r a l a r ı :
12
«Evet, Yahya Kemal şahane
bir tembeldi ve bundan ötürü
kafasının içindeki hâzineden bize pek
az bir şey bırakıp gittiği kanaatindeyim.»
Ç IK A N K ISM IN ÖZETİ: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mehmet Rauf, Şeba bettin Süleyman ve Ahmet Haşim'den sonra, geçen sayıdan itibaren anlat maya başladığı büyük şair Yahya Ke mal'in edebî şahsiyetini inceliyor. Arkadaşı Kıbrtslı Şevket'in kendisine bir gün sokakta tanıştırdığı Yahya Ke mal, iik görüşte Karaosmanoğlu'nun üzerinde ismen edindiği fikri telif ede cek bir intiba bırakmamıştır. Am a kı sa zaman sonra muhtelif meclislerde tekrar karşılaştığı Kemal'i yalandan tanımaya başlayınca, fikri değişir.
şıp kalmış Divan şairlerimizden ziyada tesirleri bütün memlekete yaygın mistik, lirik ve destanî halk şairlerimize veri yordum ve bunlarda Akdeniz havasına çok daha yakın bir soluk bulmakta idim. Gerçi, biraz zorlayınca bizim tasavvuf edebiyatımızda Eflâtun’un izlerini keş fetmemek mümkün değildir. Karacaoğlan' ların, Gevheri’lerin lirik ve Köroğlu’nun ezgilerinde, koşmalarında eski Yunan şairlerinin uzaktan uzağa esen rüzgârını duyabiliriz.
Nitekim, ben, Homiros'un ilyada’ sini Türkçeye çevirme denemelerim de halk destanlarımızın dilinden ve üs lûbundan çok faydalandığımı hatırlıyo rum. Oysa, Divan edebiyatının Asya ka ranlığı veya Tevrat! allegori sınırları dı şına çıkmadığı ve «mey», «cânân» mo tiflerinde ise bir Sardanapal sefahatinin kabalığını taşıdığı bence inkâr kabul et mez bir gerçekti.
Ama, Yahya Kemal bu delilleri kabul etmekle beraber, yine Divan edebiyatı geleneklerinden vazgeçmek istemiyordu. Bunun da başlıca sebebi Aruz veznine bağlılığı idi.
«Biz ki, diyordu, konuşurken bile «med» ler ve «imâle» ler yaparız. Türkçe bu sayede son derece ahenkli bir dil haline girmiştir. Şimdi, nasıl olur da şiir söylerken hece vezninin dar kalıplarını kullanabiliriz?»
Yahya Kemal'in bu iddiası, bir za man gelecekti ki, kendisile Ziya Gökalp arasında uzun tartışmalara yol açacaktı. Ben ise nazımcı olmadığım için bu tar tışmada hangi tarafı tutacağımı bileme yecektim. Nitekim Ziya G ökalp'ın:
Benim gönlüm kış günü aç Kalan bülbül gibi mühtaç R uhum hasta sensin ilâç Beni dertten kurtar Tanrım.
mısralarıyla başlayan hece vezinli şiirl- !e Yahya Kem al'in:
Bin atlı akmlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu
yendik A k tulgalı Beylerbeyi haykırdı: İlerle! Bir yaz günü geçtik Tanadan
kafilelerle
diye başlayan Aruz vezinli şiirini uzun bir müddet aynı hazla okumakta devam edecektim. Bu, belki, benim edebî zevk lerimde eklektik oluşumdan ileri geli yordu. Evet, şiirde ve hattâ güzel sanat ların her branşında şu tarza veya bu tarza bağlılığım yoktu ama, kendi saham
Y A Z A N : YA KU P KADRİ K A R A O S M A N O Ğ L U
olan nesirde pek titizdim ve güç beğe nirdim. Bunun sebebi de o zamanki dil malzemesinin artık ne hislerimizi, ne fikirlerimizi ifade edebilecek bir yeter likte bulunmayışıydı. Bütün gayretlerimize rağmen biz hâlâ Edebiyatı Cedide'nin yapma lehçesini kullanmaktan kurtula- mıyorduk. Başlarında Ziya Gökalp olmak üzere Yeni Lisancılartn Arapça, Farsça kaidelere göre yapılan terkipleri Türkçe- den atmış olmalarına bu yolda kâfi bir reform mânası verilemezdi. Kaldı ki, «Türkçeye yabancı dillerden kelimeler alabiliriz, fakat kaide alamayız» diyen Ziya Gökalp bile o yabancı kelime kök lerinden yabancı kaidelerle «mefkûre» gibi, «mâşeri» gibi, «pestzinde» veya «tahteşşuur» gibi bir takım terkipler
Halbuki, bir dilin özelliğini sözlüğünde değil, ruhunda, dehasında aramak ge rekir. Ben, bu ruhu, bu dehayı da Os manlılıktan önceki Türkçe metinlerle halk edebiyatımızda bulacağıma inanı yordum.
Yahya Kemal, kendisine bu inancım dan bahsettiğim zaman, bana hak ver mekte tereddüt göstermemişti. Hattâ, bu yolda yaptığım bazt üslûp denemele rinden de hoşlanmıştı. «Edebiyat üsta dı» ıtm bu hoşlanmasından aldığım ce saretledir ki, İsviçre'de tedavide bulun duğum sıralarda (Erenlerin Bağından) adı altındaki nesirleri yazmıştım. Nitekim, bu nesirlerde «Aziz Dost» diye hitap etti ğim de Yahya Kemal'di. Aramızda önce den kararlaştırdığımız üzere, yarı Şark
çiçek bile yetişmesine imkân vermedi. Şahane tenbellik... Evet, Yahya Kemal şahane bîr tenbeldi ve bundan ötürü ka fasının içindeki hâzineden bize pek az şey bırakıp gittiği kanaatindeyim. O hâ zinenin ne kadar zengin olduğunu ancak birkaç yakın arkadaşıyla bazı müritleri bilirler ve bunlar, onun ölümünden son ra yayınlanan eserlerini bir kere daha gözden geçirirken asıl şahsiyetinin yal nız bu belgelerle ölçülemeyeceğini düşün müş olsalar gerektir. Nitekim, aziz şai rin ölümü münasebetile yazdığım bir yazıda böyle bir düşünce üzerinde dur muş ve Yahya Kemal'in yokluğunu en çok özel sohbetlerinden mahrum kal makla hissedeceğimizi belirtmiştim. Zi ra, bence asıl Yahya Kemal, herbiri
Y A HY A
KE MAL
GEZMEYİ SEVERDİ
Büyük şair, nispetsiz görü nüşüne, kaba yapısına muka bil, fevkalâde hassas ve in ce ruhlu bir İnsandı. Yurdun her köşesinde ayrı bir güzel lik görürdü. Hele İstanbul'a kara sevdaya tutulmuşçasına âşıktı. Yurt içinde ve dışında dolaştığı hemen her yerde ye ni bir ilham membaı bulurdu.
icat etmekten kurtulamtyordu. Neden? Bu nedeni ben kendimce ancak şu su retle açıklayabiliyordum: Çünkü Ziya Gökalp de bizcileyin hâlâ Osmanlı kül türünün tesiri altındadır ve Osmantıca düşünmektedir, diyordum.
Şu halde ne yapmamız gerekiyordu? Türkçe yazmak için her şeyden önce Türkçe düşünmemiz. Aksi takdirde dili mizi sadeleştirelim, ya da özleştirelim derken onu başka bir dilin, yani Osman- lıcanın tercümesi şekline sokmuş oluruz.
tasavvufuna, yarı Garp mistisizmine ka çan ve bazan sıtmalı bir ruhun krizle rini ifade eden «Erenlerin Bağından» a karşılık o da «Sevenlerin Bahçesinden» başlıklı yazılar yazacaktı. Bu başlıktan anlaşılıyordu ki, Yahya Kemal'in niyeti benim mistisizmimle kendi Epükürizmi arasında bir diyaloğ açmak suretile bi zi yeni bir Hümanizmaya ulaştıracak yo lu bulmaktı. Fakat, bu, onda hep bir ni yet halinde kaldı. Bahçavamn şahane ten- belliği Sevenlerin Bahçesinden tek bir
edebiyat ve tarih görüşümüze yeni yeni ufuklar açan bu sohbetlerin adamı İdi. Kaç kere, kendisine «Bütün bu söyle diklerini niçin bir masa başına oturup yazmıyorsun? Bir gün, hepsi zihinler de dağılıp gidecek ve korkarım, senden, senin en zengin tarafından ortada bir şey kalmayacak» demiş ve onun bu sö zümden rahatı bozulup, keyfi kaçarak bana cıgarasıntn dumanlarını savurmakla yetindiğini görmüşümdür.
(Devamı gelecek sayıda)
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi