• Sonuç bulunamadı

40 yıldan bölük pörçük anılar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "40 yıldan bölük pörçük anılar"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

7 M illiyet

%

i

c 4

îıbbiyeyi bir ak masam nasıl

bir doktor ölürdüm acaba?..

Cumhuriyet gazetesinin tarihî kapısı ve onun “ Maginot Hattı" gibi bekçisi Tahsin Efendi (üstte). “ Maginot Hattı"nı ancak üçüncü saldırıda aşabildim...

• Kanıma mürekkep kokusu

girdi, matbaaların

mürekkep kokusu.

M ürekkep kokusu koch

basili gibi bir şey. Bir

defa girdi mi bir

daha çıkmaz

H

EP merak etmişimdir, acaba tıb- biyeyi bırakmasaydım nasıl bir doktor olurdum, diye...

Çünkü liseyi bitirdikten sonra, bizim sınıftan bir grup arkadaş tıbbiyeye gir­ dik. Hepimiz doktor olmak istediğimiz­ den dolayı mı? Voo... Sanırım bir kısmımız mesleğimiz hakkında kesin ka­ rar sahibi bulunmadığımız için... O sıra­ lar, üniversiteye girmek imtihanı gerektirmiyor. Lise bitirme sınavından sonra bir de "bakalorya” var. Onu verdin mi, yatılısı bulunan- mülkiye veya Yüksek Mühendis Okulu gibiler hariç, canın hangi fakülteyi çekerse gidip ona kaydını yaptırır, hayat yolunda yürümeye başlarsın.

Biz tıbbiyelilerden bazılarımız birinci senenin bitim inde orayı terkettik, değişik bir hayat yolu tuttuk. Hiçbiri­ mizin sebebi başarısızlık değildi. Lisede hepimiz sınıfımızın iyi talebeleriydik. Ka­ lanlarımız doktor çıktılar. Yurt içinde, yurt dışında parlak isimler yaptılar. Tür­ kiye’nin en ünlü optopedistlerlnden Prof. Dr. Ziya (Kopuk) Sezgin bunlardan biridir.

D e r s le r i a s a n la r ın

b a ş ın d a g e liy o r u z

Benim kanıma, mürekkep kokusu girdi. Matbaaların mürekkep kokusu... Bu mürekkep kokusu, koch basili gibi bir şeydir. Bir defa girdi mi, bir daha çıkmaz.

O yıllar meşhur romanların filme çe­ kilme yılları... Bir yerde gözüme ilişti: Richard Llevellyn’in “ Vadim o kadar yeşildi ki...” si bunlar arasında. Gene te­ sadüfen öğrendim: Film 1943 sezonunda Türkiye’ye gelecek. Oynayanlar Greer Garson ve Walter Pidgeon. Tıbbiyeliler grubundan Emir Kökmen ile ben derslere hiç ilgi duymayanların, o yüzden onları asanların başında geliyoruz. Kitabın Fransızcasını bulmaya, onu tercüme et­ meye karar verdik. Bulduk ve çeviriye başladık da...

Fakat işler tahminimizden çabuk ge­ lişti, yahuz biz işi yavaştan aldık. Kitap kalın bir şey. Biz onun üçte birine gelmişken, filmin gösterilme zamanı yaklaşıverdi. Elimizde ilk müsveddeleri­ miz, Babıâli kitapçılarını dolaşmaya çık­ tık. Kime teklifte bulunduksa hiçbiri ilgi göstermedi. Biz o sıralar Cihangir’de oturuyoruz. Apartman komşularımızdan biri, Akşam gazetesinin ünlü foto muha­ biri Faik Şenol Babıâli’yi iyi bildiğinden onun yardımını istedik. Bizi kitapçı Arif Bolat’a götürdü. Arif Bolat da kitabı bas­ mayı kabul etmedi ama şöyle bir teklifte bulundu: Eğer biz romanı kendi paramız­ la bastırtırsak o bunun dağıtımını üstüne alacak, peşin ödemeler de yapacaktı.

K i t a p k a l ı n , m a s r a f

a ğ ır , b i z d e p a r a y o k

Kitap kalın, masraf ağır, bizde para yok. Hesaplar yaptık: Kitabı üç cilt halin­ de yayınlarsak hem biz, çeviriciler olarak o kadar sıkışmayacağız, hem de bu işe dokuz yüz lira yetecek, ilk kitaptan ala­ cağımız peşin ödemelerle de işin Sonunu getiririz. Ama o sıralar, 1942- 43’lerde dokuz yüz lira çok para... Neyse, Faik'i de ortak aldık, üçer yüz lira bulduk, Faik ucuz matbaalar, borca kâğıt sağladı. Birinci cildi çıkardık. Gazetelere ufak ilânlar verdik. Arif Bolat kitabı dağıt­ tı. Üzerinde ismim yazılı kitabı kitapçı vit­ rinlerinde ilk gördüğüm güm kalbim du­ racaktı.

Birkaç gün sonra, kalbinin durma sırası Arif Bolat’a geldi. Kitap daha çıkar çıkmaz kapışılmıştı. Kitabın ilk cildinin

ikinci baskısını yapmayı ve ötekilere devamı kendisi üstlenmek istedi. Bu se­ fer biz reddettik. Ömrümüz artık matbaalarda geçiyordu.Tashihleri, sayfa şekillerini kendimiz yapıyor, her şeye biz nezaret ediyorduk. Filmin çıkışıyla kita- bın_ yayını aynı zamana rastladığından “ Vadim o kadar yeşildi ki. ” Türkiye'nin ilk “ best-seller = en çok satan k ita p la ­ rından biri, belki de birincisi oldu.

"Vadim O Kadar Yeşildi ki..."nin kapa­ ğı. Yıl 1943, ben 19 yaşındayım ve ismim bir kitabın kapağında. Az kaldı kalbim duruyordu.

Her birimiz birkaç bin lira para kazan­ dık. 1943’te, 19 yaşındaki bir çocuk için inanılmayacak servet. Ancak asıl önem­ lisi, o karşı konulmaz mürekkep kokusu içime dolmuştu. Faik Şenol’dan beni bir gazeteye kapılamasını istedim. Faik çok nasihat etti. Aklımı mı kaçırmıştım?

Fakat o kadar ısrar ettim ki, beni elim­ den tuttu, zamanın meşhur gazetelerin­ den Son Telgrafın Yazı işleri Müdürü Reşat (Şişman) Fevzi’ye götürdü, benim gazeteci olmak istediğimi söyledi. Şiş­ man Reşat bana şöyle bir baktı, bir ay deneyeceklerini, bu sürede para verme­ yeceklerini, ayın sonunda kararlarını bil­ direceklerini duyurdu, istihbarat kad­ rosundan bir muhabiri çağırdı, “ Al” dedi,

“ Bu stajyer delikanlıyla birlikte çalış, bakalım bir işe yarayacak mı?”

Bir ay, gazetenin muhabirleriyle ora­ dan oraya dolaştım. Önemsiz olaylara beni tek başıma da gönderiyorlardı. Yaz­ dığım en uzun haber birkaç satırı geçmi­ yor, çoğu zaman o da yayınlanmıyordu. Herkesin hep beraber gittiği olaylar, ye­ m eli'içm eli olanlardı. Bir de, kız okul­ larının müsamere veya diploma töreni gibi olayları, doğrusu ilgi çekiyordu.

« S e n y ı r t ı k d e ğ ils in ,

v a z g e ç g a z e t e c i l i k t e n »

Bir ayın sonunda Reşat (Şişman) Fev­ zi’nin karşısına çıktım. Dedi ki:

Bak, sen iyi bir aile çocuğusun. Galatasaray’dan mezun olmuşsun. Tıb- biyeye kaydolmuşsun. Bu gazetecilik se­ nin yapacağın iş değil. Gazetecilik yır­ tıklık ister, girginlik ister. Kapıdan kovul- san bacadan gireceksin. Bunlar sana gö­ re işler mi? Sen utanıp sıkılıyorsun. Dedim ya, iyi aile çocuğusun. Lisan da biliyorsun. Arada tercüme yap, istersen. Ama sen gazeteci olamazsın. Vazgeç, bu hevesten...”

Başım eğik, gözlerim yaşlı, yüreğim dolu Reşat (Şişman) Fevzi’nin yanından çıktım.

Çok sonraları, gazeteci olarak üne ka­ vuştuğumda rahmetli Reşat Fevzi beni ne zaman görse “ Ah, çocuk, beni bir ya­ nılttın ki sorma...” diye gülecek, “ Rezil oldum, rezil...” diye takılacaktı.

O sıralar istinye’de, halamın yanında kalıyordum. Akşam vapurda —vapurla gidip gelinirdi— Galatasaray’dan sosyo­ loji hocam, Cumhuriyet gazetesi başya­ zarı Nadir Nadi’ye rastladım. O da Ye- niköy’de oturuyordu. Ne yaptığımı sor­ du. “ Son Telgraf maceramı” anlattım. “ Yaa, demek gazeteci olmak istiyorsun? Reşat Fevzi’nin söylediğinin aksine, bi­ zim senirı gibilere ihtiyacımız var” dedi. Ertesi gün saat ikide gidip kendisini ga­ zetede görmeliydim.

.Gittim. Kapıda, sonradan çok ahbap olduğum Tahsin Efendi vardı. Nadir Beyi görmek istediğimi bildirdim. Nadir Bey gelmemişti!

Akşam aynı vapurda gene Nadir Na­ di’ye rastladım. “ Niçin gelmedin?” diye sordu. Anlattım. Güldü. "Yarın gel. Ben kapıya tembih ederim” dedi. Gittim. Aynı hikâye tekrarlandı. Akşam vapurda ise gene aynı hikâye... Baktım, olacak gibi değil, Tahsin Efendi kolay geçilmiyor. Bu sefer saat birde kapıya dayandım. Na­ dir Bey ikiye doğru geldi. Beni aldı. Bera­ berce Cumhuriyet’ten içeri girdik.

Bu m e s l e k t e n ç ık m a y a

n i y e t i m y o k

Aslında bir gazeteden içeri girmiyor­ dum, gazeteciliğe, o harikulâde mesleğe giriyordum. Bir daha da çıkmadım. Çık­ maya ise hiç niyetim yok. Bu meslekte bir harikulâde kadere sahip olduğumu da söylemeliyim. Tam kırk yılın her günü benim için dopdolu, ama hepsi birbirin­ den değişik, hepsi ötekinden farklı, pek çoğu unutulmaz güzellikte günler oldu. Neler geldi, neler geçti. Kimler geldi, kimler geçti. Şimdi, geride kalan kırk yıla baktığımda, zaman zaman, vaktiyle de görmüş olduğum bir filmi yeniden seyre­ diyormuşum hissini duysam da her bir ^anının kendine göre tatlı veya buruk bir

ayrı lezzeti olduğunu düşünüyorum.

---YARIN:---«CUMHURİYET TE 8 YIL»

Geçmiş zaman olur ki... BabIâli’nin meşhur kitapçısı A rif Bolat Kitabevi şimdi Aygaz bay Udi r...

(2)

7 M illiğe«

BazeteciHkte

M

kazığı“nı

bir defa

yedini...

t’lîP n tf» f arrû3*hvar ile mülakatta. Prenses de benim İkinci paparamın sebebini

teşkil etti ve o da ders yerine geçti.

Hsmet Paşa'nın «Ben hiç

hata işlememiş değilim,

ama aynı hatayı iki defa

işlememişimdir» dediğini

duym uşum dur. Bazen

yüksek sesle

«Ben de Paşam,

ben de...» dem işimdir

C

UMHURİYET gazetesinde sekiz sene çalıştım. 1943 ile 1950 ara­ sında BabIâli’deki binadaydım. 1950'den itibaren Oç yıl kaldığım Pa­ ris’te, 1951’e kadar gazetenin Batı Av­ rupa muhabirliğini yaptım. Fakülteyi tıptan edebiyata nakletmiştim. Onu bi­ tirdim. askerliğimi tamamladım. Paris’­ teki de, talebelik ile gazeteciliğin bera­ ber gittiği bir yaşam oldu. Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde son imtihanımı verdiğim gün vapurla Türkiye’ye dön­ mek üzere Viılefranche’a indim. Dünya- mn en keyifli yaşamı nedir diye bana sorarsanız, Paris'te talebellk-gazeteci- llk karmasıdır derim. Hele yaş, otuza yaklaşırken...

1954 ise, Ankara’da “Akis döneml”- nin başlangıcıdır. •

Cumhuriyet'te her işi yaptım. Nadir Bey’in beni teslim ettiği Yazı İşleri Müdürü rahmetli Feridun Menteşeoğlu istihbarat odasına götürdü, istihbarat şefi rahmetli Fuat Duyar’a devretti. O da, staj için “Uman ve Gümrük Mahfi- li” ne bakan rahmetli Ceiıdl Şahingiray’a verdi. Sonra, Menteşeoğlu’nun yerini rahmetli Cevat Fehmi aldı. Onun yanın­ da gündüzleri rahmetli Ahmet Ihsan, geceleri rahmetli Nazım Ulusay çalışır­ dı. Biz, istihbarat olarak Ahmet Ihsan’a bağlıydık.

Bu n e k a d a r çok

r a h m e t l i

Yarabbi, kırk sene içinde bu ne kadar çok “rahmetli”... Acaba o devir gazeteciliğinin meşakkatli olmasından mıdır, bu? Çünkü ben işe başladığımda bunların hepsi genç veya orta yaşlı insanlardı.

ı, meşhur Marie Beel. Ama benim

zetecilik dönemimde geldiğinde minin sadece mihrabı yerindeydi.

O zaman istihbarat kadrosu “mahfil” denilen kesimlerden, oluşurdu. İktisat mahfili, polis mahfili, adliye mahfili, vilâyet ve belediye mahfili, maarif mahfili gibi... Birde “Beyoğlu mahfili” vardı. Onu bana verdiler. “Beyoğlu

mahfiirnin işi gelen giden yabancılar,

büyükelçiler, siyaset adamları, hatta sanatkârlardı. Onlar yakalanır, onlar­ dan demeçler alınır, özel mülâkatlar yapılır, fotoğraflar çekilirdi. “Beyoğlu

muhabirleri” büyük gazetelerin lisan

bilen, "prezantabl”, becerikli ve açık­ göz muhabirleri arasından seçilirlerdi ve harp yıllarında bu mahfil en önemli ve ilginç mahfildi. Kral Abdullah’tan Von Papen’e, Prenses Dürrüşehvar’dan

Marle Bell’e çok ünlüyü o işi yaptığım

üç dört yıl İçinde tanıdım. Övünmek gibi olmasın ama, Beyoğlu muhabir­ lerinin en önde geleniydim.

Beyoğlu muhabirlerinin haber kay- naklannın başında Park Otel gelirdi. O zaman İstanbul’un en gözde oteli oydu. Belli başlı yabancılar oraya inerlerdi.

Park Otel'ln resepsiyonundakllerle ah­ baptım. Sonra oraya, bizim idareyle hayli cenkleşerek bir de bedava gazete göndertmeye başladım. Tabiî, çok maK- bule geçti. İnsanlar kendilerine “ bedava” verilen her şeyden pek hoş lanıyorlar. Sirkeci Gan’nda, Galata’- dakl yolcu salonunda ve Haydarpaşa Garı’nda daadamlartmvardı! Benim sa­ hama giren "geien-giden yabancılar” ! ânında haber alıyor, tâbir caizse kuş uçurtmuyordum. Bu merkezlerden sade­ ce Park Otel’e hemen her akşam mutlaka uğruyor, rezervasyon listesine de bakı­ yordum. İlginç bir kimse listede varsa, ona göre tertibat alıyordum.

1940’larda Yeşilköy o kadar canlı de­ ğildi. Hele, harp senelerinde... Gidiş ge­ lişler ya havadan, ya denizden oluyordu, işi çabuk kavramıştım.

Ç o c u k a m a n e

ço cu ğ u ?

O halde bana kusur olarak "aile çocuğu” olmamı bulan Şişman Reşat

Cumhuriyet gazetesindeki şefim: Fuat Duzar. Gazetecilikte İlk paparayı da ondan yedim ama bu bana iy i bir ders oldu.

Ağabey haksız mıydı?

Hayır. O da haklıydı, ama Nadir Nadi de... İyi gazeteci olmak için aile çocuğu değil, o... çocuğu olmak elbet­ te ki şart sayılmıyordu. Ne var ki, aile çocukları, ötekilerle başa çıkmakta kolay başarılı olamıyorlardı. Bu yüzden gazetecinin kalitesi, Nadir Nadl’nin özlediği düzeye bir türlü yü kselm iyo r­ du. Benim meslekte çabuk parlamam onlarla başa çıkmada muvaffak olmam­ dan geldi. Zaten o sıralar BabIâli’de böyle bir yeni devir açılıyordu.

Reşat Fevzi’nin bana nasihatından

neyi kastettiğini çabuk anladım. Bizim vilâyet-belediye mahfiline istihbarat şefi Fuat Duyar bakıyordu. İlk günlerin birinde, bir akşam üstü — o zaman iş saat sekizden evvel bitmezdi— Fuat Bey bir telefon aldı. İçişleri Bakanı, vilâyete gelecek, gazetecilerle görüşe­ cekti. Fuat Bey bir yandan yazılarını yazıyor, bir yandan da, başının üstün­ deki dolapta gûya gizli muhafaza ettiği rakısını içip pastırmasını yiyordu. Bana baktı. Gazetelere yeni girenlerin hepsi­ nin başına geldiği gibi benim de işim yoktu. “Metin, sen gidiver...” dedi ve nereye gideceğimi, ne yapacağımı, hatta ne soracağımı etraflı olarak anlat­ tı.

Kalktım, iki adım aşağımızdaki vilâ­ yete gittim . Kapıcıdan bakanın hangi odaya geleceğini sordum. Bir yer gösterdi. Orava gittim. İçerde orta yaşlı, hırpanice kılıklı iki kişi vardı. Kim olduğumu sordular. “Cumhuriyet gaze-

tesindenim” dedim, bakan için geldiği­

mi söyledim. “Yeni misin?” dediler.

“Evet” dedim. “Fuat neye gelmedi?”

dediler. “ Başka işi var” dedim. Birbir­ lerine bakıp gülümsediler. Bir tanesi

“Bakan buraya gelmeyecek, ben seni onun geleceği yere götüreyim” dedi.

Teşekkür ettim. Bir boş odaya götürdü. Beklememi söyledi.

Birçeyrek... Yarım saat... Bir saat... Ne gelen var, ne giden. Dışarı çıktım, kapıcıdan bakanın ne zaman geleceğini sordum. “Bakan geldi de, gitti bile...” dedi.

Eyvah, yandık! Anladım ki “iyi aile

çocuğu” faka bastırılmıştı. Kös kös

gazeteye döndüm, Fuat Bey’e olanı an­ lattım. Tabiî bir iyi papara yedim. Fuat Bey telefonla haberi başka birinden aldı. Oturdu kendisi yazdı.

Ama ondan sonra, o tarz tuzaklara hiç düşmedim.

Biraz ilerlediğimde bana da “nöbet

günü” konuldu. Ben pazarları çalışma­

yı, hafta içinde tatil yapmayı tercih et­ tim. Bir defa, hafta içinde boş gün daha iyi oluyordu. İkincisi, pazarları gazete­ de kimse bulunmuyordu. Burhan ağa­ beyin — rahmetli Burhan Felek— odası, kütüphane misafir kabulü için pek elverişliydi. Nihayet, o sıralar genç kızların bir âdetiydi, gazetede ismi bi­ linmeye başlananlara "muzip telefon­

lar” gelirdi. Hele sizin pazar günleri

çalıştığınız bilinirse, bunların aboneleri çıkardı. İsim vermezlerdi, bazen saat­ lerce tatlı tatlı konuşulurdu. Aslında bunların çoğunu teşhis etmeye muvaf­ fak olmuştuk ya... Böyle rahatlık ancak pazar günleri vardı.

Bir pazartesi sabahı, Ahmet Ihsan Bey beni çağırdı. Bizim gazetenin birin­ ci sayfasındaki bir haberi gösterdi. İs­ tanbul’da bulunan Prenses Dürrüşehvar — son halifenin kızı ve Haydarabat Nizamı'nın karısı— İnönü ailesini Savarona yatına giderek ziyaret etmişti.

« H e m d e 1 0 lir a

p r im a lm ış »

Haber benim değildi. Halbuki, benim olması gerekirdi. O pazar ben çalışmıştım. Ahmet Ihsan Bey’den bir güzel fırça yedim. Bir arkadaş, istih­ barattaki “en İyi arkadaş”larımdan biri, haberi tesadüfen almış, benim gazete­ den çıkmamı beklemiş, ben çıktıktan sonra Ahmet Ihsan Bey'e telefon edip bunun gazetede bulunup bulunmadığı­ nı sormuş. Ahmet Ihsan Bey bulunma­ dığını söyleyip “ Aman gel de, sen yaz” dediğinde “Canım, bu Metin de ne

yapar?” diye bir kılçık atmayı da ihmal

etmemiş ve gelmiş, bunu yazmış. Hem aferin, hem de on lira prim almış.

Halbuki âdet, “İyi arkadaşlardın, bir haber aldılar mı, onu o gün çalışan nö­ betçi arkadaşa duyurup “Sen takip et” demeleridir.

Gazetecilikte bir de “dost kazığı”nın bulunduğunu o olayda öğrendim, on­ dan sonra “dost kazığı”nı da bir daha yemedim.

Çok daha sonraları ise, İsmet Paşa’- ya damat olduğumda ondan “Ben hiç

hata işlememiş değilimdir, ama aynı hatayı iki defa İşlememişimdir” dediği­

ni duyduğumda bazen içimden, bazen yüksek sesle “Ben de Paşam, ben

de...” demişimdir.

-YARIN:-GAZETECİ HAYATI

“ Beyoğlu Muhabirliği" günlerinden tarihî bir an: Almanya'ya harp ilân etmemizden sonra ülkesine dönmek üzere Ankara'dan gelen Büyükelçi Franz von Papen’i Haydar-

1

paşa Garı’nda karşılıyorum.

(3)

8 M illiy e t

HABE

Tavsiyem, yalnız gazetecilere değil, her gence, girdiği müesseseyi iyi seç­ mesi, ama ona bağlanıp kalması, adım adım orada yükselmesidir. Ta­ biî bu biraz da şans işidir ve haya­ tımda hep şanslı olduğumu inkâr edecek değilimdir. Reşat — Şişman— Fevzi beni fazla “aile çocuğu” bulma­ saydı veya BabIâli’de ihtiyacın iyi yetiş­ mişlere olduğuna inanan Nadir Nadi beni hocalığından tanımasaydı, her şey tıpatıp aynı şekilde mi gelişirdi, pek sanmıyorum. Ama gene de insanların, yılmamak şartıyla, kaderlerine egemen olabileceklerine inancım kırk yıl İçinde sarsılmış değildir.

Cumhuriyet’te kademe kademe her şeyi yaptım. Daha “Beyoğlu muhabir­

liğim” sürerken tiyatro eleştirileri değil

de, o zamanki deyimle tiyatro “kontran- dü” leri yazardım. M.T. imzasıyla... Hocam Nadir Nadi de N.N. İmzasıyla müzik kontrandülerl yazmaz mıydı? Bu, sonuna kadar sürdü. 1945'te “Beyoğlu

muhabirliği”ni ilk defa İstanbul dışında,

Antakya’da sürdürdüm: General de

Gaulie kuvvetlerinin Vichy kuvvetlerin­

den Suriye’yi devralmalarını Hatay’dan izledim. Sonra sıra “büyük iç röportaj-

lar”a geldi. İstanbul kumarhanelerini

yazdım, bir Türk Kuşu filosunun pırpır uçağı ile bir ay Anadolu'yu dolaştım, her pazar bir güzel İstanbul köşesini manzara gibi resimledim, ancak Cum­ huriyet koleksiyonu karıştırıldığında benim'dahi hatırıma gelebilecek konu­ ları işledim. Yaşar Kemal bana “Sen

benim ilk ustamsın” diye takılır. Çünkü

benim röportajlarımı okurmuş, sonra Cumhuriyet’te o bunları devam ettirt- miş.

Ne tatlı bir anı...

İ h t i l â l mi,

i m t i h a n mı?

Arkadan dış görevler başladı: Yuna­ nistan'daki iç savaşta harp muhabirliği, Suriye’de Hüsnü Zaim ihtilâli, kuruluş yıllarındaki İsrail... Bu Hüsnü Zaim İhtilâli bana üniversitede bir yıla malol- muştur. İhtilâl olduğunda, o gece Şam’a gittim . Halbuki ertesi sabah bitirme imtihanlarından biri vardı.

“İhtilâl mİ, imtihan mı?” sorusuna,

mesleğimi zaten seçmiş bulunduğuma göre ne cevap vereceğim elbette ki, belliydi. İmtihan her sene vardı. San­ mıştım ki, ihtilâl Suriye’de bir defa vardır.

Yanılmışım. Ben gidinceye kadar

— bir gecede— kendisini albaylıktan

mareşalliğe terfi ettirtmiş bulunan, mükemmel Türkçe konuşan Zaim bir­ kaç ay sonra öldürüldü ve Suriye’deki askerî ihtilâller zincirinin sadece İlk halkasını teşkil etti.

Biraz daha geçtiğinde yazı işleri müdürü Cevat Fehmi’nin muaviniydim. Cevat Bey’den çok şey öğrendiğimi de söylemeliyim. Cevat Fehmi meşhur

« H a y a t t a

h ep şanslı

o l d u ğ u m u i n k â r

e d e m e m »

Anadolu’yu bir ay boyunca Türk Hava Kurumu'nun ufak uçaklarında, ama çok güzel bir ekiple dolaştım. Uçucularımız arasında Sabiha Gökçen ile ünlü paraşütçü Yıldız da vardı...

bunları düzeltmeye, Türkçelerini iyileş­ tirmeye, sentakslarını doğrultmaya ça­ lıştım. Baktım, hem korkunç zaman alıyor, hem de pek olmuyor. Oturdum, bunları kendim yeniden yazmaya baş­ ladım. Başta korktum, ünlülerimiz kıza­ caklar diye...

Aaa, ünlülerimiz bir memnunlar, bir memnunlar ki... Telif ücretlerinin fişini ben yazıp, imzalardım. Bir tanesi “ O

benim yazım değildi” demedi.

G a z e t e c i l i k ile

ö ğ r e n c ilik

Belki, kendileri de okumuyorlardı. Bu yedi yılın, hayatımda ağzına kadar dolu yıllar olduğunu ilâve etmeli­ yim. Hele, aeceleri çalışmadığım dö­ nemlerde... İstihbarattayken sabah on civarında gelinir, görev defteri okunur, görevlerin yerine getirilmesi için dağılı- nırdı. Ben gündüzleri hem o işleri yapar, hem fakülteye giderdim. Fakülte öğrenci derneğinin en buhranlı bir yılın­ da bunun başkanlığını benim başıma sardılar, onu da yürüttüm. Zaten

“der-dizinin resimlemesini de o yapmakta­ dır. Sekizden sonra, Babıâli gelenekle­ rine uygun şekilde çıkardık, gezerdik, tozardık. Selahaddin’in bahriyeli arka­ daşları grubun bir ağırlığını oluşturur­ lardı. Bayar’ın son başyaveri Faik

Taluy, Kolejli Fethi Gürel, Denizaltıcı Faik, Kemal, Mühendis Sedat... Hep,

bahriyeliler. Pek ender de, Bülend

Ulusu. O, daha çok ders çalışırdı

galiba.

Gidilen yerlerin başındaysa Tünel'- deki Mazarik gelirdi ve Hristaki’den Bomonti’deki Ideal’e, Hıdivyal Palas’ın üstünden Bohem’e bütün tavernalar. Geceler genellikle Taksim Gazinosu’- nun pavyonunda biterdi. GalatasaraylI müdür Leblebi Mehmet’in Selahaddin ile bana yaptığı “Galatasaraylılık indi­

rimleri” pek makbule geçerdi. İyi çalı­

şırdık, iyi eğlenirdik.

Ne günler... Ama, ne de geceler... Yaş ise, 20’ler!..

YARIN:---ATLATMALAR DEVRİ

Akşamları en çok gittiğim iz yer Beyoğlu'ndaki Mazarik'ti. Burası adını, viyolonsel çalan Çek sahibinden alıyordu. İşte bir Mazarik gecesinde Foto Selahaddin Giz, Foto Faik Şenol ve ben.

Ik maaşım 75 ¡raydı

K

IRK senelik gazetecilik haya­ tımda benim üç dönemim oldu: Cumhuriyet dönemi, Akis dö­ nemi ve serbest yazarlık dönemi. Bu son dönem iki gazete arasında bölün­ dü: Milliyet ve Hürriyet. Herhalde İş, bitene kadar öyle gidecek. Başka yerle­ re de yazdım ama, onların meslek yaşa­ mım üzerinde bir vurgusu olmadı. Çoğu vakit, malî zaruretlerin icabıydı.

Liseyi b itird iğ im sene-1942- Istanbul’da “ L’lstanbul” adlı Fransızca bir gazete çıkıyordu ve çıkaran Robert Guyon bizim Fransızca ve felsefe hoca­ mız Larroumets’nin arkadaşıydı. Bunlar Vichy hükümetini tutarlardı. Ben, Larroumets’nin bizim sınıftaki en iyi öğrencisiydim. Okulu bitirdiğim yaz gazeteye Fransızca olarak Türk edebi­ yatını tanıtan yazılar yazmamı istedi: Yazı başına iki buçuk lira para verecek­ lerdi. Melek Sineması’nın talebe girişi­ nin 25 kuruş olduğunu düşünürseniz, hiç fena değildi. “ Sineklibakkal” ı yaz­ dım, “ Yaban” ı yazdım, "Fehim Bey ve Biz” i yazdım, Yahya Kemal’in şiirlerini yazdım. Bunlar bana bir Abdülhak Şinasi Hisar'dan, bir Yahya Kemal’den, ikisi de Park Otel’de birer y«mek sağla­ dı. Onlarla bir masada, hem de onların davetlisi olarak yemek yemek... İnanı­ lacak şey değildi.

1943’te Cumhuriyet’te başladığımda maaşım 75 liraydı. 1951'de onunla iliş­ kilerimiz bittiğinde 200 lira olmuştu. Sanırım bugün gibi o gün de Cumhuri­ yet BabIâli’de, çalışanlarına en yüksek ücreti ödeyen gazete olarak bilinmiyor­ du. Buna karşılık o günler en büyük, en ciddî ve haberlerine en ziyade güvenilir gazeteydi. “Cumhuriyet yazdıysa, doğ­

rudur” inancı yerleşikti.

Bu sekiz yıl içinde bana, Cumhu­ riyet’te aldığımdan iki, hatta üç misli maaş,çok teklif edildi. Hiçbirine bak­ madım. Çünkü o vakitler Cumhuriyet b ir “ ekol” dü. Orada öğrendiklerim bana bunların çok fazlasını sonradan şan, şeref, şönret ve para olarak da getirdi. Benim “ Akis” ten de, daha fazla ücret için hemen hiç kimse ayrılmadı. Akis de bir ekoldü.

>8 yıllık «Cumhuriyet»

döneminde başka

gazetelerden üç misli

maaş teklif edildi...

H iç birine bakmadım.

Orada öğrendiklerim bana

daha sonra şan, şeref

şöhret ve para da getirdi

(İnsanların yılmamak şartıyla

kaderine egemen

olabileceklerine inancım

40 yıl içinde hiç sarsılmıs

decıildir

hikâyedeki, bildiği kırk oyunu çömezi­ ne öğreten, fakat kırkblrincisini daima kendisine saklayan bir basın pehlivanı idi.

O sıralar Cumhuriyet’in itibarlı özel­ liği, ikinci sayfadaki, en ünlü kimselere yazdırtılan orta sütun makaleleriydi. Bunların yayına hazırlanmasını Cevat Bey bana verirdi. Çok geçmeden bunun nedenini anladım: Cumhuriyet’in en zor işi buydu. Çünkü ünlülerimiz Türkçe yazmasını bile bilmiyorlardı. Önce

Yaşar Kemal bana, "Sen benim ilk us­ tam sın" diye takılırdı...

nekleri buhrandan kurtarmak” operas­

yonu benimnasibim oldu. Paris’te bir yıl öğrenci derneği, 27 Mayıs’tan sonra Ankara’da bir yıl Ankara Gazeteciler Derneği Başkanlığı görevlerine getiril­ dim. Katarları raya koyduğumda, ayrıl­ dım.

Gazetenin istihbarat servisinde iş, geceleri sekizde biterdi. Daha ilk günden, GalatasaraylI foto muhabiri

Selahaddin Giz ile çok hoş bir arkadaş­

(4)

8 M illiy e «

1945

*e kadar gazetede

ismim pek çıkmazdı

‘Mm

m m

som

f a m '

En iyi arkadaşlarım

arasında Vatan'dan

Faruk Fenik,

“Beyoğlu m uhabirliği" görevlerinden biri: Cumhuriyet Bayramı balosunda bulunmak. 1940’larda bunlarda Irak mecburiydi. Sağ baştaki Foto

Sela-haddin’inki derleme, benimki kiralıktı. Sol baştan ikinci Feridun Paşa, ya­ nındaki eşi Masume Hanım'dır...

Tasvir'den de Kadri

Kayabal vardı. Çok iyi

arkadaştık ama, iş

sırasında birbirimize

acımamız yoktu

1

1945'ten sonra

önemli olayları takip

etmeye başladığımda

gazetecilik yapm am

zevkli hal aldı. Artık

"atlatm ak" ve

"atlam am ak" çok

m ühim di

l û ü f l 11 y,llarda gazeteler dört I S p i f f U sayfa, yani iki yaprak ola­ rak çıkardı. Bazı günler altı sayfaya izin vardı. Ancak bu yılla­ rın sonlarında sekiz sayfa da çıkabilme' imkânına kavuşuldu. Yani, yazı yayın­ lamak için fazla yer yoktu. Zaten gaze­ telerin kadroları da öyle bugünkülerle kıyaslanacak gibi değildi. Şimdi düşü­ nüyorum da, Cumhurlyet’in istihbarat kadrosunda 8-10 muhabir, iki fotoğraf­ çıydık. Musahhih denilen düzeltmenler ikiydi. Yazı işlerinde, “mutfak” denilen kısımda dört beş kişi çalışırdı. Günlük yazarlar da üç dört taneydi.

Hepsi, bu.

Cumhuriyet’te “lstihbarat”ın şehir haberlerine ayrılan yer ikinci sayfaday­ dı ve tek bir sütundu. Bu sütuna haber sokabilmek için olayın ilginç olması, iyi ve kısa yazılması lazımdı. Biz yazıla­ rımızı müdür muavini Ahmet Ihsan (Ih­ san ağabeyj’e verirdik. O istediği gibi bunları şekillerdi. Zaten pek çoğu se­ pete giderdi. Ertesi gün yazılarımızı gazetede görmeyince tabii üzülürdük ama şevkimiz kırılmazdı. Hele biz genç gazeteciler daha bir kızışırdık.

Ihsan ağabey ömür bir insandı. Bü­ tün kendi kuşağı gibi, fazla tahsilli de­ ğildi. Bir gün gazetenin küçük patronu rahmetli Doğan Nadi, “Bizim Afif Tek-

taş’ın hanımının sergisi var. Bayan Afif Tektaş’ın sergisi diye bir habsr yapın”

demiş. Ertesi gün haber “Bayan Afife

Tektaş’ın sergisi” diye çıktı. Doğan

Bey, Ihsan ağabeyi haşlamış. Ihsan ağabey bu sefer Bay’ı , Bayan’ı kaldır­ mış. Haber “Afif Tektaş’ın sergisi” ol­ du. Doğrusu ancak üçüncü denemede yazılabildi.

Ama her gün gazeteler sıkı bir şekil­ de elden geçirilir, nenin “atlanıp” nenin “atiatıldığı”na bakılır, tedbirler alınır, atlatanlar tebrik edilir, atlayan­ lar azar işitirlerdi.

H a b e r a t l a y a n l a r

a z a r Iş lt ir d i

Yazarın ismi ancak “röportajımsı” haberlerin altına konulurdu. Bunlar ge­ nellikle birinci sayfadan başlar, isim devam sayfasındaki yazı sonuna sivri­ sinek kadar harflerle girerdi. Üstelik, imzalı haber yazmak fırsatı kolay veril­ mezdi. Buna karşı bazıları çare bul­ muşlardı: Fotoğraf çekilirken başlarını uzatırlardı.

Benim ismim gazetede 1945’e kadar pek çıkmadı. 1945 ile 1947 arasında boy göstermeye başladı. Yazılar önce şe- hiriçi röportajları, ilginç mülakatlardı. İçinde, haberin dışında, benden de bir şeyler bulunurdu. Meselâ, harbin b itti­ ği gün konuştuğum diplomatlar arasın­ da Vatikan temsilcisi Monsenyör

Ron-calli de vardı. Monsenyör Roncaili Tür­

kiye’de on yıl kaldı. Bir Türkiye aşığıy­ dı. Papa oldu: XXIII. Ciovannl. Papalık sarayında onunla yaptığım ikinci müla­ katı her halde kolay unutacak değilim.

P a p a 2 3 . G io v a n n i

H e g ö r ü ş m e

Papanın yanına girmek için sekiz, on odadan geçiyorsunuz. Her odada sizi b ir’ süre bekletiyorlar. Son odaya geldiğimde, yanında çömeziyle ve viş­ neçürüğü renkli şapkasıyla bir kardinal de girdi. Ona “antişambr” yaptırma­ mışlardı. Fakat sıra bendeydi. Papa beni aldı. İlk yarım saat sadece Tür­ kiye’den konuştu. Bütün arzusunun Türkiye’de gömülmek olduğunu, Papa

olunca buna imkân kalmadığını anlattı. Görüşme süresi olan yarım saat geçti, kapı aralandı ve protokol papazı başını uzatıp İtalyanca bir şeyler söyledi, Pa­ pa başka şey söyledi. Kapı kapandı, biz devam ettik. Türkiye’den tanıdıklarını ı soruyordu. Hayatta olanları, olmayan­ ları... İstanbul Valisi Muhlddin Üstün-

dağ’ı, Başbakan İsmet İnönü’yü Pa­

ris’te beraber oldukları zamanın Dışiş­ leri Bakanı eski Fransa Büyükelçimiz

Numan Menemencioğlu’nu ve başkala­

rını... Hatıralar anlatıyordu. Bir yarım saat de böyle geçti. Kapı gene aralandı, protokol papazı başını uzatıp bir şeyler söyledi, Papa mukabele etti, kapı ka­ pandı. Vatikan’ın Türkiye’de üç rezi- dansı, temsilcisinin oturduğu ikamet­ gâhı varmış: Ankara'da, İstanbul’da Pangaitı’da ve Büyükada’da. Kendisi Papa seçildikten sonra bir ara buniar bahiskonusu olmuş. Malî sebeplerden Büyükada’daki kapatılmak istenmiş. Papa son derece üzülmüş ve müdahale etmiş. Onun yüzsuyu hürmetine Bü- yükada'daki rezidans kurtulmuş. Böyle şeyler... Kapı bir üçüncü defa daha aralandı.

Ama dördüncü defa aralandığında Papa mahzun bir tarzda gülümseyerek,

“Sizinle daha uzun boylu Türkiye’yi ko­ nuşmak isterdim. Papalar her istedik­ lerini yapamıyorlar” dedi. Kalktı, yol

gösterdi. Görüşme birbuçuk saat sür­ müştü.

Bekleme odasındaki kardinalin yüzü, kızgınlıktan, şapkasının rengini almış­ tı.

1945'ten sonra, 1949’a kadar daha önemli olayları takip etmeye başladı­ ğımda gazetecilik yapmam büsbütün zevkli hal aldı. Artık “atlatmak” ve

“at-Cumhuriyet’ten ben ve Vatan'dan Faruk Fenik Atina’dayız. O yıllar Tasvir'den Kadri Kayabal ile birlikte öyle bir üçlü oluşturuyoruz ki, hem çok dostuz, hem de atlatmada birbirimize karşı acı­ masızız...

lamamak” çok mühimdi. Yarış herkesin önünde oluyordu, atlayan sadece ga­ zetesinde azarlanmakla kalmıyor, Ba­ bIâli’de itibar kaybediyordu. Bizim ka­ tegoride haber değil, olay takip ediyor­ duk. Cumhuriyet'te ben, Vatan’da Fa­

ruk Fenik, Tasvir'de Kadri Kayabal en

ünlülerdik. Çok İyi arkadaştık ama, birbirimize acımamız yoktu.

1946’nın Eylül’ünde, Bulgar Kralı Kü­ çük Simeon —bir çocuktu— komünist rejim geldiğinden ülkesinden sınır dışı edildi. Trenle Sirkeci’ye gelecek. Aksu vapuruyla İskenderiye’ye geçecekti. Yanında annesi Kraliçe Clovanna ile kız kardeşi güzel Prenses Marie Louise vardı. Sirkeci'ye tabii gidecektik. Ama orada konuşmak çok zor olacaktı. Aklı­ ma bir fikir geldi. Foto Namık’a dedim ki:

Papa 23. Giovanni ile önce İstanbul'da Monsenyör Roncaili iken, yıllar sonra Vatikan’da papa olarak konuştum. Gö­ rüşmemiz bir buçuk saat sürünce dı- şarda bekleyen kardinalin yüzü şap­ kasının rengine, yani hiddetten vişne- çürüğüne döndü...

Namık ağabey, Sirkeci’ye başka­ sını gönderelim, biz bilet alıp vapura binelim, vapur kalkıncaya kadar kama­ ramızda gizlenelim ki öteki gazeteciler de kalmaya kalkışmasınlar. Vapur rıh­ tımdan ayrılınca güverteye çıkıp onlara nanik yapar, İzmir’e varıncaya kadar da nasıl olsa bir punduna getirip Bulgar­ larla konuşuruz.”

Namık Görgüç de, Ahmet İhsan Bey

de teklifim i çok cazip buldular. Foto

Namık ile biz, vapurun kalkışından bir

saat önce Aksu’ya gidip kamaramıza yerleştik. Vapur hareket edince kapıyı açıp koridora bir göz attık. Ötede bir kapı, onun ilerisinde bir kapı daha açıl­ dı. Baktık, birinden Faruk Fenik’in, ötekinden Kadri Kayabal’ın kafaları uzanıyor. Birer kahkaha atmaktan ken­ dimizi alamadık. Aynı şeyi düşünmüş­ tük.

İyi ki düşünmüşüz, çünkü kısa za­ manda anladık kİ, birbirimizi atlatma­ mız değil, beraberce kral ailesini muhafaza altında tutan ve onlara kim­ seyi yaklaştırmayan Bulgar ajanlarını atlatmamız lazımdır. Bu gorillerden biri Kadri’yi önce fotoğraf makinesini, son­ ra, gerekirse kendisini denize atmakla tehdit edince durumun vehameti ortaya çıktı. Sıkı bir işbirliği lazımdı. Onu yap­ tık ve Kraliçenin bir nedimesi aracılı­ ğıyla Kraliçeden yazılı demecimizi al­ dık.

Sıra güzel prensesin gönlünü çalma­ ya gelmişti ki, maalesef onda hiç biri­ miz muvaffak olamadık. Onu, Kraliçe­ nin kendisi muhafaza altında tutuyordu ve Kraliçe bizim usullerimizi öğrenmiş­ ti.

-Y A R IN :---

---PARTİLER KURULUYOR

(5)

İnönü baş düşman say

say di

Bayar’a yeşil ışık yakar miydi?

• C e lâ l Bayar'ı bilmem

ama 20 yıl beraber

oturduğum İsmet

İnönü'nün ağzından

Bayar ile ilgili olarak

geçmişe dönük bir tek

«gücenme-güceniklik»

sözü duymamışımdır

J | E in ortalarına kadar gazete-1 gazete-1 § * İ I Ö lerde büyük yeri, iri man­ şetleri savaş haberleri alır­ dı. Benim “ Beyoğlu mahfili” dışarıyla il­ gili olduğundan haberlerim başka arka- daşlartnkine nazaran daha fazla kulla­ nılırdı. ikinci Dünya Harbi bitti, fakat bu sefer parti faaliyetleri başladı. Partiler Türkiye için yenilikti. Onun heyecanı ya­ şanmaya başlandı. Gazetenin artık göz­ de muhabirleri arasına girmiş olduğum­ dan Ihsan ağabey onları da genellikle ba­ na takip ettirirdi. Yaz aylarında ikinci bir partinin kurulacağı şayiaları dolaşıyor­ du. Buna uçak fabrikaları sahibi ve ek­ santrik bir zat olan Nuri Demirağ’ın ilk te­ şebbüs etmesi bekleniyordu. Nitekim böyle bir müracaatı oldu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu 5 Eylüi’de düzenlediği basın toplantısında partiye izin veril­ diğini açıklayınca iş resmiyete döküldü.

Nuri Demirağ iki gün sonra gazete­ cileri Üsküdar’da Paşa Limanı’ndaki şahane köşküne çağırdı. Partinin merke­ zi olarak orası seçilmişti. Açılışı yapıla­ caktı. Foto Selahaddin ile beraber, kalktık gittik. Güzel, güneşli bir gündü. Alkolsüz, buz gibi içkiler içildi, nutuklar söylendi. Nuri Demirağ “ Millî Kalkınma Partisi bizim değil, milletin partisidir. Partimiz sadece milletin itimadına gü­ venmektedir” dedi. Ancak, hareketin cid­ diyeti eksikti. Bu dizi çalışmasında ha­ fızamı tazelemek için Cumhuriyet

kolek-Ismet İnönü ile Celâl Sayar arasında b ir “çekişme", hatta b ir "düşmanlık" olduğu şeklindeki yorumların tutarlı olmadığı söylenebilir. Böyle bir düşmanlık olsaydı, 1946 seçimleriyle Bayar’a "yeşil ışık yakar", daha sonra da "kuyudan adam" çıkartmak için

çapa harcar mıydı?

kara’da kuruldu. Ama kokusu daha önce­ den gelmeye başlamıştı. Biz İstanbul’da, bir şeyler olacağını sezinliyorduk. CHP’nin Meclis grubunda muhalefet1 sesini yükseltmişti. 1945 sonbaharından itibaren olaylar hızlandı. Muhaliflerin başlıcalarından Adnan Menderes ile Fuat Köprülü partiden ihraç olundular. Ancak o tarihteki çapları yeni bir siyasî kuruluş hareketini götürecek düzeyde değildi. Rauf Orbay’dan, Celal Bayar’- dan, Fethi Okyar’dan bahsediliyordu. Bunlar eskiden Başbakanlık yapmış siyaset adamlarıydı. Yeni bir siyası kuruluş hareketini yönetebilmek için böyle bir “ prestij gradosu” na ihtiyaç bu­ lunduğu hissediliyordu. Bayar eylülün sonunda milletvekilliğinden istifa etti, Meclis’ten çekildi. Ancak CHP’liliğirıi bı­ rakmamıştı. Buna rağmen işler berraklık kazanmaya başlıyordu. İnönü’nün çok partili rejimi kesinlikle istediği belliydi. Nitekim 1945 Kasım’ında Meclis’i açış nutkunda — o zamanlar Meclis her yıl 1 K a s ım ’ da c u m h u rb a ş k a n ın ın konuşmasıyla açılır ve bu konuşma me­ rakla beklenirdi — “ Tek eksiğimiz hükü­ met partisinin karşısında başka parti bu­

w m m

— Çok p a rtili hayatın ilk parti kurucusu Nuri Demirağ b ir “ fare kapanı" icat etm işti ve

bu onun masasında dururdu, gazetecilere gösterirdi. "Fare kapanı" karaborsacıların idam olunacağı bir nevi giyotindi. Böyle eksantrik buluşlar maalesef partisinin yaşa­ masını sağlayamadı...

siyonunu ka rıştırırke n o zaman yazdığımı okudum ve gülmekten kendi­ mi alamadım. Haberi şöyle bitirmişim:

“ Fakat bütün bu beyanata rağmen hasıl olan umumî kanaat Nuri Demirağ partisinin beklediği rağbeti göremeyece­ ği, hatta sırasına göre lâtife mevzuu teşkil edeceği merkezindedir. Zira bugün hepimiz biliyoruz ki parti kurmak tayyare fabrikası kurmak gibi bir iş değildir. Bu iş uzun bir siyasî maziye, siyaset alanında e d inilm iş tecrübelere, geçirilm iş imtihanlara dayanması lazım gelen önemli bir vatan hizmetidir. Liderleri bu vasıftan mahrum bulunan yeni partinin muvaffakiyeti şüphe ile karşılanmakta­ dır.”

Gerçekten de kısa bir süre içinde parti latife mevzuu oldu, adı Demirağ’ın verdiği kuzu ziyafetleri dolayısıyla “ kuzu partisi” ne çıktı, daha sonra lider kuru­ cuları, kurucular lideri partiden ihraç ettiler, hepsi mahkemelik oldular, zaman zaman kapandı, yeniden açıldı, ciddî Demokrat Parti kurulunca da kaybolup gitti.

Demek, yeni doğan partilere doğru teşhis koyma kabiliyetim daha o zamandan varmış!

Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da

An-lunmamasıdır” deyince ciddî bir partinin yakında kurulacağı meydana çıktı. Hele 5 Aralık tarihli gazetelerde yayınlanan “ Millî Şef dün Celal Bayar’ı kabul etti” haberi her şeyi gözler önüne serdi. İnönü, eski Başbakan Celal Bayar’ı seç­ mişti.

Sonradan, demokrasi yozlaştığında bu yozlaşm a “ İnönü - Bayar” ' çekişmesine, hatta “ tarihî” diye damga­ lanan “ İnönü - Bayar” düşmanlığına ve­ rilmiştir. Atatürk İnönü’yü Başbakaniık’- tan aldıktan sonra yerine Bayar’ı getir­ m iştir ya... İnönü Cumhurbaşkanı olduktan sonra bunu kolaylaştırmış, en azından güçlük çıkarmamış bulunan Bayar’ı Başbakanlıksan almış, yerine Refik Saydam’ı getirmiştir ya... Bunlar, iki adamın içinde birbirlerine karşı aman­ sız bir kin, nefret yaratmıştır. Demokrasi­ miz de bunun yüzünden, daha baştan itibaren bir düşmanlık temelinin üzerine oturmuştur.

Ben bunun yakıştırma olduğunu, iki adamın kavgası diye bir şey bulunmadı­ ğını, zaten böyle bir unsurun o çapta sonuç doğuramayacağını yaşadığım olaylardan, gördüklerimden ve bildik­ lerimden çıkartmaktayım. Bu, işi çok

basite dönüştürmek, kolaya ve ucuza kaçmaktır. Temelde başka ve ağır bir hata vardır. Belki istenmedik şekilde ve ölçüde işlenmiş bir hata: 21 Temmuz 1946 seçimleri. Yoksa İnönü, baş düşmanı saysaydı yeşil ışığı Celal Bayar’a yakar mıydı? İktidar olma şan­ sını baş düşmanı saydığı kimseye eliyle teslim eder miydi? Üstelik, Celal Bayar’ı bilmem ama aynı evde yirmi yıl beraber oturduğum ismet İnönü’nün ağzından Bayar ile ilgili olarak geçmişe dönük bir tek iğbirar — Türk Dil Kurumu sözlü­ ğündeki karşılığıyla:Gücenme, gücenik­ lik —• sözü duymamışımdır. Buna karşılık parti genel başkanı ve sonra Cumhurbaşkanı olarak icraatını çok, hatta acı şekilde tenkit ettiği bilinir. Buna rağmen İnönü’nün her şey bittik­ ten sonra “ kuyudan adam çıkartmak” için katlandığı uğraşı ve göze aldığı güçlükler, hiçolmazsao taraftan duygusal’ bir tesirin etken olmadığını ispatlamak­ tadır.

B a y a r t a r a f ı n d a k i

ateş, y a n g ı n ı

ç ı k a r m a y a y e t m e z d i

Bayar cephesini bu kadar yakından bilmeme elbette ki imkân yoktu1-. Ama o tarafta böyle bir ateş vardıysa bile o ateş bu yangını çıkarmaya yetemezdi.

. Benim Celal Bayar ile yakından ta­ nışma olanağını bulmam 1946 Haziran’ı- nın sonlarıdır. Meclis 9 Haziran’da seçimlerin venilenmesine karar verdi ve bunun tarih olarak 21 Temmuz’u seçti. DP Genel Başkanı’nı partisinin kurul­ masından sonra İstanbul’a gelişlerinde bir - iki defa görmüştüm. Bunlar ayak­ üstü alınmış, bir kaç Cümlelik demeç­ lerdi. Bayar ilk seçim gezisini 29 Haziran’da Adana’ya yapmak ve kampan­ yayı oradan başlatmak kararını alınca gazete bunun takibi işini bana verdi. An­ kara’ya gittim. Ankara’da Cumhuriyet’ in temsilcisi, usta gazeteci Mekki Sait Esen (Mekki ağabey) idi. Bana Adana ya­ taklısında bir yer buldu, Bayar’dan bir gün evvel oraya gönderdi. Sonra’dan Mekki ağabey ve eşi Hediye ablayla çok güzel ilişki kuracaktım, bana aileden biri muamelesi yapacaklardı. Adana’ya gitti­ ğimde beni Cumhuriyet’in oradaki muha­ biri Çoban Yurtçu karşıladı, otelime yer­ leştirdi. Hemen DP merkezine gittik. O sıralar gazetecilerin DP içindeki itibarı, şahaneydi. Celal Bayar ertesi gün uçakla Ankara’dan gelecek ve muazzam şekilde karşılanacaktı. Beni Demokratlar alana götürecekler, her türlü kolaylığı yapa­ caklardı.

Bayar geldi, hakikaten muazzam şe­ kilde karşılandı, nutkunu söyledi. Son­ radan, 1949’a kadar ve 1955’ten itibaren bu karşılamaların o kadar çoğunu göre­ cek, bu nutukların o kadar çoğunu din­ leyecektim ki... Hemen hepsi, şayanı hayret derecede birbirine benzeyecekti.

Adana gezisinin benim için özelliği Bayar’ı yakından tanımam oldu. İki gün Güney Anadolu’da beraber gezdik, otomobiline hep beni aldı. Tarsus, Osmaniye, Misis, Ceyhan, Mersin... Mer­ sin’deki olayı anlatmalıyım.

Şehire gecenin 11’inde vardık. En az 3 bin kişi sokakta ayaktaydı ve müthiş te­ zahürat yapıyorlardı. Bayar onlara evle­ rine dönmelerini bir kaç güzel sözle ve teşekkürler ederek bildirdi. Ama ne mümkün? Heyecan ve coşku son haddindeydi. Bunun üzerine başta bizim otomobil, kafile Mersin’den ayrıldı. Daha doğrusu, ayrılır gibi yaptık. Şehirden çık­ tık, bir süre gittik, sonra ortalık yatıştığında döndük. Demokratlar bir yemek tertiplemişlerdi. Hep birlikte ona katıldık. O yıllar DP’nin gazetecilerle ara­ sında su sızmadı.

1 Temmuz’da Türk Hava Yolları’nın uçağıyla ve yanyana oturarak Celal Ba­ yar ile birlikte Ankara’ya döndüm. Sanırım yolculuk iki saatten fazla sürüyordu. Bol bol konuşmak imkânını bulduk.

-YARIN:-— Çok partili rejime geçilirken yeni

partiyi kurabilecek üç kişi görünüyor­ du. 3'ü de eski başbakandı: Rauf Or- bay, Celâl Bayar ve Fethi Okyar. Orbay ve Okyar bir parti kurma tecrübesinden

geçmişlerdi. Fakat, muvaffak olama­ mışlardı. İnönü’nün Bayar'a şans ver­ mesinde bunun payı bulunduğu mu­ hakkaktır...

21 TEMMUZ 1946

SEÇİMLERİ

(6)

O M illiyet

21 Tem m uz 1946

seçimlerini başkentten

takip ettim... Seçimleri

adeta sahanın içinden

seyredecektim...

Seçmenlerin köylerde

dahi büyük bir uyum luluk

içinde oldukları göze

çarpıyordu...

★ Basri Aktaş ile çok uzun yıllar

Ankara’da ve Paris’te içtiğim iz su ayrı gitmezdi. Akis çıktıktan ve 1955'ten itibaren DP ile yollarımız ayrıldığında Basri de, yıldırımları üzerine çekmemek için beni görünce kaldırım değiştirir oldu.

su?

Parti içindeki muhalifleri Celal Bayar ve arkadaşlarını 12 Temmuz Beyanna­ mesinden sonra muvazaa ile suçlar­ larken, onları CHP iktidarına karşı daha amansız olmaya teşvik ederlerken bir sohbet sırasında DP Genel Başkanının ağzından ^jnları duymuşumdur:

“—ismet Paşa iki jandarma gönderir, Demokrat Parti’nln merkezini mühürleti- verir ve buna Türkiye’de hiç kimsenin sesi çıkmaz. Beni sertleşmeye itmek isteyen arkadaşların bundan haberleri yok. Çünkü Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka tecrübelerini yaşamamışlardır”.

Bir yandan bu korku, ama diğer taraf­ tan muhalefetteki bir parti için istismara son derece elverişli bir birikim Türkiye’­ de o zamanki parti mücadelesinin sağ­ lıksız karakterini çizmeye yetti.

S e ç im iz le m e d e

y e n i b ir y ö n t e m

g e t i r i l d i

Gazeteler, başta Cumhuriyet, 1946 seçimlerini izlemek için yeni bir yöntem uyguladılar. O sıralar taşra teşkilâtı bu­ günkü kadar gelişmiş değildi. Her şehir­ de muhabir yoktu. Olanların çoğu da amatörlerdi. Düşünüldü ki eğer gazete­ nin ismi bilinen yazarları yurt içine dağılır ve seçim haberlerini röportaj havası içinde oralardan onlar verirlerse okuyucunun ilgisi artacaktır. Gerçekten de bu yöntem 21 Temmuz seçiminde iyi sonuç verdi, ondan sonraki bütün ara seçimlerinde de, 1950 genel seçiminde de uygulandı.

Ben başkente, Mekki_ Sait Esen’in yanına gittim. Seçimleri âdeta sahanın içinden seyredecektim. Çünkü Ankara, kazanın en ziyade kaynadığı, fokurdadığı yerdi. Hem CHP, hem DP kolları orada sıvamışlardı. Bana, takip için daha ziya­ de, gene DP düştü. Başta Bayar, liderleri tanıyordum. Bayar'ın genel sekreterliğini yapan Basri Aktaş da arkadaşımdı.

Basri Aktaş 1950 seçimlerinden sonra Başbakanlık Özel Kalem Müdürü oldu. 1946’da DP nin Sümeı Sokak'taki genel merkezinin alt katındaki bir odada yatar­ dı. Ben Ankara'ya geldiğimde Ulus'ta, o zamanki ünlü Karpiç lokantasının karşı­ sındaki Park Palas'ta kalırdım. Bazen gazeteden çok acele yollarlardı. Mekki ağabey otelde yer bulamazdı. Bir ak­ şamlığına Basri’nin odasında yatardım. 1950'nin ilk yıllarında Basri rahatsızlan

* Hayreddin Erkmen ben

kendisini Strasbourg delegasyonu üyesi olarak tanıdığımda gözde bekârlardandı. DP'nin iktidara gelmesinden sonra hem bakan oldu, hem de dünyaevine girdi. Menderes ondan da Akis’e haber uçuruyor diye şüphe etmiştir.

★ Selahaddin Beyazıt da benimle An­

kara Palas'ın bahçesinde yemek yerken görüldüğü için devrin başbakanından papara yiyenler arasındadır. O zaman­ lar Menderes'in yanında müşavir olarak çalışırdı.

dı. Paris’e tedaviye gönderdiler. Ben de oradaydım. Hastahaneden çıktığı günler onu benim evde misafir ederdim. Ne An­ kara’da, ne Paris'te içtiğimiz su ayrı giderdi. Gazetelerin benim için aldığı döviz permilerinde gecikme olduğunda o işi halleder, permileri babama gönderir­

di. <

Basri 1954'ten itibaren DP’den millet­ vekilliği yaptı. Kastamonu milletvekiliy­ di. 1950 sonlarında DP büyükleri artık bende korkunç bir düşman vehmetmeye koyulduklarında benimle temas eden kendi adamlarından da şüphe etmeye başladılar. Akis’in yazdıkları, hele Akis’in istihbaratı kendilerini çileden çıkarıyordu. Sanıyorlardı ki haberleri bana benim DP’li eski ahbaplarım, arkadaşlarım veriyorlar. Alakaları yoktu. Haber kaynaklarımız DP içindendi ama,

pastahanelerinde oturulur, seçimlerin gırgırı geçilirdi. Ulus gazetesi hoparlörlü bir otomobil tutmuştu. İçinde oturan, CHP'nin en ateşli silahşörierinden Uluğ, Millî Şefine kasideler düzer, herkesi ona oy vermeye çağırırdı. Bu, muhaliflerin CHP’ye oy vermeme azimlerini büsbütün bilerdi. 1950’lerin sonlarına doğru aynı zat Menderes'in hizmetindeydi. Zaten bu kırk yılın, politika sahasında bana gös­ terdiği şu oldu: Kamp değiştirenler

müfritlerden çıkıyor. Ilımlılar, yerlerinde kalıyor, aynı davalarını sürdürüyorlar. Ilımlılık ile tutarlılık bağdaşıyor. Müfritlik ile tutarlılık bağdaşmıyor.

21 Temmuz sabahı Mekki ağabey ile önce şehir içi turlarımızı yaptık, klasik seçim fotoğraflarını çektirdik: İnönü oy atarken, Bayar oy atarken, vs., vs. Sonra şehir dışına çıktık, civarı dolaştık. Mesire yerleri tenhaydı. Şehirde içki yasağı yoktu ama, sarhoş da yoktu. Saat 19 oldu. Sandıklar açıldı.

Ertesi günkü Cumhuriyet “Arkadaş­

larımız Mekki Sait Esen ile Metin To- ker’in intibaları” olarak şunları yazıyor­

du:

“Biz dolaştığımız yerlerde tazyik veya aldatma yolunda hiçbir taraftan hiçbir teşebbüs yapıldığını görmedik. Esasen köylerde dahi seçmenlerin büyük bir uyanıklık içinde oldukları ve seçim hak­ larını kullanmaya önem verdikleri göze çarpıyordu. Buralarda zabıta ve jandar­ maların da vazifelerini dürüstlükle ifa ettikleri görülüyordu”.

YARIN:---BİR SEÇİMİN

ANATOMİSİ

D

EMOKRAT Parti’nin, seçmen ola­

rak benden yana pek talihi olma­ dı. 1946’da oyumu kullanabilsey- dim, DP’ye verirdim . 1950’ de de öyle. 1954'de biraz daha fazla tereddüdüm olacaktı ama herhal­ de DP’yi gene CHP’ye tercih ede­ cektim. Buna karşılık 1957’den son, 1979 ara seçimine kadar oylarım hep CHP’ye gitti. 1979’da benim bölgem Ankara’da seçim yoktu. Buna rağmen 1973’ten beri sürdürdüğüm bir âdete uyarak oy ver­ meden bir evvelki pazar günkü “Metin

Toker'in Not Defterinden” sütununda “eğer oy verecek olsaydım” bunun nere­

ye gideceğini açıkladım. Allah nasip ederse ve mevzuat müsait kılarsa bu 6 Kasım'dan bir pazar öncesi de oyumun yönünü bildiririm.

Demokrat Parti'nin, seçmen olarak benden yana neden pek talihi olmadı? Çünkü oyumun o yönde bulunduğu üç seçimin üçünde de oy kullanamadım. 1954’te Paris'ten yeni dönmüştüm, kü­ tüklerde ismim yoktu 1950'de askerdim. 1946’da ise gazete, seçimleri izlemede

Mekki Sait Esen’e yardımcı olmam için

beni Ankara’ya gönderdi. Kütüğüm İs­ tanbul'daydı. 21 Temmuz 1946 seçimle­ rini başkentte takip ettim.

Bu seçimler Türk demokrasisinin karakterini çizmiş ve onun talihsiz kade­ rinde etken olmuştur. 1960’a kadar partilerarası ilişkiler düşmanlık duvarını aşamamışsa bunda o seçimlerin cere­ yan tarzının, cereyan tarzından da fazla onun yüreklerde bıraktığı birikimin çok büyük rolü vardır. Ucuz politikacılar onbeş yıla yakın süre bunun istismarını yapmışlardır. 1950’den önceki bir DP büyük kongresinde içilen “ husumet

andı”, sonradan, korku belası başka

türlü gösterilmek, manalandırılmak is­ temişe bile 27 Mayıs’a kadar Türk demokrasisine hâkim olmuştur.

“Korku belası” dedim. Nenin korku­

bambaşkaydı. Bilhassa Menderes, şüphelendiklerini fena haşlıyordu. O yüzden Basri beni sokakta uzaktan gördüğünde, belli etmeden kaldırım değiştirir oldu. Bunu üzülerek yaptığını tahmin ettiğim için üstüne hiç gitme- mişimdir. Bir gün Ankara Palas'ın bahçe­ sinde beraber yemek yediğimiz, o sıralar Menderes’in yanında çalışan Selahaddin

Beyazıt da paparadan nasibini alanlar

arasındadır. Menderes'in bakanlarından

Hayreddin Erkmen ile ben Paris'teyken

ve o Strasbourg’daki Avrupa Konseyi toplantılarına delege olarak gelirken arkadaş olmuştuk. Bakanken bir gün bana dedi ki:

“ —Yahu, Akis’ten biri telefon etti, benden Bakanlar Kurulu toplantısı hak­ kında, senin adını vererek ve bunun sana ait rica olduğunu söyleyerek bilgi alma­ ya kalkıştı. Adamı tersledim, bunu da nereden çıkardığını sordum. Bana bu bilgileri benden aldıklarını duyduğunu söylemez mi? Deli midir ne? Fena halde

k ız d ım . B i le s i n . . . "

Bizim arkadaşlardan birinin böyle bir şey yapacağına pek ihtimal vermemekle beraber —Hayreddin Erkmen’le bu tarz bir ilişkimiz yoktu— dergiye gittiğimde yazı işleri müdüründen olayı tahkik et­ mesini istedim. Tabiî, bizden hiç kimse bu telefonu etmemişti. Kendileri kendi bakanlarının ağzını arama lüzumunu hissetmişlerdi.

21 Temmuz 1946 seçimleriyle açılan yol buralara kadar varmıştı.- Düşmanlık endişeyi, endişe şüpheyi, şüphe korkuyu doğuruyor, korku hata işletiyordu. Her hata ise, ferah bir gönülle kabul edil­ mediğinden bir yeni hatanın sebebini oluşturuyor, fasit daire genişledikçe genişliyordu.

Biz bunları hep yaşadık.

21 Temmuz’a gidilirken Ankara ak­ şamlarında Kutlu ile Mutlu veya Özen ★ 21 Temmuz 1946 seçimlerini Ankara'da Mekki Sait Esen ile

birlikte izledim. Hukuken oy gizli, tasnif aleniydi ama gizli oyu sağlayacak kulübeler bazı yerlerde yetiştirilem em işti ve oylar bir

ağaç arkasında kullanılıyor, tasnifin yapıldığı odalara sadece CHP’liler girebiliyorlar, başkaları alınmıyordu. Bu seçimler Türk demokrasisinin sağlıksız doğmasına sebep olmuştur.

S e d a güm s k i yasağı

(7)

6 M illiy e t

HAB

“ p i ' i U S 9 ?i

Metin ToKer'm

not ûetterinûen

İlk kez tek

dereceli secim

yapılıyordu

Oy acık, tasnif gizli

Kenan öner, DP'nln İlk İstanbul II başkanıydı ve çok renkli bir insandı. Ağzına geleni söyler, dobra dobra konuşurdu. Böyle bir adamın politikada nasıl kalabileceğini düşünürdüm. Nitekim, kalamadı.

'1943 Mecüsi'nden itibaren bütün meclisleri yakından

gördüm. Sonuncusunun ise kontenjan senatörü

olarak içinde bulundum. Her seçimde bunların

gene! seviyesi biraz daha düştü

İH OK partili sisteme geçmemizden ( j v e Demokrat Parti’nin kuruluşun- * dan sonra ilk seçimlerin 1946'da yapılması sürpriz oldu. Çünkü bundan evvelki seçim 1943'te yapılmıştı ve yeni­ sinin normal tarihi 1947 idi. Gerçi se­ çimleri öne almak her zaman mümkündü ama Cumhurbaşkanı ve Millî Şef İsmet

İnönü, 1 Kasım 1945'te Meclis’i açarken

söylediği nutukta “Tek eksiğimiz hükü­

met partisinin karşısında başka parti bulunmamasıdır” dedikten sonra “Tek dersceli olmasını istediğimiz 1947 se­ çimleri..." diye devam etmişti.

Acelenin sebebi 7 Ocak 1946’da kuru­ lan DP’nin “harikulade bir gelişme” göstermesi ve yurt sathında mantar gibi bitlvermesidir. CHP’nin aklıevvelleri düşünmüşlerdir ki eğer seçimler bir yıl önceye alınırsa DP'nin bunları kazanma şansı azalacaktır, zira hem örgütlenmesi tam olmayacaktır, hem de propaganda için gerekli zamanı bulamayacaktır.

Seçimlerin öne alınacağı ilan edildi­ ğinde DP liderleri oturup kendi araların­ da düşündüler. Toplantıları Ankara'da oluyordu ama, haberi İstanbul'a çabuk geliyordu. DP’nin İstanbul II başkanı kendine has bir tip olan avukat Kenan öneridi. Kenan Öner'in yazıhanesi Ka- raköy Palas’taydı. “ DP mahflli”ne ben baktığım için kendisiyle ahbaptık. Sözü­ nü esirgemeyen, son söylemesi gereke­ ni İlk söyleyen, babacan ve kültürlü bir adamdı. Böyle bir kimsenin nasıl politika yapabileceğini merak ederdim. Hele “DP büyüklerini daha iyi tanıdığımda bu merakım arttı.

Nitekim, politika yapamadı.

Kenan Öner’in iftihar ettiği kitabı hukuk ile ilgili değildi. Bu, bir kokteyl kitabıydı: Çeşitli kokteyllerin nasıl yapı­ lacağını tarif ediyordu. Bizim başımızın bunlarla hoş olduğunu öğrenince Foto Selahaddin'e ve bana kitabından birer tane imzalayıp hediye etti. Herhalde evde bir yerlerde duruyordur ama, ara­ dım bulamadım.

DP liderleri seçimlerin öne alınmasın­ daki sebebi tabiî herkes gibi anladılar. Bunlara katılmalı mıydılar, yoksa katıl­ mamalı mı? İki görüşün de taraftarları vardı. Sonunda kurucular katılmayı göze aldılar. Kâfi derecede

teşkllâtlanmışlar-biraz daha düştü. Her biri teşkllâtlanmışlar-biraz daha

“lider sultasina girdi. 1943 Meclisi,

devir Millî Şef devri olduğu halde 1957 Meclisinden veya 1977 Meclisinden çok fazla şahsiyet sahibiydi. Zaten “doğru

dürüst kimseler” bilhassa 1950’den

sonra politikada kolay kolay tutunamaz oldular. DP’nin o seçimlerde Meclis’e soktuğu Avni Başman, Dr. Nihat Reşat

Betger, Fahri Belen, Kazım Taşkent gibi

ağır toplar teker teker “sahne-i siyaset"- ten çekildiler. Kötü para, İyi parayı kovdu.

DP 21 Temmuz seçimlerine girmeye karar verip bunu ilan edince ortalık

can-CHP kazanacaktı. Ama aradan geçen bunca senenin sonunda şimdi kendi kendime soruyorum: Sanki kazanmasay- dı, DP iktidar olsaydı ne olurdu?

Elbette kİ birtakım bocalamalar olur­ du. Bazı yanlış temel taşları konulurdu. Harbin sonunda Ingiltere’de Churchill'in zaferi kazanmış Muhafazakâr Partisi kaybedip de tecrübesiz Attlee’nin ütopist İşçi Partisi İktidarı alınca bunlar hep oldu ve Ingiltere bunun ceremesini çekti. Bir kısmını hâlâ çekiyor.

Ama İngiliz demokrasisi hastalanma­ dı ve hastalanmamış demokrasiyle her şevi kurtarmak kabildir.

D e d ik o d u la r

“Sezarim karısı” nın üzerine düşen bir

kısım toz, mukadderdi. İlk defa tek dereceli seçim yapılıyordu ve hukuken olmasa bile fiilen oy açık, tasnif gizliydi. Birtakım yerlere seçim kulübeleri yetiş- tirilememişti. Oralardan bazılarına çarşaf çekilmiş, bazılarına o da bulunamamış,

F

Ankara Palas’ın karşısındaki eski Meclis binasının koridorlarında CHP’II Faik Ahmet Barutçu eski DP’Iİ mllletvekilleriyle konuşuyor. Barutçu herkesle iyi ve medenî münasebet kurabilen ender politikacılardan biriydi.

landı. B ilhassa onun m itin g le ri heyecanlı oluyordu. Tâ 1980’e kadar devam edecek “seçim usulleri” o sıralar belirlendi. Bunun esasını “civardan cel-

bedilen” kütleler oluşturuyordu. Miting

günleri için yörenin pazar günü seçili­ yordu. O günler köylüler zaten şehre veya kasabaya akın ediyorlardı. P artilc bol para harcayabilir hale geldiklerinde bunların yerini “bindirilmiş kıtalar” aldı. 1946 seçimlerinde ensesi kalın olan CHP idi. 1950’de de... Buna karşılık DP 1946’da pek züğürt, 1950’de ise büyük işadamlarının katkısıyla imkânı hayli bol haldeydi.

7946 seçimlerine gidilirken en heyecanlı m itingler DP’ninkiler oluyordu. Bütün parti

m itingleri, yapıldığı yerin pazar gününe rastı atı lirdi. Böylece pazar dolayısıyla zaten kasabaya gelen köylüler mitinge daha kalabalık b ir görüntü verirlerdi.

dı. Memleket sathında kendi lehlerine bir hava esiyordu. Basın tutuyordu. Geniş k itle le rd e coşku vardı. Seçime girmemenin, parlamentonun dışında kal­ manın tehlikeli olabileceğini düşündü­ ler. Meclis kürsüsü her şeyi rahatlıkla söyleyebilecekleri bir form oluşturacak­ tı.

Bunda Celal Bayariın “İnönü’nün İki

jandarmasından korkusunun büyük rol

oynadığını sanıyorum.

Benim, çalışırken gördüğüm ilk Mec­ lis, 1943’te seçilmiş Meclis oldu. Ara se­ çimlerle takviye edilmiş, içine genç ay­ dınlar sokulmuştu. Gazete, 1945’te büt­ çe müzakereleri sırasında Mekki Sait Esen’e yardımcı olmam için göndermişti beni. Seviyeli, kaliteli bir meclisti. Eski­ ler tutucuydular, çok partili sisteme gidi­ şi anlamıyorlardı. “ Bu Paşa’ya da ne

oluyor?” diye kendi kendilerine ve ara­

larında söyleniyorlardı ama Kuvayi Mil­ liye ruhunu temsil ediyorlardı ve devrim- lere sıkı sıkıya bağlıydılar. Buna karşılık gençler ve yeniler demokrasiden yanay­ dılar. Hürriyetlerin gelmesini, Türkiye’­ nin artık Batılı bir parlamenter rejime geçmesini istiyorlardı. Gerçi aralarından bazıları zaman zaman, “gerekirse hürri­

yetin üzerine şal örtüleblleceği” görüşü­

nü savunmuşlardır ama İsmet İnönü'nün onlara dayanarak partisini 1950 seçimle­ rine 1950 mevzuatıyla götürebildiği bir gerçektir. Bu, her iktidara ancak şeref verecek bir mevzuattır.

1943 Meclisinden itibaren bütün meclisleri çok yakından görmek fırsatını buldum. Sonuncusunun İse, kontenjan senatörü olarak içinde de bulundum. Her seçimde bunların genel seviyesi

1946 seçimlerini Ankara'da Mekki ağabey ile izlediğimi söylemiş, intiba olarak ertesi günkü Cumhuriyet’e ne yazdığımızı nakletmiştim. Bu seçimler

“Sezarim karısı” gibi olmadı. Yani, üzeri­

ne toz düştü. Toz düşmeseydi, CHP ikti­ darı kaybeder miydi? Kesinlikle hayır. Buna “matematiksel” olarak imkân yoktu. Ama “Ya kaybedersek?" endişesi birtakım CHP’lilere hatalar işletti. DP’II- ler de dört sene bunun istismarını yap­ tılar. Ama bu arada, demokrasinin ken­ disi bünyesel yara aldı ve bir türlü iyile­ şemedi. Ondan dolayıdır ki ben demok­ ratik düzene geçilirken halkın vicdanın­ da birikim bırakacak hata yapılmaması, en çok buna özen gösterilmesi gereğine inanmışımdır. 1946 seçimlerini mutlaka

seçim sandığı bir ağacın arkasına sözümona gizlenmişti. Tasnifin yapıldığı kapalı odalara CHP'liler rahat giriyorlar, fakat başkalarına güçlük çıkarılıyordu. Biz bunları o gece Ankara köylerinde gördük. Birtakım idare âmirleri kendi­ lerinde CHP’yi kazandırtmak misyonu vehmetmişler, baskı yapmışlar, dayak atmışlar, akıllarınca terör havası estir­ melerdi.

Bunlar hep ters tepki yaratmıştır. İşkenceye uğrayanları DP’liler hemen o geceden itibaren merkezlerine getirip basına göstermeye başladılar.

Ama “ Sezarim karısı” üzerine asıl düşen toz seçimden sonra ve özellikle İstanbul’da, üstelik boşu boşuna yaratıl­ dı. Seçimden birkaç gün sonra İstanbul'­ da tasnif hâlâ bitmemişti ve biz Cumhu­ riyetle şu başlığı atıyorduk:

“ İstanbul’da netice uzadıkça uzuyor — DP mazbatalara hile kanştınldığını söyleyerek seçim kurullarındaki müşa­ hitlerini geri çekti”.

İstanbul’da seçimi DP’nin kazandığı muhakkaktı. İlan edilen sonuç ile ona 23 milletvekilliğinin 18’i münasip görüldü. Beşi CHP’ye verildi. Bunlar Recep Peker,

Hüseyin Cahit Yalçın, Cemil Cahit Toy- demlr, Hamdullah Suphi Tannöver ve Kâzım Karabekir’di.

Meclis’in gayrimeşru olduğu daha ilk günden, bunun üzerine bir yafta gibi asıldı. Buna iktidarın verdiği doğal kar­ şılık “daha çok baskı” oldu. Başbakan­ lığa “sert tabiatı” dolayısıyla Recep Peker getirildi. Birtakım zecrî tedbirler alındı. Tabiî, her zamanki gibi, en çok basının üzerine gidildi. Gazeteler kapa­ tıldı, İzmir’de gazeteciler elleri kelepçe­ lenerek ve tevkif olunarak muhakeme olundular —ve beraat ettiler—

Tadsız hava “12 Eylül Beyannamesi­ ne kadar sürdü.

Türk demokrasisi bence bu, hiç lüzum olmayan ve vehim tahrikçilerine kapılarak işlenen hata yüzünden sakat doğdu.

-Y A R IN

:-SEÇİM GEZİLERİ

1946 seçimleriyle kurulan Meclis’te CHP’lilerin oturduğu bölüm.Ben 1943’ten itibaren seçilen bütün meclisleri çalışırken gördüm, sonuncusunun içinde de bulundum. Üzülerek söylemeliyim ki bunların genel seviyesi giderek düşmüştür.

Referanslar

Benzer Belgeler

Bağımsız değişkenlerin parofesyonellik alt boyut puanında artışa neden olduğu görüldü.Pediatri hemşirelerinin profesyonellik alt boyut puanında;

Bununla beraber Fikret’in düş­ manları keşke hep Mehmed Akif gibi olsaydılar.. ve bilhassa sami­ mî

Deprem oluşumlarını sürekli olarak iz­ leyen enstitü bugün ülkemiz genelinde 22 sabit deprem istasyonu, Kuzey-Batı Ana­ dolu'da, bütün Marmara bölgesi,

göre, yeni geliştirilen bir tarama teknolojisi sayesinde hastalar kalpteki kan damarla- rının görüntülenmesi ve kalp kasına kan akışının ölçülmesi sırasında hem daha az

Endoskopik DSR’de; lakrimal kese lokalizasyonu- nun hatalı olarak belirlenmesi, kemik lamellerin yeter- siz çıkarılması, medial kese duvarının yetersiz eksizyonu,

Lisans mezunu hemşirenin etkili bir araştırma tüketicisi olması ve araştırma bulgularını uygulamaya aktarabilmesi için araştırma raporlarını anlayabilmesi,

İnşa - nın iç ve dış dünyasını, yurt ve dünya m eselelerini çeşitli biçim ler, zengin sem boller­ le durmadan işleyerek en v e ­ rim li şairim iz oldu,

Araştırma alanında gerek trofik yapı indeksi gerekse fitoplankton bileşik oranı değerleri göl suyu için ötrofikliği göstermesine karşın; morfometrik yapısı,