rrM^u'hi
(T an O raVın çizgileriyle)
Dünya uygarlığını yaratan büyük insanların
mahalle bakkalına yazdıkları bir küçük pusula bile,
bütün dünya insanlarına gönderilmiş
bir mesaj, bir mektup demektir.
Düşün Yayınevi, uygarlığımızı yaratan kişilerin
sîzlere yazdıkları bu mektupları
kıvançla sunuyor.
• Goethe’nin Mektupları
• Mikelanj’m Mektupları
•Rilke’nin Mektupları
• Stefan Zweig’m Mektupları
• Heine’nin Mektupları
•Baudelaire'm Mektupları
•James Joyce’un Mektupları
• Kafka’nın Ailesine Mektupları
•Tucholski’nin Mektupları
•Rimbaud’nun Mektupları
>Yaratıcıların,
kültür üreticilerinin mektuplarını okuyanlar,
kendileri de içlerinde yaratıcılık, üreticilik ve
yapıcılık isteği duyacaklardır.
V>
Genel Dağıtım:
YADA Yayın-Dağıtım A.Ş.
Doktor Şevki Bey Sok. No. 6
Divanyolu, İstanbul-Tel: 5207472
Duşun
* I
Savcılığa Dilekçe
İÇ değilse bu kitabı ya zıp bitirene dek O'nu ta nıdığım son deli sanı yordum. Oysa O’nu tanı dıktan sonra ne çok de liler tanıdım.
Amerika’da (ABD) bir üniversitenin düzenledi ği uluslararası bir bilim sel kurultaya çağrılıydım, Sonradan, konfe rans için başka Amerikan üniversitelerin den de çağrılar almıştım. Kalp ameliyatı da olacağım için Amerika’ya gitmeyi çok da istiyordum. Ama pasaportum verilmedi. Pasaportumun verilm em esine b ir yasal gerekçe bulmak gerekti. Bu gerekçeyi de bul dular: Yirmiüç yıl önce, Ankara’da çıkan Ön cü gazetesindeki bir yazım. Bu yazım “ Az G ittik Uz G ittik” adlı kitabıma da girmiş ve bu kitap altı basım yapmıştı. Söz konusu yazının başlığı “ Sosyalizm Ahlâktır.”
Dava açıldı. Duruşmalara gidiyorum. Yine bir duruşma günü, koridordaki sırada oturmuş, ağır ceza mahkemesinden çağrılmamı bekli yorum. Yanıma iyice giyimli bir adam gelip oturdu. Karadenizliliğini ilan eden bir burnu var. Selam verdi. Adımı biliyor, beni tanıyor. Gazetelerden de dava konusunu okuyup öğ renmiş.
— Siz, dedi, sosyalizm ahlaktır, diye yaz mışsınız. Peki, size göre sosyalizm niçin ah laktır?
Duruşma saati geciktiği için canım sıkılıyor beklemekten. Bir de böyle sorular daha da can sıkıcı. Üstelik sosyalizmin neden ahlak oldu ğunu yazımda açıklamışım, bu yüzden de da va açılmış. Baştan savma bir yanıt da vermek istemiyorum. Kısa ve doğru bir yanıt vermiş olmak için şöyle dedim:
— Bana göre en büyük ahlâksızlık, insanın insanı sömürmesidir. Sosyalizm de sömürme ye karşı ve engel olduğu için, bana göre ah laktır.
— Faşizm de ahlaktır... dedi.
Hmmm... Durum değişti. Baştansavmak için.
— Olabilir... dedim.
— Asıl sömürü İslâmlıkta var... dedi. Ben yine,
— Olabilir... dedim.
Önce Mehmet A kif’in, sonra Atatürk’ün aleyhinde konuşmaya başlayınca, artık “ Olabilir” diyemedim. Belli ki adam deli...
— Ben hiçbir kitap okumam, dedi, bugü ne kadar hiç kitap okumadım.
— Olabilir.
Konuyu değiştirmek için, ne iş yaptığını sordum.
— Sismik (sismique) uzmanıyım... dedi. Allah Allah! Şimdi gel de şaşma... Sismik, yani depremsel işler uzmanı.
— Nerde çalışıyorsun?
— Şimdi çalıştığım yok. Alman gemilerin de çalıştım. Ben bu dünyanın bütün denizle rini, kıyılarını gezm lşim dir. Japonlardan Hindistanına Ameri kasına kadar... Sismik araş tırma gemilerinde...
Soruma dörtçocuğuolduğuyanıtını verin ce bir üzünç duydum, acıdım zavallıya. Belli ‘ ki artık O’na gemicilik yaptırmıyorlar. Nasıl ge çinir? Sandığım kadar deli değilmiş. Kazandı ğı paralarla dört dükkân satın almış, onların kirasıyla geçinirmiş, paraya gereksinmesi yok muş.Şimdiyüksekkültür işleriyle zamanını ge çiriyor.
— Seninle çok uğraştılar, dedi, bundan sonra da benimle uğraşsınlar. Bir kitap
yaza-cağım. Gazeteler hep senden söz edecek de ğil ya, sen yoruldun. Bundan sonra gazeteler beni ele alsınlar.
Sesimi çıkarmadım.
— Bunun için ne yapmalıyım? diye sordu. — Bilmem... dedim.
— Birisinin beni ihbar etmesi gerekir. Sen ihbar eder misin?
— Hayır.
— Niçin bir iyilik yapmak istemiyorsun? Şen tanınmışsın işte, beni de tanısın dünya, işte söylüyorum, bizim İstiklal Marşımız da yanlıştır, ihbar et beni...
Yine sustum.
— Öyleyse ben kendi kendimi ihbar ede rim, dedi.
Yanımdan kalktı. Bir yerlere gitti. Sonra geldi, karşıda ayakta dikilip bir kâğıda bişey- ler yazıyordu tükenmez kalemle. Uzaktan O’nu gözlüyordum. Yine gözden yitti. Az sonra ya nıma geldi.
— Savcılığa gidip kendimi ihbar ettim, de di, işte yazdığım ihbar dilekçesi bu.
Dilekçesini bana uzattı. — Bende kalabilir mi? dedim. — Kalsın... dedi.
— Savcı ne dedi?
— Kendi kendini ihbar olmazmış, dilekçe mi almadı. Başkası ihbar etmeliymiş. Sen bir iyilik yapsan bana...
Mübaşir adımı seslendi. Duruşmaya gir dim. Son duruşmaydı. Beraat etmiştim, ama beraatim de işe yaramadı, yine pasaportum verilmedi.
Ağır Ceza Mahkemesi salonundan o da çık tı benimle. Kurtulmaya çalışıyordum. Arkada
şım iki avukat yanımdaydı. O bizi izliyordu. Avukat arkadaşlardan birinin arabasına bindik. Kurtulduğumu sanıyordum. Arabayı süren avu kat, dikiz aynasından gördü. Bir taksiye bin miş, bizi izliyordu. Evimi öğrenirse elinden kurtulamazdım. Dolmabahçe’ye dek izledi. Or da, sürücü arkadaşımız öyle zikzaklı manevra yaptırdı ki arabaya, O’nun bindiği taksi trafik polisinin işaretiyle öne geçmiş, Beşiktaş’a yö nelmişti. Bizim araba da Taksim yoluna sap tı.
Bir daha görmedim.
Savcılığa yazdığı dilekçeyi buraya aktarı yorum. Çok okunaksız, bozuk ve yanlış yazımlı bir dilekçe.
Cümhürriyet baş Savcılığına
10 - 5 - 1983 İçinde bulunduğum düşüncelerimin hep sinin insanlığın yararına olduğuna inanıyorum. Lâkin her şeyde olduğu gibi benim düşün celerimin insanlığa zararlı olabileceğim göz önüne alarak şu düşüncelerimden ötürü ken di kendimi mahkemeye veriyor ve mühakeme edilmemi arzediyorum.
1. İstiklâl marşımız yanlıştır. Mehmet Akif terörist önderdir.
2. Atatürk (Buraya almıyorum).
3. Kanunlarınızda insanları üygünsuzluğa, sapıklığa teşvik edicidir ve kanunlarınız katil dir.
4. Faşizm, emperyalizm, sosyalizm ve ko- monızm ahlaktır, fazilettir.
5. Dünyadaki bütün dinlerin tatbiki yanlış tır.
T. T. (imza)
Hekim Deliler
İNİR ve akıl hastalıkları hekimlerinin de (yani de li hekimlerinin) deli ol
dukları düşü n ce si
yaygındır. Bu yaygınlık hiç de boşuna değil, el bet bir doğruya dayanı yor. Deli hekimlerinin de deli oldukları, tiyatro oyunlarına, öykülere, romanlara bile (“ Saman Yolu” adlı oyunda örneğin) geçmiştir. Deli he kimlerinin neden deli olduklarının halk içinde değişik yorumları vardır. Bunlardan en yaygı nı, yıllarca gece gündüz deliler arasında yaşa- ya yaşaya onların da zamanla delirdiği
düşüncesidir. Belki de bu uzman hekimler, yıl larca deliliği incelediklerinden, kendilerinde ki deliliği de sonunda bulurlar.
Tanıdığım ünlü ruh, akıl ve sinir hastalık ları uzmanı hekimler oldu. Onlar da tıpkı bizim gibiydiler, yani hekim olmayanlardan ne daha çok akıllı, ne de çok deli... Ama öyle sanıyo rum ki, kimi deli hekimler, salt deli hekimleri oldukları için, kendilerini, delirmek zorunda duyumsuyorlar. Epiyce örnek verebilirim. Ama şimdi Prof. Dr. Rasim Adasal’dan sözetmek is tiyorum. O’nun Tıbbiye’deki sınıf arkadaşların dan Türkiye’nin çok seçkin aydınları çıkmıştır. Dr. Neşati, Dr. Yusuf Balkanlı gibi... Bu sını fın çoğu öğrencisi hekim otamadan Tıbbiye
-den (Tıp Fakültesin-den) solcu oldukları için atılmışlardır. “ M anifest” i Türkçeye ilk olarak Fransızcadan çeviren Rasim Adasal bu kasır gadan her nasılsa yakasını paçasını kurtarıp hekim, daha sonra da değerli bir uzman olmuş tur. Türçeyi çok güzel yazar, ama çok kötü hâlâ G iritli ağzıyla konuşurdu. Hiç evlenmedi. Önemli bir deliliğini, delilik sayılabilecek bir davranış alışkanlığını burada yazmak istem i yorum. Kitaplarıyla, yazılarıyla, dersleri ve ko nuşmalarıyla salt uzmanlık alanında tıbba değil, Türk kültürüne de hizmetler etti. Şimdi O’nun bir başka delilik halinden, nasıl bunalı ma girdiğinden sözetmek istiyorum. Bunun için de bir gazete haberini buraya aktarmam yeter.
18 Mayıs 1980 tarihli Hürriyet gazetesin den:
Prof. Rasim Adasal ruhi bunalım geçirdi Ankara, (Hürriyet) - 35 yıllık ruh hekimliğin de, binlerce kişinin “ Ruhsal bunalımına” ça re bulan Prof. Dr. Rasim Adasal, bu kış 77 yaşında “ Ruhsal bir bunalım” geçirdi.
Bu ünlü ruh hekimi hakkında, bir söylenti, sevimsiz bir şaka değil, bizzat kendisinin açık ladığı bir gerçek...
Evet, Prof. Dr. Adasal, uzun hekimliği sı rasında, iıep hastalarında gördüğü, “ Ruhsal bunalıma” uzun, soğuk, yakıtsız ve yalnız ge çen bir kıştan sonra, kendisi de düştü... 35 yıl ruhsal bunalım geçiren onbinlerce hastaya şi fa dağıtan Profesör Adasal, kendisine koydu ğu teşhisi, gene kendisi şöyle anlattı:
“ Bu kısa süren şok, doğrudan doğruya psi- komatik bir reaksiyon. Bugün memleketimiz de gerek erkek, gerek kadın ve gençlerde, bunun çeşitli sıkıntıları görülmektedir. Bun lar ancak, hekimliğin yardımı ile tedavi olarak kurtulmaktadır. Ben, bunu doğal mukavemet ve tecrübelerim sayesinde ve nihayet olağan bir reaksiyon olarak geçirdim.”
Çok sinirli, asabi mizaçlı bir ruh hekimiy le çok kısa bir ilişkim iz olmuştu, onu anlata cağım. 1941 yılı. Erzurum İstihkâm Taburu’nda bölük komutan vekiliyim. Rütbem teğmen. Ya şamımda çok önemli yeri olan bu olayı ayrın tılarıyla anılarımda yazacağım için burda özetleyin değinmek istiyorum. Erzurum’a ya kın llıca’ya dört-beş kilometre uzaklıktaki Bi rinci Dünya Savaşı’nda Rus’lardan kalma yeraltında büyük cephanelikler var. Kolordu dan bir buyruk geldi. Bu cephanelikleri ve için dekileri muayene edip neler olduğunu ve bunlardan yararlanıp yararlanılamayacağını, ne oranda hangilerinden yararlanılabileceğini saptamak üzere bir kurul oluşturulmuş. Kuru lun başkanı bir tuğbay. Beni de o kurula almış lar. Kurulun en küçük rütbelisi benim. Beş üyelik kurul, g ittik o yeraltı cephaneliklerine. İçlerinden birine baktık, ötekilere bakılmadı. Baktık dediysem, kapıdan girip şöyle bir bak tık. Cephanelikler, büyük tepelerin altına gö mülü. Isıya, rutubete karşı her türlü önlem alınmış. Akıl durdurucu bişey... Tepelerin çev
resi dikenli tellerle çevrili ve nöbetçiler var. O ilk gidişimizden sonra bir daha o cepha neliklere gitmedik ama, üç gün arka arkaya llı- ca’ya gittik. Ilıca’da lokanta var. Sahnesinde şarkıcı kadınlar şarkı söylüyor. Üç gün oraya gidip yedik içtik, Ilıca havuzunda yüzdük, eğ lendik, akşama da evlerimize döndük. En kü çük rütbeli olduğumdan bana söz düşmüyor. Ben, cephaneliklere girip inceleyeceğiz, çalı şacağız diye bekliyorum. Üç günden sonra bir daha oraya gidilmedi. O üç gün içinde bize öde nek olarak para verildiğini de söylemeliyim. Ara dan on gün kadar geçti. Tabura bir rapor gel di. Raporda kurulumuzun öteki dört üyesinin imzası var. En sondada, en küçük rütbeli olan benim imzam olacak. Özet olarak yazanakta (raporda) şöyle deniliyor: “ Birinci Dünya Sa- vaşı’ndan kalma cephaneliklerdeki bütün mad delerin imhası gerekir.'1
Tabur komutanımız Ziya Bey’e,
— Efendim, beni bu kuruldan çıkarsınlar... dedim.
— Neden? diye sordu.
— Çünkü ben bu yazanağı imzalayamam. Yerime başkasını bulsunlar imzalamak için. Cephaneliğe bikez girdik çıktık. Hiçbişey mu ayene etmedik, deney yapmadık. Hepsi bozuk, yararlanılmaz diye nasıl imza veririm?
Bikez kurula almışlar Kolordu Komutanı nın yazılı buyruğuyla, çıkaramıyorlar da...Tuğ bay beni makamına çağırdı. Kolorduya gittim . Sertliğiyle ünlü bir tuğbay. (Aynı evde iki eşiyle birlikte yaşıyordu.)
— Teğmen, sen canına mı susadın? dedi. Bende ses yok.
— Oğlum, sen deli misin?
Bende yine ses yok. Bu kez yazanağı uza tıp bağırdı:
— Çabuk imzala şunu!
— Bağışlayın komutanım, imzalayamam.. Yerime başka birini alınız.
— Bela mısın sen be?
Yine ses yok bende. 1 uğbay yumuşak bir sesle,
— Peki öyleyse, dedi, her sabah sana bir arazi arabası göndereceğim, emrinde... Git, is tediğin kadar incele ..
Cuma pazar demeden günde enaz on sa atten ik: hafta boyunca cephaneliklerde her ne varsa hepsini inceledim. O saldırı, o savunma el bombaları, dinamitler, barutlar, mermiler, üç kiloluk dört köşe bombalar, şemsiyeli bomba lar... Yepyeni, fantastik bir dünya içine girmiş gibiydim. Cephaneliklerin duvarları, rütübetten korunmak için, bir karışa yakın genişlikte man tar kaplı. Yerlere ahşap ızgara konulmuş. Bu cephanelerin çoğunun doğumu benimle bir, 1915 yılında yapıldığı yazılı. Hepsinin sandık larında prospektüsleri var, Rusça... Bu pros- oektüsleri Rusça bilenlere çevirttim.
Bu çalışmanın sonucunu çok geniş bir ya zanakla sundum. Şu maddeler bozuk, şu mad deler yüzde şu kadar bozuk, şunlar sağlam, şunlardan yararlanılabilir. Verdim yazanağı
J
Tuğbay’a. Onbeş yada yirmi gün sonra Kolor- du’nun aylık genelgesinde benim başarım övü- lü yo r ve para ikra m iye si v e rile c e ğ i bildiriliyordu. (İkramiye, aylığımdan çoktu. O zaman aylığım 67 lira filandı, yüz lira bile de ğil.) Genelgede, tarihi bildirilen pazar günü, bü tün kolordu subaylarının Uzun A hm et’e gitmeleri ve orada benim, Rus cephanelikle rinden çıkan bombalar üzerine kurs vermem buyuruluyordu.
Çok mutluydum.
Kısa keseyim. Uzun Ahmet’te çevremde genişbirdairede toplanmış olan Kolordu su baylarına sandık içindeki bombaları anlatırken, evet... Elimdeki bombanın paslı yayı düşünce fitil ateş almaya başladı. Beş saniye sonra elimdeki bomba patlayacak. (Fitilin uzunluğu beş santimdir, saniyede bir santim yanar.) Bombanın patlayacağını benden başkası bil miyor. Müthiş bir beş saniye... yanmakta olan fitilin çıkardığı “ tıss” sesini yalnız ben duy maktayım. Anlatılır gibi bir olay değil. Bombayı fırlatıp atsam, subay çemberini aşırtamazsam pekçok subay ölecek. Elimden yere bıraksam, öteki bombalar da patlayacak. O beş saniye, beş saat gibi sürüyor. Üstelik elimdeki üç ki loluk siper savunma bombası. Patlayınca, her köşesinde üst üste konulmuş çelik misketler şemsiye gibi saçılıyor. Yani nasıl olsa orada ki insanlardan ölecekler olacak. Kendimi dü şünmüyorum, benim yanlışım yüzünden ölecek olanları düşünüyorum. Sonunda kara rımı verdim. Bombayı karnıma koyacak, üstü ne iki büklüm eğilerek başkalarının ölümünü önleyecektim. Ama yine de çelik misketler başkalarını da öldürebilirdi. Öyleyse, şemsi yenin dışında kalmaları için yatmalıydılar.
Bütün bunlar beş saniye içinde nasıl dü şünülebilir? İnsan beyni, mucizelerin en mu cizesi... Elimde bomba, avazım çıktığınca iki kez haykırdım:
— Yaat! Yaaat!
Nasıl dehşetle bağırmışım ki çember ol muş subaylar birden yerle bir oldular. Bomba elimde, içi başka tü r bombalarla dolu sandı ğa ters dönüyorum ki, öteki bombalar da pat lamasın. Tam dönüşüm sırasında, gümmm... Ben yerdeyim, her yanımdan kanlar fışkırıyor. Ya sakat, ya yarım kaldıysam... Ölmedim diye bende bir üzüntü ve elbet çok büyük bir utanç... Size bu olayın daha müthiş bir yanını anlatayım. Tabur komutanım Binbaşı Ziya Bey, bomba patladıktan sonra tepeye çıkmış, ta bancası elinde haber bekliyor. Ne haberi? Su baylardan ö le n le r olursa, tabancasının namlusunu şakağına dayayıp tetiğe basacak. Çünkü benden sonra sorumlu o...Neolağan
üstü bir sorum duygusu!
Beni yola indirdiler. Taşıt bekliyoruz. Şim diki gibi yollar vızır vızır işlemiyor. Karşıdan ge len çimento yüklü bir kamyonu durdurdular. Çimento torbalarını indirdiler. Beni attılar kam yona... Doğru Erzurum Askerî Hastanesine... Çizmenin birinin içinde kan donmuş, çizme
çıkmıyor. Bıçakla kesip çıkardılar çizmeyi. Sır tımdan içeri misketler girmiş. (Bir tanesi hâlâ durursırtımda, ciğerin biryanında. Siyami Er sek bir röntgen film im i aldırdığında, ilkin bu nu kanser kisti sanmıştı.) Bacaklarımdaki misketleri çıktılar. Sağ elimin serçe parmağı nın ucu kopmuş. İnsansoytı toptan delidir diye bir genelleme yapsam doğru olmaz, ama benim bir deli olduğum kesin. Sağ elimin serçe par mağının ucu kopmuş diye sevindim. Niçin bi liy o r m usunuz? Ya sağ e lim in işaret parmağının ucu kopsaydı... Tetiğe basamam diye beni kurmay yapmazlar ve ben de gene ral olamazdım... Generalolmayakendimi öyle sine koşullandırm ışım ki...
Ama ben size bir ruh hekiminin deliliğini anlatacaktım. Hastanede tek kişilik bir odada yatıyorum. Karım, ilk çocuğuma gebe, doğur du, doğuracak. Buyüzden ziyaretime gelemi yor. Ama bir kişi geldi ziyaretime. Kim dersiniz? Bana “ Bela mısın sen be?” diye ba ğıran topçu tuğbayı. Odama girdi. Doğrulma ya davrandımsa da doğrulamadım. Karyolamın ayak ucunda durdu. Konuşmadan bana baktı baktı, sonra,
— Nasıl? dedi.
Haklı çıktığını sanıyordu.
O’nun “ Nasıl?” sorusunu sanki bana “ Na sılsın?” diye sormuşçasına,
— iyiyim, sağolun... diye yanıtladım. Tuğbay başka bişey söylemeden çıktı oda dan.
Cebimde bir liram var, başka param yok. O zaman bir lira çok değilse de az da değil, ma deni bir lira... Canım çay istedi. Çaycı ere bir çay söyledim. Çayı getirdi. İçtim. Bir lirayı ver dim, gitti. Beklerim beklerim, paranın üstünü getirmez. Üçüncü günü bir liranın üstünü is tedim.
— Sen bana bir lira vermedin, on kuruş ver din... dedi.
Başka param olsa yanılmış olabileceğim diye düşüneceğim.
— Bir lira verdim.
Başladı bağırıp çağırmaya, boyuna söy leniyor. Sanki o teğmen de, ben erim.
— Senin parana mı tenezzül edeceğim... istersen bir lira vereyim sana paran yoksa...
Ben bir erin böyle konuşmasına hiç alışık değilim. Göğsüm, bacağım, bir kolum sarılı.
— Seni şikâyet edeceğim... diye bağırarak çıkıp gitti. Sonradan duydum ki, nöbetçi he kimi olan bir akıl ve ruh hastalıkları uzmanı bin başı hekime beni şikâyet etmiş. Bu hekimden de bütün hastane, küçüğü büyüğü hepsi kor kuyor. Adı geçse, hastanenin duvarları bile tit riyor, öyle bir korku salmış. Bunca korkul masının nedeni de, ruh doktorunun deli olma sı.
Doğrusu ya, ben de korkmaya başladım. Deliden korkulmaz mı? Ama ben ondan değil, kendimden korkuyorum. Bu deli hekim olma dık bir delilik yapmaya kalkışırsa, ben de ken dimi tutamam diye korkuyorum
Yine nöbetçi olduğu bir gece odama gir di. Olayı sordu. Saygılı biçimde anlattım. So nunda.
— Bende başka para olsaydı, belki yanıldı ğımı sanabilirdim. Ama o bir liradan başka pa ram yoktu.
— Peki, sen ne yaptın o ere? diye sordu. Doğrusunu söyledim:
— Bağırdım, dayanamayıp sövdüm de... Birden kızdı:
—Olur mu, hiç olur mu... Neden dövmedin, neden? Hem öyle döveceksin ki, daha bişey yokken beni böyle dövdü, ya bir de şikâyet edersem beni öldürür, diye korkacak... Bir vur dun mu yere çarpılacak ki, kalkmaya derman sız kalsın...
Bu hekimdi, hem de ruh ve akıl hastalıkla rı hekimi. Anladım ki, adam gerçekten deli. Ama itiraf edeyim ki, o zaman bu sözleri ho şuma da gitm işti. Demek o zaman bende de o tür delilik varmış azbuçuk.
Güzeller Güzeli Bir Deli
H
UMHURİYETİN ilk yıllarında Türkler Sovyetler Birliği’ne oldukça kolay lıkla gidip gelebiliyorlar dı. Bunların arasında partili olanlar çoğunluk taydı. Kimisi yasal yol dan, ama çoğu gizlice gidiyordu Sovyetler Bir
liğ i’ne. Moskova’da üç-dörtyıldahadauzufi ka lanlar oluyordu. Bunlar Moskova’da öğrenim
görüyordu. Her zaman aynı kolaylıkla, hatta gelecekte çok daha kolayca gidip gelebilecek lerini sandıkları için, o dönemde giden erkek lerin neredeyse hemen hepsi Sovyetler B irliğ i’nde resmî nikâhla evlendiler. Çocukla rı oldu. Bunlardan kimileri orada kalıp dönme di, çoğu döndü. Bu dönenler, umdukları gibi bir daha Sovyetler B irliği’ne gidemediler. Or da bıraktıkları eşlerini, çocuklarını yıllar yılı gö remediler; hiç göremeden ölenler de oldu. Bunlardan kimilerinin şimdi Suvyetler B irliği’ nde torunları vardır.
İşte bu dramlardan birini anlatacağım. Hüsamettin Özdoğu, benim tanıdığım ger çek aydın birkaç işçiden biriydi. Bunca yıl son ra bile O’ndan dinlediğim iki konferansı unutamam. Yaşamının sonuna dek işçi olarak kaldı. Çalıştığı her işyerinin vazgeçilemez tes viye ustası olduğundan, kendisi için çok ağır siyasal koşullarda bile işsiz kalmadı. Bir e li nin iki parmağı-belki öteki elinin de tek parmağı-yoktu. İş kazalarında parmaklarını yi tirm işti. Ne çok şey bilen, bildiğini de çok iyi bilen, ama neler bildiğini hiç belli etmeyen, suskun, hep güleç yüzlü, alçakgönüllü, direnç li, en karmaşık yurt ve dünya sorunlarını ko layca anlaşılır biçimde yalınlıkla anlatabilen
yaman bir aydındı. Nice profesörler tanımışım- dır ki, Hüsam’ın kültür düzeyinde değildiler.
Hüsamettin Özdoğu Moskova’da öğrenim gören Türklerdendi. Moskova’dan geldikten sonra bir daha oraya dönememiş, burada ya kın arkadaşı dostum Mustafa Börklüce’nin kız- kardeşiyle evlenmişti.
Hüsamettin’in Moskova’da evli ve bir kızı olduğunu bilmiyordum, ikinci Dünya Savaşı başındanberi Sovyetler B irliğ i’ne giden Türk yazarı olmamıştı. 1965 yılında ilk ben gitm iş tim.
Rehberim, kaldığım Moskova O teli’nde iki hanımın beni ziyaret etmek istediğini söyledi. Biri yaşlı, biri genç iki hanım geldi. Yaşlısı, Hü- sam’ın eşi, genci de kızı Emel’di. Bir Türk ya zarının M o sko va ’ya g e ld iğ in i gazete haberlerinden duyunca, biri eşinden, biri ba basından haber alabilmek için beni arayıp bul muşlar.
Hüsamettin kızı Emel’i, bir ya da iki yaşın da bırakmış. Kırk yıla yakın zaman geçmiş, bu luşup görüşememişler. Emel şaşılacak oranda babasına benziyor. Ama beni en çok şaşırtan, Emel’in şaşılacak oranda teyzesi Semiha’nın jestleriyle, mimikleriyle, tıpkı O’nun el, kol ha reketleriyle konuşması oldu.Emel evli, o tarih te onüç yaşında çok güzel bir kızı (Hüsam’ın torunu) var.
Anneye gelince... Saçları ağarmış, tertemiz yüzlü, eski güzelliği şimdiki güzelliğinden belli olan, yanakları tozpembe renkte bir hanıme fendi, evet, her davranışıyla bir hanımefendi. Öğretmenmiş. Ama Stalin döneminde öğret menlik yaptırmadıkları için ana-kız büyük sı kıntılar çekmişler, hele o savaş yıllarında... Stalin'den sonra öğretmenliğini sürdürmüş,
emekli olmuş. Neden öğretmenlik yaptırma dıklarım sorup öğrendim: Kocası Türk diye... Hem ortada koca yok, hem de kocası Türk di ye işsiz bırakılıyor. Stalln döneminde Sovyet- ler B irliğ i’nde kalmış olan Türklerin, biri dışında, hepsi sürgünlere gönderilmiş, kim i leri sürgünde ölmüş, kimisi de yirmi yıl kaldı ğı Sibirya’daki sürgünden sağ dönebilmek dayanıklılığını göstererek emekli olabilmiştir. Bu, yadsınamaz tarihse! bir olaydır.
ikisiyle de dilmaçım aracılığıyla konuşu yordum. O güzel yaşlı anne insanın içine işle yen yumuşacık bir sesle anlatıyordu.
Kocasını görmeyeli otuzyedi yıl olmuş. Otuzyedi yıl, hergün O’nun yolunu beklemiş. Evlenmemiş. Kızının babasının (kocasının) du rumunu sordu. Anlattım.
Buraya dek kadının anlattıkları acılı, ama
doğal sayılabilir. Ama bundan sonraki sözleri tüylerim i ürpertti.
— Biliyor musunuz, dedi. Hüsamettin g it tikten sonra ben yıllarca her gece rüyamda Ga lata Köprüsü'nü gördüm.
Şaşıp kaldım. Çünkü kadın hiç Türkiye’ye gelmemişti ki...
Yine de sordum:
— Siz İstanbul’u gördünüz mü? — Hayır, hiç gitmedim.
— Galata Köprüsü’nün resmini mi görmüş tünüz?
Olabilir ya, belki Hüsam eşine Galata Köp rüsü’nün resmi bulunan bir kart göndermiştir. Ama o dönemde kart, mektup da gidip gelmi yordu Sovyetler B irliğ i’ne.
— Hayır resmini de görmedim... dedi. — Öyleyse rüyanızda nasıl görüyordunuz? — Hüsamettin bana sık sık Galata Köprü- sü’nü anlatırdı. Öyle güzel, öyle etkili, hem de ayrıntılarıyla anlatırdı ki, Galata Köprüsü’nü görmüş gibi olurdum; demek, belleğimde an la tıla rın ın izi kalmış. O Türkiye’ye döndükten sonra her gece rüyamda Galata Köprüsü’nü görmeye başladım.
Müthiş bişey! Donup kaldım. Çokduygu- lanmıştım. Gözlerim doldu. Bi süre konuşa madım.
Bir kadın sevgisinin bu denli etkili biçim de simgeleştiğini ne görmüş, ne duymuş, ne bir yerde okumuştum.
Hüsamettin, yurdunu özledikçe genç ve güzel Rus eşine Galata Köprüsü’nü anlatmış olacak; yurt özlemini böylece gidermeye ça lışmış olmalı. Kadın da, kocası dönmeyince, O’ndan dinlediği Galata Köprüsü’yle kocası nı özdeşleştirmiş.
— Ama iki yıldan beri artık Galata Köprü sü’nü rüyalarımda göremiyorum... dedi.
Demek, iki yıldan beri kocasının dönece ğinden, O’nu bir daha göreceğinden umudu nu kesmiş.
Bir kadının resmini bile görmediği, ancak kocasının anlattıklarına göre tasarladığı bir köprüyü eşinin özdeşi olarak yıllar yılı rüyala rında görmesi delilik değil de nedir? Ama ne güzel, ne güzel, ne güzel bir delilik...
O görüşmemizden birkaç yıl sonra Emel iki kez İstanbul’a geldi, babasını teyzesini gördü, onların konuğu oldu. Ama Hüsam’ ın eşi gele medi. Gelse de neye yarar, artık rüyalarında Galata Köprüsü’nü göremiyordu ki....
Hüsamettin emekli olmuştu, yaşlanmıştı. Sovyetler B irliğ i’ne gitmek istedi. Pasaportu nu da aldı. Yol hazırlığını yaptı. Yola çıktı çı kacak... Birden hastalandı. Ha bugün ha yarın iyileşip gidecek derken günden güne daha ağırlaştı. Kanserdi. Pasaportunu kulanmadan öldü.
Kırk Yaşında Bir Yetim
OK yakın arkadaşlarımla bile nerde, ne zaman, na sıl tanıştığımı anımsaya- mam, nerede kaldı ki O ’ nu n la ta n ış tığ ım ı anımsayabileyim.
Zamanın tek parti ik tidarı olan CHP hüküme
ti Tan gazetesin i
yıktırmış. Tan’da çalışan bikaç gazeteci or tada kalmışız. Herkes korku, yılgı içinde. Tan gazetesinde çalışanlar, hatta başyazarı ve sa hiplerinden biri olan Zekeriya Sertel bile bir ye re sinmiş. (Sonradan öğrendim, Zekeriya Sertel, eşi Sabiha Sertel’le birlikte Moda’daki evinden motorla Büyükada’daki bir dostunun evine gitmiş, kimseye yerini bildirmiyordu.)Be- nim gidecek, saklanacak, sığınacak yerim yok. Evimde kâlamam. Nasıl kalayım? iki çocuğum ve eşim var, ama ne işim, ne param var... Çok geç saatlerde eve gider, sabah erkenden ken dimi sokağa atardım, belki bir yerden biriş ya da birisinden biraz borç para bulurum umuduy la...
Delilik salt bireysel bir olay değil, toplum sal delilikler, toplumsal isteriler de vardır. Bu nun dünyada en büyük örneği H itle r Almanya’sının Nazizm dönemi. Türkiye’de de, o denli büyük olmamakla birlikte, bikaç kez toplumsal deliliğe tanık oldum.Toplumsal del- lik başladı mı, akıllı kişiler deii sayılır. Bu top lum sal d e lilikle rd e n b iri, Tan gazetesi yıkıldıktan sonra yaşandı. O toplumsal delilik lerden bikaç örnek vereyim. Tan gazetesinin yıkıldığı gün, hemen o gün, sanki bütün aşev- lerlnde, en lüksünden en kıytırığına dek hep sine birden göksel bir buyruk gelmiş gibi, yernak listelerindeki kırk yıllık “ Rus salatası” , “ Amerikan salatası” olarak değiştirildi. Hâlâ bugün bile Rus salatasına, Amerikan salatası diyenler vardır.
Bir örnek daha... Galatasaray’da, şimdiki Yapı Kredi Bankası'nın tam karşısında büyüK bir çorap mağazası vardı; adı “ Rus Çorap Pa zarı” . Mağazanın ön yüzünün üstünde büyük siyah parlak kareler üstünde sarı yaldızla “ Rus Çorap Pazarı” yazısı vardı. Tan gazetesinin yı kıldığı gün, baştaki siyah kareyi olduğu gibi kaldırdılar ve “ Rus Çorap Pazarı” , “ Us Çorap Pazarı” oldu, yani akıl çorap pazarı... Hemen çarçabuk “ R” harfinin yerine oraya koyacak başka bir harf bulamamışlardı.
Bir örnek daha... O dönemde “ Tan” sözcü ğü, özellikle ticaret yaşamında çok modaydı. Tan İşkembecisi, Tan Berber Salonu, Tan Kı
raathanesi, Tan Lokantası, Tan Lostra Salonu vb. gibi birçok Tan vardı, ne yana dönseniz bir- iki Tan görürdünüz. Tan gazetesi yıkılır yıkıl maz, bütün “ Tan” ların ilk harfi değiştiriliver- di birden bire, “ Can Pastahanesi” , “ Kan Birahanesi” , “ Şan Lokantası” , “ Han Berber Salonu” , “ An Kunduracısı” , “ Pan Terzihanesi” vb. gibi.
Korkuya bile saygı duyarım, insancıl bir duygudur, ama korkudan korkmak İğrenç bi- şey... Arkadaşlarımız bile selâm vermemek için görmezden geliyorlardı. O’nu işte böyle iğrenç bir dönemde tanımıştım. İriyarı ve çok şişman dı. Sanırım, 120 kilo, belki de daha ağır olma lıydı. Ben O’nun gibi terleyen insan hiç görmedim. Şakır şakır terler, mendiliyle yüzü nü siler silmez hemen yeniden boncuk bon cuk te rle r fış k ırırd ı. M e n d ille ri terden sırılsıklamdı. Benden büyüktü, belki kırk, kırk- beş yaşında... Hiç kimsenin selâm vermediği, konuşmadığı öyle bir zamanda O’nunla arka daş olmuştuk. Şairdi. Yedigün dergisindeki şi irlerinden adını anımsıyordum. Zonguldak’taki EKİ’de memur olarak çalışıyormuş. O sırada İnönü’ye bir şiir yazıp göndermiş, İnönü de O’na Zonguldak valiliği aracılığıyla armağan olarak bir saat yollamış. Sonradan darda ka lıp o saati satmış.
Ben şimdi kendi kendime diyorum ki: “ Hey kafa, artık anlaşana... M illî Şef olduğu dönem de İnönü’ye övgü şiiri düzen bir adam işte !” Herhalde umursamazlıktandı benim O’na ya kınlık duymam o sıra. Şiirleri, o yıpranmış tü rün en kötüleri değildi.
i
i
Bir yerden toplu bir para bekliyordu ama, nerden olduğunu anımsamıyorum. Eski çalış tığı yerden bir ikramiye mi, birikmiş aylıkları mı, işte öyle bişey, büyük bir para... O para eli ne geçesiye çok büyük sıkıntı içindeydi. Ama her akşam bir meyhanede rakı içmekten geri kalmazdı. O’nunla birlikte içmek istemezdim, iki nedenle. Birincisi o zamanlar içmeyi pek sevmezdim, İkincisi de O’nunla içince o umar sız, o parasız günlerimde bile, parayı ben öde mek zorunda kalacaktım. Ama O üstelerdi. Nasıl olsa yarın, yarın değilse öbür gün toplu parası gelecekti ve o zaman borcunu ödeye cekti bana. O toplu parası bir türlü gelmek bil miyordu
Bigün bana çok zor durumda olduğunu söyleyip yardım etmemi istedi. Pansiyoner olarak kaldığı odanın iki aylık kirasını vereme diği için evden çıkarılacakmış. Ordan çıkarı lırsa sokakta kalacak, iki aylık kirasını bir yerden bulup buluşturup O’na borç olarak ve rebilir miydim? Toplu parası bugün yarın ge lince elbet ödeyecekti.
Ben salt deli değil, aptalım. Kendim için is teyemeyeceğini borcu, O’nun için bir arkada şım dan is te y ip aldım , O ’ na verdim . Tarlabaşı’nda bir ara sokakta (Yağhane Soka- ğı’nın üstündeki sokakta) bir evin bir odasın da kalıyordu.
Bol bol va’dediyordu. Parası gelsin hele bir, neler yapacaktı. Bu vaitlerinden birini hiç unutamıyorum. Atatürk’ün konuğu olarak İn giltere Kralı Sekizinci Edvardİstanbul’a geldi ğinde, sırtında lâcivertle mavi arası renkte ve
geniş beyaz çizgili kumaştan bir giysi vardı. Parası eline geçince, işte o kumaştan arayıp bulacak ve ikimizebirörnek birer giysi diktire- cekti.
Şimdi düşünüyorum: O zamanlar ben bü tün vaitlere inanıyor muydum? Belki yüzde yüz değil ama, sanırım, bir olasılık diye inanıyor dum.
Buraya dek anlattıklarımda bu adamın de liliğ i ortaya çıkmış değildir. O’nun deliliğini ben de çok geç anlayabilmiştim. Ne zaman iç meye başlasa, daha kadehteki içkiyi koklayın ca hemen babasını anlatmaya başlardı. Babası İstanbul’un eski emniyet müdürüymüş. Baba sını anlatır, över de över, sonra da ağlamaya başlar, babası için içki boyunca hiç dinmeyen gözyaşları dökerdi. Her akşam, her içkide böy le... Böyle bir baba sevgisi görülmüş değil. Be nim de içim parçalanır, O’nu avutmaya çalışırdım. Yürekparçalayıcıacısının tazeliği ne bakılırsa, babası altı ay, olsa olsa bir yıl ön ce ölmüş olmalıydı. Demek, nasıl bir baba sevgisi ki, öleli altı ay ya da bir yıl olmuş babasını unutamıyor, dilinden düşürmüyordu. O şakır şakır terlemesi yetmezmiş gibi bir de gözyaşlarını dökmeye başlayınca büsbütün ıs lak bişey oluyordu. Bir gece,
— Baban ne zaman öldü? diye sordum. — Babam? Ben oniki yaşıtındaydım... Otuz yılı geçti.
Otuz yıl babasızlığın acısı dinmeyen kırk yaşında bir yetim. Ancak o zaman O’nun bir deli olduğunu anlayabilmiş, ilişkim i kesmiş tim . Hani ben de az deli değilim.
Türk "Maurice Chevalier'si
ENERYOLU’ndaki evim de yaşadığım zamanlar, 1970'ten öncesi Bigün telefonda okurum oldu ğunu söyleyen, adını ve ren biri, beni ziyaret etmek, benimle konuş mak istediğini söyledi. Gün ve saat verdim gel di. Efendi mi efendi, yumuşak, tattı bir adam. Benden yaşlı. “ Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” adlı kitabımı okumuş, o kitaptan duyduğu coş kuyla benimle konuşmayı gereksinmiş. “ Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” in birinci cildindeki önemli bir yanlışlığımı da gösterdi, ben de ki tabın sonraki basımında o yanlışımı düzelttim. Babamın uygulama öğretmeni olarak çalıştı
ğı Kalender Tarım Okulu’nu, yanlışlıkla Halkalı Tarım Okulu diye yazmışım. Kalender, Boğa ziçi’nde, Halkalı taa nerde... Kendisi de bu oku lu bitirm iş. İstanbul Belediyesi Bahçeler Müdürlüğü yapmış, sonra da Fidanlık Müdür lüğümden emekli olmuş.
Tam bir İstanbul efendisi, çelebi bir adam. Çalışabilir güçte olup da işsiz dolaşan emekliler beni üzer. Niçin çalışmadığını sor dum. Bir ara bir özel girişim in çiftliğinde ça lış tığ ın ı söyledi. O ç iftlik te tavukların “ kanibalizm” hastalığını görüp çok şaştığı nı anlattı. (Kanibalizm sözcüğü Türkçe “ kan” sözcüğünden üretilmiş değil ama, tavuklardaki kana susamışlık hastalığıdır. Doğada özgür ge zip böcek yiyemeyen kapalı yerdeki tavuklar, kaniçmekgereksinimiylebirbirlerini yerler;
le ki, yenilen tavuktan tüy ve kemikten başka bişey kalmaz, bunu önlemek için kapalı yer deki tavuklara su verir gibi ayrıca kan da verilir.)
Bu olayı anlatmakla çiftliklerde neden ça lışmadığını açıklamak istiyordu.
Buraya dek anlattıklarımda bu tatlı ve in celikli İstanbul efendisinin hiçbir deli yanı belli olmuyor, ben de anlayamamıştım.
Bana Türkçe, kalınca bir kitap verdi. Kita bın adı: “ Maurice Chevalier.”
Yazarı, kendisi. Pek şaştım, şaşıp kaldım. Tarım okulu çıkışlı, İstanbul Belediyesi Fidan lık Müdürlüğü’nden emekli bir memur Moris Şövalye için kitap yazmış olsun.
Moris Şövalye’nin kim olduğunu belki bu gün bilmeyenler vardır. 1888 doğumlu, Birin ci Dünya Savaşı’ndan sonra İkinci Dünya Savaşı başlayana dek ünü dünyayı tutmuş bir Fransız şarkıcısı. Operetlerde oynamış, ama daha çok müzikhol şarkıcısı olarak ünlü. Film lerde oynadı, Holywood’da film ler çevirdi. O’- nun film lerdeki şarkılanen azotuz-kırk yıl beş anakara insanlarının dilinden düşmemişti. Özellikle hasır şapkası ve çok özgün gülüşüyle ünlüydü, ikinci Dünya Savaşı’nda Nazi Alman ları Fransa’yı işgal edince, Alman’larla işb irli ği yaptığı için gözden düşmüştü. Savaştan sonra, böyle bir işbirliğini yapmadığını açık lamak istediyse de boşuna... O denli zengin ve ünlüydü ki, sanırım zenginliğini ve ününü korumak için Nazilere yanaşmıştı.
Emekli bir fidanlık müdürü Türk’ün, Fran sız şarkıcısı Moris Şövalye’yle ne ilgisi, iliş k i si olabilir? Bizim emekli fidanlık müdürü, yatılı öğrenciliği sırasında o denli Moris Şövalye’- ye benzermiş ki, arkadaşları O’na Moris Şöval ye dermiş. Bu Moris Şövalyelik ünü gün geçtikçe yayılmış. O da MorisŞövalyeliği iyi ce benimsemiş. Filmlerini gördüğü Moris Şö valye gibi giyinmeye başlamış. Moris Şövalye gibi hasır şapka giyiyor, kelebek boyunbağı ta kıyor, O’nun gibi gülüyor ve O’nun plaklardan, filmlerinden öğrendiği şarkılarını söylüyor. Ör neğin “ Aşk geçittöreni” filminden şarkılar, za manında herkesin bildiği “ Paris damları altında” şarkısı...
Moris Şövalye’ye ne çok benzediğini anlat mak için, bana adayarak imzalayıp verdiği “ Ma urice Ohevalier” adlı kitabını açtı, karşılıklı iki sayfadaki iki resmi gösterdi. Biri Moris Şöval ye’nin o çok bilinen pozda ve kılıktaki bir fo toğrafı, biri de tıpkı O’nun gibi giyinip o kılık ve davranışa girmiş olan yatılı tarım okulu öğ rencisinin fotoğrafı. İkisini birbirinden ayır mak olanaksız.
Bizimkine Türk Moris Şövalyesi demeye başlamışlar. Moris Şövalye’nin ünü dünyada yaygınlaştıkça, Türk Moris Şövalyesi’nin ünü de yayılıyor. Fransız Moris Şövalyesi’nin söy lediği bütün şarkıları Türk Moris Şövalyesi de biliyor ve söylüyor.Buyüzden müsamerelere, toplantılara, düğünlere, balolara çağırılıyor. Oralarda şarkılar söylüyor. Herkes karşısında
filmlerden tanıdığı Moris Şövalye’yi görüp şar kılarım kendi ağzından duyunca şaşırıyor.
İşte böyle, bizim tarım memuru yıllarca Moris Şövalye olarak yaşıyor; Moris Şövalye liği iyice özümsüyor, O’nunia özdeşleşiyor. Öyle ki, zamanla özbenliği silinip yitiyor, ken disi yokoluyor, Moris Şövalye olarak kalıyor. Evlenmiş, çoluk çocuğu olmuş, ama O hep Moris Şövalye’dir.
Fransız Moris Şövalyesi çoktan ölmüştür, ünü dünyadan silinmeye başlamıştır, unutul muştur. Bütün o görkemli geçmişi içinde öz lem ve üzünçle yaşatan artık Türk Moris Şövalyesi’dir.
Böyle bir insan yıllarca devlet memurlu ğu yapıp emekli olunca ve yüklüce birem ekli ikramiyesi alınca ne yapar? Bakınız ne yap mış... Hemen pasaportunu alıp, Fransa’ya git miş. Bunca yıl kendisinden başka biri olduğu o adamın, yani Moris Şövalye’nin yaşadığı yer leri, evini, kullandığı eşyayı görecek, o ortam da, o çevrede yaşayacak. İlk yurt dışına çıkışı, Fransızca şövalye şarkıları söylüyor ama Fran sızca da bilmiyor. Varsın olsun... Gidiyor Fran sa’ya. Buluyor Moris Şövalye’nin evini. Ev değil, saray, büyüüüük bir saray... Orda resim ler çektiriyor. (Bu fotoğraflar kitabında basılı dır.) Moris Şövalye’nin mirasçısı da yokmuş, onca servet ortada kalmış kime kalmışsa...
Fidanlık müdürü emeklisi, Moris Şövalye’- nin yaşamının en ince ayrıntılı ve en önemsiz sanılacak yanlarını, en gizli yerlerini bile b ili yordu. Sanmam ki, özyaşamını böylesine ay rıntılarıyla anımsayabilsin. Hacc’e giden bir Hıristiyan ya da Müslüman dindar gibi gezip dolaşmış o kutsal saydığı Moris Şövalye’nin evini.
Fransa’dan dönünce de işte bu kitabı ya zıp kendi parasıyla bastırmış. Elbet satışı ol mayan bir kitap... Türk Moris Şövalyesi, model aldığı Moris Şövalye uğruna daha da çoğunu
yapamadığına üzgün.
Birlikte çay içtik, konuştuk, söyleştik. Son ra gitti.
Bir daha görüşmedik. Ama kitabı kitaplı ğımda.
Bu olay çok düşündürdü beni. Böylesine bir sevgi, böylesine bir bağlılık, ama boşubo- şuna... Hiç kendisi olmadan ve hep başkası nın yerine başkası olarak yaşamış, başkası olarak ölecek, belki de ölmüş bir adam... İşte bir doğal ve gerçek dublör!
İki Kişilikli Güzel Kadın
Kİ kişilikli insanlar, pek- çok romana, film e konu olmuştur, iki k iş iliklile rin, gerçek yaşamda da, film ve roman konusu oL_ dukları sayıda çok oldukr larını sanmıyorum. Öyle olsaydı, yaşamımız süre since en az beş on iki ki şilikli insan görmemiz gerekirdi. Pek seyrek ol duklarını sandığım iki kişilikli ruh hastalarının çokça roman ve film konusu olmalarının ne deni, konunun ilginçliği, çekiciliği ve ilgi çek mede kolaylık sağlamasıdır.
İki kişilikli insan sayısı az olsa da, hemen hepimizin bikaç karşıt kişiliği birlikte yaşadı ğımız, buyüzden insanın anlaşılmasının zorlu ğu da ortadadır.
iki kişilikli bir ruh hastası olarak tanınmış bir güzel ve iyi kadından sözedeceğim.
Ben O’nu, daha ilk Levent’te kitapçı dük kânı açtığım zamanlardan (1953-55) tanıyor dum. Pek güzel, pek alımlı çalım lrgenç bir hanımdı. Levent’in çok güzel üçdört kadının dan biriydi. Sanırım, Amerikan Koleji çıkışlıy dı. İngilizce bildiğini kesinlikle biliyorum. Şık giyinirdi. Çekici ve çarpıcıydı.
Bikaç kuşaktanberi zengilikleri bilinen bir tanınmış ailenin gelini, bir işadamının eşiydi. Demek, mutlu olması için herşeye sahip...
Seyrek de olsa kitapçı dükkânıma gelirdi. Sarı saçlı güzel kadının burnu havalardaydı. Esnaf, satıcı, işçi filan gibilerini aşağı gören bir tutum içindeydi. Belki de salt bana öyley di, belki bana öyle gelmişti, belki de ben orda aşırı solcu tanındığımdan o da bu ürkek liğin içindeydi. Ne olursa olsun, kendini be ğenmişliği, burnunun havada oluşu, benimle yüzüme bakmadan konuşmasından, baksa da
görmeden bakmasından belliydi.
Bir huyumu övmek için değil de, bir ger çeği belirtmek için söylemek zorundayım ki, dedikoduyu sevmem ve dedikodularla ilgilen mem. Bana anlatılan bir dedikoduyu da — önemsemediğimden olacak— hemen unutu rum.
Dükkânıma gelen Leventliler, yine Levent- liler için çok dedikodu yapıyorlardı ve elbet de dikoduların ağırlığı da kadınlardı. Ençok dedikodusu yapılan, sözünü ettiğim hanımdı. Eşini, evini bırakıp üç gün üç gece, bir hafta, kimileyin on gün, iki hafta ortalardan yok olur muş, gözlerden yitermiş. Sonra, bir de orta ya çıkarmış ki, perperişan... Gözden yittiği sürede, ne yaptığını, nerde olduğunu bilmez miş. Yani, iki kişilikli bir ruh hastası... Ruh he kimleri tedavi ediyormuş. Genç kadının ne zaman başını alıp, nereye, kime, kiminle gide ceği hiç belli değil. Kadın hasta olduğu için böyle yaptığından, elbet kocası da hastalığı yüzünden karısını boşayacak değil.
Levent’te kitapçılık yaptığım sıralarda O’- nun için duyduklarım bunlardı.
Kitapçılığı bıraktım, Levent’ten ayrıldım. Beyoğlu Bursa Sokağı’nda fotoğrafçılığa baş ladım. O günlerde bu hanım eşinden ayrılmış ve tiyatro oyunculuğuna başlamıştı. Başarılı da oluyordu, adı ünleniyordu. Küçük Sahne’- de ve başka tiyatrolarda oynuyordu. Muhsin Ertuğrul O’na önemli bir başrol de vermişti.
Ne var ki, duyduklarımıza göre, eski has talığı sürüyor, zaman zaman başarıyla sürdür düğü oyunu da unutup yine ortalardan yitiyor ve çalıştığı tiyatroyu zor durumda bırakıyordu. Hastalığı üzerine başka bişey daha öğrenmiş ti. O ikinci kişiliğini (belki de birinci) yaşama ya başlayınca, çok aşağı düzeyde erkek seçiyordu kendisine. Böyle bir erkekle
birhaf-ta, on gün bir yere kapanıp kalıyor ve hep iç i yordu. Söylentiler bu yoldaydı. O erkekten kopması da kolay olmuyormuş. Kavga, patır tı, sövgü filan... Sahnede başarılı oyunlarını seyrettiğim iz o inci oyuncu bambaşka bir ka dın oluyormuş.
Benim bildiğim, önemli çok kişi O’nu bu hastalığından kurtarmaya çalıştı. Başaramadı-
l a r .
Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Tokatlıyan Han’ın da bir yazıhanesi vardı. Benim orda olduğum bigün yazıhaneye geldi. Çok bozulmuştu. İç kinin ve ikinci kişilik yaşamının ağır izleri bel liydi. Eski alımı çalımı kalmamıştı, ama yine de güzeldi. Yaşından daha yaşlanmıştı.
Aradan bikaç yıl daha geçti. Sürekli bir t i yatroda çalışmıyordu. Hatta biraz da unutul muştu.
Ulvi Uraz, “ Hadi Öldürsene Canikom” ad lı oyunumu sahneye koyacak. Bu oyun için ka dın oyuncu düşünüyor, arıyor. Bigün telefon edip, o hanım oyuncuyu düşündüğünü, ama kendisine önermeden bir de bana danıştığını söyledi. Ben de uygun olduğu yanıtını verdim. Gerçekten o rolü başarıyla oynayabilirdi. Ken
disi için yeni bir atılım olurdu.
Ulvi Uraz, çağırmış, söylemiş. Çok sevin miş. Okumak için oyun metnini almış okuduk tan sonra da oynamaya karar vermiş.
Nerdeyse provalar başladı başlayacak. Uraz, yine telefon edip o hanım oyuncunun be nimle görüşmek istediğini söyledi. Ulvi,
— Sana ne söyleyeceğini kestiriyorum, herhalde bana söylediklerini... dedi.
G ittim tiyatroya. Görüştük. Daha da çök müştü. Söyledikleri, belleğimde kalan biçimiy le şunlardı:
— Aziz Bey, oyunu çok sevdim, oynamayı da çok istiyorum. Size büyük saygım var, bu yüzden utançlı düşmek istemem. Açıkçası kendime hiç güvenemiyorum. Hele bugünler de iyice duyumsuyorum kİ yeni bir bunalıma daha düşmek üzereyim. Bunca zaman sizi oya ladığım için üzgünüm, beni bağışlayın...
O’nu bir daha görmedim. Çok geçmeden de öldü.
Gerçekten iki kişilikli miydi, yoksa buna lımlarına çözüm bulamadığı için iki kişilikli ol maya mı sığınıyordu? Kimbilir...
Dram atik Delilik
□
AŞAMIMDAKİ en dramatik delilikleri deprem böl gelerinde gördüm. Yine Erzurum’da teğmenim. Kolordudan b irlik le re gönderilen buyrukta, Er zincan depreminde yıkı lan ve cephanelik olarak kullanılan kilisedeki cep
hane ve uçak bombalarının kurtarılması için bir gönüllü subay aranıyordu.
Uzun Ahmet’teki bomba kazasından öyle utanmıştım ki, bu utançtan kurtulmak ve be ceriksizliğim i gidermek için bu gönüllü göre ve istekli oldum. Hastaneden daha yeni çıkmış tim . Sargıları daha atmamıştım. Bastonla ve topallayarak yürüyordum. Başka bir gönüllü çıkmış olsaydı, sanırım beni göndermezlerdi o göreve. Karımın karnı burnunda Erzincan’a git tik. Ev yok, eşya yok. Saçtan bir barakaya yer leştik. Tümen Komutanı Tümgeneral Sadık Aldoğan, yıkık kiliseden cephaneleri çıkarabil- mem için emrime bir bölük verdi. Başladık işe... Cephanelerin çıkarılmasını anlatacak de-^'''Kilisenin yanında ve bitişiğindeki bütün ev
ler yıkılmış, her yer kerpiç, kütük, direk ve ki riş, çivi yığını... Yaz. Kayısı ve zerdali mevsimi. Ağaçların dibi, keçe serilmiş gibi zerdali ve kaysı dolu. Kilisenin yanındaki bu yıkık evler den birine her sabah bir adam geliyor, elinde kazma ve kürek, toprağı kazıp eşeleyip duru yor. Bir şey aradığı belli...
Saç barakadan her sabah yıkık kiliseye at la gelirken, nasılsa ayakta kalabilmiş, yarı yı kık, sinema dekoru gibi salt ön yüzü duran, üç katlı eski, ahşap bir köşkün önünden geçiyo rum. Yarıdan çok yıkık köşkün ikinci kat pen cerelerinden birinin parmaklıklarına sarılmış, bakışları uzaklara bir yere saplanmış birkadın var. Uzun saçları darmadağın... Üstünde kara, uzun bir entari. Sabah gelirken, akşam döner ken kadını hep orda donmuş gibi görürüm. Ne yer, ne içer... Kimi kimsesi yok mudur? Deli deli bakışları hedefsiz.
Kilisenin yanındaki yıkık ev temelini her sa bah kazarak eşeleyen adamla bigün konuş tum. Ben sormadan kendisi, evin yere çizilmiş planını gösterir gibi anlattı:
— Şurası çocukların yatak odasıydı, kız dört yaşındaydı, oğlan altı... Cesetlerini
dan çıkardık işte. Büyük kız gelinlik yaşta ol duğundan şurdaki odada ayrı kalıyordu. Başına temel çivisi girm işti. Anam, sıcak di ye mutfakta yatardı. Onu canlı buldum ama, yaralıydı, iki saat sonra o da öldü. Biz karımla işte bu odadaydık deprem olduğunda. Karımın üstüne koca hayıt düşmüş. Ben sağ çıktım.
Çok olağan bişey anlatır gibi, hiç üzüntü süz anlatıyordu “ Kazıp eşeleyip günlerden be- -ı buıda ne arıyorsun? diye sormak istiyor, ama acısını tazelememek için soramıyordum. O kendiliğinden söyledi:
— Amerika’da kardeşim var. Yıllar önce ba na bir cıgara makinesi göndermişti. Deliğin den tütünü koyuyorsun, cıgara kâğıdını da salıyorsun. Sonra makinenin kolunu çeviriyor
s u n Ote ucundan kalın gibi cıgara çıkıyor
C.garaum kaimliğini da makineden ayar- -ivaD'lıyorsun Çok güzel bir makineydi. Depremden sonra çok aradım, bulamadım. Çı kardıklarımız arasında yoktu. İşte şuralarda bir yerlerde olacak... Kazıyorum ki, cıgara maki
nesini bulayım. Bizim yatak odasının olduğu yerde bulamadım, şimdi sofanın olduğu yeri kazıyorum. Elbet bir yerden çıkacak, uçmadı ya... Çok güzel bir cıgara makinesiydi.
Cıgara makinesini aradığını söylemese de li olduğunu anlayamayacaktım.
1943 yılı... Bölüğümle birlikte Zonguldak’ ta Uçaksavar mevzileri yapmaktayız. Bir gece büyük bir deprem oldu. Depremin merkezi Çer keş’miş. Böiüğümü kurturma görevi için Çer keş’e gönderdiler. Kış, kar, zehir gibi bir soğuk... insanlar soğuktan donmamak için mobilyaları yakıyorlar. Geceleyin yanan tahta eşyanın alevleriyle ortalık biraz aydınlanıyor. İşte o alevlerin aydınlığında yaşlı bir kadın, elinde iğne bişey dikiyor. Yaklaştım. Korkunç bir görünümdü, Yaşlı kadın, bir kız çocuğu ce sedinin kopuk elini bileğine dikmeye çalışıyor du.
— Ne yapıyorsun? diye bağırdım. — Torunum, dedi, dikiyorum.
“Külliyat,,
anlamışıyla!
Aziz Nesin’in
-“Benim Delilerim” öncesinde -
76 eseri var. Toplam 398 kez basılan,
3.989.000 adet dağıtılan,
yaklaşık 3,7 milyon adet satılan,
29 dile çevrilen, Aziz Nesin’e
Türkiye’de ve dünyada
saygın bir yer kazandıran 76 eser!
Aziz Nesin’in bu 76 eseri şimdi
“külliyat” anlayışıyla A D A M Yayınları
arasında yayımlanıyor.
(39 kitap özenli basımlarla
şimdiden okura sunuldu.)
Kitaplığınızda
bir “Aziz Nesin Külliyatı” oluşturun...
Bu büyük yazarımızın bütün eserlerine
eksiksiz sahip olun.
değerli kitaplar yayımlar.
T Ü R K İY E G EN EL DAGYtIM I: YA D A Yayın-Dağıtım A.Ş. Doktor Şevki Bey Sokak No: 6 Divanyolu, İstanbul Tel: 520 74 72
A N K A R A D A Ğ IT IM I: Y A D A A.Ş. Ankara Şubesi K on u r Sokak No: 17/5 Kızılay. Ankara Tel: 18 90 99
İ Z M İ R ve E G E P A C l T l M l : D A T İC A Ş.
452. Sokak No: 5 Konak. İzmir Tel: 13 87 86
Akbank
yaz dönemi
resim
kursları
Akbank yetişkinler ve çocuklar için üçer aylık
resim kurslan düzenledi.
Her sanat dalı kendi başına bir uğraştır. Belli bir sanat dalında ilerlemek,
yetenek, sevgi ve yoğun çalışma gerektirir.
Her zaman sanatın ve sanatçının yanında yer alan Akbank, resim dalında
yetenekleri ortaya çıkancı, geliştirici kurslar düzenledi. Yetişkinler ve çocuklar
için düzenlenen kurslar, Bebek Akbank Sanat Galerisinde verilecektir. Kurslara
katılacaklar, resim çalışmalannı örnekleyen dosyanın incelenmesi ve yapılacak
-
görüşme sonucunda belirlenecektir.
K u rs Eğitim sü resi Eğitim g ü n le ri S a a t
Y etişk in ler için resim k u rslan
1 8 H aziran - 1 9 Eylül 1 9 8 4 P azartesi, Salı Ç a r ş a m b a 1 0 . 0 0 - 1 3 . 0 0 5 - 8 y a ş g ru b u ç o c u k la r için 1 4 H aziran - 1 4 Eylül 1 9 8 4 P e rş e m b e v e y a 1 0 . 0 0 - 1 2 . 0 0 resim k u rslan C u m a 1 4 . 0 0 - 1 6 . 0 0 9 - 1 2 y a ş g ru b u ç o c u k la r için 1 4 H aziran - 1 4 Eylül 1 9 8 4 P e rş e m b e v e y a 1 4 . 0 0 - 1 6 . 3 0 re sim k u rslan C u m a 1 0 . 0 0 - 1 2 . 3 0
Kurslar ücretsizdir.
Başvuru__________
Adaylann, resim çalışmalannı örnekleyen dosya, ikametgah, nüfus sureti
ve 2 fotoğrafla 21 Mayıs - 8 Haziran 1984 tarihleri arasında, Pazartesi,
Salı, Perşembe, Cuma (saat 14.00 - 17.00 arası)
Bebek Akbank Sanat Galerisine başvurmalan gerekmektedir. Her türlü
ek bilgi için 21 Mayıstan itibaren 163 4 8 3 5 no.lu telefona başvurulabilir.
Kurslar, T.C. İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü Halk Eğitim Başkanlığının 2 7 .4 .1 9 8 4 tarih 3 7 0 /3 2 0 8 8 5 sayılı izni ve Akbank-Sarıyer Halk Eğitimi Merkezi Müdürlüğü işbirliği ile düzenlenmiştir. Kurslara katılanlara
Milli Eğitim Bakanlığının tasdikli kurs bitirme belgesi verilecektir.
AKBANK
“Sanatın, sanatçının yanında”
(r epr o)