• Sonuç bulunamadı

Ataç'tı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ataç'tı"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

M USTAFA ŞERİF ONARAN

'7*Ty>U

ı27-0

“ İki Münekkit Tipi” 1 diye eski bir yazısı vardı Sait Faik’in. Ataç için yazmayı düşünürken o eski yazıyı buldum, yeniden okudum. Aslında üç türlü eleştirmeciyi ele alıyor Sait Faik. Birisi över görünüp alay eden olum­ suz bir tip. İkincisi ağzı laf yapan, yabancı yazında çıkan bir öyküyü, tüm yerli öykülerden üstün tuttuğunu anlatıp duran, yargıları kesin, kimsenin karışmayı göze alamadığı, büyük üstad davranışında eleştirmenler. Bir baş­ ka tip te yabancı yazınla karşılaştırma yapıyor gibi görünerek uzun öyküler yazılmasını salık verenler.

Doğrusu istenirse her eleştirmecinin kendine özgü bir tutumu vardır. Küçük bir davranıştan, pazarlıklı bir tutumdan yakınarak onları çeşitli tip­ lere ayırmak, yanlış yargılara vardırır bizi. Öfkeli bir yazıydı Sait Faik’ in- ki. Ama bir öykü tadı vardı, öylesine özden, öylesine akıcıydı.

Yazısını şöyle bağlıyordu Sait Faik:

“ Methedilmeyi isteyenin Allah belâsını versin. Yerin insan gibi. Mırın kırın etmeyin. Bu hikâyede bir şey var mı, yok mu? Sahiden pek mi kötü? Niçin? İşin bu­ rasını anlatın. Anlatın ki biz de anlayalım; okuyucu da anlasın.”

Ataç bu öfkeli yazısını pek sevmişti Sait Faik’in. Öyle ki bu yazı için bütün yazdıklarını atabileceğini söylemişti.

Kimi zaman sanatçının güvenli sesi öyle sağlam çıkıyor ki, gereksiz bir kişi gibi siliniyor, yok oluyor eleştirmeci. Ne var ki bu türlü eleştirmeciler sanat eserinin inceliğini anlamaktan uzak, kişisel görüşlerini abartarak, eksiklik ve eziklik duygularını örtmek için yazarlar. Sait Faik’in anlattığı üç tip eleştirmeci bu eksiklik ve eziklik duygusu içindeki gereksiz kişilerdir. Ge­ ne de çalımından geçilmez bunların. Yazınımıza hiç bir katkıları yoktur.

Nasıl bir eleştiri?

îster bilimsel kurallara göre yapılsın, isterse izlenimci bir görüşle ele alınsın, eleştirinin amacı, sanat eserinin değerini ortaya koymaktır. Yazma bir bakışı vardır eleştirmenin. Satır satır okumak, notlar çıkarmak, karşılaş­ tırmalar yapmak, amlara eğilmek, sanatçının yaşantısıyle sanat eserinin anlamını açıklamak, ortaya koymak geçerli bir eleştiri biçimi olabilir. Ama hangi eleştirmenin? Yeterli kültürü olmayan, dil bilmeyen, akış açısı olma­ yan eleştirmen görmesini bilir mi?

(2)

Ataç, öyle uzun boylu incelemelere gelemeyen bir eleştirmendi. Gün­ celine 1953 yılında başlamıştı. “19 53 yılında neler olacak acaba? Ben ne yapa­ cağım?'" diye soruyor, “ ... birtakım kitaplar alıp üç dört sayfasını okuduktan sonra kapatacağım.” 1 2 diyordu.

Eleştirmende aradığımız o sabırla okuma niteliği yoktu Ataç’ ta. Peki nasıl oluyordu da yazın üzerine önemli yargılarda bulunuyordu? Nasıl olu­ yordu da “Ataç ne diyor?” diye onun ağzına bakıyorlardı?

Gerçi kesin konuşmayı sevmezdi. Sözden Söze adındaki kitabında Jac­ ques Rigaut’ un sözünü başa almasının nedeni bu anlayış olabilir: “ et si j ’ af­ firme, j ’interroge encore.” 3

Bu sözden gidilirse Ataç’ ı anlamak daha kolay olur. Birkaç dize okuya­ rak bir şiiri tanımak, şöyle bir kurcalamakla bir öyküyü ya da bir romanı bil­ mek, onun ustalığına vergi bir özellikti. Bir yazarın, ya da bir şairin Türkçe- yi kullanmasına bakardı. “ Kötü edebiyat” olarak nitelediğimiz gereksiz süslerden hiç hoşlanmazdı. Türkçeyi bilmeyen kimseleri, kendisini zorlaşa bile okuyamazdı.

Boş kalıp

Şiiri ölçü ve uyak olarak görenlerin karşısındaydı. Açıkça alay ederdi onlarla.

Uydurduğu dizeler vardı :

“ Sıhhiye durağında otobüsler bekledim.”

— Düz bir dize bu, derdi. Şiirsel bir incelik mi katmak istiyorsunuz? “ Otobüsler bekledim Sıhhiye durağında” demeniz gerekecek, diye eklerdi. Türlü aldatmacalarla boş bir kalıbı yuvarlayıp duran sözde şairleri yermek için düzülmüş dizelerdi bunlar. •

Ataç için yaşamak, yazını solumak demekti. Şiirden söz açmak, yazın­ la ilgili çeşitli sorunları tartışmak, yaşamının bırakılamaz özellikleriydi. Ger­ çek şairi, gerçek yazarı şöyle bir bakışta anlaması, uzun yılların onu usta yapan birikimiyle olurdu. Bu nedenle sanatçılar Ataç’ın kendilerinden de söz açmasını isterlerdi. Bu konuda Ataç ne diyor, diye onu öğrenmeye çalı­ şırlardı.

Bay

Ataç kimi şairlerin, yazarların adını “ Bay” sözcüğüyle birlikte anardı. Sözlük anlamına göre “ Bay” saygı belirtisi olmak gerekir. Oysa Ataç kişi­ liğine, sanat anlayışına pek güvenemediği kimselerin adiyle kullanırdı “ bay” sözcüğünü. Böylece o sanatçıyla bir uzaklık koyardı arasına. “ Ben sizinle pek yakın olamam” demeye getirirdi. Önceleri senli benli andığı kimi sa­

1 Günce (1953-1955). Nurullah Ataç, sayfa 9, Türk Dil Kurumu Yayınları, No. 342/1, Ankara 1972.

(3)

natçılardan sonraları “ bay” lı söz açtığı olmuştur. Belki şöyle bir gizli an­ lam vardı bu değişiklikte : “ iyi bir sanatçı sanıyordum onu, yanılmışım, ne yazdıkları bir şeye benziyor, ne de düşünceleri.”

Kimi zaman bunun tersi de olabiliyor. “ Bay” diyerek daha uzak dur­ duğu kimseleri sonraları daha yakından tanıyor, onlara daha çok bağlanı­ yor.

Ataç’ ın “ Bay” sözcüğünü böyle yüzeysel, böyle kabaca yorumlamanın yetersiz olduğunu sanıyorum. “ Bay” sözcüğünde ince bir alay vardı ama daha başka yakıştırmalar da düşünülerek bu sözcüğün anlamı genişletile- bilirdi.

Burada bir çelişkiyi belirtmekte yarar var. Gide gibi sevdiği, saydığı yabancı yazarları da “ monsieur” diye anardı. Böyle anmada bir küçümseme, bir uzaklık duyma yoktu. Büyük bir yazara duyulan, önünü iliklemeye ben­ zer bir saygıydı bu. Monsieur Gide için, “yaşadığı çağın en büyük yazarı, başlıca yazarıydı, değeri günden güne beliriyor, eserinin özü, derin anlamı, yavaş yavaş kav­

ranıyor, gelecek yüzyıllarda daha da büyüyecektir O." derdi.

Bu kısa değinme Ataç’m davranışındaki bir özelliği belirtmek içindir.

Ve

Samrım 1950 yılından bu yana “ ve” sözcüğünü yazılarında hiç kul­ lanmadı. Türkçede “ ve” sözcüğünün yeri olmadığına inanırdı. Kesinlikle

“ ve” kullanılmasının gerekli sanıldığı tümcelerde bile, anlamı koruyarak tümcenin yapısını değiştirir, gene “ ve” sözcüğünü kullanmazdı.

Bu, tümcenin yapısını değiştirme görüşünü, yeni sözcükleri kullanmak için de gerekli sayardı. Osmanlıca bir tümce yapısında eski sözcüklerin ye­ rine yenilerini koymanın Türkçe yazmak anlamına gelemeyeceğim, tümce­ nin yapısını yeni sözcüklere göre yeniden kurmanın uygun olacağını savu­ nur, eski tümcedeki yeni sözcüklerin yama gibi duracağını söylerdi.

Bakın, 12 kasım 1954 cuma günkü günce’sinde “ ve” sözcüğüyle il­ gili olarak neler diyor Ataç:

“ Yeni Ufuklar dergisi dil üzerine bir soruşturma açmıştı, kasım sayısında sekiz y anıtı yayımlıyor. Belki daha başkayanıtlar da alıp yayımlayacaktır. Bu ilk sekiz za- nıtın sekizi de dil devriminden yana olanlardan gelmiş. Hepsinde de benim çok' doğru bulduğum düşünceler, kanılar var.

Bay Haldun Taneriin yanıtının bir yeri üzerinde duracağım. Diyor ki Bay Hal­ dun Taner: ‘ ( Dilimizin zengin bir ekin dili olması için) Dilimizde yaptığımız ele­ mede sözlüğümüzü fakirleştirecek ifratlara gitmeyerek, meselâ, her dilde karşılığı bu­ lunan Ve kelimesini Türkçeden atmaya kalkışmayarak (çalışmamız gerekir.)' (Ayraç

[parenthèse] arasındaki sözleri ben kattım.)

‘ Ve' tilciğinin Türkçesi yok mu sanki? ‘ Île' ne oluyor? ‘ bile' ne oluyor? ‘ de' ne oluyor? Onlar ‘ ve'yi karşılamıyor mu? Benim gibi ‘ ve' kullanmayanlar bunu düşünmüyorlar mı?

(4)

‘ Ve'nin her dilde karşılığı varmış, çok iyi, Bay Haldun Taner bunu söylüyor, o tilciğin Türkçede de bir karşılığı olması gerektiğini neden düşünmüyor? neden ara­ mıyor o karşılığı da Arafiçasıyla yetiniyor. Bir takım yabancı sözleri, Türkçelerini aramadan, ‘gereklidir’ diye kullanmağa kalkarsak, Bay Haldun Taner gibi ''yok­ sullaştırmak’ yerine \’fakirleştirmek’ , ‘ aşırılık’ yerine ‘ ifrat’’ deriz, dilimiz gene olduğu gibi kalır.”

Ataç’ın sağlığında genç yazarlarımızın pek çoğu “ ve” sözcüğünü kul­ lanmamaya çalışırlardı. Şimdilerde buna pek aldırmıyorlar. Belki kolayla­ rına geliyordur öyle yazmak. Belki de kalıcı değildi Ataç’ ın etkisi, sağlam iz bırakmamıştı. İnandığı sorunu sonuna dek götürürdü Ataç. Bu nedenle “ ve” sözcüğüne, yerine göre noktalama işareti, yerine göre Türkçedeki her­ hangi bir karşılığını kullanarak, yazılarında hiç yer vermemişti.

Kendisini yenilemek

Belli bir doğrultuda sanatını derinleştirmeye çalışan kişilere karşılık, kimi sanatçılarda boyuna kendisini değiştirme çabası içindedirler. Yazını­ mızda bir tartışma konusudur bu. En belirgin olarak şiirde göze çarpar. Şiirini yenileme olanağını bulamayan, yeni bir şiiri anlamada geri kalan şair eskimeye, unutulmaya başlar. Şiirini boyuna değiştiren de kişiliğini zor korur. Sakıncalı yönlerini korumasını bilerek bir sanatçının kendisini yeni­ lemesi zorunludur.

Ama bir eleştirmen için kendisini yenilemek baş koşuldur. Yeni bir akımı anlamak, bunu uygulamak isteyen genç şairlere yol göstermek, ya­ dırganan yeni bir anlayışı bilerek sevmek, ister eleştirmen olsun, ister sanatçı, kendisini yenilemeyi bilmek demektir.

Bu nedenle olsa gerek, Külebi:

“ Hızır gibi boyuna genç olan” diyordu Ataç’ a.

Bir gün şiir üzerine uzun bir tartışmamız olmuştu Ataç’ la. Tanpmar’ - m bir şiirinden açılmıştı. Benim yeni şiiri, ne dediği iyice anlaşılmayan ger- çeküstücülerin şiirini pek sevmediğimi sanıyordu. 25 haziran 1954 günlü güncede şu sözleri söylüyordu benim için: “ Eski şiirde, şu şairane şiirde başarı göstereceğini umuyorum. Beğenisi de iyi. Şiir üzerine düşünüyor, yayılmış, yerleşmiş, bunun için de canlılığını yitirmiş eski kanılar, yargılarla yetinmiyor.”

Bir bakıma doğruydu Ataç’ın söyledikleri. Zordur bir insanın kendisini yenilemesi. Ama burada söz konusu edilecek olan benim durumum değil, Ataç’ın kendisini nasıl yenilediğidir. Gerçeküstücülerin şiiri için, “ Ben ona bayılıyorum, anlamadan da sevmeye çalışıyorum” diyordu Ataç.

Yapmacık değildi bu sözleri, içtenlikle söylenmişti. Zaten yapmacık olsaydı böyle uzun süre aranan bir eleştirmeci olur muydu?

Eleştirmeci mi? Denemeci mi?

Bana kalırsa alıştığımız anlamda bir eleştirmeci değildi Ataç. Yaşadığı günü, tanıdığı insanları, öfkesini, sevincini bir söyleşi içinde verirdi. Okudu­

(5)

ğu kitaplardan izlenimleri de vardı bu yazılarda. En acımasız, eleştirisinde bile kesin bir sonuca varmak istemezdi.

Diyelim adındaki kitabı kendisini anlatan ünlü “ Ben” denemesiyle baş­ lar : “ Büğün de, öyle büyürdü gönlüm, kendimden açacağım. Önemimi söyleyeceğim. Ya! önemli bir hiçiyim ben." Böyle başlardı ünlü “ Ben” denemesi. Ne var ki bu denemenin önemli bir bölümünde eleştirmeci olarak kendisini yargılamak­ taydı. “ Benim önemim yaşadığım günlerdedir.” diyen Ataç denemeci olarak ya­ rınlara kalamayacak, unutulup gidecek bir yazar olduğuna inamr: “ Gele­ cek yüzyılların kişileri yeni bir acun görüşü, bir yaşama yolu bulamayacaklardır be­ nim yazılarımda. Ben, ölümümden az sonra, belki de öldüğüm yıl içinde, unutuluve- ririm. Olur, üç beş arkadaş, gönüldeş aralarında konuşurken anarlar beni, o başka, ama bir yazar olarak anılmam, öğretmenler öğrencilerine benim kitaplarımı okumala­ rını öğütlemezler.”

Ataç, gerçekten unutulmuş mudur günümüzde? Bu soruyu yanıtlama­ dan önce unutulmadan ne anladığımızı düşünmeliyiz. Yazınımızda yaşa­ dığı günlerdeki gibi adı geçmiyor Ataç’ ın. Anma törenlerini biraz yapmacık­ lı, biraz zorlamalı bulurum. Yeni anlayışların, yeni sorunların tartışması yapılırken Ataç’ ı anımsamadığımız da doğrudur. Dahası, yeni yetme kimi eleştirmeciler ölümünden nice yıllar sonra küçümsemeye bile kalktılar onu.

Gene de unutulmadı Ataç. Unutulamaz da. Günümüzün bir yazın so­ rununa onun bakışıyle eğilebiliriz. Bize görmeyi öğretti. Ayrıntılar üzerinde dururken hiç birimizin dikkatini çekmeyen güzellikleri bulup çıkardı. Dil bilincine varmamızı sağladı. Bu etkiler sürüp gidiyor gene de. Bu etkilerin sürüp gitmesi küçük anma törenlerinden çok daha geçerlidir.

Ataç belki sevmezdi, belki kızardı, ama söylemem gerek, çağma, yazı­ nımıza damgasını vuran bir yazardı O. Onun yazarlığında eleştirmecilikle denemecilik bir aradaydı. Belki de yeni bir yazın türüydü bu, Ataç’ a vergi, Ataç’ tan başka kimsenin başaramadığı yeni bir tür.

Güncesi

Türkçe Sözlük1 te anılarını günü gününe yazma “ günlük” sözcüğüyle karşılanmış, “ günce” sözcüğü yer almamış. “ Günce” sözcüğünü bulan Ataç’ - tı. Sözlükte yeri olmadığı halde günümüzde daha yaygın olarak günce’yi kullanmaktayız.

Anılarını, düşündüklerini günü gününe yazma olunca gerçekten günce miydi Ataç’ın yazdıkları? Hiç unutmam Türk Dil Kurumunun Cihan so­ kaktaki yerinde üst kattaki salonda daktilonun başına geçer, bir haftalık güncesini bir oturuşta yazardı. Mart 1955’te, tarihsiz bir günce’ de, “ Yalan” başlığı altındaki bir yazıda bu olaya şöyle değiniyor:

“ Büğün güncemi yazıyordum, yarın gazetede çıkacak diye. Mustafa Şerif Onaran geldi. ‘ Siz gerçekten günce tutmuyorsunuz k i! Ne yazacaksanız hepsini bir günde yazıyorsunuz!’ dedi. Doğru. Bu yazılara ‘günce’ de­

(6)

mem bir çeşit yalan. Gerçek günce günü gününe yazılmalı, günü gününe tutulmalıdır... Ben yazdıklarımı ne gün düşündüğümü biliyorum. Kimine ‘ tarihsiz’ deyişim de onun için. Gene de bir yalan var işin içinde...

Bırakacak mıyım artık ‘günce’ yazmayı? Hayır, hoşuma gidiyor, onun için bırakmayacağım. Eskiden bu türlü yazılarıma ‘ sözden söze’ derdim, şimdi ‘ günce’ demeyi yeğliyorum.

Neyse ki Mustafa Şerif Onaran takıldı da okurlarıma bildirdim bunun bir yalan olduğunu. Bir sözün yalan olduğunu açıkladıktan sonra da yala­ nı kalmaz onun.”

Bir insan yazdıklarını ne gün düşündüğünü bilir mi? Bana öyle geliyor ki bu sözde de insamn kendisini bir aldatması var. Kimi yazar, yazarken düşünür. Yazının gelişi yeni düşünceleri oluşturur. Küçük çağrışımlar deği­ şik konuların ortaya çıkmasını sağlar. Ataç’ın güncesi olayları değil, duygu­ ları, düşünceleri anlatan bir güncedir. Olaylar daha somut, daha belirgin­ dir. Böyleyken zaman geçince belleğimiz kimi yerlerini siler, değiştirir. Gene de ölümüne dek son beş yılın önemli yazın belgesidir Ataç’ın güncesi.

Son güncesi 11 mayıs 1957 cumartesi günü yazılmıştı. Adını da “ Son” koymuştu bu günce’nin. “ Bir süre yazı yazamıyacağım. Ben de yazamıyacağım Kavafoğlu da yazamıyacak.” Dil Kurumunun yayımladığı Günce’y t başka açıklamalar da konmalıydı. Genç okurlar Kavafoğlu’nu ne bilsinler.

Takma adı

Kavafoğlu takma adıydı Ataç’ın. Bu adla Ulus gazetesinde politikaya değgin fıkralar yazardı. Ataç adım yazınla ilgili konular dışında kullanmaz­ dı. Önem vermediği çevirilerinde de takma ad kullanırdı. Simenon’ dan çe­ virdiği polis romanları “ Alkan” takma adıyladır. Klasikler arasında Sabi- ha Yağızlar takma adıyla yaptığı birkaç çeviri vardır.

Simenon önemsediği bir romancıydı Ataç’ın. Sıradan bir polis roman­ ları yazarı saymazdı onu. Neden Alkan takma adını kullandı, bilmiyorum. Başka takma adları var mıydı? Takma adlarıyle ele aldığı konuların özellikleri neydi? Ayrı bir araştırma konusu olabilir bu. Ölümünden 17 yıl sonra Ataç’ ı yeniden okumak günümüz yazınını daha iyi anlamaya götüre­ bilir bizi.

Genç öldü Ataç. Her iki anlamda da genç adamdı. Daha altmışına bile varmamıştı. Yeniliğe dönük, devrimci, kavgacı kişiliği nice genç insanlarda bile yoktu.

Ne var ki hastalıklı bir adamdı. Gene de ölüvereceğine hiç kimse inan­ mazdı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın güzel bir sözü var. “ Çoktan beri dost­ larına ve hayata ölümle nazlanır olmuştu.” diyor Ataç için. Dostları bu naz­ lanmayı seziyorlardı da ondan mı aldırmıyorlardı onun öleceğine?

Hangi ünlü kişi için söylemişlerdi, unuttum. Ataç’ a söylenmiştir bana göre: Ataç öldü, yazınımız o kadar ilginç değil artık.

Referanslar

Benzer Belgeler

Günefl, öteki y›ld›zlara göre bize çok yak›n oldu¤u için, Günefl gözlemleri bize öteki y›ld›zlarla ilgili bilgi..

«Suriye ve Kilikya’da Fransa Yüksek Komiseri» General Gtıro’- nun emri ile Antep, Maraş ve Urfa sancaklarındaki Fransız kuvvetleri­ nin kumandanlığına

Fakat Curiosity’nin sönmüş bir volkanın etrafında yaptığı ölçümlerde yüksek miktarda feldspata (granit türü kayaların içinde bulunan bir mineral türü)

fiimdiyse, bir grup araflt›rmac›n›n sürekli donmufl durumdaki tortul toprak tabakalar›ndan elde etti¤i bitki ve hayvan DNA’lar›, Sibirya’y› ye- niden verimli bir

Patoloji sonucu polip olan hastalarda olduğu gibi reinke olan hastalarda da tedavi öncesi ve sonrası Jitt, Shim ve NHR ölçümleri arasında istatistiksel olarak

Gökalp, uluslararası banş balonundan çok önemli olan milletlerarası kuruluşlara gerekli­ liğine inanır.. Bunun için dünya kamuoyunun milli kamuoyundan jayıf

Nüfusu milyondan pek de u- zak olmayan Istanbulda, sade kış mevsiminde oynayan bir dram ve bir komedi tiyatrosu mevcuttur; Ankarada devlet tiyatrosunun çe­ kirdek

Halbuki Hakkı Celis, ona bir tanrıça gibi tapan Hakkı Celis, bireyci kişiliği yavaş yavaş de­ ğişirken bile ne yaptığının tam farkında değildir.... Ruhları