T
T -3 2. J
A bdülbak H âm îd’în Hâtırası ve O
M ünasebetle
A b d ¡ i l h a k H â i n i d’in ebedî uykusu nu uyuduğu toprağın üzerine yapılan kabri ölü münün üçüncü yıldönümüne tesadüf eden günde ve Ankara’dan sırf bu maksadla ve bu hürmet borcunu edâ eylemek üzere İstanbul’a gelen Ma ârif Vekili H a s a n - Â l i Y ü c e l’in gü zel bir nutkuyle açıldı. Cumhuriyet hükümeti nin büyük şâire bu alâka ve ihtiramı için takdir ve teşekkürlerimizi arzederken daha birçok bü yük şâirimizin bir taş parçasına bile mâlik ol madan meçhûl çukurlarda yatdıklarım hatırla yınca, onların Makber şâirini bu yeni mazhari yetinden dolayı bir kere daha kıskanmış ola caklarını da düşünebiliriz. Dîvân edebiyatının F u z u l î , B â k î , N e f‘î, N e d i m ve Ş * y h G â 1 i b gibi şahikaları için de halk edebiyatının en büyük kıymetleri için de memle ketimizin meydanlarından yükselecek âbidele rin resm-i küşadinı, temenni edelim ki bizim neslimiz idrâk etsin.
Bahtiyar A b d ü l h a k H â m i d hak- kmdaki bu itinâ ve ihtiramın ikinci bir tezahürü de istenmelidir ki, o da, şâirin içinden henüz hiç biri yeni harflerle basılmamış, bir kısmı ise ya ki- tab hâlini almamış veya belki henüz hiç intişar etmemiş bütün eserlerinin, yâni tekmil külliya tının yeni harflerle basılmasıdır. Madam de Stael, l’Allemagne adlı ve bu tercüme faaliyeti es
nasında kimselerin hatırına gelmeyişi biraz da calib-i hayret mühim eserlerde, Almanlar’tn G o e t h e’ye, o bir mektubun adresini yazsa bu nun bir eser daha olduğunu zannedecek kadar hayran bulunduklarını anlatır. Fakat biz, kendi sine Dâhi-i â’zâm pâyesinni verdiğimiz H S - m i d’in Hakan isimli son eseri müstesna hiçbir kitabını artık yirmiyi geçen yeni nesle okutmak imkânlarına sâhib bulunmayoruz. Dâhi-i ffıarrı
payesi elbette kelimelerde mübâlega pervasızlığı mızın bir ikramı olmuşdu, fakat elbette ki A b - d ü l h a k H â m i l i pek büyük bir şâir ve Tanzimat’dan bugüne kadar Türk edebiyatının en büyük çehresidir. Binâenaleyh, geçenlerde toplanmış olan neşriyat kongresince izhar edilen arzuya da tevfikan, edebiyatımızın eski ve yeni mazisine Sid büyük kıymetlerin eserlerini bu harllerle basarsak H â m i d’i eski ve yeni her kese takdim etmek doğru olur. Fakat bu ne çetin bir iş olacak!
Çetinliği şundan ki, H a m i d’in dilinden yeni neslin değil biz yaşdakilerin bile mânasını kavramadıkları arab ve fars kelimeleri, san'at o- yunları var. Şu halde metinlerin çince bir sahife- ye benzememesi maksadıyîe daha eskiler değil, fakat hayata dün gözlerini yuman H â m i d için bile her sahifenin altında ne lûgatçeler, ne iyza- hat! Burada dtıraklayoruno. Bu lügatçe acaba metinden çok mufassal mı olacak diye düşünüyo rum. Çünkü... Bu çünküyü bir sualime aldığım cevabın hikâyesiyle anlatacağım:
Geçen gün dâirede odamda çalışırken kapı açıldı ve yüksek tahsilini ikmal etmek üzere bu lunan bir genç içeri girdi. Yüzü terliydi ve hız lı hızlı nefes alıyordu. Dedim ki:
— Nereden böyle? Uzakdan gelmişe benze- yorsunuz.
O eevab yerdi: — Evet, Çankaya’dan geliyo rum.
Sordum: — Mâşiyen mi geldiniz?
Yüksek tahsilini bitirmek üzere olan deli kanlı kısa bir tereddüd geçirdi ve: — Hayır, yürüyerek geldim, dedi.
Hemen ilâve edeyim ki, genç benim yaşıma gelmiş gibi «mâşiyen mi geldiniz?» diye sor sun demeyorum. Fakat yüksek tahsil görmüş Av rupalI nasıl lâtin ve yunan kelimelerinden bir hamuleye mâlikse, bizdeki de birçok metinlerde kökleşmiş ve yeni şekiller alıb üremiş olan eski kelimeleri şifahi dilde kullanmadan ve bun ları yazmadan bilmek mükellefiyetinde değil mi dir? Gerçi türkçe son tasfiyeleri yapmadan da bir garb lisanına nisbetle çok fakirdi ve müter cimler mühim bir garb eserini dilimize çevirir ken dün de bugün olduğu kadar güçlük çekiyor, bunalıyor, muvaffakıyetsızliklcre uğrayorlardı. Zira arab ve fars dillerinden gelme kelime zen ginliği hakikatde çok kof ve sahte bir şeydi ve ancak muayyen mefhumlara münhasır kalıyordu. İşte bunun içindir ki, Dil Kurumu’nca ileri sü rülmüş yeni kelimeler etrafında dikkat ve alâka göeterilmeyişine şahsen müteessirim. Yazı yazdı ğım on bir yıldonberi dilimi elimden geldiği ka dar BodeleşdİTmeye çalışmakla, bile bile terkib
kullanmakdan tevakki eylemekle beraber bea şahsen bıı yeni kelimeleri kullanmadım. Çünkü cesaret edemedim. Fakat eğer üslûb sâbibi ve cidden kuvvetli bir san’atkâr olsaydım, bu yeni kelimeler üzerinde durur, düşünür, tecrübeler ya par ve bunları lisanımızda sarih ve müstakil mu kabilleri olmadığı için başka kelimelerin mânâ hududlarını zorla çeke çeke kullandığımız mef humlara tahsis etmek isterdim. Ve hakikaten ne kadar takribi bir şekilde, bir kelimeyi yüz mef hum için kullanmaya çalışarak yazdığımız gibi bilhassa tercüme esnasında hissediyoruz. Düşü nün ki birbirinden o kadar farklı olan meselâ amant ile amoureuse’yü aynı âşık kelimesiyle ifâ de etmekdeyiz. İşte B a 1 z a c’ın şimdi dilimize çevirmekle meşgûl olduğum Le Lys dans la VaL
lée isimli romanında bir cümle parçası: îVous appelez votre tristesse du nom de mélancolie». Burada her iki kelime için hatıra gelecek şey hü zün olmayor mu? Ne ise, yine burada herhangi
bir kelime hatıra geliyor ve nihayet keder keli mesini tristesse için biraz da cebren ikame ka bil. Fakat bâzan insan tek kelime için bütün bir cümle icadı mecburiyetinde kalıyor ve bu, me denî bir dil iddiası önünde işaretlerle konuşmak kadar hazin oluyor.
yqJf-D
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi