20 OCAK 1980
HALDUN
TANER
DEVEKUŞU'/u?
jmfctupCtfı
AR YILI DEĞİL, KAR YILI
2SP ANYA iç savaşı patlak ver- Id iğ in d e Almanya’da üniversi- ■ te öğrencisi idim. Delikanlılık hızıyla üç öğün ajans dinler, Cum huriyetçilerle Franko’cuların harekâ tını harita üzerinden izlerdim.Kanımca orda Avrupa'nın yazgısını saptayacak bir çatışma oluyordu. Geleceğin çizgisi oradaki iç savaşın gidişine sıkı sıkıya bağlı görünüyordu. Hem bana, hem çevremde herkese. Bu iç savaşı bizim kadar heyecanla izleyen biri daha vardı: Ev sahibem Frau Hofer. Öyle ki, gece uykularından oluyordu. Psikosomatik nedenlerle kırmızı kırmızı egzama gibi bir şeyler döküyordu. Ne var ki, onun bütün üzüntüsü şu tarafın ya da bu tarafın kazanması değil, bu hengâmede Is panya’daki tarihî anıtlann mahvola cağı ihtimali idi. “ Elham ra’nın bir
sütununu harap ederlerse ellerim yakalarındadır” diye feryad ediyordu.
Granada bombardımanından sonra ölenlerin sayısını değil, Gotik kili senin ^ zarar görüp görmediğini merak ediyordu. Franko’yu tutan Mihvercilerle, Cumhuriyetçileri des tekleyen Müttefikler yeni silahlarını ve son model uçaklarını denemek için bu fırsatı cana minnet bilmişlerdi. Kapışma gün geçtikçe daha kanlı bir hal alıyordu. Hofer’in, Hitler’in Is panya’ya gönderdiği Kondor uçak kuvvetlerinde bombardıman pilotu bir yeğeni vardı. Cepheye gitmeden önce teyzesini ziyarete geldiğinde, Frau Hofer’in ona,
—Tarihî bir anıta bom ba attığını duyarsam seni reddederim , dediğini
çok iyi hatırlıyorum. Binlerce insanın telef olduğu bir savaşta, Frau Hofer’in bu aşırı tarihî anıt merakını çok naif bir yaşlılık hastalığı buluyordum. Hatta bir gün dayanamayıp,
—Orda b ir tarih yazılıyor. Bunun için insanlar hayatlarını veriyorlar. Siz de kalkm ış, şim d i şu sarayın sütu nla rı, bu k ilis e n in kubbesi korunm alı diye tuttu ruyo rsunu z, biraz garip olm uyor m u, demiştim. Kadıncağız
bana sanki kuş dili konuşuyormuşum gibi anlamasız gözlerle uzun uzun baktı. Nazik insanmış yine, hiçbir şey söylememek olgunluğunu gösterdi.
Aradan kırk yılı aşkın zaman geçti. O günkü hışır öğrenci, şimdi kendi sini çok ama çok haksız, Frau Hofer’in kaygısını da çok, ama çok yerinde buluyor.
E
SKİ eserlere saygı yaşla edi nilen bir aşama mıdır? Hiç sanmıyorum.Bu bir görgü ve eğitim işidir. Yaş olsa olsa dünyayı daha bir topluca, daha bir geniş açıdan görmeye yarayabilir ve bu niteliği ile gidenin yanında asıl kalanın, dünyayı dünya, uygarlığı uygarlık, tarihi tarih yapanın biraz da tarihî yapıtlar ve anıtlar olduğunu anlamaya yaklaştırabilir.
Geçenlerde benim yaşımda hem de aydın, hem de sayıp sevdiğim, sağduyu sahibi bir dostum, bana takaza etti,
— Ne oluyo r yahu, dedi. B ir Markiz’d ir tuttu rm uşsu nuz. Orada İb rahim Şinasi Efendi, Namık Kemal, Abdülhâk Hâmid ya da ne bileyim ben, falan sadrazam, falan bakan kahve iç ti, onların değerli kabaetleri
—o başka bir deyim kullanıyordu—
bu iskemlelere on ur verdi diye şim di orası tarih î mi oldu yani? Dün Lebon, bugün M arkiz adım taşıyan bu lokal OsmanlI İm paratorluğu’nun yozlaş mış B eyoğlu’sunun son kalıntısı olarak yıkılm ış, ya da parçacı dük kânı yapılm ış, kıyamet mi kopar? Varsın olsun. Tasanız mı yok sizin be?
Bu dostum hoyrat mizaçlı, duy gusuz biri olsa canım yanmazdı. Bal gibi de duygusaldı. İstanbullu idi. Eskiye karşı vefasız değildi. Bir zamanlar kendisinin ve dostlarının sıkça gittiği Nisuaz’ın yerinin, o kahvenin Avrupa’dakilergibi atmosfe rini aynen yansıtan bir müze haline getirilmesi ihtimali söz konusu oldu ğunda gözleri parlamış, coşku ile o kahvenin özelliklerinden tatlı tatlı söz etmişti. Demek oluyor ki, insan kendi değerli kabaetlerinin değdiği yerlere
tarihî kişilik vermekte o kadar hasis davranmıyormuş.
ARKİZ’in mahvolup gitmeme- | si için uğraşanlar ne nostal jik bir romantizm itişi ile harekete geçmişlerdi, ne de kimsenin farkına varmadığı değerleri biz değer lendiririz snopluğu içinde idiler. Bunlar, her uygar büyük kentin onuru olan bu gibi lokallerin, yapıtların muhafazasının yine o kentin eski sakinlerine düşen en basit uygarlık borcu olduğuna inanmış ve bundan ötürü uyarı ödevlerini yerine getiren kimselerdi. Paris’de Dome kahvesini, Berlin’de Kempinski’yi parçacı dük kânı yapmaya kalkan olsa, bütün kent bu barbarlığın karşısına dikilir. Başta belediyesi olmak üzere, aydın çevre ler, yazarlar, eleştirmenler, sanat kurulları, mimar birlikleri, tarihçiler ve benzerleri kıyameti kopanrlar.
Eski Beyoğlu’nda şimdi çok şeyin yerinde yeller esiyor. Yanlış söyledik, yeller esmiyor, birbirinden çirkin bloklar yükseliyor. Kala kala bir Perapalas kaldı, Atatürk devrinin gözde yazarı Falih Rıfkı üstadımız bile bir tarihte Galatasaray Lisesi’ni yıkıp yerine turistik otel yapmayı salık vermemiş mi idi? Salık verirken de çok orijinal bir öneri yaptığını sanma mış mıydı? Hem uygarlık taslamak, hem de onun tüm gereklerini far- ketmek bizler için galiba her zaman kolay olmuyor.
Eskiden Lebon, kırk yıldan beri de Markiz adı ile Beyoğlu’nun en seçkin pastahanesi olan bu lokalden, güzel kızımız Ajda Pekkan’ın bir şarkısında söylediği gibi “ K im ler gelm iş kim ler
geçm iş” tir.
Meselâ ünlü silah tüccarı Sir Bazil Zaharoff’un henüz genç ve uyanık bir çocukken bu lokalin kapısında nöbet tuttuğunu, buraya girip çıkan turist lere sokulup şehri gezdirmek için rehberlik yaptığını ve Kont Orloff adında bir Rus asilzadesinin gözüne girip ondan aldığı yüz altınla iş hayatına atıldığını. Vasili Zaharya olan adına da bu tarihten sonra Bazil Zaharoff şeklinde çeki düzen verdiği ni, sonunda kraliyet canibinden önüne
bir de Sir lâkabı eklettiğini bilir miydiniz? Eskiler anlatır, ünlü Fransız aktörü Mounet Sully ve eşsiz kadın sanatçı Sarah Bernardt İstanbul’a turneye geldiklerinde buradan çık mazlarmış. Bu lokalin eski daimî müşterileri içinde Sadrazam Hakkı Paşa, rahmetli Reşad Nuri Drago’nun pederi Nuri Bey (Chateauneuf), Ab- dülhamid’in yâverleri, Hariciye Nâzın Tevfik Paşa, daha sonra İsmet Paşa, Celâl Bayar, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü, Fethi Okyar, Şükrü Saraçoğlu, Feridun Cemal, Sadi Irmak gibi devlet adamları, Necmeddin Molla, Necmet tin Sahir, Muhittin Üstündağ gibi muteber zevat, Ahmet Haşim, Yakub Kadri, Fecr-i Aticiler, Hamdullah Suphi, Abdülhâk Şinasi, İzzet Melih, Yusuf Ziya, Mithat Cemal gibi edebi yatçılar, Hüseyin Cahit, Yunus Nadi, Burhan Felek, Ulunay, Nizamettin Nazif gibi gazeteciler ve birçok büyükelçiler, banka müdürleri, baro reisleri sayılabilir.
S
tt
İADE Bel-epoque üslûbu, meş- jhur duvar panolan, Mazhar "Resmor’un yaptığı nefis vit rayları, lambri duvarları, kristal âvi- zeleri ile değil, asıl lokale sinmiş kalmış bu eski anılarla, yaşanmış lıklarla tarihî ve kültürel bir köşe olan bu lokal, Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu’nun tarihî ve turistik eser saymasına karşın ne yazık ki, para sızlık yüzünden ilgili bakanlıklar tarafından kamulaştırılıp kurtarılama dı. Şimdi mahkemenin tahliye kararına uyularak binanın sahibi olan parçacıya teslim edilecek.
Eski Beyoğlu’nun bugüne kalmış bu biricik tarihî lokali de yeni parçacı dükkânının ya bekleme salonu ya da ayaküstü lahmacun satan kantini olacak. Sevinelim de kimseye söy lemeyelim.
Darısı Kanun-ı Esâsî Kahvesi’nin Perapalas’ın başına...