; T 7 ¿ ¿ J
-V-M E V L A N A
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne âlâ.
Dünle beraber gitti, cancağzım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.
Y e şil K u b b e n in d ış a rd a n g ö rü n ü şü
Ey Hacca giden kalabalık; n erey e n erey e ? Sevgili burda; siz hangi ellere yollanıyor sunuz ?
Sevgilinin dışımızda olam ıyacağım ilk sezişim, böyle olmuştur.
Nefes ve ses, ruhuma bu muhitten gir di. Bizim çocukluğumuzda toplanma yoktu, sokak yoktu ve mektepte öğretilen soğuk, formel bilgi dışında bilgi durağı yoktu. Okuduğumuz din dersleri, belediye tüzük leri gibi m adde madde sayılan ve ezber lenen birtakım şekil kurallarından başka değildi. Müslümanlık hakkında daima bize sorulan şu sorular görülünce bu sözümün ne kadar doğru olduğu anlaşılır :
— İslâmm şartı kaç ?
— Namazın farzları, sünnetleri, müs- tehapları, mendupları kaç ?
— Aptestin farzlarım, sünnetlerini say !..
Böyle okuyan bizler için Müslümanlık, sayı ile yatıp kalkmaktan ibaret bir dinî törendi. M üeyyedesi de okullarda verilen tevkif, izinsiz gibi cazalardı.
Ser be-zemin, düm be-hevâ mîkiined
Kûyi ibâdâti hudâ mîkiined.
Varlığın sahibi ve kendisi Tanrının büyüklüğü önünde eğilmek olan ibadetin, başı yere komak ve arkayı havaya kaldır mak olmadığını M evlevi tekkesinde ve M evlânâ'dan öğrendim.
Elli altıyı bitiriyorum. Bu yıllar için de rastladığım insanların, her bakımdan, Garp ve Şark hakimlerinin müşterek an layışlarına misal olacak pek çok olgunla rım bu çevrede tanıdım. Aralarında dok sanını geçerek ölenleri oldu. Bunları hayat larının sonlarına kadar takip ettim. Ağız larından bir ağır söz, kendilerinden bir ters hareket, yapılmış ricalara «Eyvallah» dan
MEVLÂNÂ ve MEVLEVÎLİK
M
EVLÂNA ve Mevlevîlik, benim için bir kitap olmaktan ziyade bir hayattır. Ev lenmesinden sonra birkaç sene geçtiği hal de çocuğu olm ıyan annem, beni kendisine sikkeli bir zatın rüyasında bağışladığını anlatır. Benim bundan haberim yoktur. Fa kat haberim olanlar, bu konuda pek çok tur. O da şudur ki, ben çocukluğumu üç çevrede g eçird im : ev, mahalle mektebi, Yenikapı M evlevi tekkesi. Bu üç çevreden hatıralarım, evden şöyle böyle; bir mek tepten biri iyi, biri kötü (çünkü iki mahalle mektebinde okudum) fakat; fakat tekkeden hepsi bütün hayatıma işlemiş izleri taşır.Güzel nağme olarak ilk duyduğum ses, ney demidir. Bunda hiç şüphem yok. Çün kü babam, ney çalardı ve evde, anlattık larına göre, beşikte yatıp uyumadığım
za-H A S A N - A L İ Y Ü C E L manlar bana ney üflermiş ve ben dalar mışım. Küçük yaşta tekkede mukabele olurken yorulmamam için beni oturtmak istedikleri halde Nıtrıpte (ney, kudüm ve halile dedikleri zillerin çalınıp âyinle rin okunduğu yüksek yer) ayakta durmıya devam ettiğimi ve o tanrısal seslerin hava sında kendimden geçecek kadar zevk aldı ğımı apaçık hatırlarım. Hattâ bir âyinde g e ç e n :
Ey Kavm be-hac reite gücâyît gücâyît Mâşûka derin câst biyâyît biyâyît
mısralarını lezzetle ve beceriksiz tekrar ederken Şeyh Celâl Efendi beni dinlemiş, elimdeki uydurma değneklerle yere vurup kudümleri taklid ettiğimi görmüş sonra güzel ve teşvik edici sözler söyliyerek beni okşayıp sevmişti.
başka cevap duyup görmedim. Bedenleri temiz, ruhları temiz, ince, zarif insanlardı. Tekkede, öyle söyledikleri gibi, eğlence lere, şımarık, mübalâtsız, lâubalî hallere bir kere bile tesadüf etmedim. Dedeler, şe- riatin emirlerine uymuş, namazında, niya zında adamlardı. Bu hakikatleri sarahatle ifade, bana vicdanî bir vazifedir.
Mevlevîlerin nezaketleri, aldıkları cid dî terbiyenin eseridir. Mutfak canı dedik leri dervişlik adayları (bunlara Nevniyaz da derlerdi), Saka postuna oturdukları ilk günden itibaren susmıya, aptesthane te mizleme ve çöp toplama gibi aşağı hiz metlerle kibir ve gururlarını kırmıya alış tırılırlar. Okuma yazma bilmiyorsalar oku ma yazm aya mecbur edilirler. Hizmet, M evlevi terbiyesinin esası; yardım, bu ter biyenin ruhudur. Çile dedikleri bu hazırlık
dönemi, lam 1001 gün sürer. Az d e ğ il!.. Pek çokları buna dayanamaz, çile kırıp tekkeden giderler. Kalanlar, dede olurlar.
M evlevi tekkeleri, nizam ve intizam içinde idare edilirdi. Yemek zamanlarında ağız şapırdatmak bile ayıptı. Konuşmak yasaktı. Bu sessiz, sodasız insanlar içinde yediğim hak nimetlerinin lezzetini davet lisi olarak bulunduğum en yüksek sofrala rın çoğunda tadamadım, dersem mübalâğa ettiğim zannına düşülmesin. Mevlevîler, benim gördüğüm, güleryüzlü, tatlı sözlü insanlardı. Fakat tekkenin damı altında çatlıyan bir kahkaha v e y a bu duygulu adamların mahzun ve müteessir zamanla rında göğüslerine sığmamış bir hıçkırık larını duymadım.
Çok tebessüm edep alâmetidür Kahkaha bîhayâ emâretidür.
kaidesi, bu çevrede tam riayet görürdü. Burada M esnevi okunur, Mesnevi oku nurken din anlatılır. Âyinler bestelenir, bestelenenleri musiki üstadları tarafından çıraklara öğretilir. M evlevîliğin iki kanadı: Şiir ve Musiki. Bunlarla Allaha uçulur. Büyük hakikatin cezbesine tutulunur. Şiir, şehvet olmıyarak, musiki sefalet... Bura da tasavvuf bir felsefe değildi. Bir haldi. Bir hayattı. Sesti, nefesti, demdi. Çehreler, varlığın içinde erimiş ruhların sükûnunu söyler; bahtiyarlığın tatlı huzurunu çizerdi. Sabır, sükûn, huzur ve düşünüp duym a... Hangi hikmet âşıkı, bunlardan ötesini özler ve ister ?..
Küçücük çocuktum. Koskoca, ak sakal lı, başı destarlı muhterem adam lar... Ben onların elini öperken onlar da benim elimi öperlerdi. M evlevi selâmı kadar eşitlik an latan, tevazu telkin eden hangi hareket vardır? Saygı; fakat çift taraflı. Sultan V eled devrinde rütbesi en sonda olan can karşısında, rütbesi en yüksek Şeyhin onu baş keserek hürmetle selâmlamasından da ha beşerî bir müsavatı hiçbir rejim şim diye kadar ilân edemedi.
Mevlevilik, şüphesiz Mevlânâ'nın ese ridir. Fakat onun kurduğu bir müessese de ğildir. M evlânâ oralı değildi. Mevlânâ'nın mezhebi, zümresi, davası, evi, barkı, tek kesi, cübbesi, hattâ sikkesi, hiçbir şeyi yoktu. Yalnız dini vardı. Çünkü sadece Allahı vardı. Onun için, Allahtan başka, büyük hakikatten başka hiçbir şey mev cut değildi. Başına insan toplamak, onları bir yere oturtup ders vermek, onun işi ola mazdı. Her türlü bağ gibi bunları da kopa rıp atmıştı. Mevlâna, âşıktı; şairliği ondan... Mevlânanın sevgilisi Allahtı, dini bundan. Okadar!.. Fakat bütün bu cezbeler, coş kunluklar içinde yolunu kaybetmedi. «Ene- el-Hak» diyen Mansûr'u Hakka hasrette gördü. O böyle şeyler söylemedi. Çünkü Mevlânâ, vuslatta idi.
Mevlâna, fikirleri ve hayatiyle taassu bun karşısına dikilmiş bir hürriyet heyke lidir. Kümes ve kafes dolusu kadına el koymuş, fakat onları daima erkekten aşağı, birer zevk vasıtası v e y a hizmet görücü bilmiş taassup ehlinin tam zıddına M evlâ nâ, tek kadınla yaşamış, fakat her zaman kadını erkeğe eşit tanımıştır. Müslüman lığın ilk zamanlarında olduğu gibi kadın,
Mevlevilikte hürdür ve muhteremdir. Hattâ M evlevi kadınlar içerisinde Şeyhlik eden ler görülmüştür. Bunlar arasında erkekler gibi sikke ve hırka giyenler bile vardır. Sema toplanmalarına kadınlar da girer lermiş. XVII. asra kadar Mevlevîlik, bu hür hava içinde yürüyüp gelmiştir.
XVII. asır dedik. Bu asır, Osmanlı top luluğunun tepe aşağı gitmeye başladığı devirdir. Çünkü bu asırdadır ki, Kadızade- ler, Vanî Efendiler gibi su katılmamış y o bazlar, dersleriyle, vaazlariyle halkı sıkı bir taassuba sürüklemişler, sarayda kur
dukları nüfuz yüzünden Devletin başına nice belâlar, gaileler çıkarmışlardır. Ezan, naat, kaametlerle Kuran'ı makamla oku mak caiz midir, değil midir ? Dervişlerin yüksek sesle zikirleri, dönmeleri şer'î mi dir, değil midir ? Selâm verilirken eğilmek bid'at midir, değil midir? gibi meseleler bu zamanlarda çıkmıştır. Nitekim Mehmet IV. saltanatında Kadızade tarafını tutanla rın tekkeleri yıkmak, topraklarını bile de nize dökmek, dervişlere tecdidi iman ettir mek, imana gelmiyenleri öldürmek için yaptıkları ayaklanm ayı Köprülü Mehmet Paşa, aldığı şiddetli tedbirlerle önlemişti. Fakat daha sonraları Vanî Efendi, Padişa hı kandırarak M evlevi tekkelerini kapatma fermanını koparmıya muvaffak oldu. Ka panış, 18 sene sürmüştür. Buna, «Yasağ-ı- bed» denilir ki 1077 (1665) tarihini gösterir, ikinci V iyana bozgununun M evlevi tekke lerinin açılış tarihine rastlaması, bir tesa düf eseri değildir. Bozgun, Padişahı Mev- lânâ'dan korkutmuş ve kendini mânen af
fettirmek için tekkelerin açılmasına müsa ade etmişti.
Bugün için Mevlevîlik, hususî bir du rağa muhtaç olm ıyan bir duyuş ve düşü nüş bağlılığıdır. Mesnevi, Divan-ı Kebir her yerde okunup okutulabilir. Ney, ku düm her yerde çalınır, âyin her yerde okunur, semâ, istenilen yerde edilebilir. Esasen bir zümre ve gizli bir tarikat olmı- yan Mevlevîlik, Cumhuriyetin aldığı umu mî tedbir içinde kendi duyuş v e düşünü şünden bir şey kaybetmemiş, belki bu me denî vasıflariyle üniversitelere, şiir ve sa nat zevki olan muhitlere girmek imkânını kazanmıştır. Kültürümüzün ve edebiyatı mızın en mühim şahsiyetlerini Türk mille tine kazandıran Mevlânâ, milletimizin şe reflerinden biri olduğu kadar bütün insan lığın en yakın ve pek muhterem bir dos tudur. Garp dillerinde M evlânâ için yapıl mış yayınlar bunun delilidir. Onun tekâ mül fikrine inanışını saçm a bir itikat olan ve İslâmlığın kabul etmediği tenasühle ka rıştıranlar çıkmış v e M evlânâ'yı sünnet ehli dışında gösterenler olmuştur.
O lsa olsa bu görüşledir ki, insanın te nasühe inanacağı gelir. Çünkü bu itikatta bulunanlar, dünyaya ikinci gelişte insanın hayvan olabileceğini kabul eder. Halbuki Mevlânâ, geniş düşünen, hür ve olgun bir insandı. Hürriyeti sevenler, M evlânâ'yı se verler; hangi mezhepte, hangi düşünüşte olursa olsunlar... ve onunla b era b er; «Âşık, aşk diyarında ne sö ylerse söylesin,»
(«ağzından aşk kokusu duyulur /..»
derler.
Mâ der cihan muvâfakat-i kes nemîkûnîm
Mâ hâne zîr-i kiinbed-i atlas nemîkûnîm
Bu dünyada ne kimseye uymuşluğumuz var, ne şu atlas kubbe altında ev kurmuşluğumuz,
Biz susuz kalmışız, içtikçe içiyoruz.
Güzel ve mahmur bir sarhoşluğumuz var, Güzel, mahmur ve hiç doymayan.
Rahmet denizinin dalgasıdır bu.
Ve bir saman çöpünden başka bir şey değildir bu dalganın üstünde düşman.
Aşağılık kişinin peşine düşmemeyi şiar edindik biz. Gönül dalgasını terketmemeyi şiar edindik.
Şu yokluk yurdunda. Nuh ve Halil gibi,
ölmezlik denen yerde aşk çardağı kurmak varken, Burnu büyük Âd ve Samud gibi köşkler kurmamayı, Kafdağı’nda avlanmak dururken
herkes gibi leş avlamamayı,
uslu akıllı, temiz pâk hurileri bırakıp kahpeleri aldatan dev’e meyletmemeyi, şu kapkara toprağa
meyvası cefa olan fidanı dikmemeyi,
kafiyeye de, şiire de pek ehemmiyet vermemeyi, hâsılı bizden olmıyan şeylere pek aldırış etmemeyi şiar edindik.
Yenileştiren : A . K A D İR
M E V L Â N Â C E L Â L E D D İ N
H A Y A T I
v e F E L S E F E S İ
A B D Ü L B Â K İ Ç Ö L P I N A R L I
17 Aralık 1273 pazar. O gün, güneş ba tarken bir insan öldü. Gün kavuşur ken bir dehâ söndü. Etraf kararır ken insanlık, öz evlâtlarından bi rini kaybetti. Gecenin karan lığı basarken bir tefekkür âlemi, bir şiir dünyası, bir merhamet, bir ümit kâinatı, bir yaratıcılık, bir aşk kud reti, bir ebedîlik, bir hara ret kaynağı, gönüllere, hatı ralara, nesillere ve insanlığa intikal etti; o gün, o anda Kon ya’da Mevlânâ, gözlerini fânî hayata yumdu.
Yeryüzünde, belki de hiçbir kimse ye nasip olmıyan bir cenaze töreniyle yurdun, bağrına bastığı Mevlânâ; şair Bedreddin Yahya’ya, üstünü başını yırttıra rak «Derdinle ağlamıyan göz nerede, yasınla
yırtılmıyan yaka hani ? And olsun yüzüne, yeryüzünden toprağa, senden daha iyi birisi girmemiştir» rübaisini söyleten Mevlânâ; Kadı Seraceddin’e mezarına karşı, «Ecel di keninin ayağına battığı gün keşke dünyanın eli, ölüm kılıcını başıma indirseydi de bu gün dünyayı sensiz . görmeseydim. Senin toprağının başındayım ha, toprak başıma» rübaisini inşad ettiren Mevlânâ; büyük şair Yunus Emre’ye,
nmmış, Alâeddin Keykubad’m lalası Emir Bedreddin Gevhertaş, ona, Konya’da bir medrese yaptırmıştı. Konya’da iki yıl yaşı- yan Bahaeddin Veled, 12 Ocak 1231 de öl müştü.
Tahsilini Halepte ve Şamda yapan, ba basının ölümünden sonra onun halifesi Tir- mizli Seyyid Burhaneddin’e tâbi olan ve tasavvuf yolunda yürüyüp ilerliyen Mevlâ- nâ’nın hayatını üç bölüme ayırmak müm kündür :
Şems’le buluşmasından itibaren başlıyan ve onun şehit edilmesine kadar süren coş kunluk devresi, Şems’ten sonra Salâhaddin’- le hemdem oluşiyle başlıyan nisbî sükûn devresi, Salâhaddin’in ölümünden sonra Çe lebi Hüsâmeddin’i hemdem edinmesiyle baş-
lıyan ve ölümüne kadar süren verim devresi. Mevlânâ, Şems gelmeden önce ibadetle, yanındakileri irşatla meşgul ârif bir şeyh, olgun bir şair, halk tarafından sevilir bir müderristir. Babasına uyanlar, onun etrafın da toplanmışlardır. Camide halka vâzeder, medresesinde ders okutur, talebe yetiştirir. İşte tam bu sırada 23 Ekim 1244 de Tebrizli Şemseddin, Konya’ya gelmiş ve evvelce, bir kere Şam’da karşılaştığı Mevlânâ ile buluş muştur.
Mevlânâ Hüdavendigâr bize nazar kıldı Anın gürklü nazarı gönlümüz aynasıdır dedirten Mevlânâ, ve mezarındaki kitabeye;
«Doğuların, Batıların sultanı, karanlıklarda parlıyan, karanlıkları aydınlatan Tanrının da parlak nuru, islâmın direği, halka, ulu luk ve büyüklük ıssı Tanrının yüce tapı sına yol gösteren, delilleri yıkılıp mahvol duktan sonra yeni baştan din alâmetlerini açıklıyan, eserleri yıpranıp kaybolduktan sonra yeniden yaklyn yollarını açan, aydın latan, haliyle arş hâzinelerinin anahtarı olan,
sözleriyle yeryüzü definelerini meydana çı karan, halkın gönül bahçelerini hakikat çiçekleriyle bezeyen, yücelik göz bebeğinin nuru, büyüklük ve güzellik ruhu, âşıkların göz bebeği, bütün dünyadaki âriflerin bo yunlarını sevgi gerdanlıklariyle süsleyen...» gibi sözlerin yazılmasına sebep olan Mev lânâ kimdi ?
Hemen her büyüğe denmesi, o vakitler âdet olan ve efendimiz, ulumuz anlamına gelen mevlânâ sözünü, bir hâs ad haline getiren bu kudret, Celâleddin Muhammed, «bilginler padişahı - Sultân-ül-Ulema» lâ- kabiyle tanınan, Belhli Muhammed Bahâed- din Veled’in oğludur. Muhammed Bahâed- din Veled, Moğol akını yüzünden Belh’ten çıkmış, kona göçe nihayet 1228, yahut 1229 da Konya’ya gelmiş, az bir zaman içinde
ta-Bu buluşmadan sonra dersi, vaazı terke- denj yanındakileri dağıtan ve hiç biriyle meşgul olmıyan Mevlânâ, bu manevî yıkımı, bu ruhî yapımı, bu yepyeni hayatı, bu garip değişmeyi şöyle anlatır :
«Gördün mü ne yaptı o eşsiz güzel, bir bahane buldu dün de bizi o sihirbazcasma hareketlerle aldatıverdi. Fakat kim oluyoruz biz ki aldanmıyalım ? Elinde öyle bir zincir var ki zamanın bile boynunu bağlamış. Sâki, kadehi sun ki biz, geceden kalma mahmur larız. O, kaşlarını bir çattı da bu arada akıl, fikir, kayboluverdi. Zaten bir dağın bile kemerine yapışsa koca dağı, bir saman çöpü gibi çekiverir. Saltanat atına binmiştir, kam çı da elinde... Elimde daima mushaf vardı, bugün aşkla çalgıyı aldım ele. Teşbihle meş gul olan ağızda bugün şiir var, rübai var, nağmeler var. Senin selin, nice ibadet yurt larını sildi süpürdü, öyle bir sel o ki uçsuz bucaksız bir umman.»
Başka bir şiirinde de şöyle der :
«Bütün serhoşların canlarına and olsun ki serhoşum. Ey düzenci dost, tut elimi. Uta- rid gibi deftere düşkündüm, ediplerin üst yanında otururdum. Fakat sâkinin bir levhe benziyen alnını görünce serhoş oldum, ka lemleri kırdım. Namazımda kıble, sevgili min yüzü oldu, gayret göz yaşlariyle aptest aldım... Kâbede de mâbudum sensin, kilise
de de. Yücelerden de maksadım sensin, aşa ğılardan da...»
Bir başka şiirinde de, aşkın- der, beni serhoş etti. Ellerimi çıpmadayım. Serhoşum, kendimde değilim, ne yapacağımı ben de bil miyorum. Koruktum, şimdi üzüm oldum, artık bir daha kendimi ekşitemem ya. Halk, bu, böyle olmaz, olmamalı da diyor. Ben de böyle değildim, fakat bu hale soktu, böyle etti beni işte. Dünya, hikâyemle doldu da can gibi bütün dünyadan gizledi beni. İki dünyanın da gözünden gizliydim ben, nasıl oldu da Tebrizli Şems, beni meydana çıkar dı ?
Herkesten önce ve salâhiyetle, babasının hal tercümesinden ve ruhî hallerinden bah seden oğlu Sultan Veled de bu değişmeyi,
«İbtidâ-nâme» de şöyle anlatır : «Üstad şeyh, yeni bilgi beller bir hale geldi, her gün, huzurunda ders okuyordu. Sona eriş mişti, işe yeni baştan başladı. Kendisine uyuluyordu, bu sefer o, Şems’e uydu. Yok luk bilgisinde olgundu, fakat Şems'in gös terdiği bilgi, yepyeni bir bilgiydi...» Üçüncü ve son mesnevisi olan «İntihâ-nâme» de de «Şemseddin’le buluşmadan önce canla baş la gece gündüz ibadet etmedeydi. O seçkin padişah, yıllarca, aylarca daima zahitlik ve din ilmiyle meşguldü. Şemseddin, onu, se- ma’a davet etti. Gönlünde sema’ yüzünden yüzlerce bağlar, bahçeler gelişti» demek tedir.
Mevlânâ’ya bukadar tesir eden Tebrizli Şemseddin hakkmdaki bilgimiz, pek az. Es kiden âdet olduğu veçhile onun, çoğu tasav vufa ait olan sözlerini, konuşurken, yahut sonradan, hafızadan, yazmışlar ve bu suretle «Makaalât» adlı kitap meydana gelmiştir. Müsvedde halinde kalan, fakat sağlığında yazılan nüshaları, hattâ Sultan Veled’in el yazısı olduğunu sandığımız diğer bir nüshası, elimizde olan bu kitaptan anladığımıza göre Tebrizli Şemseddin, Ebû-Bekr Sele-bâf, yani sepetçilikle geçinen Ebû-Bekr adlı Tebrizli bir şeyhin dervişidir. Şems’in, «Fütüvvet» den, salâhiyetle bahsettiğine göre, zanaat ehli olan bu şeyh, ihtimal bir ahidir. Gene «Makaalât» dan, Şems’in, bir müddet Erzu rum’da, ilk mektep hocalığı yaptığını öğre niyoruz. Çok gezdiği için uçan şems anla mına gelen Şems-i Perende diye anılan Şemseddin, Halep ve Şam’da da bulunmuş tur. Kuvvetli bir melâmet eri olan ve Ka lenderlikle de münasebeti bulunan Şems’i, şeyhi tatmin edememiş, kendisine bir şeyh, bir hemdem bulmak için Tebriz’den çıkıp diyar diyar gezmeye başlamış ve nihayet Konya’ya gelip Mevlânâ ile buluşmuştur.
1210 da ölen ve ünlü müfessirlerden olan Fahreddin Râzî’den, birçok hususi yetlerini, Yunan felsefesiyle olan ilgisini
anarak bahseden, 1237 de ölen Evhadeddin Kirmânî’yle Bağdat’ta görüşen, 1241 de Şam- da vefat eden meşhur sûfî Ibn-i Arabi ile her halde uzun bir müddet arkadaşlık eden ve fikirleri yüzünden onu şiddetle kınayan, felsefeden, kelâmdan, tefsirden, hadîsten, mezheplerden, tarikatlardan, büyük bir bil giyle, engin bir ihatayla söz açan; Iran şair lerinden ve meselâ Hayyam’dan, Senâî’den, sırası geldikçe örnekler veren ve Mevlânâ’- dan başka bütün büyük tanınanları küçük bulan Şemseddin, şüphe yok ki Konya’ya geldiği zaman epeyce yaşlıydı. Mevlânâ da, elli yaşma yaklaşmış çoluk çocuk sahibi ol gun bir zattı.
Mevlânâ’nm, dersi ve vaazı bırakması, hattâ şeriatin zâhirî emirlerini bile ihmal etmesi ve nihayet Şems’in, gerçekten de tahammül edllemiyecek kadar aşırı sözleri, halkı ve bilhassa hocaları, Şems’in aleyhine döndürmüştü. Konya’da barına mıyacağmı anlıyan Şems, 1246 Şubatının on beşinci gü nü ansızın ortadan kayboldu.
Şems’in gidişinden sonra Mevlânâ’nm, eski haline döneceğini sananlar, aldanmış- lardı. O, büsbütün halktan kesilmişti. Birkaç dosttan başka, yüzünü gören kimse yoktu. Bir müddet sonra Şems’ten bir mektup gel di ve Şam’da olduğu anlaşıldı. Onun aley hinde bulunanlar da artık tamamiyle nadim olmuşlardı, Mevlânâ’dan bağışlanmalarını istiyorlardı. Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i, yirmi kişiyle Şam’a gönderip Şems’i davet elti. Bu daveti kabul eden Şems, 1247 yılı Mayısının sekizinci günü, Sultan Veled’le beraber tekrar Konya’ya geldi. Sultan Veled, Şems’in ısrarlarına rağmen o uzun yolu, ya ya yürümüştü. İki deniz, gene köpürerek, coşarak kavuşmuş, kaynaşmıştı. Sema’ mec lisleri, taşkın şiirler inşadı, dostların davet leri, o coşkun hayat, gene başlamıştı ve na dim olanlar, gene Şems aleyhine dönmüşler, gene dedikodulara koyulmuşlardı. Şems, bu gelişinde, Mevlânâ’nm Kimya adlı ev lâtlığını almış, bu güzel kızla evlenmiş ve medresenin, bir perdeyle ayrılan küçük ve mütevazı bir kısmı, yeni evlilere tahsis edil mişti. Bu sefer, Şems aleyhinde bulunan lara, esasen babasının fikirlerini benimse- miyen ve babasının muhitinden ayrı yaşayıp müderrislikle meşgul olan küçük oğlu Alâ- eddin de karışmıştı. Arada bir, babasını zi yarete gelirken Şems’e ayrılan kısımdan ge çerek onu inciten, kıskançlığını tahrik eden Alâeddin’in bu hareketinde, ihtimal Kim- ya’ya olan gizli bir meylinin de tesiri vardı. Nihayet bir güp Şems, bu hareketi yüzün den Alâeddin’i epeyce hırpalamıştı. Sinsice başlıyan Şems aleyhtarlığı 1247 Aralığının beşinci perşembe günü, bir faciayla sona erdi, o gün Şems, Alâeddin’in de dahil oldu ğu yedi kişilik bir fedailer zümresi tarafın dan öldürülerek cesedi, battal bir kuyuya âtıldı. Konya’da, Şems makamındaki büyük sanduka, bugün, bu kuyunun üstündedir. Birkaç gün sonra olayı duyan Sultan Veled, birkaç kişiyle bir gece gidip cesedi kuyudan çıkarmış ve Mevlânâ’nın medresesinde, med reseyi yaptıran Bedreddin Gevhertaş’m ya nma gömmüştür. Sonradan Çelebilere ait bir mektep, daha sonra da ilkokul olan bu bi na, yakınlarda Konya belediyesi tarafından istimlâk edilerek yola kalbedilmiş olduğun dan bugün, bu mezarlardan hiçbir eser kal mamıştır.
Şems’in şehadeti, Mevlânâ’ya duyurul- marnış, duyduysa bile ilk zamanlarda buna inanmamış, inanmak istememişti. Bu yüzden iki kere Şam’a gidip Şems’i aramış, üçüncü bir defa gene Şam’a, hattâ Tebriz’e gitmeye niyetlenmiş, fakat nihayet şehit olduğunu
Halk tarafından, oğlunu ayakta selâmladığı söylenen Mevlânâ'nın babası Sultan-iil-ulema Bahaeddin Veled'in aynı zamanda bir tahta oymacılığı şaheseri olan sandukası.
anlamıştı. Şems’e yanıklı ağıtlar yazan Mev lânâ, Şems’in çok sevdiği, takdir ettiği ku yumcu Konyalı Salâhaddin’i onun yerine koymuş, yanındakilere, Salâhaddin’e baş vurmalarını, onun şeyh olduğunu, Şems’i, onda bulduğunu söylemiş, kendisi de onunla hemdem olmuştu. Salâhaddin aleyhine de dedikodular olmuş, hattâ onu da öldürmek istiyenler bulunmuştu. Fakat Mevlânâ’nın babası Sultan-ül-Ulemâ’nm halifesi Seyyid Burhaneddin’in halifesi olan ihtiyar ve ol gun kuyumcu, Şems gibi coşkun bir er de ğildi, temkinli bir halk adamıydı. Bu yüz den ona hiçbir şey yapamadıkları gibi o, Mevlânâ’yı da temkine getirmeye muvaffak olmuştu. Mevlânâ, Salâhaddin’in kızı Fatı- ma’yı, oğlu Sultan Veled’e alarak manevî yakınlığı maddî yakınlıkla da kuvvetlendir mişti. Şems’in şehadetinden, Salâhaddin’in ölüm tarihine, 1258 Aralığının yirmi doku zuncu pazar gününe kadar süren bu devre, Mevlânâ’nın sükûn devresidir.
Salâhaddin’in vasiyetine uyan ve onu, bir gelin götürür gibi defler, neyler çaldırıp besteler okutarak, sema’ ederek götürüp babası Sultan-ül-Ulemâ’nın yanına gömen Mevlânâ, ondan sonra Çelebi Hüsameddin’i hemdem edindi. Hayatındaki bu üçüncü ve son devre, onun asıl Mevlânâlık devresidir, asıl verim devresidir. Soy bakımından aslı Urumıya’lı olan ve Konya’nın Ahi-Türkü, yani Fütüvvet ehlinin en büyük şeyhi Mu- hammed’in oğlu bulunan Hüsameddin Ha şan, Salâhaddin’den sonra Mevlânâ’yı seven lerin muktedası olmuş ve Mevlânâ’ya Mes-
nevi’yi yazdırmıştır. Bağdat halifelerinden bahsettiğine göre 1258 den önce, yani daha Salâhaddin hayattayken Hüsameddin’in teş vikiyle yazılmıya başlanan Mesnevi, Mev- lânâ’nm ölümüne kadar sürmüş ve Mevlânâ, ölümünden biraz evvel, altı cilde ayırdığı
Mesnevî’yi bitirmiştir.
İşte böylece okuyan, eskiyi tamamiyle bilen, hayatı ve zamanını gören, geleceği duyan ve belirten, Şems’in tesiriyle kayıtlar dan kurtulan, coşup köpüren, taşıp dalgala nan, Salâhaddin’in tesiriyle sükûn bulan, dinlenen ve sınırsız varlık âlemini içinde bulan ve nihayet Hüsameddin’in teşvikiyle duygusunu insanlığa yayan, neşesini ebe diyete nakleden Mevlânâ, o büyük dehâ, o uçsuz bucaksız aşk ve irfan denizi, o ileri insanlık güneşi, 1273 te, artık gönüllerde kaynamıya, gönüllerde doğmıya ve gönülleri kavrayıp ısıtmıya, yakıp yandırmıya, yoğu rup olgunlaştıran ya başlamış, fâni hayattan ebedî hayata göçmüştü.
-K
Evlâdı :
Mevlânâ, Karaman’da, Semerkantlı Hâce Şerefeddin’in kızı Gevher Hatun’la evlen miş, büyük oğlu Sultan Veled’le ortanca oğlu Muhammed Alâeddin, bu hanımdan doğmuştur. Alâeddin, babasının sağlığında, 1262 de ölmüş, dedesinin yanma gömülmüş tür. Sultan Veled, kendisinden sonra, 1312 de ölmüştür. Mevlânâ adına kurulan ve ancak X V - XVI. yüzyıllarda son şeklini alan Mev levîliğin bünveleşmesinde Sultan Veled’in büyük bir rolü vardır.
Mevlânâ, Gevher Hatun’un ölümünden sonra Konvalı İzzeddin Ali’nin kızı Kerrâ Hatun’u almıştır. Emir Muzaffereddin Alim Çelebi’yle Melike Hatun, bu hanımdan ol muştur. Sultan-ül-Ulemâ’nın yanında ya tan ve 1293 te ölen Muhammed Şah oğlu Emir Şemseddin Yahya, şimdiye kadar bir türlü doğru olarak okunamıyan kitabesin den açıkça anlaşıldığına göre Mevlânâ’nm üvey-oğludur. Böylece Kerrâ Hatun’u dul aldığını ve ilk kocası Muhammed Şah’tan
Altırtpa Medresesinde Mevlânâya ait olduğu söylenen hücre
Şemseddin Yahya adlı bir oğlu olduğunu anlıyoruz.
Eserleri :
, MESNEVİ.
Mesnevi tarzında yazılan ve Mevlânâ tarafından birçok vasıflarla övüldüğü halde yazıldığı tarzdan başka bir ad vermediği bu eser, 25618 beyittir ve altı cilttir. Dünyanın hemen bütün dillerine çevrilen ve Şark- Islâm edebiyatında, üstün bir yeri bulunan Mesnevî’ye birçok şerhler de yazılmış ve bu eserden antolojiler yapılmıştır.
DÎVAN-I KEBÎR.
Yirmi bir bin beyti aşan gazellerle 1791 rubaiden meydana gelmiştir. Vezinlere göre alfabetik tasnife tâbi tutulmuş, bu suretle yirmi bir ayrı divandan meydana gelmiştir. Merhum Reynold A. Nicholson, Dîvân-ı K e- bir’den 48 şiirin metnini ve tercümesini bas tırmıştır (Selected poems from the Dîvânı Shamsı Tebrîs, Cambridge At the Univer- sity Press, 1898).
Divan’dan seçilen 107 rubai, Hasan-Âli Yücel tarafından türkçeye çevrilmiş ve Mev- lânâ’nın renkli bir minyatüriyle, 1932 de, Remzi Kitabevi tarafından bastırılmıştır. Âsaf Hâlet Çelebi de 276 rubaisinin terce- melerini, asıllariyle neşretmiştir (Kanaat K. 1944). Tarafımızdan yapılan 210 rubainin tercümesi, «Seçme Rubailer» adiyle 1945 te, Millî Eğitim klâsik yayınları arasında yayın lanmıştır. 1314 te 1642 rubaî, Veled Çelebi tarafından toplanmış ve İst. da Ahter mat. da bastırılmışsa da bu rubailer arasında Mevlânâ’ya ait olmıyanlar da vardır.
MEKTÛBÂT.
Mevlânâ’nın, toplanabilen mektuplarıdır. Bâzı yazmalarda adı «Kitâb-al-Tarassul li-1- Tavassul ilâ-l-tafaddul» dur. Dr. Feridun Nafiz Uzluk tarafından 1937 de, İst. Sebat Basımevinde, tâbiin bir ön-sözüyle bastırıl mıştır.
MECÂLİS-İ SEB’A.
Mevlânâ’nm yedi vaazıdır. Metinleri ve kitapçı rahmetli Hulûsi tarafından Türkçeye
tercümeleri, 1937 de Dr. Feridun Nafiz Uzluk tarafından İst. da Bozkurt Basıme- vinde bastırılmışsa da tercümeler, pek yan lıştır.
FÎHİ MÂ-FÎH.
Mevlânâ’nm, sözlerinin not edilmesinden meydana gelmiştir. Çok dikkatle hazırlanan ve değerli notları ihtiva eden bu eser, Üstad Firuzan-fer tarafından, 1330 şemsî hicri yılın da, Tahran Üniversitesi yayınları arasında yayınlanmıştır. Rahmetli Ahmet Avııi Ko nuk tarafından Türkçeye çevrilmiştir kı bu nüsha, vasiyeti mucibince Konya Müzesi kütüphanesine gönderilmiştir.
Bunlardan başka, Mevlânâ’ya daha bâzı risaleler atfedilmişse de bütün bunlar uy durmadır.
II
Mevlânâ, tasavvufun «Vahdet-i Vücut - Varlık birliği» inancını temsil edenlerden dir. Bu inanca göre Tanrı, hiçbir kayıtla kayıtlanamıyacak mutlak varlıktır. Mutlak varlığın zâtî iktizası zuhur etmektir. Bu ba kımdan varlık, her an, varlık suretlerini iz har eder ve bütün kâinat, onun zuhurundan başka bir şey değildir. Hiçbir şeyin, mutlak varlıktan ayrı bir varlığı yoktur. Denizin dalgaları, nasıl denizden ayrı bir varlığa sahip değilse ve nasıl dalgaların çıkıp bat ması, denize bir fazlalık, bir eksiklik ver mezse varlık sûretlerinin zuhuru, yahut mutlak varlıkta yok oluşu da mutlak var lığa bir fazlalık, bir eksiklik vermez ve ayni zamanda mutlak varlık, mukayyet bir sure te, muayyen bir zaman ve mekân içine sığamıyacağı için esasen olayların, oluş anla rına göre kıyaslanmasından doğan ve var olan şeyden meydana gelen ve bu yüzden de tamamiyle zihnî, mücerred ve izâfî birer mefhum olan zaman ve mekân kayıtlariyle kayıtlanmış varlık suretlerinden hiçbiri, onun aynı ve tümü olamaz. Zuhur âlemi, zâtî bakımından hiçbir sıfatla mukayyet ol- mıyan mutlak varlığın, var olan şeylerin istidadına göre aldığı sıfatlar âlemidir ve bu âlem, her an mutlak varlıktan zuhur eder ve gene mutlak varlığa döner. Böylece akan bir nehrin her an, yeniden yeniye var oluşu gibi kâinat da her an, yeniden yeniye değişip duran daimî bir oluş âleminden iba rettir. Hattâ bu yüzden bâzı sûfîlere göre âlem, zât bakımından olmamakla beraber zuhur bakımından mutlak varlıkla beraber dir ve kâinatın önü ve sonu yoktur. Gene bu yüzdendir ki bâzı sûfilere göre dünya, madde âlemidir, ahiret, madde şeklinde gö rünen ve bâzılarmca maddeyle kaim olan kuvvet âlemidir; melekler de kuvvetlerdir. Alemdeki varlıkların her biri, mutlak varlı ğın bir sıfatını gösterir, insandaysa bütün sıfatlar vardır ve bu bakımdan âlem, âdeta bir kalıptır, insansa bu kalıbın ruhu. Fakat insanların içinde tek bir insan da, kendisi ne nisbetle bir kalıba benziyen insanların
canıdır ve bu, kendisini mutlak varlıkta yok etmiştir, onun varlığiyle var olmuştur.
Kaynağını eski Hind - İran ve Yunan felsefesinden alan, yeni Eflâtuncularla bes lenen, şekilleşen, İsmâîlîlerle daha maddî ve hayatî bir şekle bürünen ve bütün bu geliş meler esnasında İslâm filozoflarının, varlık birliğine inanan ve din bilgilerinde olgun laşmış bulunan sûfîlerin, felsefeyle tasavvu fu yoğuran bilginlerin çeşitli tevilleriyle is- lâmîleşen tasavvufa, kalıplaşmış ve mistik bir felsefedir diyebiliriz. Bu inancı benim- siyenin de, inancına bir hususiyet verebil mesi pek güçtür. Ancak pek büyük sûfîler,
tasavvufa meşreplerinin tesiriyle bir veçhe verebilmişler, fakat esas bakımından bir ori jinalite gösterememişlerdir.
Bu başlangıçtan sonra Mevlânâ’nm ta savvufunu tahlil edebiliriz :
Mevlânâ, reel bir görüşe, tenkitçi bir zihniyete, hudutsuz bir insan sevgisine, sı nırsız bir dünya ve yaşayış aşkına sahiptir. Ona göre daimî bir savaş ve daimî bir oluş sahnesi olan Kâinat, daima iyiye, güzele, gerçeğe ve hayra doğru gümededir. Eskiler, yıpranıp yok olmadadır, yerlerine yeniler ve daha iyiler gelmektedir.
Mevlânâ’ya göre dünya, para, pul, ço luk, çocuk değildir. Terkedilmesi gereken ve kötü olan dünya, gerçekten haberdar Ol mayıştır. Göklerden, kuvvet âleminden mad de âlemine gelen, maden, nebat ve hayvan âlemlerinden de süzülüp ananın, babanın yediği şeylerle duygu ve düşünce, akıl ve gönül olan, insan varlığına gelen ve nihayet kısandan doğan varlık, yani insan, kâinatın ruhudur ve boyu, bir hamur teknesi kadar dır amma arştan da üstündür, her şeyden de.
Mevlânâ’ya göre varlık birliğine ulaş mak, bu inançta gerçekleşmek, sözle olmaz ve kâinatı kendinde görmek, sûfîlerin ço ğunda olduğu gibi yokluk adına sonsuz bir benliğe bürünmek değildir; ferdiyetten ve fertçilikten geçmek, bütün kâinata yayıl maktır. Bu bakımdan da irade ve ihtiyarı reddeden, insandaki cüz’î iradeyi, külli ira denin bir zuhurundan ibaret gören sûfîler-
den, yahut iradeyi tamamiyle yok bilen, yahut da insanda, mutlak bir irade ve ihti yar kabul eden mezheplerden tamamiyle ayrılır. Ona göre eli titriyen bir adamın ha reketiyle yazı yazan bir adamın hareketi, tamamiyle ayrıdır. Bütün mânasiyle ferdi yetinden geçmiyenlerin irade ve ihtiyarı red dedişleri, yalandır, kendilerini aldatmadır. Fakat ferdiyetinden geçen kişinin her ha reketi, tümün hareketi demektir, onun işi, gereken iştir; bu bakımdan onun irade ve ihtiyarı, kendinin değil, tümündür, toplulu ğundur. Bu inancın mantıkî son ucu olarak da o, dünyayı bir sebepler âlemi olarak mü talâa eder ve çalışıp kazanmayı, esaslı bir vazife bilir, Tanrıya dayanıp güvenmeyi bambaşka bir şekilde görür ve dayanacaksan der, çalışma hususunda dayan; kazan da sonra dayanca, güvence sarıl ve bütün bu telâkkilerin sonunda da haklı tekit, onca kadere karışmak değildir, bir ödevdir ve mesuliyet, zahirî bir şey değildir, gerçek bir esastır.
Şu pek kısa izahtan da derhal anlaşıla bilir ki Mevlânâ’nın tasavvufu, mistik, ka lıplaşmış uhrevî ve zihnî, rüyalara, hülyalara dayanan bir tasavvuf değil, reel, amelî ve İnsanî bir tasavvuftur ve o, tasavvufa bu- kadar ayrı bir veçhe vermeye muktedir ol muş büyük bir mütefekkirdir.
Mevlânâ, inancım, hayatiyle de başa baş yürütmüştür. Oğlu Emîr Âlim’e bir gün, Kul hüvallah’ı okutmuş, mânasını vermiş ve görüyorsun ya demiştir, o, ne doğmuştur, ne doğurur. Ne anası var, ne babası. Şu halde soyla sopla övünülemez. Bir gün, kızını, hiz metçisini paylarken gören Mevlânâ, ister misin demiştir, fetva vereyim, bütün âlem de ne kul vardır, ne cariye; hepimiz karde şiz. Başına toplananlar arasında büyük rüt beliler azdır ve onun asıl sevdikleri ve asıl onu sevenler, hekimler, ressamlar, müzisi- yenler, mimarlar, dokumacılar, pamukçular, tabaklar, berberler, mimarlar, taşçılar, ma rangozlar, terziler, kasaplar, esnaf ve
tır. Başına toplananların, halk tabakasından olduğunu, kötü kişiler bulunduğunu şikâyet ederek söyliyen Muîneddin Pervâne’ye, on lar, benden iyi olsalardı, ben onlara mürit olurdum demiş, bir gün de Mevlânâ’nm adamlarını öldürmeli de onu, aralarından çıkarmalı dediğini duyan Sâhib Fahreddin’e gıyaben, güçleri yeterse yapsınlar bakalım sözünü söylemişti.
Mevlânâ, kendisini sevenlere, mutlaka bir işle uğraşmalarını tavsiye eder, bu yolu tutmıyan, bir pula değmez derdi ve kendisi de, verdiği fetvalara karşılık cüz’î bir para alır, onunla geçinir, zamane şeyhleri gibi büyükleri ziyaret etmez, meselâ İbn-i Ara
bi’nin oğulluğu ve tarikatinin mümessili Sadreddin gibi saray yavrusu konakta otur maz, köleler, cariyeler, hadımağaları ve per deciler kullanmaz, hem evi, hem medresesi, hem de âşıklar kâbesi olan bir göz yerde otururdu ve öldüğü zaman da borçlu öl müştü.
Bir gün beyler, kendisini ziyarete gel mişler, biraz fazla oturmuşlardı. Kalkıp git tikleri zaman Mevlânâ, dua etmeli demişti, beyler, halkın ve kendilerinin işleriyle uğ raşsınlar da bize zahmet vermesinler. Bu gün de Sultan İzzeddin, emirlerle beraber Mevlânâ’yı ziyarete gelmişti, kapıyı açtırma - mıştı Mevlânâ. Gene bir başka gün, zama nın âdetine uyup ziyaretine gelen, fakat yüz bulamıyan padişah, kalkarken gene zamanın âdetince Mevlânâ’dan öğüt istemişti de Mev lânâ, «ne diyeyim sana demişti, çoban ol de mişler, kurt oluyorsun. Bekçilik et demişler, hırsızlığa kalkıyorsun. Rahman, seni padişah yapmış, sen şeytana uyuyorsun» ve bu söz
ler, padişahı ağlatmıştı. Zaten Mevlânâ’ya göre padişahlık, beylik, ölümdü, halkın sır tına binmekti. O, kul ol da diyordu, yeryü zünde at gibi hür yürü, cenaze gibi halkın sırtına binme. Fakat onlaı-ı şiddetle tenkit eden büyük mütefekkir, aynı zamanda me suliyeti bir taraflı görmüyor, sürünün çobanı diyordu, sürüye lâyık olan kişidir.
Mevlânâ’da sonsuz bir halk sevgisi var dı. Moğol akınım, yeni bir oluş sayan ve bundan sosyal sonuçlar bekliyen Mevlânâ, Moğol kumandanı Baycu’nun Konya ovasına gelişi üzerine halkın müracaatına karşı evini barkını, çoluğunu çocuğunu bırakmış; Bay
cu’nun otağının tam ötesindeki tepede sa- bahlamıştı. Hattâ bu sevginin, bazan marazı, fakat çok içli tezahürleri bile oluyordu. Ilı cada, halkın çekilip gitmesi üzerine cüzam lılar havuza girmişlerdi. Bu sırada Mevlânâ gelince, cüzamlıları menetmek istemişler, fakat o, mâni olmuş, havuza girip yanlarına gitmiş, üstlerinden akan suları avuçlariyle kendi üstüne dökerek onları ağlatmış, Bed- reddin Yahya’ya da :
Halka, Tanrıdan rahmet âyeti olarak geldin, Zaten hangi güzellik var ki senin şanında
değil ? beytini söyletmişti.
Fuhuşla geçinen kadınları bile hoş gö ren, siz olmasaydınız namusluların namusu nereden belli olacaktı ? Ne yaman erlersiniz siz, siz olmasanız erlerin şehvet ateşini kim ler söndürecek diyen, hattâ onların secdesi ne secdeyle mukabelede bulunan, insan, maksadına göre ölçülür; doğan, leş avladık tan sonra neye yarar ve sebzeyi sapiyle tar tarlar diye kötüleri de iyileştirmeye uğraşan Mevlânâ’ya göre fikir, hayra yaradıkça ve insanlara faydalı oldukça değerlidir. Eşeğin deki hurcun bir gözüne buğday, öbürüne kum dolduran bedeviye, buğdayın yarısını öbür göze koysaydın da hayvanın yükü ha- fifleseydi, sen de gideceğin yere daha çabuk gitseydin diyen filozof, doğru bir fikir yü
in bül-aceb k'ender hazan şod âftâb ender-hamet Hûnem be cûş âmed künûn der hûn-ı hod raks-iil cemel
Pek acayip bir şey bu :
Güz mevsiminde olduğumuz halde
birdenbire güneş lıamel burcuna girdi baktım. Baktım, birdenbire ilkbahar oldu.
Birdenbire kaynadı kanım. Neredeyse hani
bulanıp kanıma
bir deve gibi köpürecek,
bir deve gibi oynamağa başlıyacağım.
Bir uzaklaşıp bir yaklaşması kan dalgalarının. Kendinden geçmiş insanla dolu bir ova. Ölümsüz, gözle görülmez bir işret âlemi.
Baktım birdenbire canlandı ölü. İhtiyarlar haktim genç oluverdi. Baktım bakırlar kesildi safi altın. Daha iyisi geldi yerine,
daha güzel geldi baktım şehrimizden aynlanın.
İşret, zevk ve safa sarmış şehrimizi. Elinde bir kadeh var her sarhoşun. Kimi kâm almış, rahat ve âsude. İşrete doğru koşmakta kimi. Gürül gürül süt ırmağı bir yanda, bir yanda güriil gürül bal nehri.
Pek acayip bir şey b u :
Bir şehirde padişah bir tane olurdu, gökyüzünde ay bir tane.
Bu şehir padişahlarla dolu, gökyüzü aylarla, zuhallerle.
Sen haydi koş var git hekimlere, orda işiniz yok de sizin,
orada ne dermansızlık, ne dert var de, orada ne gam, ne kasavet var de.
Orda ne kadı, ne vali. Ne bey, ne beyin muhtesibi.
Dâvalar, düşmanlıklar, kavgalar zaten
denizlerin üzerinde hiçbir zaman yürüyemedi.
Yenileştiren : A. K A D İR
rütmüştür; fakat kendisi, açtır, çıplaktır; düşüncesini amelî sahaya koyamamıştır ve bedevi, bu filozofa, senin fikrin der, kendi
ne bile fayda vermiyor, uzaklaş benden, bırak, ben gene hurcun bir gözüne buğday koyayım, öbürüne kum. Ve Mevlânâ, dün yanın iyileşmesini metafizik kudretten, tesa düften ve talihten beklemez, insandan, insan enerjisinden bekler. Eserinde bekâr odala
rını, mütereddi zevki ve bu zevkin sığınağı olan tekkeleri, dükkân açmış tacirlere ben zettiği şeyhleri, zulmü, tecavüzü şiddetle kınar Sabrı, çalışmayı, iyiliği över, cehen nem gibi, fakat bir anda denizleri kurutup gene bir anda bir dalgada:, bir deniz mey dana çıkaracak, gökleri bir mendil gibi elin de dürüp güneşi bir kandil gibi gök kubbe ye asacak, timsah yüreğiyle arslan gibi
sa-Konya Mevlânâ Müzesinde yatan Mevlevi uluları ve Mevlânanın yakın akrabaları
vaşacak, hattâ ortada kimse kalmasa kendi kendisiyle cenk edecek, fakat sonunda gönül perdelerini sıyırıp gökleri yere indirecek, halkın üstüne inciler serpecek bir sevgili ister; fakat onca metafizik bir olay olan ke ramet. ancak gönüllere akseden ışıktır. Yok sa meselâ bir anda Kâbe’ye gitmenin hiçbir değeri yoktur, çünkü sam yeli de gider ve iki âlemde de olgun kişiyi tanımaktan, gör mekten başka ne bir keramet vardır, ne ol muştur, ne de olacaktır.
Bütün bu fikriyatın neticesinde Mevlâ- nâ’ya göre din, bir gaye değil, insanlık için, uzlaşma için, hattâ maddî ve manevî kayıt lardan kurtulma için bir vasıtadır, bir yol dur ve bu bakımdan dinlerdeki ayrılıklar, ancak gidiş yolundadır ve törenler, ancak düzeni sağlamıya yarar. Gününü, Selçuk padişahlarını övmekle geçiren şair Kaamî. bir gün Hakîm Senâî’nin müslüman olma dığını söyleyince Mevlânâ, Müslüman, sana ve senin gibilere derler. Müslümanlığın yeri mi ? O, iki âlemden de kurtulmuştu, hürdü. Müslümanlık, onun mertebesini görseydi ba karken başından külâhı düşerdi demişti.
İstanbul civarındaki bir papaz, onun dostuydu ve Konya’daki Eflâtun manastırı
nın rahibiyle pek sevişirdi, Rumca şiirleri de olan Mevlânâ’nm, oraya gidip birkaç gece kaldığı da olurdu. Yolda rastladığı bir ra hiple karşılıklı secdeleşmişler, meyhanedeki Ermeni delikanlılariyle aynı tarzda birbir lerine secde etmişlerdi. Onun birçok Rum müridi vardı ve cenaze törenine her din er babı, candan gelen bir istekle, içten gelen bir acıyla katılmıştı. Bu örnekleri, yazımızın hududunu aşmamak için kesmek zorundayız. Ancak, insana secde etmeyi teşri’ eden, mez hepler şöyle dursun, dinlerin üstüne çıkan Mevlânâ’nln, Müslümanlıkta âdeta bir re form yaptığını mutlaka kaydetmeliyiz. Tek kadınla evlenen Mevlânâ, kadını, yaratılmış değil, yaratan sayar ve «Fîhi mâ-fîh» inde, kadının örtünmesinin, gizlenmesinin aley hinde bulunurken bütün eserlerinde ve öm rü boyunca, hayatında insanlığı yaymak, in sanları iyileştirmek, inceltmek ve güzelleş tirmek için, din bilginlerinin rağmma aşkı, müziği ve raksı bir ibadet olarak kabul eder. Onun çevresinde toplananlar da din ve ırk farkı gözetmeden, bütün insanları sevmişler, bütün insanları bir görmüşler ve onun gibi daima taassupla, gerilikle ve ferdiyetçilikle savaşmışlardır. Bu bakımdan :
Bugün Ahmed benim; Ama dünkü Ahmed değil. Bugün anka benim;
Ama yemle beslenen kuşcağız değil.
Ben hâcetler kıblesiyim, Gönlün kıblesiyim ben. Ben cuma mescidi değilim, İnsanlık mescidiyim ben. Ben sâf aynayım,
Sırım dökülmemiş, paslanmamışım. Ben kin dolu bir gönül değilim, Turu Sînâ’nın gönlüyüm ben.
Gönlü sâf sûfîyim ben; Benim tekkem âlem, Medresem dünya benim, Değilim abalı sûfîlerdcn.
diyen Mevlânâ’yı, geri fikirlilerin tutmasına imkân yoktur. Eğer onlar, büyük mütefek kir ve hür insan Mevlânâ’yı, gece kaim, gündüz saim, kerametler gösteren, uçan ve göçen bir velî sanıyorlar da bu yüzden ona sarılıyorlarsa bu da okur - yazar olmadıkla- rmdandır, bu da bilgisizliklerindendir ancak.
MUHİTİ
A S A F H A L E T Ç E L E B İA >TEVLÂNÂ’nın zamanında Moğol akmla- -LVJ-rmın serpintisine uğrıyan Konya’da Selçukîler fiilen değil, ismen saltanat sürü yorlardı. Fakat Konya Türk medeniyetinin mühim âbidelerini ve kültürünü saklıyan diğer talihsiz şehirler gibi harabolmuş de ğildi. Sarayları, süslü bahçeleri, zarif insan- lariyle henüz ayakta idi. Bu bahçelerde sa raya mensup kibar kadınların gezindikleri, pahalı Hind kumaşları, sırmalı -elbiseleri, harikulade atları ile saray adamlarının hâlâ yıkılmış bir haşmetin kırıntıları içinde mağ rur dolaştıkları görülüyordu.
Etraflarındaki muazzam facialardan ders almayı düşünemiyen bu gafil küçük züm renin arkasında da bittabi geniş bir halk kütlesi vardı. Şunu da gözönünde bulundur malıyız ki o zaman Konya ahalisinin çok luğunu Rum unsuru teşkil ederdi. Fakat bunlar şehirden ziyade civarda ve köy lerde idiler. Asıl Konya şehrinin ekseriyeti Türktü; buna Moğol istilâsından kaçan di ğer Orta Asya Türk şehirlerinin halkından oraya hicret edenler de karışınca şehirdeki Türk _ Müslüman unsurunun yekûnu biraz daha kabarmıştı. Bu gelenlerin arasında ta nınmış birçok âlimler, din adamları ve sa natkârlar da bulunuyordu.
Gençliğinde babasiyle beraber Konya’ya gelip yerleşen Mevlânâ da bu mültecilerin ilklerindendi. Öyle zannediyorum ki kendisi gibi birçok badireler görmüş olan bu muha cirlere karşı da hususî bir sempatisi vardı. Annesi tarafından asil bir soydan gelen ve büyük bir âlimin de oğlu olan Mevlânâ’nm hakikatte aristokrasiye lâkayt bulunduğu ka dar tasavvufun çizdiği hudut dışındaki ilim dünyasına da aldırış ettiği yoktu. Müritleri ve şakirtleri arasında en çok Türkler, hattâ bazan avamdan Türkler bulunan Mevlânâ aristokrat ve entellektüel sınıfı kendisine bağladığı gibi Türk burjuvazisini, hattâ avamdan işçileri de ihmal etmiyordu. Ken disinden sonra Ankara ve civarında bir nevi sosyal demokrat cumhuriyeti kurmuş olan ve hususî nizamlariyle çalışan Ahiler teşki lâtının mensuplarından Ahi Ahmet Şah, Ahi Çoban, Ahi Kayser gibi zatlar başlıca mü ritlerinden olduğu gibi debbağ, kâtip, hattat, kuyumcu, ressam, tabip gibi muhtelif mes leklere mensup müritleri pek çoktu. Mevlâ- nâ’nin bilhassa işçi sınıfını ve sanatkârları sevmekte ve takdir etmekte olduğunu Eflâkî tezkiresinin muhtelif hikâyelerinin tetkikin
den anlıyoruz. Selçuk hükümetinin baş ve ziri Emîr Pervane’ye, Emîr Kemaleddin adındaki diğer yüksek bir memur, Mevlâ nâ’nm bu müritleriyle oturup sohbet etti ğini göstererek gizlice :
— Mevlânâ’mn müritlerinin çoğu avam dan !
Dediğini duyan Mevlânâ hiddetle hay kırıyor :
— Bizim Mansurumuz hallaç değil mi ? Ebûbekir (diğer bir mutasavvıf) nessaç (dokumacı) değil midir ? Bir azizimiz de zeccâc (şişeci) değil mi ? Sanatın marifete ne ziyanı var !
Mevlânâ için en büyük ayıp sanatından ve günlük meşgalesinden dolayı birisini ha kir görmekti. Ancak musahipliğine seçtiği
insanlar hangi zümreye mensup olurlarsa olsunlar gayet halûk, son derecede hassas, ruh heyecanına ve olgunluğuna sahip kim selerden olduğu muhakkaktı. Yalnız esnaf tan olanlar değil, en felâketli devirlerini ya- şıyan Selçuk sarayı bile aralarında bulunan bu müstesna fıtretin mâneviyatma sığmıyor, onu kendilerinin kurtarıcısı addediyor, üze rine titriyordu. Belki hiçbir saray o zamana kadar ne bir velînin, ne bir şairin, ne bir
BURADA GİZLENMİŞ
BİRİSİ VAR
Burada gizlenmiş birisi var; eteğimi tutuyor ve önümü kesiyor.
Burada gizlenmiş birisi var. Can gibi, hattâ candan da güzel... Bana bir bahçe gösteriyor ve sara yımın içine gizleniyor.
Burada gizlenmiş birisi var. Gönülden geçen hayal gibi gizli. Yüzünün pırıltısı bütün vücuduma aksediyor.
Burada gizlenmiş birisi var. Şeker kamışında şekerin gizlendiği gibi gizleniyor. Hiç kimsenin göz leri o göz bağlıyan büyücüyü gö rememiştir.
Bütün dünya güzelleri gözüm de değil. Kirpiklerim onun hayal lerine dalmış, kapanmıyor.
(Mevlânâ’nm bir gazelinden)
âlimin bukadar candan bir alâka ve hür metle sevildiğine şahit olmamıştı.
Önce Selçuk sultanı Alâeddin III, daha sonra Rükneddin, ve en sonra İzzeddin Key- kâvûs’la gene Selçuk hükümetinin en bü yük devlet adamı olan, Emîr Muîneddin Pervâne onun hayranları arasında bulunu yordu. Bir gün kendisini ziyaret eden İzzed din Keykâvûs’u :
— Sana ne öğüt vereyim ki, sana çoban lık vermişler, sen kurtluk ediyorsun. «Bek çilik ya p !» diyorlar, hırsızlık ediyorsun; Allah sana saltanat vermiş, şeytanlık işliyor sun !
Diye azarlamış, Sultan da bu sözlerden duyduğu yeis ve ıstırabı ifade için başını açıp oradan ağlıya ağlıya çekilmişti.
Eflâkî’den alman bu hikâye ile buna benzer birçokları onun hakikatte saraya mensup olduğunu değil, belki ve daha doğ rusu sarayın kendisine mensup olduğunu belirtmektedir. O kendisini ziyaret için yal vararak müsaade istiyen padişahlara, vezir lere istediği anda kapısını kapar, en basit, adı sanı belirsiz insanları terbiye ve ıslaha çalışırdı. Müritlerini de daima çalışmıya ve kazanmıya sevkederdi.
Mevlânâ’nm zenâat erbabından seçtiği ve meşgul olduğu insanlar arasında bilhassa Konya çarşısında altın döğücülüğü sanatiyle geçinen Salâhaddin Feridun’la olan alâkası ve onunla ilk karşılaşmasına dair olan menkıbe çok caziptir :
Çarşıdan, dükkânların arasından geçer ken bunlardan birisinden gelen remel vez ninin âhengine uygun vurulan çekiç sesle riyle birdenbire yol ortasında semâ’a baş- lıyan Mevlânâ aynı vezinle irticalen güzel gazellerinden birini okuyor :
«Yeki genci bedîd âmcd der in dükkân-i zerkûbî Zehi sûret zehî ma’nâ zehi hûbî zehî hûbî» «Bu altın döğücünün dükkânında bir hazine göründü. Orada sûret ve mâna var.. Ne güzellik... Ne güzellik!» diye başlıyan bu gazelini okurken kendisini yolda takip eden sadık müritleri de büyük bir hürmetle bu beyitleri kaydediyorlardı. Salâhaddin bu hali görür görmez döğdüğü altının ziyan olacağını düşünmiyerek çekicini vurmakta devam etmiş, bir taraftan da Mevlânâ’ya ya nıp ağlamıştı.
Konyada Mevlânâ Müzesinin giriş kapısı
Mevlânâ’nm Tebrizli Şems’le aralarında ki rabıta ayrı ve çok derin bir bahistir. Mev- lânâ’nın tasavvuf! görüşü üzerinde büyük bir tesir bırakmış olan bu fevkalâde insanın dönüşü olmıyan son gidişini müteakip gene onun memleketlisi olan Salâhaddin Zerkûb’u kendisine başlıca r .ürit ve musahip seçen Mevlânâ bu mütevazı, fakat mistik heyecan larla dolu olan müstesna varlıkta büyük bir ruhî kabiliyet sezmişti. Salâhaddin için de dikodu yapıp cahilliğini ileri sürenler hak kında :
«Onlar hamlıklarından Allahın öyle hâs bir kuluna cahil demişler; bilmiyorlar ki asıl âlim onlardır. Onlar gürül gürül akan ilim çeşmeleridir. Onların ilimleri ademden (yokluktan) gelmiştir» diyor, bütün bu söz lerin hiç birisine ehemmiyet vermedikten maada Salâhaddin hakkındaki iltifat ve hür metini daha artırıyor, bu bâtını rabıtayı bir de zahirî alâka ile kuvvetlendirerek Sa- lâhaddin’in kızı Fatma Hatunu oğlu Sultan Veled’e alıyordu. On sene süren samimî bir anlaşmadan sonra hastalanarak vefat eden
Salâhaddin’in arkasından da Şems’e yaptığı gibi acıklı gazeller ve n jrsiyeler yazmıştı.
Zerkûb’un (altın döğücünün) vefatından sonra Mevlânâ’nm en ileride gelen halife ve musahibi Çelebi Hüsameddin olmuştu. Bu zat bilhassa Mevlânâ’nın en mühim didak tik eseri olan Mesnevî’nin yazılışında yegâ ne âmil ve muhataptı ve notlarını da bizzat tutmuştu. «Çelebi Hüsameddin gayet nazik, terbiyeli, son derece afif ve mütevazıdı. Mümkün olduğu kadar çarşıya, hamama, kalabalık arasında kadınların bulunduğu yerlere uğramazdı.» Bundan maada pek fazla rikkatli ve merhametli bir kalbi vardı. Birisinin hastalığından bahsettikleri zaman hemen hemen o da yarı yarıya hastalanır dı. Mevlânâ’nm önünde daima diz çö küp oturarak kendisine dikte ettiği mesne viyi yazan bu hassas ve değerli zattan son ra Mevlânâ’mn küçük ve sevgili oğlu, ba basının son demlerine kadar yanından ay rılmaz olmuştu. Hakikaten Sultan Veled Mevlânâ’ya lâyık bir oğul olarak, tam mâ- nasiyle onun ruhî terbiyesi altında istediği
gibi büyümüş ve nesilden nesle Mevlânâ’nm sevgisini naklettiren Mevlevîlik müessese- sinin kurucusu olmuştur.
Fakat Mevlânâ’nın bu birinci derecedeki müritlerinden sonra ikinci bir zümreyi teş kil edenleri vardı ki, bunlar sayılamıyacak kadar çoktu. Mevlânâ’nm şöhreti 40 yaşın dan itibaren yavaş yavaş bütün Anadolu’ya yayılmıya başlamıştı. Hürmetkârları her yerde pek ziyade idi ve esasen kendisi de devrinin bütün mütefekkirleri ve âlimle riyle temas ediyor, hepsinin üzerinde çok kuvvetli ve derin bir tesir bırakıyordu. A n cak o devirde Anadolu’da anlaşılan şekilden çok farklı bir tasavvufa doğru gittiği için bu hal dostları yanında biraz da düşmanlarının zuhuruna sebebolmuştu. Mevlânâ’nın bediî tasavvufu yalnız mistik dünya görüşünü şiir le ifade etmekten ibaret kalmıyordu. Yeni bir semâ’ şekli, yeni bir musiki, hasılı yeni bir hayat tarzı ibdâ ediyordu. Bu sebepten mutaassıp muhitlerde de Mevlânâ’ya karşı bir aleyhtarlık başlamıştı.
eserlerin-Mevlânâ'nın sık sık dostlarını görmeğe gittiği Meram'dan bir köşe
deki kuvvet, şahsiyetinin nüfuz ve tesiri, etrafında doğmaya başlıyan muhitin yavaş yavaş büyümesine ve hemen bütün Anado lu’yu kaplamasına mâni olamıyordu. Tabiî dir ki bediî zevkleri itibariyle sanat telâk kilerine daha müsait olan büyük şehirler bundan en ziyade ve daha çabuk müteessir oluyorlardı.
Devrinde kendisine karşı gösterilen hür met okadar ziyade idi ki, artık asıl ismi olan Mehmed Celâleddin unutulmuş, herkes ona : «Mevlânâ!» (Efendimiz) diyordu. Hür- metkârları onun ismini anmayı bile bir hürmetsizlik sayarak ondan bu unvanla bahsediyorlardı.
Celâleddin genç yaşında geldiği Konya- da (Mevlânâ) olmuş ve ihtiyarlamıştı. Kum ral sakalları kırlaşmış, fakat gene de tama- miyle beyazlanmamıştı. Bünyesi fazla has sasiyete ve sinir hâkimiyetine çok müsaitti. Bu sararmış ve zayıf bünyedeki heybet, keskin bakışlı, iri elâ gözlerinin çekiciliği onun nadir şahsiyetlerde tecelli eden bir enerjiye sahip olduğunu her haliyle belli etmekte idi. Bu sebepten kendisini görenler ekseriya önünde başlarını eğmeğe mecbur olduklarını itiraf ediyorlardı. Bu bünye ve simada ihtirasla karışık çetin bir iradenin tezahürleri her an seziliyordu. Bunun için kendisini inkâr eden, aleyhinde bulunanlar bile onu bir kere gördükten sonra birden bire ve şiddetle nüfuzuna kapılmaktan ken dilerini alamıyorlardı. Bu tesirden mütevazı ve alelâde insanlar kadar padişahlar ve vezirler de kurtulamıyorlardı.
Mevlânâ’ya karşı bilhassa kibar muhi tin kadınlarında büyük bir incizap vardı.
Biyâ tâ kadr-i hem-dîger bidânîm Ki tâ nâgeh zi yek-diger nemânîm Gel de birbirimizin kadrini bile lim; çünkü ansızın öleceğiz, birbiri mizden ayrılıp gideceğiz.
Mademki inanç sahibi, g erçek ten de inanç sahibinin aynasıdır, ne diye aynadan yüz çevirm edeyiz ?
Kerem sahipleri, dosta can teda ederler; köpekliği bırak, biz de in sanız.
Okuyup ütürdüğümüz Kul eu- zuleri, Kul hüvallah'ları, ne diye birbirimizi sevm ek için okumayız ?
Garezler, dostluğu karartır, ne diye garezleri atmayız, sürmeyiz gönülden ?
Ben öleceğim diye bâzı bâzı gönlün hoş bir hale gelm ede; niçin ölü ye tapmadayız, neden birbiri mizin canına düşman olmadayız ?
Ölümden sonra barışacaksın, uzlaşacaksın benimle, fakat ömrüm boyunca derdinle sınamalara düşü yorum ben.
Farzet ki şimdi öldüm, uzlaş, barış benim le; çünkü teslim oluşta biz, ölüler gibiyiz âdeta.
Mademki mezarımı öpeceksin, ben, g en e oyum, g el de şimdi yü zümü öp benim.
Gönül, ölü gibi sus artık; çünkü biz, bu dil yüzünden varlıkla töh- m etlenmedeyiz.
Onlardan birçokları kendisine büyük da vetler yapmakta idiler. Bilhassa padişah Rükneddin’in karısı Gömaç Hâtun’un Mev lânâ’ya büyük bir itimad ve muhabbeti vardı.
Mevlânâ, kadın, erkek, padişah veya işçi için ayrı bir tasnif ve değişik bir muamele tarzı kabul etmek istemiyordu. O ancak kendisini takdir eden, anlıyan ve seven kimseleri etrafında topluyor, ancak o kim selerin davetlerini kabul ederek gidiyordu. Buralarda istediği muhiti ve lâyık olduğu alâkayı bulunca kendinden geçiyor, hakika ten lâtif ve şiir dolu mevizalar veriyor, ta savvuftan bahsediyor, bilhassa ney, çenk, rebab ve musîkar gibi aletlerle musiki âlem leri yaptırıyor; bu âlemlerde şiir okuyarak semâ’a kalkıyordu. O zaman gene huşû için de, büyük bir hürmet ve edeple her zaman etrafında dolaşan hayranları onun bu lâtif cezbe içinde söylediği, şiirlerini zapta çalı şıyorlardı. Gene o zaman daveti yapan veya orada hazır bulunan kibar hanımları boyun larından, kulaklarından ve ellerinden kıy metli mücevherlerini koparıp onun ayakla rına atıyorlar, heyecan içinde, belki bun lardan birisini beğenir de alır diye yalvaran gözlerle kendisine bakıyorlar; fakat o, bu atılan, ayaklar altında sürünen mücevher lere bakmıyordu bile... Onun kendi âlemin de solmıyan çiçekleri, güzellikleri ve parıl tıları bu âleminkine benzemiyen mücev herleri vardı. O, gözleri yarı kapalı, bütün bu güzellikler arasında, vecd içinde dönü yor, dönüyor, iç âleminin derinliklerinden doğan en güzel mücevherleri zevkle ve cö mertçe etrafına saçıyordu.
MEVLÂNÂ’ DA TANRI ANLAYIŞI
İ S M A İ L H Ü S R E V T Ü K İ N
M
İSTİK LİK LE ilmin gerçeklik ( réalité) anlayışı, akla kara kadar birbirine zittir. Gerçekten var olan nedir? İlme, akla göre içinde ömrümüzü tamamladığımız şu âlem, gerçekten var olandır. Ne varsa, beş duyumuzun kavradığı bu âlemde var dır. Gerçek (réel) olan ancak bu âlemdir. Mistiğin bahsettiği âlem, duyumlar vası- tasiyle yaşanmadığı, bilinmediği için şaira ne bir hayalin mahsulüdür. Bu takdirde Tanrı, gerçek olmıyan ve sadece ruhları teselli eden muhteşem bir hayalden ibaret tir. Bilgi, tecrübî olduğuna göre, Tanrı varlığının da aklî tecrib konusu olması lâ. zınıdır. Halbuki başka bir bilgi akıl - dışı bir bilgi yoluyla başka bir âlemin varlığı nı temaşa ve müşahade etmiş, yaşamış olan sofi, bizi saran ihsaslar âleminde bir gerçeklik görmüyor. Asıl bu âlemin bir vehm.ü hayal mahsulü olduğunu, ancak ak lımıza ve ihsaslarımıza kıyasen bir varlığa sahip bulunduğunu, ruhumuz, gönlümüz tarafına döndüğümüz zaman gerçeğin bu âlemin dışında kaldığını, daha ileri bir ifade ile söyliyelim, bu âlemin yokluktan ibaret olduğunu beyan ediyor.Tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde gerçek ilhama mazhar olmuş ve gerçek fenayı zevk etmiş olan mistiklerde varlık (vücut) meselesinin sırrı tecrübede ana mihveri teşkil ettiği görülür. Bir mis tiğin hakikî zevke yükselip yükselmediği de esasen bu varlık meselesini telâkki tar zından anlaşılır.
Hazreti Mevlânâ, varlık ( ontologique) görüşünü izah ederken bakışımızı evvelâ içinde yaşadığımız ihsaslar âlemine çeviri yor, bu âlemin vehim ve hayâlden ibaret ol duğunu ve bunun gerçek bir varlığa sahip bulunmadığını anlatıyor: «Bu âlem, bir rüyadır. Zanna kapılma sen. Rüyada bir el kesilse bile zararı yok. Rüyada başvı kesilse de hakikatte yine başın y erindedir.» (M. C. III. 1729 - 30).
« Hakikatte yok olan şu cihan var g i. bi görünmekte, hakikatte var olan cihan da adam akıllı gizlenmekte. Rüzgâr esti mi toz toprak görünür, uçup savrulur. Rüzgâr görünmez. Toz toprak kendisini gösterir. Rüzgâra perde olur» (M . C. II. 1 2 8 0 -1 ).
« Haddi hududu olmıyanın yanında mahdut olan şey yok demektir. Tarırı’dan başka her şey fânidir. Bu yokluklar yüze perdedir. O leğen altında gizli ışığa ben zer. Hülâsa bu ten başı, o başa perdedir» (M . C. II. 3321).
« Denizi gören göz başka, köpüğü g ö. ren göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen. Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir. Onları deniz ha. rekete getirir. Fakat sen, ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi görmü yorsun. Biz gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıyoruz» (M . C. III. 1270- 72).
Mevlânâ, âlemin ariyet bir varlığa sahip olduğunu ifadede Eflâtunun mağara mi salinden de malzeme almaktadır. « Güneşin
ziyası duvara vurdu, duvar kendinden olmı- yan bir parlaklık, bir ziya elde etti. Ey temiz ve saf kişi neden bir kerpiçe gönül veriyorsun? Ebedî olan bir aslı iste» (M.C. II. 7 0 8 .9 ) .
Bu hayal ve suretler âleminin dışın daki dünya, köpükleri meydana getiren de niz, zamansız ve mekânsızdır. Orada hâ diseler durmuş, dalgalar sükûna kavuşmuş, sıfatlar, isimler silinmiştir. Hattâ hâdise ler hâdis dahi değildir. Mevlânâ kevin dışı âlemi şu sözlerle tanıtıyor :
« içinde T am ı nüvesi olan lâ - mekân âleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hâl? Geçmiş ve gelecek sana gö redir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir. F a kat sen iki sanırsın» (M. C. III. 1 1 5 0 .5 0 - 51).
« Bütün renkten renge girişler, zaman dan meydana gelir. Zamandan kurtulan renkten renge girmekten de kurtulur. Bir zaman, zamandan ve zaman kaydından kurtuldun mu keyfiyet kalmaz. K eyfiyet- siz Tanrı’ya mahrem olursun» (M. C. III. 2075).
Kâinat - dışı âleme bir başka zaviye den de bakmak mümkündür. O âlemin bu utlar - dışı olmaktan başka bir de birlik vasfı vardır. O âlemde birlik bu âlemde çokluk hüküm sürer. Çokluk, birliği giz leyen bir demir perde gibidir.
« Deniz birdir. Eşi ortağı yoktur. İn cisi, balığı da dalgasından başka bir şey değildir. Ona eş, ortak olsun, buna im kân yoktur. Böyle şey, o denizden, o deni. zin pak dalgasından uzaktır. Denizde iki. lik ve ıstırap yoktur. Fakat şaşıya ne söy- liyeyim, hiç. O birlik vasıf ve hâl ba-Azm-i ref.en keıdei çlln ömr-i şirin yâd dâr
Kerdeî esb-i cudâyi ragm-i mâ zin yâd dâr
Bir tatlı ömür gibi gitmiye niyetlendin, ayrılık atma eyer vurdun inadına. Ama bizi unutma, hatırla ama.
Sana temiz dostlar, iyi dostlar, vefalı dostlar yeryüzünde de var, gökyüzünde de var. Eski dostla ettiğin yemini, hatırla ama. Sen her gece ay değirmisini
başına yastık edince yollarda, Dizime yatığtın geceleri, hatırla ama. Sen ey, Hüsrev'i kendine kul, Şîrin gibi bir nice güzeli esir eden. Aşkının ateşiyle tıpkı Ferhad gibi, benim ayrılık dağını delmede olduğumu, hatırla ama. Bir deniz kesilen gözlerimin kıyısında
bir aşık ovasını görmüştün hani;
safran dallariyle, ağustos gülleriyle sarmaşdolaş. Bunu unutma, hatırla ama.
Ey Tebriz'li Şems,
dinim aşktır benim, senin yüzün gördüm göreli, benim dinim senin yüzünle övünür, ey sevgili. Bunu unutma, hatırla ama.
Yenileştiren : A. KADİR