Cjdebî c H â tır a la r :
8
T T -
^ I 2 Y
BEHÇET KEMAL
A D İ L E A Y D A
B
ilindiği gibi, «edebî portre» başka, «edebî hâtıra» başkadır. Edebî portre çizen, yani ya zan kimse, kendi kişiliğini tamamen kenara çekip, hafızasının projektörünü sadece konu ola rak seçtiği şahıs üzerinde gezdirir. Edebi hâtıra ise, bir hikâye niteliğindedir: dinamik ve drama tik’ unsurlar ihtiva eder. Hâtıralarım anlatan in san. sadece seyirci kalmayıp, olayların gelişmesi ni yansıtabilmek için, kendisine de görev verme ğe mecburdur. Sonra... başka bir nokta v a r . Hâ tıralar bir çeşme gibi akarsa, geçmiş aynen can lanır. «Suyun şu kadarını akıtayım, şu kadarım alıkovayım»... olmaz. «Aman, tevazua aykırı ol masın,» «Aman, övünür gibi yapmayım.» gibi kı sıtlayıcı ve sınırlayıcı düşünceler kalemi kısırlaş tırır.*
Behçet Kemal ile ahbaplığımız romantik bir şekilde başlar... 1933 yılında, babam, Atatürk'ün Sofrasına davetli olduğu bir günün ertesi saba hı, benim: «Nasıl geçti?» sualime şöyle cevap ver di :
_ Gazi yeni bir oyuncak bulmuş; bir çocuk, onsckiz ondokuz yaşlarında. Ismarlama şiir ya zıyor. Gazi mevzu veriyor, bir de müddet tayin ediyor: on dakika, onbeş dakika. Çocuk uzun bir şiir yazıp getiriyor. Hani hesap makinası olan hârika çocuklar vardır ya. Bu da şiir makinası...
...Bir kaç hafta sonra, İstanbul’a giden baba mı geçirmeğe, istasyona gitmiştim. Kompartman- da trenin kalkışım bekliyorduk. Birdenbire babam pencereden sarkıp biri ile konuşmağa başladı. Ko nuşmanın uzadığım ve trenin kalkmasına beş da kika kaldığını görünce, ben usulca trenden inip, babamın penceresi hizasına, onunla konuşan şah sın arkasına gelip durdum. Derken, tren hareket etti. Babamın gözleri beni önce kompartımanda, sonra peronda aradı. B en: «îyi yolculuklar, baba!» diye seslendim.
Önümdeki adam bana doğru döndü, istasyon da herkes hareket etmiş olan trene bakarken, o, ağzı açık, bana bakıyordu.
Babamla konuşmalarını kısmen dinlediğim için, bu gcr.ç adamın şiir makinası hârika çocuk olduğunu anlamıştım. Şaşkın bakışmaya son ver mek için dedim k i :
— Siz... Gazinin beğendiği genç şair... — ...Behçet Kemal, diye kendi tamamladı.
Peronun boşalmağa başladığım görüp, ayrıl mak için davrandığım zaman :
— Bir dakika, dedi, size yeni çıkan şiir kita bımı vermek istiyorum. Nerede, ne zaman göre bilirim?
Dört beş ay evvel, Dışişleri giriş imtihanım verip, Hariciye memuru olmuştum.
_ Ben Hariciye Vekâletinde çalışıyorum. , Oraya gönderebilirsiniz, dedim,
Kitabı göndermedi, kendi geldi. Hem de, he men ertesi sabah. O devirde, evrak defterini Fa- tin, Rüştü Zorlu ile nöbetleşe tuttuğumuz Birin ci Siyasi Dairede stajiyer memurdum, ilk ka dın memur olduğum için, en korktuğum şey de dikodu idi. Hademe : «Sizi biri görmek istiyor» deyince, koridora çıktım. Geniş bir gülümseme ile bana kitabı uzattı. Kapağına göz attım : «Burda bir kalp çarpıyor». Koridordan gelip ge çenin beni Bakanlık dışından genç bir adamla konuşur görmesi beni sıktığı için, teşekkür edip, «Gidebilirsiniz» manasına elimi uzattım. Yüzün de gülümseme kayboldu. Başını uzatarak, ara lık bıraktığım kapıdan içeri baktı. Duvar bo yunca sıralanmış masaları ve memurları görün ce, başını geri çekti.
— Sizi başka nerede görebilirim? _Bir yerde tesadüf ederiz, elbet. Yutkundu ve boynu bükük gitti.
Yerime oturunca/ kitabı açtım. îç kapakta şöyle bir ith a f: «Türklük için çarpan bu kalbi Bk defa tek birine vererek». Gözlerime inanama- yarak, bir daha, bir daha okudum. Bu çocuk de li mi ne? istasyondaki iki dakikalık konuşmadan sonra, bu kadar... Nihayet, omuz silkip, kitabı karıştırmağa başladım: Memleket tasvirleri, aşk şiirleri ve Atatürk'ü tanrılaştıran mısralar : «İşte dizüstü geldim, gözlerim dolu dolu» «Rab kulu olsun eller, bizler Gazinin kulu...»
ithafta olduğu gibi, burada da ölçüyü kaçır mış, diye düşünürken, şekli ve ritmi ile hoşuma giden bir şiirle karşılaşıyorum: «Nâzım Hikmet’e davetiye»
«Ey çenesi çevik «Koca Bolşevik, «Şimdi asıl yalancı «Ve bize yabancı
11
-«Bir put olan seni
«Bu sefer de ben kırmak için «Bu tarzda yazacağım...»
Sonraları, «devrimcidir» diye Behçet Kemal'i kendilerinden sayan ilericilerin bu şiirden ha berleri yoktu, her halde...
...1933 yazını, her zaman olduğu gibi, ailece İstanbul'da geçirip, Ekim ortalarında Ankara'ya döndük. Başkent Cumhuriyetin Onuncu Yılını kutlamağa hazırlanıyordu. Gazetelerin yazdığına göre, 29 Ekim töreninde, bir de Onuncu Yıl mar şı söylenecekmiş. Bugünkü Konservatuar olan o zamanki Musiki Muallim Mektebinin müdürü, Viyolonist Zeki Bey marşı bestelemiş. Güftesine gelince... Bakın, burada bir parantez açmak mec buriyetindeyim :
Gökte uçak yolcularım rahatsız eden hava boş lukları olur a, onun gibi geçmişi hatırlayan insan da da, bazen bir tarihle, bazen bir isimle ilgili hafıza boşlukları olur. Bugün bana diyorlar ki, Onuncu Yıl marşını Behçet Kemal ile Faruk Na fiz müştereken yazmışlardır. Öyle ise, bende Faruk Nafiz’in adı ile ilgili bir hafıza boşluğu var: Çün kü ben, hafızamın bana sunduğu filmde Onuncu Yıl marşını, Atatürk'ün emriyle, Behçet Kemal tarafından yazılmış olarak görüyorum. Filmin di ğer kısımları da, Behçet Kemal’in «O bende ömür boyu» şiiri de, marşın güftesinde Faruk Nafiz’m zarif şiir üslûbunun bulunmayışı da, beni hâtıra larımı ayhen aktarmağa teşvik ediyor.
... Parantezi kapatıp, bıraktığımız yerden de vam edelim :
•>9 Ekim sabahı, resmi geçitten önce, Gazi nin "onuncu Yıl Nutkunu, daha sonra, önümüz den geçen askerlerin ve öğrencilerin ağzından Onuncu Yıl marşım dinliyoruz. Akşama Ankara Palas'ta balo var. Aramızda Gazi Paşayı görece ğiz ...Onuncu Yıl balosunu, başka yerde uzun uzun anlattığım için, burada ayrıntıları geçıvo rum... Bir çok tanıdık ve dostla selâmlaştıktan sonra, genç şairi selâmlayıp elimi uzattığım za man, kendisini bir az sarhoş halde buluyorum: henüz büfe açılmamış olduğu halde... Sarhoş, kalabajtktant aydınlıktan, etrafındaki şıklıktan, marş için tebriklerden, günün adamı olmaktan... Bir yandan tebrikleri kabul ederken, bir yandan da salonun ortasında dans edenlere, gözleri ka maşmış halde bakıyor.
Genç şairi üçüncü görüşüm. Fakat istasyo nun karanlığında ve Dışişleri koridorunun loşlu ğunda yüzünü iyice görememişim. Bu, temiz bir Anadolu çocuğunun yüzü. Her şeye şaşan, her şeye inanan, her şeye hayran kalan bir yüz. Cilâ- lanmış gibi parlayan ve her şeye, herkese uzun zaman yapışıp kalan siyah gözlerinde ve hep ara lık duran dudaklarında devamlı, mutlu bir gü lümseme... Bu yüz ve bu yüzdeki ifade, şairin hayatının sonuna kadar değişmeyecektir...
Benim de kendisini tebrik ettiğim sırada,
yanımızdan beyaz saçlı, güzel kafalı Viyolonist Zeki Bey geçiyor. Gülerek ve etraftaki başkala rına da hitap ederek :
— Ayol, marşı biz besteliyoruz. Sonra da, bu küçük bey bir iki kelimeyi bir araya getirdi di ye, bütün tebrikler ona! diyor ve uzaklaşıyor.
Behçet Kemal başını sallayarak :
— Bu adam yok mu, diyor, bilseniz ne kor kunç adam! Az kalsın beni öldürecekti.
— Nasıl?
— Gaziden emir çıkarttırmış, beraber çalış mamız gerekiyor, diye. Ne beraber çalışması? Bütün mesele benim şiirimi berbad etmek. Ne imiş? Güfte besteye uymalı imiş, inat mı inat. Beş on yerde değişiklik yaptırdı. Şiirim kuşa döndü. Gazi Paşanın hatın olmasa...
Ben başka dostlan selâmlamak için, tebrikle rimi tekrarlayarak, ayrılmak istediğim zaman, istasyonda yaptığı gibi :
— Bir dakika, dedi. — Efendim?
— Sizinle dansetmek istiyorum. — Peki edelim.
Tam piste yaklaştığımız sırada : — Fakat ben dans bilmiyorum. Güler misiniz, ağlar mısınız?
— Dans da bir şey mi, diyorum, fokstrot ise hızlı, tango ise yavaş adımlarla yürüyeceksiniz. Hepsi o kadar.
— Yürüyelim, öyle ise.
...Yürüdü. Amma, ikide birde ayağıma basa rak. Vücudunda da hiç mi hiç çeviklik yok.
— Hayatımda ilk defa dansediyorum. ... Ve romantik, mübalağalı,-lüzumsuz lâfla ra başlıyor :
— Sizi orada, istasyonda, birdenbire görün ce...
... Bilmiyor ki bu türlü sözler bir kadının bir erkeği ciddiye almaması için birebirdir. Çün kü bunlar bir kadında güven hissinin doğmasını engeller.
Söylediklerine sadece gülüyorum. Bir aralık, mevzuu değiştirmek ve bir az da ayağımı kurtar mak için, şöyle diyorum :
— Siz beş on dakikada, istenen mevzuda şiir yazabiliyormuşsunuz. Benim için de yazar mısı nız?
— Derhal, diyor ve orkestranın susmasını bile beklemeden, beni pistin ortasında yüzüstü bırakarak, salonun bir köşesine çekiliyor.
Pistten avnlıp, sağdan soldan selâmlayanla- ra, seslenenlere cevap verinceye kadar, şair önü me dikilmiş, bana bir cep defterinden koparıl mış sahife uzatıyor :
— On iki dakika geçti. Size onaltı mısra ge tiriyorum.
Sahiden onaltı mısra. Vezni kafiyesi de ye rinde. Şiirin mevzuuna gelince, özetle şöyle: Ayak larımız ayni tempoya uyarken, kalplerimiz de ayni
tempo ile, ayni duygularla çarpıyor... «Biz», «Biz» diyefekten, benim hesabıma da bol keseden ifa de edilmiş hisler!.. Ne yaparsınız? Bir genç kızın tabiî ve daimî reaksiyonu ile yine güldüm. Ay nı zamanda, bu temiz ve masum çocuğa karşı, benden bir iki yaş büyük olmasına rağmen, içim de bir abla şefkatinin doğduğunu hissettim.
Sene sonuna doğru, babamın da çağırılmış olduğu bir akşam, Atatürk'ün Sofrasında sade ve sade Behçet Kemal’in bahsi edilmiş. Atatürk ev- veiâ, bu çocukta bir kabiliyet bulunduğunu her kese tasdik ettirmiş. Sonra da, bu kabiliyeti de ğerlendirmek, geliştirmek için ne yapal™? diye herkesin fikrini almış. Yıl 1933. Atatürk ün «nnıa- sır medeniyet seviyesine yükselmek» ülküsünü ilân ettiği yıl. Ortadaki mesele şu: Behçet Kemal’ in şiirleri muasır medeniyet seviyesine uygun mu?
Uygun olması için ne yapmalı? Herkes, ağız bir liği ile; «Kültürünü arttırm ak, Avrupaya gönder meli» diye cevap vermiş. Amma nereye? Burada fikirler ayrılmış. Ekseriyet Fransa’yı, Paris i mü nasip görmüşken, Ruşen Eşref veya Falih Kıfkı, tam olarak hatırlayamıyorum, değişik bir fikir ortaya atmış. Demiş ki :
— Yüz yıldan beri Fransız kültüründen bir şeyler umduk. Bir tane bile milletlerarası yazar yetiştiremedik. Bir az da Ingiliz kültürünü dene meliyiz. Belki Türk'ün ruhu ile birleşince, daha iyi neticeler verir.
Atatürk bu fikri pek beğenmiş :
— Tamam, demiş, Ingiliz kültürünü deneye lim. Böyle kabiliyetli çocuklar elimize geçerse, Almanya’ya Avusturya’ya da göndeririz. Bunlar Türk'ün ruhunu Garb'ın tekniği ile ifade etsinler,