• Sonuç bulunamadı

“Yeşil Peri Gecesi” Romanında Nihilizm Etkisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "“Yeşil Peri Gecesi” Romanında Nihilizm Etkisi"

Copied!
26
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Berna Akyüz Sizgen

NIHILISM EFFECT IN THE NOVEL “YEŞİL PERİ GECESİ”

ÖZ: Nihilizm, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların felsefî zemininde etkili olmuş, Alman düşünür Nietzsche (1844-1900) ile özdeş biçimde algılanan ancak geçmişi çok daha eski zamanlara dayandırılabilecek bir düşünce çizgisidir.

Türk diline “hiçlik teorisi” olarak aktarılan nihilizm, bireyin inandığı değerlerin değersizliğini fark etmesine bağlı olarak ortaya çıkar ve özellikle bu fark edişten sonraki aşamalara odaklanır. Böylelikle nihilizmin semptomları olarak değerlen-dirilebilecek ve özellikle edebî eserlerde daha yoğun biçimde sergilenebilecek umutsuzluk, inançsızlık, yoğun keder, ahlâkî bozulma gibi durumlar belirginleşir. Günümüz Türk romanının önemli isimlerinden olan Ayfer Tunç (1964- ), Yeşil Peri Gecesi adlı romanında çürümeyi anlattığını ifade eder. Yazarın çürüme olarak nitelediği ve romanın ağırlık noktasını oluşturan değerler yitimi ya da inanılagelen değerlerin gerçekteki değersizliği romanda nihilist bir yaklaşımdan söz edilmesini mümkün kılar.

Çalışma nihilizmin temel argümanlarının ortaya konulmasıyla başlayacaktır. Ardından Yeşil Peri Gecesi romanı bu argümanlar ekseninde ayrıntılı olarak değerlendirilecek ve ulaşılan tespitler öz biçimde ortaya konulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Nihilizm, özyıkım, antinihilizm, Ayfer Tunç, Yeşil Peri Gecesi.

ABSTRACT: Nihilism is a line of thought often identified with German phi-losopher Nietzsche (1844-1900) who profoundly influenced the philosophical trends of the nineteenth and twentieth centuries. Nihilism, however, can be traced back to much earlier times. Nihilism, rendered into Turkish as the “theory of

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 17, Nisan 2018, s. 149-173.

* Dr. Öğr. Üyesi, Adnan Menderes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,

(2)

nothingness”, emerges when a person recognizes the valuelessness of values s/ he believes in. Following this realization, nihilism focuses on next steps. Thus, there appear such situations as hopelessness, disbelief, intense grief, and moral deterioration that can be regarded as symptoms of nihilism and exhibited more intensely in literary pieces.

Ayfer Tunç (1964- ), an outstanding modern novelist in the Turkish language, states that she depicts deterioration in her novel Yeşil Peri Gecesi (Green Fairy Night). The loss of values or the actual worthlessness of ongoing values, which the author describes as deterioration and which constitutes the focal point of the novel, makes it possible to speak of a nihilistic approach in the novel.

The study begins with the introduction of basic arguments of nihilism. It then analyzes the novel Yeşil Peri Gecesi in detail on the basis of these arguments and finally presents the findings of the analysis briefly.

Keywords: Nihilism, self-destruction, anti-nihilism, Ayfer Tunç, Yeşil Peri Gecesi. ...

Giriş

Nihilizm, modern düşünce sistemleri arasında anılmasına rağmen, sofistlere ve Budizme kadar dayandırılabilecek bir düşünce çizgisidir.1 Nihilizmin edebiyat

dün-yasında etkisini hissettirmesi ise 19. yüzyılda Rus pozitivistleri sayesinde olur. Onlar, din olgusunu reddetmesinin de etkisiyle, nihilizme rağbet gösterirler.

“Nihilizm’e ilk başta Turgenyev’in Babalar ve Oğullar adlı romanıyla dikkat çekilmiş”2 durumdadır. Romanın başkişisi Bazarov, Puşkin’i ve romantizmi saçma

bula-rak, “neyi faydalı buluyorsa onun doğrultusunda hareket ederek, her şeyi reddederek”,3

“asıl konu günlük ekmek parasıdır” demiş4 ve nihilizmin temel prensiplerinden bir

kısmını dile getirmiş olur. Yıkılanların yerine yeni bir şeyler koymayı ise kendi görevi olarak görmez. Ona göre, “önce ortalığı pisliklerden arındırmalı”dır.5 Bazarov,

nihi-lizmde önemli yeri olan yıkım düşüncesini dile getirirken, antinihilist çizgiye ulaşıp yeni bir değerler sistemi kurmak anlayışından uzaktır.

Bireyin yaşamda geçerli olduğuna inandığı çeşitli değerlerin işlevsizliğini, işe yaramazlığını, anlamsızlığını kavraması nihilizmden söz etmeyi mümkün kılar. Bu

1 Çevikbaş, “Nietzsche ve Nihilizm Tarihsel Bir Yazgı Olarak Nihilizm: Avrupa Nihilizminin Tarihi,

Kökeni ve Egemen Olma Aşamaları”, s. 70.

2 Aydemir, “Ret ve İnkârın Kıskacındaki Nihilist Karakterler: Bazarov ve Suat”, s. 126. 3 Turgenyev, Babalar ve Oğullar, s. 63.

4 age., s. 68. 5 age., s. 64.

(3)

kavrayış, acı, çatışma, arayış, uyumsuzluk gibi deneyimler sonrasında gerçekleşecektir. Birey, bu deneyimler sonucunda elde ettiği kavrayışla birlikte yaşadığı reel dünyayı olduğu gibi kabul etmemeye, yok saymaya yönelecektir. Bu yönelim, aynı zamanda “Acıyı, çatışmayı, antagonizmayı kabul edememe halidir.” Kabul edemeyiş ise bireyi tüm bunların var olmayacağı bir dünya ya da yaşam hayaline yönlendirir. Diken, bu açıdan nihilizmi bir yanılsama felsefesi olarak niteler.6 Ancak, bu noktada belirtilmesi

gereken, nihilizmin farklı disiplinlerde, hatta farklı tarihsel dönemlerde farklı anlam içerikleri taşımakta olduğudur. Nihilizm deyince akla gelen ilk isim olan Nietzsche de “değişik insanlar için değişik anlamlara gelmiştir”.7

Nietzsche’ye göre, “insan özü itibarıyla kötücül bir varlıktır”.8 Ancak, bu gerçeği

özellikle de “Tanrı tarafından özel olarak yaratılmış eşsiz bir tür” olduğuna dair yayıl-mak istenen bilgiyle gizli tutmaya çalışmıştır. Tanrının ölümü ise, tüm çabaya rağmen, insanın özüne dair bu gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İnsan, artık görmezden gelemeyeceği bu gerçekle yaşamak durumundadır. Tanrının ölümü, evrenin, insanın da bir amacı ya da anlamı olmadığını açıkça ortaya koyar. Birey, önce belli aşamalarla, deneyimlerle bunu kabul etmek zorunda kalacağı noktaya ulaşacaktır. Sonrasında ulaş-tığı bu nokta, onu derin bir varoluşsal sorgulamaya ve sonucunda inançsızlığa, değer yitimine taşıyacaktır. Birey, değersiz kalmış bir dünyada başka bir seçenek olmadığı düşüncesiyle aynı değersizlik iklimine uyum sağlayarak yaşayacak ya da radikal bir hiçliğe yönelip değersizleşmiş dünyanın yok olmasını isteyecektir. Bu açıdan olum-suz bir içeriğe sahip olan nihilizm, sonraki aşamayla birlikte olumluluğa evrilecektir. “Şimdiye kadarki en yüksek değerler dünyası, değerden düşürülmüştür, ama dünyanın kendisi yerinde kalmakta ve yeni değerler koyulmasını gerektirmektedir. Bu bakımdan nihilizm, şimdiye kadarki en yüksek değerleri, bütünüyle yeniden değerlendirme bi-lincini uyandırmış olmasıyla olumlu bir anlama da sahiptir.”9 Birey, eskisini yıktıktan

sonra yeni bir değerler sistemi oluşturma çabasına yönelebilir. Anti-nihilizm olarak adlandırılan bu durum, bir paradoks şeklinde, varlığını nihilizme borçlu olacaktır.

Bireyin oluşturacağı yeni değerler sistemi, “iyi ile kötünün ötesinde” ve “insanca, pek insanca” olmalıdır. Nietzsche’nin çalışmalarına ad olarak seçtiği bu nitelemeler, nihilizm açısından oldukça anlamlıdır. “Hıristiyanlık inancı, en başından beri bir fedakârlıktır, bütün özgürlüklerden, bütün gururdan, ruhun özgüveninden yapılan fedakârlık, aynı zamanda da bir tabiiyet, bir kendini küçümseyiş ve çarpıtmadır”10 diyen

6 Diken, Nihilizm, s. 13.

7 Copleston, Nihilizm ve Materyalizm, s. 176. 8 Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 682.

9 Çevikbaş, “Nietzsche ve Nihilizm Tarihsel Bir Yazgı Olarak Nihilizm: Avrupa Nihilizminin Tarihi,

Kökeni ve Egemen Olma Aşamaları”, s. 71.

(4)

Nietzsche, Batı medeniyetinin, insanı “vahşi ve kuralsız bir doğa gücü” olan özünden uzaklaştırdığını ifade eder. İnsan, özü olan bu niteliklere yeniden bürünebilmek için iyi ya da kötü gibi değerlendirme ölçütlerini bir kenara bırakmalı ve fazlasıyla insanca olarak güç istemine uygun hareket etmelidir.

Nietzsche “Yaşamın temel nedeni güçlü olma isteğidir.”11 diyerek güç istencini

bireyin temel niteliği olarak belirler. Birey varlığını daima daha güçlü olmaya çalışarak sürdürmek ister. Onun önce yıkımı ve özyıkımı, sonrasında da yeniden değerlendirme aşamasını deneyimlemesi de güçlü olmasını gerektirir. Bu gereklilik, bireyin yalnızca kendi varlığı ile ilgili değildir. Güçlü olmak, çoğu zaman başka bireylere yönelik tavırla açığa çıkacaktır. Bireyi yaşamın ya da değerlerin değersizliğine götüren sü-reçte de diğer insanlarla ilgili olumsuz deneyimlerin varlığı belirgindir. Tüm bunların sonucunda nihilist düşünce etkisindeki bireyin diğer insanlara yönelik sert bir tutum geliştirdiği görülür.

Nietzsche’nin “Tanrı öldü” şeklindeki tespiti çok boyutlu olarak okunmalıdır. Çünkü o, Tanrı ile birlikte “modernitenin ve modern dünya görüşünün yapı taşları olan ahlak, gerçek ve estetiğin de öldüğünü”12 düşünür. Ona göre, yapılması gereken, bu

ölümü görmezden gelmek değil, tam aksine bunu olanca açıklığıyla ortaya koymak ve sonrasında da “tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesidir.” Söz konusu ölümü görmezden gelinemez biçimde ortaya koymak modernite eleştirisini de beraberinde getirecektir. Nietzsche, “Modern düşünce ve anlayışın toptan bir eleştirisine giriştiği gibi, modern bilimlere de karşı çıkar.”13 der.

Temel argümanları açısından varoluşçu düşünceyle yakınlık içinde olan nihilizmin Türk kültür ve düşünce hayatına yansımasında edebiyat önemli rol oynar. “Nihilizm bireyin içerisine fırlatıldığı gerçeklik düzlemindeki değer yargıları ve anlamlara karşı çıkarken varoluşçuluk ise Husserl fenomenolojisinin işaret ettiği mevcut dil ve dilin taşıdığı değer yargısı ve anlamlardan oluşmuş perdeyi aralar.”14 Özellikle, yerleşik

anlam dizgeleri ve değerler sistemine karşı çıkarak bunları değiştirmek isteyen 1950 kuşağı yazarları varoluşçuluk ve nihilizmi birlikte anan ve her iki düşünce sisteminin de kendilerini etkilemiş olduğunu belirten isimlerdir.

Nihilizmi “modernler için bir zorunluluk” olarak gören Nietzsche, onun semptom-larını da “toplumsal keder, fizyolojik bozulma, ahlaksal çöküntü, yaygın kötümserlik vb.”15 olarak belirler. Belirtilen semptomlar Yeşil Peri Gecesi’nde de romanı nihilizm

11 Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 682.

12 Meral, Budala- Nietzsche ve Dostoyevski Karşı Karşıya, s. 19. 13 Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları, s. 186.

14 Şen, Türk Romanında Felsefî Açılımlar, s. 246. 15 Ansell-Pearson, Kusursuz Nihilist, s. 58.

(5)

açısından değerlendirmeye elverir niteliktedir. Ancak, bu ifadeden kasıt, romanın bütü-nüyle nihilist bir felsefi yaklaşım içerdiği değildir. Ayfer Tunç, romanda nihilizmde ve Nietzsche’nin düşüncelerinde önemli yeri olan yıkım/özyıkım, değerlerin değersizliği, ahlâki çürüme, edilgin ve radikal nihilizm, anti-nihilizm gibi temel prensipleri frag-matikal olarak kullanmıştır. Ayrıca, “günümüzde olsa olsa şeffaflaşmış bir nihilizmden söz edilebileceğini”16 belirten Baudrillard, günümüz dünyasının duyarsızlaştırıcı ve

bu sayede sistemin değiştirilebilirliğine dair inançtan caydırıcı bir simülakra dönüştü-ğünü belirtir. Yeşil Peri Gecesi, toplumun duyarsızlaşmışlığını ve buna uygun olarak geniş ölçekli bir değişim ya da iyileşme umudu olmadığını göstermek istemesiyle, bu bağlamda da yeterli malzeme içeren bir romandır.

Yeşil Peri Gecesi, yazarın çürümeyi anlattığını ifade ettiği bir romandır. Romanın başında “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın.” (s. 12) epigrafına yer verilmesi, yazarın söz konusu çürümeyi ne kadar yaygın bulduğuna işaret eder.

Yeşil Peri Gecesi’nin merkez kişisi Şebnem adlı bir kadın karakterdir. Şebnem, yazarın ilk romanı Kapak Kızı’nda da yer verilen bir roman kişisidir. Ancak, o romandaki yeri Yeşil Peri Gecesi’ne göre farklıdır. Yazar, bu durumu “O Kapak Kızı’nda romanın nesnesi gibiydi, Yeşil Peri Gecesi’nde öznesi oldu.”17 diyerek açıklamaktadır. Bu

de-ğerlendirme, yani, Şebnem karakterinin hem nesne olarak hem de özne olarak iki ayrı romanda merkezde yer alması, onun çok boyutlu, derinlikli oluşuna işaret etmektedir.

Kapak Kızı’nda Şebnem’i bir dergiye çıplak poz vermiş, güzelliğiyle baş döndü-ren bir genç kadın olarak görürüz. Daha doğrusu, Şebnem’i görmek yerine, onun bu davranışını irdeleyen ve bu davranış çerçevesinde kendileri ile iç hesaplaşmaya giren Selda ve Ersin’le karşılaşırız. Bu roman kişilerinin her ikisi de, Şebnem’in akrabala-rıdır, onunla geçmişte akrabalık ilişkisinden kaynaklanan bazı paylaşımları olmuştur. Ancak, bu paylaşımlar her ikisi için de iz bırakıcı mahiyette değildir.

Yeşil Peri Gecesi’nde mutlu, sevgi dolu bir aile ortamına sahipken babasının geçirdiği kaza sonrası ailesinin ve kendisinin yaşantısı tamamen değişen Şebnem’in öyküsüne tanıklık ederiz. Kaza sonrasında Şebnem pek çok olumsuz deneyimle yüz yüze kalır. Annesinin kendisini terk etmiş olması, bu deneyimlere kapı aralayan ve Şebnem’in içinde biriken, büyük bir kist olacaktır. Üvey baba dayağı, yatılı okul günleri henüz çocuk yaşta karşılaştığı olumsuz deneyimlerdendir. Babası ölüm döşeğindey-ken, kendi evlerinde annesi ile amcasını uygunsuz bir durumda bulmuş olmaksa onun için oldukça yıkıcı olmuştur. Sakat babasının tüm olumsuz tutumuna rağmen onunla birlikte yaşamayı seçmiş olan Şebnem, çocukluk yıllarından itibaren uyumsuz, öfkeli,

16 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 205.

17 Aktaş, “Rahatsız Olalım Artık, Dünya Çürüyor” (söyleşi),

(6)

asi bir kişilik yapısı sergiler. İlk ve has aşkı Ali tarafından terk edilmiş olmak, en yakın dostunun ölümüne tanıklık etmek, eşi Osman’ın zaman içinde gördüğü asıl yüzünden duyduğu hoşnutsuzluk Şebnem’in ileriki yaşamını da çocukluğu kadar olumsuz kılar. Şebnem’in tüm bu çirkinlikler arasında sahip olduğu tek güzellik ise, annesinden devralmış olduğu düşünülebilecek fiziksel güzelliğidir. Şebnem, uzun yıllar yaşamın bir anlamı olması gerektiğini düşünmüş, bu anlamı bulma çabası içinde olmuştur. Bu arayış, onu pek çok olumsuz durumun içine düşürür. Bunların sonucunda, yaşamın bir anlamı olmadığına ikna olur. Yaşadığı bazı olayların da etkisiyle, insanlığın çürü-müşlüğünü ve hatta bu çürümüşlüğü görmezden gelmeyi katlanılamaz bulur. Kendi yaşamına da mal olsa, bu çürümüşlüğü ifşa etmeye karar verir. İstanbul emniyet mü-dürü ile yaşadığı pornografik ilişkiyi gizli kamera görüntüleriyle kamuoyuna izletmeyi planlar. Bu planı yürütmeye koyduktan sonra öldürüleceğinden emindir. Yaşayacağı son bir gece için has aşkı Ali’ye sığınır. Ali’nin kendisine yönelik saf, gerçek aşkını görünce yaşamın anlamının da böylesi bir aşk, sevgi olabileceğini düşünür. İçindeki ölüm arzusu, yaşamak arzusu ile yer değiştirir. Kuzeninin de hiçbir çıkar gözetmeksizin, cesaretle kendisine yardım etmesi ile Şebnem, “en azından üç kişiyiz” düşüncesine kapılır. Yaşamın anlamlılığına ikna olur. Ali ile birlikte “Belki taptaze bir dünyaya uyanacakları yüz yıllık bir uykuya yatarlar.” (s. 463).

Yeşil Peri Gecesi romanında Şebnem’in yaşamının büyük bir kesitine yer verilir. Geriye dönüş tekniğiyle genişletilen zaman dilimi, romanın yazılış nedeni olarak belirtilen çürümenin sergilenmesi açısından işlevseldir. Yazar, çürümeyi, Şebnem’in yaşamının ilk yıllarından ve onun en yakın çevresinden başlatır. Yazarın da belirttiği gibi, bunda kendisinin aile kurumunu sorunlu bir yapı olarak görmesi etkilidir.18 Aile

çevresinde başlayan bu çürüme, zaman içinde Şebnem’in yaşamının hemen her döne-minde ve alanında görülecektir. Belirtilmesi gereken bir nokta da söz konusu çürümenin yalnızca Şebnem özelinde düşünülemeyecek olmasıdır. Yazar, bu çürümenin toplumun neredeyse bütününde yaşandığını düşünmekte ve düşündürmektedir.

Nihilist bir bakışın, duruşun bir romana yansıması muhtemel boyutlarından biri “uyum sağlayamama ya da değişime ayak uyduramama” olacaktır. Uyum sağlayama-yan ya da değişime ayak uyduramasağlayama-yan birey, kendisiyle, yakın çevresiyle ve toplumla çatışma yaşayacaktır. Yaşanacak çatışma, Yeşil Peri Gecesi romanındaki gibi bireyin yaşam algısını tümüyle farklılaştıracak bir etken olabilir. Şebnem’in anne babası, ken-disi bu tür bir uyum sağlayamama sürecinin de başaktörleridir. Mutlu bir evlilikleri, sevgi dolu bir aile ortamları varken, baba Cavit’in geçirdiği kaza, tüm yaşamlarını kökten değiştirecektir. Yakışıklı, sağlıklı, genç bir mühendis olan Cavit, geçirdiği kaza sonrası yüzünün yarısını, kolunun birini kaybeder, kaslarına hâkim olma yetisini belli

18 Aktaş, “Rahatsız Olalım Artık, Dünya Çürüyor” (söyleşi),

(7)

ölçüde yitirir, görünüşü bir ucubeye döner. Eşinden, kızından, tüm insanlardan, onlara görünmekten kaçınarak yaşamaya başlar. Eşinin kendisine dokunma çabalarını şiddetle reddeder. “Artık babamın ömrü bu karanlık odada, takıl tukul gibi, ayağa takılan lü-zumsuz bir eşya gibi geçiyor.” (s. 128) Ailedeki mutluluk ortamı birdenbire tamamen tersine döner. Şebnem’e göre, babası mağdur rolünü benimser. Temelde Cavit’le ilgili bu “yeni duruma uyum sağlayamama” hâli, yalnızca bireysel bir mağduriyet duygu-suna yol açmaz. Anne Hülya’nın eşi ve kızını terk edip sonrasında pek çok erkekle birlikte olması sürecini de başlatır. Ancak, asıl önemli olan, Şebnem’in yaşamındaki yıkıcı ve onarılamaz etkisidir. Henüz çocuk yaşta oldukça sert bir sevgisizlik duva-rına çarpmasına, annesiz ve manevi anlamda babasız kalmasına yol açar. Kötü üvey baba, yatılı okul deneyimleri de yine bu olayla ilgilidir. Şebnem’in çekirdek ailesinin üyeleri yeni duruma uyum sağlayamamış, ailenin dağılmasını önleyememişlerdir. Şebnem’in yaşamındaki ve yüreğindeki en büyük düğümlerden biri olan, babası has-tanede ölüm döşeğindeyken, annesinin evlerinde amcası ile birlikte olması da yine bu olayla ilişkilidir. Ancak, Şebnem tüm bu yaşananları “kader” olarak açıklamaktan uzaktır. Onun annesine yönelik büyük öfkesi, olup bitenlerin kader sözcüğüyle değil de annenin kişiliğiyle ilgili oluşundan kaynaklanır. “Demek ki neymiş? Her şey bir kazayla başlamış. Kader! Ne yani, naturamızın hiç mi suçu yok çöküşümüzde?” (s. 264) diyen Şebnem, asıl sorumlunun insan naturası, doğası olduğunu düşünmektedir.

Şebnem, bu olayla birlikte çocuk dünyasının en önemli aktörü olan babasını, ilgisine muhtaç olduğu annesini, ailesini yitirmiş olur. Bu kaybın verdiği boşluğu doldurma çabası ise, onu yaşamın kötü yüzüyle karşı karşıya getirecektir hep. “Benim, koştuğum her adamda babamı arıyor oluşumun bu kadar basit ve kaba bir bilgi olması, bilginin doğruluğunu ortadan kaldırmıyor.” (s. 285) Babasını, manevi boyutta yitirmiş olmak, Şebnem’in pek çok erkekte onu aramasına, onu yitirmekten doğan boşluğu bir başka erkekle doldurmaya çalışmasına yol açar. Ayrıca, Şebnem, annesinin asıl onu terk ettiği düşüncesini, “içindeki büyük kist” (s. 250) olarak görür. Kaybettiklerinden doğan boşluk, bu büyük kistle dolmuş gibidir. Osman’la olan evliliğini “Osman’ın annesi oldum” (s. 286) şeklinde değerlendirişinde, Osman’ın ruhunda da varlığını bildiği aynı boşluğun etkili olduğunu dile getirmiş olur.

Nihilizmde arayış önemli bir kavramdır. Kişi edilgin ya da radikal nihilist çizgiye ulaşıp kendi değerlerinin yaşamdaki anlamsızlığını ve bunun sonrasında da daha üstün değerlerle donanmış aşkın bir yaşam olasılığının yokluğunu ya da yaşamın değersizliğini kabul etmeden önce, yaşamı kendisi için anlamlı kılacak değerler arayışı içinde olur. Şebnem’in de böylesi bir arayış içinde olduğu zamanlar vardır. Ancak, onun arayışı basit bir biçimde “babasının boşluğunu dolduracak bir erkek”ten ibaret değildir. Çünkü içindeki boşluğun yalnızca bireysel kayıplarından kaynaklanmadığının farkındadır. İlerleyen yıllarla birlikte, benzer bir boşluğun çok daha genel bir düzlemde hemen

(8)

herkes için geçerli olduğunu düşünecektir. “Ezcümle, herkes varlığındaki boşluğu doldurmak istiyor. Dolduramadan ölüyor. Ama uğraşma boşuna, o boşluk dolmaz! Var olmanın boşluğu o! Dolsa biz, biz olmayız!” (s. 286) şeklindeki satırların devamında Cioran’ın “Doğmuş olduğum için kendimi bağışlayamıyorum.” sözüne yer verilir. Şebnem de, has aşkı Ali de Cioran’ı “Sanki benim adıma konuşmuş.” (s. 287) şeklinde değerlendirirken, benzer bir duygu iklimindedirler.

Diken, Karamazov Kardeşler romanından yola çıkarak ılımlılığın nihilizm kav-ramıyla ilişkisine dikkat çeker ve adı geçen romanda, şeytan tarafından talep edilen ılımlılığın, “paradoksal, vasat, içinde kötülük olmayan bir şeytan”19 olduğunu belirtir.

Yeşil Peri Gecesi’nde bu ılımlılık arzusu hem Şebnem için hem de yakın akrabaları için söz konusudur. “Benden de nefret ediyorlar, ama sessiz, uslu, temiz, üstelik babası ölümle pençeleşen küçük bir kızdan nefret etmek ayıp geliyor ikisine de. Bu yüzden kendilerini suçladıklarını, bana iyi davranmak için çabaladıklarını görebiliyorum.” (s. 78) Şebnem’in sözünü ettiği bu yoğun, ancak ılımlı tavırlarla bastırılmaya, gizlenmeye çalışılan nefret, babaannesine ve yengesine aittir. Babaannenin Şebnem’e “korkunç şeyler” olan elbiseler dikmesi, elbiseyi giydirirken “Hayret, utanmayı bilirmiş!” (s. 79) demesi, ılımlı olmak adına gizli tutulmaya çalışılan nefretin göstergeleridir. Ancak, “en sarhoş edici duygulardan biri” (s. 77) olan nefret, ılımlı olma çabasına eninde sonunda galip gelecektir. Babaannenin talimatı üzerine, uyuz olduğu bahanesiyle, Şebnem’in saçlarını kör bir makasla kökünden kesip banyo kazanında yakan yenge bunun iyi bir örneğidir. Şebnem, henüz bir çocuk oluşunun etkisiyle bu nefretle başlangıçta çatışmaz. Hatta “beni aptal bilmeleri daha iyi” (s. 82) diyerek farkında değilmiş gibi davranır.

“Acıyı, çatışmayı ve antagonizmayı kabul edememe hâli”20 olan nihilizm, bazı

bireylerde toplumla, zamanla ve mekânla uzlaşamamayı doğurabilir. Diken, bu kabul edememe durumuna rağmen, mücadele genlerinin susturulmak istenmesini nihilizmin başlangıç itkilerinden biri olarak değerlendirir. Egemen güçler bu uzlaşamama hâlini bastırmak için ılımlı olma formülüne başvurarak, söz konusu uzlaşamamayı yaşayan kişiyi makul ya da ılımlı olmaya yönlendirirler. Şebnem’e hayatı boyunca dayatılan ılımlı ya da makul olması talebi bununla ilişkilidir. Şebnem, yaşamının önemli bir kısmında mağdur rolünü benimsemiş, buna uygun düşecek biçimde, içindeki öfkeye rağmen, makul tavırlar sergilemeyi başarmıştır. “Onca aşağılanma ve aşağılanmayı sindirme tecrübesi” (s. 153) bu başarının göstergesidir. Ancak, Diken’in tespitine uygun biçimde Şebnem aptal ya da mağdur rolünü sürdürürken içinde biriken büyük öfke onu nihilist tavırlara yönelten bir etken olacaktır.

Şebnem’in içinde biriken büyük öfke, hınç doğuracaktır. O, özellikle kocası Osman’ın etraflarında olup biten pek çok şeyi görmezden gelmesine öfkelidir. Osman’ın müzik

gru-19 Diken, Nihilizm, s. 11. 20 age., s. 13.

(9)

bundaki basçının tacizine sırf Osman’ın nereye kadar görmezden gelebileceğini ölçmek için katlanır. “ O görmemiş gibi yaptıkça içim kanıyor, hiddetle doluyordu... Doldukça basçının saçlarını daha sıkı okşuyordum.” (s. 28) Aynı şekilde, Osman’ın maddi kaygılar nedeniyle çok önemsediği köpekli lokantacının da tacizine maruz kalır, kocasının durumu fark ettiğinden emin olsa da, Osman yine görmezden gelir. “Olmuş şeylere karşı güçsüz olan istem, bütün geçmiş şeyleri öfkeyle seyreder... Zamanın geriye doğru gitmemesi, -onun öfkesi budur. ‘olmuş olan’: budur yuvarlayamadığı taşın adı. Ve böylece taşlar yuvarlar öfkesinden ve huysuzluğundan, kendisi gibi öfkelenmeyen ve huysuzlaşmayandan da öc alır.”21 Şebnem, kendisinin yuvarlayamadığı bu taşları kocasının kolayca yuvarlıyor oluşuna

öfkelidir. Osman, Uluçmüdür olayında da aynı tavrı gösterince onunla ilgili olarak da kesin kararını verir, kendisi ile birlikte yıkıma uğratacağı insanlardan biri de Osman olacaktır.

Hıncın doğabilmesinin tek yolunun öfke, nefret gibi duyguların bastırılması olduğunu belirten Diken, bunun kişiyi intikam hayaline yönlendirdiğini ifade eder. Kişi, intikamı düşlediği ve gerçekleştirmek için beklediği süreçte öfkeyle dolacak ve bu öfke de “Suç ve sorumlulukları başkalarına yüklemek ve bitmek tükenmek bilmez ithamlar biçiminde ifadesini bulacaktır”.22 Şebnem, roman boyunca kayınbiraderi

Teoman’dan nefretle, öfkeyle söz eder. Hatta Uluçmüdüre tuzak kurarken, bir yan-dan da Teoman’yan-dan intikam almak niyetindedir. Teoman’ın, kafasına silah dayayarak Şebnem’i Uluçmüdürün tüm isteklerini yerine getirmeye zorlaması bu tür bir nefret için fazlasıyla yeterlidir. Ancak Şebnem, bu olay öncesinde de Teoman’dan nefret etmektedir. Teoman, henüz çocuk yaşta iken, eşinden gizli saklı biçimde sokağa çıkan annesi ile bunu babasından saklamaya çalışan ağabeyini babasına ihbar ederek dayak yemelerini sağlayan, dayağı sessizce izleyen bir “küçük Hitler”dir. (s. 39) Sonraki yıllarda da olumlu tavırlar sergilemez. “... abisinin şirketteki hakkına daha yıllar önce el koymuştu. Burgazada’daki evi bile elimizden almıştı.” (s. 43) Ağabeyiyle eşini, nişanlısının ailesiyle tanışma yemeği öncesinde “İstikbalimle oynamayın, ecdadınızı s...m.” (s. 119) şeklinde uyarmış olan Teoman, daha öncesinde de belirttiğimiz gibi nefreti hak etmektedir. Ancak, onun Osman’la olan ilişkisi, yalnızca Teoman’ın kö-tülüğüyle açıklanabilir değildir. Osman da kardeşi kadar kötücül olmayı kolaylıkla becermektedir. Şebnem, bu açıdan Teoman’a hak ettiğinden fazla nefret duymaktadır. Bu durum, yukarıdaki satırlarda ifade edilen “suç ve sorumlulukları başkasına yükle-menin, bitmek bilmez ithamların” örneği olarak yorumlanmalıdır.

Hınç birikiminin yalnızca intikam arzusu ya da ithamda bulunmak şeklinde be-lirmediğini, “Ahlâk açısından bakıldığında, hınç insanı değerleri ters çevirerek zayıfı üstün gösteren bir ahlak türetir. Kuzu iyidir, çünkü yenir.”23 sözleriyle belirten Diken,

21 Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, s. 158. 22 Diken, Nihilizm, s. 33.

(10)

hıncın ahlâk anlayışını da şekillendirdiğini dile getirir. Şebnem’in zaman zaman duy-duğu öfkeye rağmen babasına yönelik derin sevgisi, onu yaşadıkları durumla ilişkili olarak sorumlu tutmaması, her zaman mağdur bulması bu açıdan yorumlanabilir. Eşi Osman’ı da ilk yıllarda, özellikle kardeşine karşı benzer bir zayıflık, mağduriyet içinde algılamıştır. Hatta kendisini de mağdur bulur ve bu mağduriyet duygusuna sığınma-nın cesur olmaya nazaran daha kolay olduğunu belirterek mağduriyetini benimser. Onun, “Mağdur olmak suçsuz olmak değildi.” (s. 46) aşamasına ulaşması daha sonra gerçekleşecektir.

Hınç birikiminin bir diğer etkisi de kişiyi geçmiş zamanın duvarları arasında sıkıştırmasıdır. “Hınç insanı unutmaz, unutamaz. Eğer insanın düşmanlarını, talih-sizliklerini ya da başına gelen kazaları çok ciddiye almaması bir artı-güç işaretiyse, hatırlamak da bir zayıflık işaretidir... Hınç insanının bilinci belleğin istilası altındadır; kişi sadece belleğine tepki verir ve hatırlananlar elbette ‘sadece acı verenlerdir.’”24

Şebnem de, “Ben unutabilen biri değilim. Beynim, unutamadığım şeylerin ayrıntı-larıyla dolu.” (s. 133) diyerek bu zayıflığını ifşa eder. Şebnem, öz kardeşinin eşiyle birlikte olup bunun kefareti olarak da yıllarca kardeşinin evine alışveriş poşetleriyle giden amcasının, kefareti yeterli bularak bu gidişlere son verişini “günah da her şey gibi unutulabilen bir şeydi. Ayrıca zaman vicdanın ağrı kesicisiydi.” (s. 235) şeklinde açıklar. Bu açıklama da yine unutmak yetisinin(!) işlevselliğini sergiler. Şebnem, bu yetinin bizim toplumumuzun genelinde var olduğunu düşünür. “Bizde itiraf yoktur... Biz itiraf edersek unutamayız. Biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak. Biz mecbur kalırsak tövbe ederiz hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik. ... Bizim milli ikilimiz Suç ve Nisyan’dır.” (s. 207) Şebnem’e göre unutmak, artı güç işareti değil, olsa olsa ikiyüzlülüğün, kendini kollama güdüsünün fazla gelişmişliğinin göstergesidir.

“Bağışlayıp unutmak hesaplaşmaktan çok daha kolaydı. Bağışlıyordun ve biti-yordu. Başını alıp gitmen, hayatını değiştirmen gerekmibiti-yordu. Kaldığın yerden aynen devam ediyordun. Spotless mind oluyordun. Lekesiz zihin. Ne güzeldi. Sonsuz gün ışığı!” (s. 152) diyen Şebnem, Osman’la geçen yıllarını bu şekilde açıklar. Aslında, bağışlamanın kolaya kaçmak olduğunu söyleyerek ironik bir biçimde kendisini eleştirir. Ancak, her zaman bu şekilde kolaya kaçmamıştır. “Kim ki bağışlar, utancını yitirmekle karşı karşıyadır.”25 Şebnem’in bu tespitin haklılığını düşündürtecek davranışları da

olmuştur.

Nihilist tutumun önemli bir nedeni de bireyin kendi/diğerleri/toplum değerlendi-rimindeki dayanaklarının deformasyonudur. Henüz çocuk yaşta aile kurumuyla ilgili bu tür bir deformasyon yaşamış olan Şebnem, kendi bedeninin, kimliğinin farkına

24 age., s. 32.

(11)

varmaya başladıktan sonra aşka, sevilmeye, sevgiye ihtiyaç duyacak ve belki de değerlendirme noktası olarak bunu görmek isteyecektir. Ancak, Şebnem henüz lise yıllarında bu açıdan da önemli bir deformasyonla yüz yüze kalır. Çocukluğundan itibaren güzelliğiyle dikkat çekmiş olan Şebnem, lisedeki İngilizce öğretmeni Seçkin Bey’in “kendisine tutulmuş olmasına tutulur.” Onu, güzelliği dışında bir meziyetiyle etkilemek amacıyla İngilizce bilgisini ilerletmeye çalışır. Öğretmeninin gizli daveti üzerine onun odasına gittiği gece, “(kendisini) sonsuzca, sınırsızca sevdiğini görmek isteyerek yüzüne bakar.” (s. 332) Bakışlarında hastalıklı arzusunun derinliğini gören öğretmeni ise ürker, Şebnem’i kolundan tutup dışarı atarak gece habersizce odasına gelmekle suçlar. Okulda olay çıkmasında ürken diğer öğretmenler de olayı Şebnem açısından değerlendirmeksizin üstünü örterler. Bu olayda maruz kaldığı aşağılayıcı tutum, onun için sarsıcı olur. Olayın örtbas edilmesine duyduğu tepkiyle de birlikte intihara kalkışır. Bu kalkışmadan çıkardığı sonuç ise, “ölüm kesin değilse sakın de-neme” (s. 335) olur. Annesi, kızının bu tür davranışları karşısında ne yapacağını bile-memenin sıkıntısını yaşarken, amcası, Şebnem’in okuldan atılmaması, “ayakaltında dolaşmaması, annesinin başına kalmaması” (s. 336) için bağışlamak zorunda kaldığı kıymetli halıların derdindedir. Bu olaydan çok kısa bir süre sonra da okul kantininde çalışan bir gençle “Aşk maşk yok diyorum. Bekâretim sana kısmet oldu. Bununla idare edeceksin artık.” (s. 338) diyerek birlikte olur. Bu olay da yine Şebnem’in aşk, sevgi gibi duygulara inancının sarsılmışlığıyla ilgilidir. Bu büyük sarsıntılara rağmen, Şebnem, aşkı, sevgiyi aramaktan hiç vazgeçmemiştir. Hayatına giren pek çok erkek, bu arayış kaynaklıdır. Kendisi de “hayata hep kendimi birilerine âşık olduğuma inan-dırmaya çalışarak tahammül etmiştim.” (s. 17) diyerek bunu ifade etmiş olur. Gerçek aşk, sevgi arayışı onun için kendisini, diğerlerini, toplumu, yaşamı değerlendirmek açısından önemli bir dayanaktır. Yaşamı boyunca ise bu dayanağın deformasyonuna çarpıcı sahnelerle tanıklık etmiştir.

Yaşama ilişkin bir değer ya da anlam bulamamak, nihilist bir tutum takınma-nın en önemli nedenlerindendir. “Benim bir amacım yoktu hayatta, hatta felsefemdi amaçsızlık. Tek amacım serseri mayın olmaktı, pimi çekilmiş bir el bombası. Birile-rinin elinde patlamayı umuyordum. Bu yüzden öfkem de çapıma göreydi.” (s. 220) Şebnem’e ait olan bu sözler, nihilist düşüncede önemli yeri olan yaşamda anlam/ değer bulamamanın yansıması olarak görülmelidir. Yeşil Peri Gecesi romanında, bunlara dair bir arayış içinde bulunmuş olan tek kişi Şebnem değildir. Onun has aşkı Ali de, uzak coğrafyalarda benzer bir arayış içinde uzun yıllar geçirmiştir. Ancak, “varlığımız var sadece. Sen varsın, ben varım... insanlar var... hayvanlar... dünya münya işte... yıldızlar, galaksiler filan... hayat diye bir şey var, bizim farkımızda olmayan.” (s. 290) diyen Ali, arayışı sonucunda aşkın ya da derin bir anlam bulamamış olduğunu ve bunun sonucunda da böylesi bir anlamın olmadığı sonucuna ulaştığını dile getirir. Ali, yuka-rıdaki sözlerinin devamında “acı var ama... tek hissettiğimiz şey... acı olmasa anlamı

(12)

bulmak için kendimizi bu kadar hırpalamazdık... Başka türlü niye cennet hayalinin peşinden koşalım? Cennet dediğimiz şey, acının olmadığı tek yer.” diyerek, anlam bulma arayışını acından kaçma çabası ile ilişkilendirir. Nietzsche, de üç tek tanrılı dinin, insanları içinde acı olmayan, aşkın bir cennet vaadi ile yeryüzüne bağlılıktan uzak tutmaya çalıştığını belirtir. Nietzsche’ye göre de cennet tasavvuru, yeryüzünde var olan acıyla, çatışmayla, antagonizmayla uyuşamama ve bunlardan kaçma arzusu ile açıklanabilir ve bu durumda üç tek tanrılı dinin de nihilist olduğunu dile getirir.26

Bu perspektiften bakıldığında, Yeşil Peri Gecesi’nin başkişilerinden olan Şebnem, Ali, Osman ve Teoman’da mistik, metafizik duyarlılıkların ya da dinî duyguların görülme-yişi metnin nihilizmle ilişkisi bağlamında düşünülmelidir. Ali’nin ifadesiyle, cennet, “acının olmadığı” bir yer olmaktan ibarettir, bu tasavvurun dinî boyutunu neredeyse tamamen görmezden gelir. Ali de Nietzsche gibi, cennet düşüncesinin ya da olasılığının acıdan kaçma çabasıyla ilişkili olduğunu dile getirir. Şebnem ise, “Ölünce biter. Her şey. İnançsızlığın iyi tarafı bu işte. Bir tek ölüme inanıyorum ben. Ölünce bittiğine göre, yaşanmış olanın da bir anlamı yok.” (s. 215) diyerek hem inançsızlığını ifade eder hem de ölümün varlığını, yaşama anlam yükleme çabasının boşunalığının kanıtı olarak sunar. Nietzsche’nin önemli eserlerinden Böyle Buyurdu Zerdüşt’de Zerdüşt, dinleyicilerine “yeryüzüne bağlı kalmayı” öğütler. Tanrının ölümünün ardından, en büyük günahın yeryüzüne karşı günah işlemek olduğunu söyler ve bundan sakınılmasını ister.27 Yeşil Peri Gecesi’nde Şebnem, “bütün inançlar insana yukarıyı işaret etmiş, arşın

en yüksek katını. Oysa insan denen yaratık yükselemez kolay kolay, aksine düşer... Uzaklarda aramaya gerek yok, cehennem yeryüzündedir” (s. 395) derken benzer bir bakış açısını sergiler.

“Biz içbükey ruhlarız, babamla ben. İçimize doğru kapanırız, istiridye gibi. İçi-mizin tam ortasında duran, patlamayan, patlayıp da ortalığa saçılmayan, saçılıp da herkesi kirletmeyen incimiz-çıbanımız kistleşir içimizde. Kistleşen bu inci çıbanımız varlığımızın özüdür, habis.” (s. 210) diyen Şebnem, her ikisinin de mağduriyet duy-gusundan beslendiklerini itiraf etmekten kaçınmaz. “Babam mağdurların en mağ-duruydu.” (s. 141) Şebnem, babasının, mağduriyetini kendisinin çıplak pozlarından “daha dipte bir yere razı olmaya” (s. 193) kadar götürmesini ise hoş görmez. Babasının annesi ile amcası arasındaki ilişkiyi bildiğini düşünmektedir ve buna rağmen amcanın yardımlarını küfrederek de olsa kabullenmesini onur kırığı olarak görür. “Hayatımın baraj sorusu: kemik kırığı mı daha çok acı verir, onur kırığı mı? Cevap: kaçıncı kez kırıldığına bağlı... (onur kırığında) darbe sayısı arttıkça acı azalır, hassasiyet tabakası kalınlaşır. Onur dumur olur.” (s. 194) Babasının bu onur kırıklarına tahammülünün tek nedeni ruhunun içbükey oluşu değildir. “Babam çünkü abisinin vicdanındaki ağrıyla

26 Diken, Nihilizm, s. 13.

(13)

besleniyordu.” (s. 236) Babası, mağduriyeti cesarete tercih etmiş, durumunu başka vicdanlar için bir ağrıya dönüştürmüştür. Bu tutumunun nedeni, bu ağrı sayesinde başka gözler, vicdanlar için görünür, hatırlanır oluşuna bağlanabilir. Şebnem’in onurun dumura uğradığını söylemesi, nihilizmin temel argümanlarından olan değer yitiminin bir örneği olarak yorumlanmalıdır. Babası her şeye rağmen onurunu koruyacak tavırlar takınmış olsaydı, Şebnem onuru yaşamı anlamlı kılan bir değer olarak düşünebilirdi.

Şebnem, babasının annesini dövdüğü gece, “bu manzaraya dayanabilmek için çare” (s. 162) olarak ruhuyla bedeninin birbirinden ayrıldığını söyler. Uykudan Önce Uykudan Sonra adlı bölümde de yine ruhla bedenin ayrışması deneyimi anlatılır. “Varlık bir süre ruhta yaşamaya devam ediyor ve o an için kendine ait olmayan bede-nin faaliyetini, sanki ölmüş gibi izleyebiliyor... Ruh sessizce ve yorumsuzca bedeni izlerken, beden iç ve dış faaliyetine devam ediyor... uyku başlıyor... varlık bir bütün olarak uyanıyor... bu esnada ruh hafızasını konuşturmaya başlıyor. O konuştukça beden olup biteni hatırlıyor. Beden hatırladıkça ruh acıyor. Ruh acıdıkça damarlardaki kan çırpınıyor... sonunda unutma geliyor. Erteleme daha doğrusu. Hatırlamayı erteleme... olup biten hatırlanmasa bile, dinmeyen bir sızı kendini daima hatırlatıyor. Bu sırada ruh da beden de ölmüş olmayı diliyorlar. Ama çok sürmüyor bu. Her ikisi de yaşamak istiyor ve yaşamaya devam edebilmek için ölmüş olmayı dilediklerini unutuyorlar.” (s. 113) Şebnem’in birkaç kez deneyimlediği bu olay, Nietzsche’nin düşüncelerinde önemli yeri olan kısır döngü kavramını anımsatır. “Beyinsel etkinlik azaldığı andan itibaren, beden tek başına vardır, ama artık gerçek olarak bir kişi’ye ait değildir ve tam da aynı kişi’yi yeniden oluşturabilecek bütün refleksleri korumuş olmasına rağmen, onda ‘kişi’ eksiktir. Bu saf bedensel oluşumlar kendilerini ne kadar dayatırlarsa, kişi’nin dönüşü o kadar gecikmiş gibi görünür: bu kişi uyur, düş görür, güler, titrer, ama bunu gösteren yalnızca bedendir...”28 Nietzsche’nin kendi sağlık problemlerinin de etkisiyle

tespit ettiği bu beden-kişi ikiliği, Şebnem’de ruh-beden ikiliği olarak dile dökülür. Şebnem’in sözünü ettiği hatırlamayı erteleme ise, Nietzsche için “kendi(sinin) fiziksel eyleyeninin, ona artık tutarlılığını sağlayamayan düşünceleri atıyor gibi görünmesi”dir. Ancak, bu pek de mümkün değildir. Şebnem için “dinmeyen sızı” olan bu düşünceler, Nietzsche’de “benden kaçan dürtülere karşı bana bağlı olan dürtülerin savaşımı”dır. Her ikisinde de bu, çözülemez, giderilemez bir durumdur.

Nihilist düşüncede güç istenci önemli bir kavramdır. Nietzsche, bu istenci insanın temel güdüsü olarak görür. Bu istençten yoksun olan ya da bu istence uygun davrana-mayan kişi ise zayıftır. Ancak, “Zayıf ille de, en az güçlü olan değildir; ... Yapabileceği şey’den ayrılmış olan ya da güç istencini uygulamaya dökemeyendir.”29 Osman da

kardeşi karşısında zayıf kaldığı, ondan neredeyse yalvararak aldığı parayla yaşadığı

28 Klossowski, Nietzsche ve Kısırdöngü, s. 55. 29 Diken, Nihilizm, s. 31.

(14)

yıllardan sonra, Şebnem’in kaydettiği görüntülere güvenerek isteklerini neredeyse emir kipi şeklinde sıralamayı becerir. Şebnem’in tahayyül ettiği sahneler olarak verilen bu sıralama, roman boyunca anlatılan Osman için yadırganacak bir durum olarak belirmez. Böylelikle Osman da güç istencini uygulamaya dökememiş olduğu yılların acısını çıkarmayı bilmiş, fırsatını bulunca zayıflığından sıyrılmıştır. Kardeşi Teoman için de güç, elde etmek için pek çok çirkinliği göze alabileceği bir değerdir. “Güçlüye hizmet etmeye kendi istemi kandırır güçsüzü, –bu istem, daha güçsüzlere efendilik etmek ister de ondan: vazgeçmek istemeyeceği tek hazdır bu. Ve küçük, nasıl en küçüğün üstünde keyif sürebilmek, göç yürütebilmek için büyüğe boyun eğerse, –en büyük de öyle, boyun eğer de, güç uğruna hayatını tehlikeye atar.”30 Teoman, Şebnem’i kafasına

silah dayayarak Uluçmüdürün tüm isteklerini yapmaya ikna ederken benzer duygu durumundadır. O da, kendisinden daha güçlü olana hizmet etmek ister, kendisinden güçsüz olanlara efendilik yapabilmenin yolunun bundan geçtiğinin farkındadır çünkü.

Nihilizmde önemli yeri olan öz yıkım, Yeşil Peri Gecesi romanında önemli ölçü-de yer tutar. Yazar, öz yıkımı Şebnem’in davranışlarında sergilemekle ölçü-de yetinmez. Şebnem, öz yıkımın ne olduğuna dair açıklamalarda da bulunur.

Şebnem, yıllarla içinde biriken hıncı bir yandan da öz yıkım ve yıkıma yönelte-cektir. “Çağdaş toplum bir yandan sistematik olarak ‘tutunamayanlar’ yaratırken, bir yandan da bu durumu bir kader olarak, kişinin kendi hatası olarak resmeder.” tespi-tinde bulunan Diken, bu durumu kendi hatası olarak kabullenmeyen tutunamayanın hıncını radikalleştirerek yıkıma ve öz yıkıma yönelebileceğini belirtir. “Öz yıkımla yıkımın birleştiği nokta, radikal tutunamayanın başkaları ve kendi üzerinde bir güce sahip olduğu duygusuna en çok yaklaşabildiği noktadır.”31 Romanda Şebnem, kişisel

bir perspektifle yıkım ve öz yıkımı birkaç kez deneyimler. Bir dergiye çıplak poz verdikten sonra, dergiyi ilk olarak amcasının görmesini sağlamaya çalışmış olması, sadece bireysel bir aykırılık olarak görülmemelidir. Şebnem, bu davranışla iyi huylu, yardımsever, vefakâr, ailesine bağlı görünen ancak diğer yandan ölüm döşeğindeki kardeşinin karısıyla gizli bir ilişki yaşayan amcayı yıkıma uğratmak ister.

Benzer biçimde, lisede kendisini taciz eden öğretmenle yıllar sonra birlikte olmak istiyormuş gibi davranır. Ancak, bu birlikteliğin gerçekleşmesine fırsat vermeden öğretmenin karısının ve kızının durumdan haberdar olmasını sağlar. Bu olay, tacizci öğretmen için tam bir yıkımdır.

Şebnem’in yıkım ve öz yıkımı en yoğun biçimde deneyimlediği olay ise, romanı sonlandıran ve Şebnem’i adeta yeniden doğuracak olan olaydır. Şebnem, İstanbul emniyet müdürü olan Uluçmüdürün tehdit ve şantaj içeren davranışları, kayınbiraderi Teoman’ın kafasına silah dayayarak tehdit etmesi, bu davranışlar karşısında kocasının

30 Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, s. 127. 31 Diken, Nihilizm, s. 15.

(15)

tepkisiz kalmayı seçmiş olması gibi nedenlerle Uluçmüdürle bir ilişkiye başlar. Yalnızca cinsel içerikli bir ilişkidir söz konusu olan. Şebnem, özellikle kocasının çıkar kaygısı ya da karşı tarafın makamından çekinmek gibi nedenlere dayalı tepkisizliği karşısında duygusal anlamda oldukça sarsılır. Romanda, kendisinin sık sık kullandığı ifadeyle evliliğinin hatta hayatının ipini çekmeye karar verir. Duyduğu hıncı radikalleştirerek intikam almak arzusuna kapılır. Bunun için türlü oyunlar oynar, planlar yapar. Planı, Uluçmüdürle birlikteliğini gizli kamerayla kaydetmek ve bu kaydı herkese ulaştırmak-tır. Şebnem, bu planı gerçekleştirmeye koyulmuşken Uluçmüdür, Şebnem’in hıncını daha da körükleyecek bir adım daha atar ve cinsel ilişkiye bir başka erkeği daha dâhil eder. Şebnem ilişkiye dâhil olan genç oyuncu erkeği de kurban olarak algılar. Yaşanan bu gecenin ardından, Şebnem, kamera kaydının kamuoyuna ulaşmasının kendisi için büyük bir tehdit oluşturacağının farkındadır. Yine de kendini ve bu arada Müdür’ü yıkıma uğratmaktan vazgeçmez. Kaset, paylaşılmış olmasına rağmen egemen güçler, nüfuzlu çevreler olayı örtbas etmeyi denerler. Hatta görüntülerdeki erkek oyuncu intihar eder. Şebnem ise, onun Müdür’ün adamlarınca öldürüldüğünden emindir. Görüntülere rağmen, Şebnem, olayın örtbas edilmesini engellemek için gazeteci olan kuzeninden yardım almak durumunda kalır. Kuzeni, Kapak Kızı romanındaki Selda’dır. Onun yurt-dışı medya organlarıyla bağlantıları sayesinde görüntüler, kamuoyuna ulaşır. Şebnem, Müdür’le birlikte kendisini de ifşa ederek yıkıma uğratmış olur. Artık, eski yaşantısını sürdürmesi mümkün olmayacaktır. Şebnem, hedefini vurmak için kendisini kurban eden bir intihar bombacısı gibidir adeta. Diken, intihar bombacısının eyleminde de başlıca güdünün nihilizm olduğunu ifade eder.32

Bu olayların her üçü de ilk bakışta bireysel ölçekli gibi görünmektedir. Bu açıdan, sözünü etiğimiz olayların nihilizm kavramıyla ilişkilendirilmesinin yanlış olduğu düşünülebilir. Ancak, derin bir bakış her üç olayın da toplumla ve dünyayı, hayatı, insanlığı algılayış biçimleriyle ilgili olduklarını fark edecektir. Yazarın da dikkat çektiği aile kurumunun yozlaşmışlığı, çürümüşlüğü ilk olayda oldukça belirgindir. İkinci olay ise, öğrenci-öğretmen ilişkisi ekseninde gerçekleştiği için bir başka sistem çürümüşlüğünün sergilenişidir. Üçüncü olay ise, evlilik kurumunun iflasının aleni bir ilanıdır. Bunun yanı sıra, karşı tarafın sevilen, takdir edilen bir emniyet müdürü oluşu devletin yerleşik kurumlarının güç, otorite kavramlarını algılayış ve kullanış biçim-lerindeki çürümüşlüğü gözler önüne serer. Aynı olay ekseninde, medya dünyasının ikiyüzlülüğü de sergilenir.

Öz yıkım kavramı çoğunlukla intiharı çağrıştırır. Ancak, Şebnem “Öz yıkım arzusu dediğim şey intihar değildi. Yavaş yavaş mahvolmaktı. Kendini ağır ağır, her cezadan acılı bir zevk alarak bitirmekti. Benim hayatıma anlam veren tek şey buydu.” (s. 292) diyerek ikisi arasındaki farkı ve öz yıkımın “acılı bir zevk” verdiğini de dile getirmiş

(16)

olur. Böylelikle, “İnsanın kendi hilafına davranması, ruhun gönüllü olarak kendi içinde ikiye bölünmesi, korkunç olmakla birlikte haz da verir. Güç duygusunda bir artışla sonuçlanır bu deneyim; ancak bu kez söz konusu olan öteki üzerinde bir güç değil, kendine hâkim olma, feragat ve özveri biçimini almıştır... Çilecilik de kişinin kendine zarar vermesinden haz üretir.”33 tespitini davranışlarıyla doğrulamış olur.

Romanda yer yer oldukça tepkisel bir kişilik yapısı sergilese de Şebnem uzun yıllar boyunca mağdur olmayı, mağdur kalmayı kabullenmiş durumdadır. “dünyaya kurban edilmeye hazır gözlerle bakmak, hayır demekten kolaydı. Mağdur olmak, cesur olmaktan çok daha kolaydı” (s. 46) diyerek bu durumun nedenini de açıklamış olur. Sözlerinin devamındaki “Oysa mağdur olmak, suçsuz olmak değildi.” İfadesi ise, bu mağduriyet duygusu ile hesaplaşmasının kaçınılmazlığını düşündürtmektedir. “Ha-yatım boyunca kurban olmayı seçtiğimi anlayınca kendimden de tiksinmiştim. Ama mademki kendimi kurban etmiştim, sonuna kadar gitmeliydim.” (s. 46) sözleri ise, Şebnem’in romanın özellikle son sahnelerinde belirgin olarak ortaya çıkan eylemci, asi, yıkıcı davranışlarında da yine mağduriyetin etkili olduğunu gösterir. Şebnem, uzun yıllar sürdürdüğü “mağdur, kurban” kimliğini dönüştürmüş, kurban olandan kurban edene evrilmiştir. “Nihayet başarmıştım. Sefilliğimin üçe katlanmasına hayır diyebilmiştim. Mağdur olmaktan çıkmıştım. Eylemci olmuştum.” (s. 109) Bu durum, söz konusu mağduriyet durumunu nihilizmle ilişkili bulmamızın da nedenidir. “Kendi yazdığı mağdur manifestosuyla kimsenin sallamadığı bir biçimde hayata kafa tutmuş (mağduriyet ilanı etkisiz de olsa bir kafa tutma biçimidir bence), lakin tuttuğu kafayı bizzat kazımış, gençliği çoktan uçmuş bir kadınım ben.” (s. 284) diyen Şebnem de mağduriyeti hayata kafa tutmanın bir biçimi olarak görür. Romanın ilerleyen sayfa-larında mağdur olmak yerine öz yıkım ifadesini kullanır ve bunu “hayatıma anlam veren tek şey” (s. 292) olarak niteler.

Romanda Şebnem’in ağzından öz yıkımı açıklayıcı nitelikteki cümlelere fazlaca yer verilmesi, yazarın Şebnem’i okuyucuya daha iyi anlatmak kaygısıyla ilişkilendirilebilir. Ancak, söz konusu kavramın nihilist düşüncede de önemli bir yeri olduğu unutulmamalı-dır. Şebnem, yaşamında olup biten pek çok olumsuzluğu öz yıkım arzusuyla açıklar. “ ... biliyordu pervasız bir öz yıkım arzusunun beni olmadık kişilerin yataklarına sürükledi-ğini. Bile isteye dikiş tutturmadığımı hayatta.” (s. 239) Özyıkım yalnızca farklı kişilerin yataklarına sürüklemez Şebnem’i, onun yaşamını çok daha genel boyutta kuşatan bir güdü olarak belirir. “Boşluğun içinde başıboş yüzmek gibiydi benim hayatım. Bir gün sonrasını bile düşünmeyi istememiştim. Toplara hep gelişine vurmuştum. Kazandıklarım kaybettiklerimin yanında hiçti. Ama öz yıkımcılar böyle olurdu.” (s. 374)

Diken, “Hınç insanının Tanrı’ya düşman olup –onu öldürüp– yerini almasıyla ortaya çıkan, edilgin nihilizmdir.” diyerek hınç ile nihilizm arasındaki ilişkiyi net

(17)

olarak ortaya koyar. “Bu nihilizm türünde hınç insanı duyular üstü bir dünyaya ait, yaşamdan üstün değerlere inanmamaktadır... Onunki, mutluluğun eylemden ayrılıp, ‘özünde uyuşturan, sersemleten, rahat, huzurlu görünen’ edilginliğe indirgendiği reaktif, tepkisel bir yaşamdır... Hiçlik istencinden ziyade, istenç hiçliğini, edilgin bir şekilde solup gitmeyi tercih eden kişidir.”34 Şebnem’in evliliğinde geçirdiği yıllar,

edilgin nihilizm kapsamında değerlendirilmelidir. Evliliği devam ederken, kocası ile ilgili olumlu izlenimleri değişmiş, ona duyduğu aşk son bulmuş olsa da, kocasının pek çok davranışını yanlış ya da yersiz bulsa da, defalarca aldatılmış olsa da yaşanan durumu değiştirmek için çaba harcamamış ve hatta kocasından duyduğu tiksintiye rağmen bir boşvermişlikle evliliğini sürdürmüştür. Evliliğinin yanı sıra diğer olumsuz yaşam deneyimleri de onu, “hakikatin, değerin ve anlamın kaybolmasının artık bir kriz üretmek yerine bir gerçeklik olarak kabul edildiği”35 bir ruh hâline sürüklemiştir.

“Umutsuzluk (radikal nihilizm) ise, ideal dünyanın bu dünyada gerçekleştirile-meyeceği yönünde bir iç görü olarak belirir. Edilgin nihilizme göre, yanlış olan bizim kendi değerlerimizdir, dünyanın kendisi değil; radikal nihilizme göre ise sorun değer-lerimizden değil, dünyanın kendisinden kaynaklanır.”36 şeklindeki tespitler, edilgin

nihilizmi radikal nihilizme gidebilecek bir yol olarak konumlandırır. Şebnem de içsel olarak bu rotaya uygun bir yoldan geçer. İnandığı değerlerin yitimi, bir değer araya-rak geçen yılların ardından edilgin nihilizm olaaraya-rak yorumlanabilecek bir ruh hâline bürünür. Sonrasında ise Uluçmüdürle yaşadıklarının da etkisiyle radikal nihilizmle ilişkilendirilebilecek bir noktaya ulaşır ve bir yıkıma yönelir.

Romanda nihilist bir yaklaşımın varlığının göstergelerinden biri de seçim ya-pamama hâlidir. Ali’nin kendi yaşamıyla ilgili değerlendirmesi şu şekildedir: “Bir tarafında hayat, diğer tarafında ölüm ırmağının aktığı bir köprüde dikilip, neyi bekle-diğini bilemeden geçmiş ömrü, iki tarafa da meyledemeden. İkisinden birinin coşkun sularına atlayamadan.” (s. 361) Benzer ruh halinin, Şebnem ve babası Cavit için de geçerli olduğu ifade edilebilir. Onlar da yaşamda kalmış, ancak kaldıkları yeri benim-seyememiş, neden orada kaldıklarını anlayamamış gibidirler. “Babamla bizim evimiz Allahım öldür bizi eviydi, kaderime s...ayım evi” (s. 282) diyen Şebnem, yaşamlarının ana mekânı olan evlerinin bile ölüm arzusu içerdiğini düşünür.

Romanın nihilizmle ilişkili olarak en dikkat çeken tematik niteliklerinden biri de ahlâki çöküntü, çürümedir. Bu durum, en çarpıcı biçimde, Uluçmüdür, Şebnem ve genç erkek oyuncunun birlikte oldukları pornografik gece ile yansıtılır. Ancak, bunun dışında da pek çok kişi ve olayla söz konusu çöküntünün bireysel ya da küçük ölçekli olmadığı,

34 age., s. 38. 35 age., s. 39. 36 age., s. 45.

(18)

aksine toplumun hemen tüm kesimlerinde var olduğu izlenimi verilmek istenir. Anne Hülya ile Süleyman Amcanın ilişkisi, annenin babayı aldatması, Teoman’ın yengesini kafasına silah dayayarak Uluçmüdürle birlikte olmaya ikna etmesi, jinekolog olan ilk üvey babanın her fırsatta Şebnem’in bekâretini kontrol etmesi aile içindeki çürümelerin örneğidir. “Ve bir aile evinde her bir aile fotoğrafı bu kutsal birliğin ilelebet payidar kalacağının ispatıdır. Kutsal birlik evidir burası. (Bu nedenle yengeler kendi evlerinde düzülmelidirler)” (s. 282) satırları, Şebnem’in bu tür durumlara duyduğu öfkeyi açıkça sergiler. Bu örnekler, yazarın başlangıçta yer verdiğimiz ve aile kurumunu sorunlu bir yapı olarak gördüğünü belirttiği sözlerinin izdüşümleri olarak görülmelidir.

Toplumların temel yapı taşı olarak görülen aile kurumu, toplumdaki çürümüşlüğün yansıtılması için en uygun araçlardan biridir. Bu açıdan, romanda Şebnem’in ailesinin yanı sıra Osman’ın ailesi de sorunlu bir niteliktedir. Özellikle daha genç aileler, sosyo-ekonomik olarak daha üst düzeyden kişilerin aile yapıları ya da kurulması planlanan aileler olumsuz bir bakış açısıyla resmedilir. “Serhat’ın gözü kocamda. Kocamın gözü parada. Yan masaların gözü bende. Serhat’ın karısının gözü kocasından başka herkeste. Benim gözüm kendi içime bakıyor... Kutsal aileyiz, hepimiz.” (s. 401) Yazar, daha geleneksel ya da mütevazı aile yapılarına karşı daha hoşgörülüdür. Şebnem, Osman’la birlikte oturdukları lüks, gösterişli palası bir türlü yok olmayan kanalizasyon kokusu ile birlikte anarken, Ali’nin ailesi daima olumlu ayrıntılarla anılır. Ali’nin, oğluna her gün ütülü, temiz bir mendil vererek evden uğurlayan bir annesi vardır; evleri İyi Niyet Sokağında bir anne evidir. (s. 282) Bu yaklaşım farklılığından yola çıkarak, yazarın “modernizme örtük eleştiriler yönelttiği”37 ifade edilebilir. Böylelikle, umutsuzluk,

değer yitimi, anlam bulamama gibi sorunlar sadece Şebnem’le sınırlı olmaktan çıka-cak, nihilist bir yaklaşımdan söz edilmesine yetecek bir genel geçerliğe ulaşacaktır.

Ancak, çürümenin örnekleri bunlarla sınırlı değildir. Bu noktada, romanın söz konusu çürüme ile ilgili olarak en acımasız yaklaştığı kesimin, toplumun burjuva sınıfı olduğu belirtilmelidir. Zira Şebnem ile Osman, evlilikleri boyunca bu sınıftan bireyler olarak yaşamış ve orada olup bitenlere daha içerden tanıklık etmişlerdir. Oturdukları “seçkin, güzel” palastan bir türlü yok olmayan kanalizasyon kokusu, bununla ilgili imgesel bir anlam içerir. Tamamen çıkar amaçlı kurulmaya çalışılan arkadaşlık ilişkisi, bunun arka planında Osman’ın fark etmesinden çekinilmeden Şebnem’in taciz edilmesi gibi sahneler içeren bir akşam yemeği ile ilgili olarak Şebnem’in değerlendirmeleri durumu açıkça ortaya koymaktadır. “Mağduriyetin, masumiyetin, doğruculuğun, açık yürekliliğin, dürüstlüğün ve buna benzer pek çok şeyin paslandığı, pastan işlemez hale geldiği alandaydık. Burada değerler erimişti. Defalarca eriyip sonunda yok olmuş-tu. Makyavel’i öyle aşmıştık ki, adamın kemiklerini sızlatıyor olabilirdik.” (s. 151) Şebnem’in tespitlerinin haklılığını düşündürten sahneler oldukça fazladır. “Ben üç

(19)

erkekten ve bir kadından kuvvetli işaretler almıştım. Erkeklerin işaretleri çok bildikti... Bana yazılan kadının işareti ise çok pervasızdı, ısırgandı. Sülük gibi kalçama yapışan elini sertçe çekmiştim. Kadın şirretleşmişti, ben de avamlaşmıştım... Bazı kadınların da Osman’a işaret verdiklerini, işaret ne demek, neredeyse take me, f.ck me diye pankart açtıklarını görmüştüm. Aldırmamıştım.” (s. 115) Şebnem, bu tür sahnelere tanıklığının sonucunda zihninden, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanından Turgut Özben’in meşhur repliği olan “Bat dünya bat!” ifadesini geçirir.

Şebnem, tek dostu Gün için verilen bir partideki davetlileri değerlendirirken, hemen hepsi aynı sınıftan olan bu insanlara yönelik genel olumsuz algısını da örneklendirmiş olur. Partide gördüğü kadınlar, “Uzun uzun acı çektikten sonra boşanmışlar. Yalnızlar, mutsuzlar ve çok içiyorlar.” Erkekler, “Yeniden ev bark kurmuş. Tekrar baba olmuşlar kollarını omuzlarından hiç indirmedikleri ikinci eşlerinden. İkinciler daha genç doğal olarak” Onlar, “eskiden insanlığa karşı sorumluluk hissederken, şimdi üstüne titredik-leri, titredikçe muhafazakârlaştıkları aileleri” ile ilgilidirler. Erkenden ayrılan tüm bu davetlilerden sonra, geriye kalanları ise, “mağlup, sinik, nihilist ve öfkeliler” şeklinde niteler. “Babam gibiler, sinirliler, bir şey kaybetmişler sanki (yarı hayati bir organ). Koşa koşa gidecekleri bir yuvaları yok. Evlerinde yalnızlık ve hayal kırıklığı nöbette, niye gitsinler ki? Ya kendileri gibi biriyle çıkarlar buradan, birlikte ısıtacakları yatak-tan yarın sabah beklenmedik bir aşk doğar umuduyla ya da burada güneşi doğururlar, eve gidince de sızarlar işte. (sızmak: yarı ölmek)” (s. 242) Şebnem’in nitelemesinde mağlup, sinik ve öfkeli olmak nihilizmle ilişkilendirilir. Tüm bu durumlar, kişilerin farklı boyutlarda da olsa çatışmalar yaşamış ya da yaşamakta oluşlarıyla ilişkilidir. Çatışma yaşamak ise, nihilist tutum takınan birey için anahtar kavramlar arasındadır.

Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer ayrıntı da, bu tür sahnelerdeki kişilerin çoğunun Şebnem’le aynı yaş kuşağından oluşlarıdır. Şebnem, ilerleyen sayfalarda Mazhar Alanson’un doksanlı yıllarda popüler olan şarkısı Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da için, “Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiş talihsiz bir kuşağın tarihindeki en hüzünlü şarkılardan biri” (s. 247) ifadesini kullanır, şarkıyı dinleyince “tanıdığı tanımadığı herkes ve elbette en çok da kendisi için” ağladığını ifade eder. Kendisiyle birlikte kuşağı için de asıl katastrofun yarınsızlık olduğunu düşünür. Onlar, ya temiz kalmaya çalışmış ama dünyanın kirlenmişliği nedeniyle kaybetmiş, bunun kederini taşıyan ya da bunca kirlenmişlik arasında temiz kalmanın mümkün olmayacağı dü-şüncesiyle kendilerini aynı kirli çukura salıveren kişilerdir. Her iki durumda da nihilist yaklaşımın etkisi belirgindir. Özellikle ilk grupta, nihilizme yönelik bilinçli bir tavırdan söz edilemez. Ancak, kanımızca, bu bilinçten yoksun olmaları, romanda nihilist bir tavır takınılmış olduğunu söylemeye engel teşkil etmemektedir.

Romanın bir başka sayfasında ise, “Bu tükeniş çağının orta sınıf hayaletleri olan bizler için, günün koşullarına göre yeri orta-üstle orta-alt arasında değişen (kriz hâli

(20)

malum, bir sürekliliktir ülkemizde), her gün biraz daha inceltmeye çalıştığı zevklerine sıkı sıkı tutunarak yaşayan biz zavallı hayaletler için yeni bir gün yok artık. Umut bitti.” (s. 178) diyerek kendisinin de üyesi olduğu sınıfı orta sınıf hayaletleri olarak niteler. Bu nitelemede de umutsuzluğun, tükenmişliğin, anlam/değer bulamamanın bireysel bir durum olmaktan çıkarılıp bir toplumsal sınıfa mal edilmesi söz konusudur. Roman, bu yönüyle bireysel bir trajedi ya da hikâye olmaktan çıkıp nihilizm açısından değerlendirilebilecek bir boyuta ulaşır.

Romanda geriye dönüşlerle genişletilen iç zamanda, arka plandaki toplumsal yapı da yansıtılmaya çalışılır. Toplumun genelinde de Şebnem’dekine benzer umutsuzluk, değer yitimi, derin yalnızlık, anlam bulamama gibi sorunlara yol açacak zamanlar yaşanmaktadır. Şebnem’in çocukluk yıllarından başlanarak, ülkedeki genel ortam olumsuzluklar içinde çizilir. 1980 darbesi öncesinde “memlekette zaten kim vurduya giden gidene”dir (s. 312), elinde Cumhuriyet gazetesi olduğu için ülkücülerden öldüresiye dayak yiyen kız öğrenci sıradan bir görüntüdür. Ancak, 12 Eylül öncesi marş söylenip slogan atılabilir, boykot yapılabilirken sonrasında “2. Şubede Filistin askısı ile ebenin elektriği” (s. 326) tehlikesi ciddi boyuttadır çünkü “Milli Güvenlik Konseyi iş başında. Albaylar muhtar olmuş. İki pırpır çavuşlar esip gürlüyor sağda solda.” (s. 333). Sonraki yıllardan ise “bizi çayda radyasyon olmadığına inandırmak için kameraların karşısında gösterişle çay içen bakan” (s. 196) görüntüsüyle Çernobil faciası hatırlatılır okuyucuya. 1990’lı yıllar ise “benim memurum işini bilir” düsturu, “ilk özel TV kanalımız, liberal ekonominin medar-ı iftiharı Star 1” (s. 261), Körfez Savaşı rüzgârları, “Özal’ın bir koyup üç alacağımız iddiaları” (s. 261) ile yer bulur. Müteşebbis Almancı Türk iş adamları, cast ajansları genel görünümü tamamlayan unsurlardır. 17 Ağustos 1999 depremi de toplumun genelini sarsan bir olay olarak yer bulur. Sonraki yıllar ise ahlâki yozlaşmanın belirgin olduğu yılbaşı partileri, Leyla’nın laiklikten muhafazakârlığa geçiş süreci içindeki ailesi, Şark Kahvelerinde zaman tüketen üniversite gençliği, “ardı ardına açılan eğlence mekânlarıyla pek yakında çağ atlayacak olan İstanbul” (s. 229), “üfürük TV programlarında iki cümleyi bir araya getiremeyen yetersiz psikologlarla sahte uzmanların alt sınıf hatta dip sınıf seyircilere psikolojik bilgi bombardımanı” (s. 285), “bu yüzyılla birlikte ölü ruhlarımızı tahnit etme işlemine başlamamız” (s. 285), “1 Mayıs gösterisinde İstanbul’un yarısını içeri tıkmaktan zevk alacak Emniyet Müdürü” (s. 380), “Ergenekon davasında bilmem kaçıncı dalga tutuklamalar olduğu haberleri, yer altında, Boğaz’ın dibinde filan silahlar bulunması” (s. 385), “bu yüzyılın gözyaşına inanılacak bir yüzyıl olmadığı” (s. 447), Belçikalı koca nedeniyle Belçika vatandaşı olmanın verdiği cesaret gibi ayrıntılarla yansıtılır. Yazarın bu uzun zaman diliminden romana yansıttıkları, hiç de iç açıcı olmayan ve genel bir perspektiften bakıldığında toplumsal ölçekli bir umutsuzluğu, çürümeyi aşamalarla hazırlamış olduğu görülebilecek olaylar, durumlardır. Buna dayanarak Şebnem de, bazı yerlerde yalnızca kendisi adına değil, tüm kuşağı adına konuşur ve umutsuzluğu, inançsızlığı, değer nesne bulamamayı dillendirir.

(21)

Nihilizmde yaşamın belli boyutlarla saçma/absürd olduğu düşüncesi önemlidir. Romanda, söz konusu durum, öncelikle bazı kişiler üzerinden sergilenir. “Takıp takış-tırdıklarından pırlantalar, giyip giyiştirdiklerinden ünlü markalar, sürüp sürüştürdük-lerinden Chanel’ler, Givenchy’ler taşan üç şişko kadın Milli Reasürans kafesürüştürdük-lerinden birinde Vogue, Davidoff, Silk Cut tüttürürüp macchiato, espresso, cappucino içerken bir yandan da kaşığı yalaya yalaya chocolate bomb, cheese cake, brownie, apple pie” yemektedirler. Sohbet konuları ise jakar fay, ziberlin, ipek jorjet; Beykoz’daki konaklarının güzelliği, annelik duygusunun harikalığı, Şebnem’in yaşamındaki anne baba trajedisi ve laf arasına sokuşturulan Uluçmüdürün vali olması ihtimalidir. (s. 298) Onlar, aynı zamanda “Noel’le, Christmas’la asla ilgisi olmayan bir takvimi edeplice kutlamak amacıyla” yılbaşı yemekleri yiyen, “laiklikten muhafazakârlığa geçiş sürecinin içinde” olan (s. 118) kadınlardır. Böylesine saçma, absürd oluşları, Şebnem’in Onlar İçin Minibüs Şarkısı şiirini anımsamasına yol açar. “lunapark beğenisiyle döşenmiştir yatak odaları/ kadındırlar, nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler... Ulus-çudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler/ ama Batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar... Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim kuralları çıkartacak kadar...”(s. 300) Romanda saçmalık, absürtlük yalnızca kişilerle ilgili değildir. Uluçmüdürün Şebnem’le birlikte olduğu butik otel de bundan payını almıştır. “Aslına uygun restore edilmiş, yanık bir tarihi yalıdan bozma Kashane’de yaldız, sırma, brokar, kadife, gümüş, pirinç ve çiniden, irili ufaklı Osmanlı hilallerin-den ayak basacak yer kalmamıştı. Gelenleri kırmızı ceketli, sarışın kızların yanısıra sağlı sollu iki mermer kurna ve bir tombak mangalın karşıladığı lobide Eine Kleine Nachtmusik çalıyordu... Osmanlı mimarisiyle Noel ağacı şahane bir ikili oluyordu.” (s. 302) Bu noktada unutulmaması gereken ise, bu tür saçma durumların varlığının, yazarın romana yerleştirdiği tematik içerikle bağlantılı olduğudur. Şebnem, yukarı-daki satırlarda anlatılan kadınlarla ilgili olarak anımsadığı, Cemal Süreya’nın “Onlar İçin Minibüs Şarkısı” şiirini “Yazıldıktan kırk küsür yıl sonra ne kadar bildik bir hale gelmişti. Sosyal içerikli bütün sınavların cevap anahtarı olmuştu.” (s. 300) şeklinde değerlendirir. Romanda sergilenen bu tür saçma, absürt durumlar içinde bulunulan zaman diliminin de saçma oluşunu düşündürmektedir. Nihilist düşüncede, yaşamın anlamsızlığı yanında saçmalığı da önemli bir söylemdir.

Şebnem, insanların dünyanın, yaşamın, kendilerinin çürümüşlüğünü, kokuşmuşlu-ğunu görmezden gelerek yaşamalarını kabullenememektedir. Nihilizmde de önemli yeri olan bu “kabullenememe” hâli, onu “hayatının ipini çektiği gece”ye kadar götürecektir. “Benim istediğim kuru samanların altından şarıl şarıl akan suları göstermekti. Her şey yolundaymış, dünya b.k kokmuyormuş gibi yapan milyonlarca insana, ‘bir kere bari sağına soluna bak, çürüyor dünya görmüyor musun?’ demekti.” (s. 441) Şebnem böylelikle, olana itiraz etmiş, görmezden gelineni insanların adeta gözlerine sokarak göstermiş olur. Çünkü “susmak temizlemiyordur”. (s. 432) Zerdüşt de öğrencilerine

(22)

benzer bir öğüt verir: “Susmak daha kötüdür; saklanan bütün gerçekler ağılı olurlar. Bizim gerçeklerimizle parçalanabilen her şey, varsın parçalansın!” (s. 128)

Şebnem’in kurban olmaktan çıkıp kurban etmeye karar verişiyle birlikte hayata karşı aldığı tutum, yaşadıklarının bireysel ölçekli sarsıntıları değildir. “Ne var ki insan, hakkında iyi düşünceler beslediği dünyanın mahvolmuş olduğunu keşfetmeye görsün bir kere. İnsanın altın çağının geri gelmeyeceğini, zaten hiç olmadığını, ömür denen şeyin boş bir umudu beslemekten ibaret olduğunu anlamaya görsün. İnsan, insan denen varlığın en iyimser oranla yarısının şerefsiz mahlûkat, diğer yarısının da bu şerefsiz mahlûkatın oyuncağı olduğunu fark etmesin bir kere. İşte orada yeni bir ülke başlar. Bu ülke bir hayaldir aslında, bir umut, öncesiz ve sonrasız, anlık bir anlamdır sadece. Ama burası en onursuzca çöküşten doğan onurun ülkesidir. Burası Phoenix müdü-rüm. Burada kendini yakarsın, kendinle birlikte zalimleri de yakarsın ve küllerinden yeniden doğarsın. Doğmasan da ne gam! Var olan dünya öyle kirli ki. Öyle acımasız, öyle gaddar ve haşin ki! Yeniden doğsan da aynı dünyaya geleceksin, gelme. Yeni-den doğma. Phoenix’in küllerinde kal.” (s. 428) Nietzsche de Zerdüşt’e aynı öğüdü verdirir. “Kendi yalımınla yakmaya hazır olmalısın kendini; önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki!”38 Şebnem’in düşüncelerinde “yeniden doğma, yenilenme umudu”

henüz oldukça zayıftır. Hatta, bu ihtimalin yokluğunu bile kabullenmiş durumdadır. Bu noktada, roman boyunca Edip Cansever’in Phoenix adlı şiirine güçlü göndermeler yapıldığı belirtilmelidir. Şebnem de bu şiiri “hayatımın şiiri” diye anar. Geçmişte çıp-lak poz verdiği derginin adının da Phoenix olması o olayla ilgili en önemli ayrıntıdır onun için. Şiirin son iki dizesi “Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum/ Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.”39 şeklindedir.40

Zerdüşt’ün “Doruk ve uçurum, bunlar artık birleştiler! Büyüklüğüne giden yolu yürüyorsun: daha önce son tehliken olan şey, son sığınağın oldu şimdi!.. Arkanda artık yol kalmaması, en büyük yürekliliğin olmalıdır senin!”41 şeklinde değerlendirmeleri

vardır. Bu satırları anımsatacak biçimde Şebnem de, kaydettiği görüntüleri paylaşırken, o görüntüler sayesinde yaşamının tehlikeye gireceğinin farkındadır, hatta öldürülece-ğinden emindir. Ancak, görüntülerin Selda aracılığıyla daha muktedir, etkili isimlere ulaştırılmasıyla Şebnem’in canına kast edilmesinin önünde büyük bir engel belirmiş olur. “Çürüyen bir dünyada çürümenin ispatı olan görüntülerim şimdi hayatımı kurtarıyordu. Beni yaşatıyordu.” (s. 452) Böylelikle Şebnem için de son tehlike, son sığınağa dönüşür.

38 Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, s. 67. 39 Cansever, Yerçekimli Karanfil, s. 85.

40 Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım adlı eserinin “protagonisti” Ruhi Bey de büyüdüğü konağın

önce limonluğunu, sonra tümünü yakmış, böylece geçmişin yükünden kurtulmuş ve yeni yaşamına adım atabilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bk.: Durmuş, “Bir Protagonistin Varoluş Sancısı: Ruhi Bey”, s. 619.

Referanslar

Benzer Belgeler

Peri Suyu Koruma Platformu, Peri Vadisi'nde yapılması planlanan ve inşaatına başlanmış Pembelik Barajı'na karşı yapt ığı basın açıklamasında uyardı: "bu barajın

Bu yönü ile eğitim felsefesi eğitim uygulamalarını sürekli eleştirici bir yaklaşımla değerlendirmek, uygulamaların dayandığı teorik temelleri incelemek ve

Burada çok boyut- lu bir yerdeyiz ve ne zaman dinlediðiniz- den baðýmsýz olarak, bu mesajýn sizler için hep ayný etkiye sahip olduðunu bil- mek ve anlamak sizin açýnýzdan

Onlar bunun Ruh'un sesi olduðunu bilmeyecekler ama "onlar için neyin daha iyi" olduðu ile ilgili hissi ve yeni olan sezgiyi ayýrt edebilecek- lerdir. Sesi duymayanlar veya

Burada bir þey- lerin yanlýþ gitmiþ olduðunu ve bunun doðduktan çok kýsa süre sonra ölen bir çocuk ile ilgili bir trajedi olduðunu düþünebilirsiniz.. Ancak, gerçekte bu

Hava yükseldiğine göre burada alçak basınç, sıcaklığa bağlı olarak yükseldiği için termik alçak basınç olur.. Yükselen hava tavana çarparak yön değiştirir ve

Çünkü o gece güneş batınca Allah Teâlâ dünyaya rahmet nazarı ile bakar ve fecir oluncaya kadar şöyle buyurur: ‘Benden af dileyen yok mu, onu

Âişe’nin merakını gidermek hem de Allah’ın rahmetinin bu gece ne kadar geniş olduğunu anlatmak için şöyle buyurmuştu: “Şaban ayının yarısına denk gelen bu