S a y f a
R Ö P O R T A J
A R A Ş T I R M A
Türk Yan Gogh'u
Y a z a n : O rhan KOLOĞLU
“Bu gürüMu
âlemde
sanat,
biı hedí
miyavlamam
„
#
0
K
AB U L edilmiş olmak, ressamlar arasında sayıl mak gururunu tatmin ediyor, fakat yaşayışına bir de ğişiklik getirmiyordu. Hâlâ bir kadeh içki, b ir paket sigara için çırpman zavallıydı. Tür- kiyedeyken anlayışsızlık ve aile siyle dostlarının hakkını yeme lerinden şikâyetçiydi; şimdi ise sanattan anlayanların istisma rından. Paris’in muazzam sanat piyasasının ağlan içinde is tismar edildiğini anlıyordu. Bir yandan sevdiği ve aynlamadı- ğı, diğer yandan da nefret et tiği bir çevreydi bu. Polis fo bisi, mirasının iç edildiği inan cına bu istismar kızgınlığı da katılınca, savaş yıllarının sefa leti içinde artmış olan alkoliz m i ve fiziki güçsüzlüğü, onu eskisinden de geçinilmez bir adam haline getiriyordu.Sefarettekiler, ev sahibi, ka pıcı, komşular, çerçeveciler, galeri sahipleri, meyhaneciler, garsonlar, velhasıl herkesle sa vaş halindeydi. Bu iç savaş ona dışarı âlemin düzenini o kadar unutturmuştu kİ, Paris’ in kurtuluş gününde, daha so kaklarda çarpışmalar devam ederken ı sokağa inmiş ve ka fayı çekecek bir meyhane bul muştu.
Sulh yapılıp herşey yoluna girmeye başladığı zamanda
onun hayatında ve sorunların da büyük bir değişiklik ol madı. İşte Fikret ÂdU'e yazdı ğı 5.11.1946 tarihli mektup:
«Yazam adığım unutmaktan ziyade senelerden beri müca dele ile geçirdiğim ve geçir mekte olduğum yorgunluktan kendimi kurtaramamaktandır. (...) Pentürle hayatımı kazanı yorum. Daha ziyade kendimi öldürüyorum. Elimdeki avu cumdaki ne ölecek, ne de ya şatacak kadardır. Üstüm başım bitik, ne elbisem kaldı, ne de çamaşır, kış fena halde geldi. Müsait ve biraz sehavetli bir satış yapmak çarelerini arıyo rum. Ömrüm pentür yapmak, desen çizmekle geçiyor. Parisin hücra bir köşesinde, dünyadan uzaklaşmakla uğraşıyorum. Maddi mücadele yoruyor. San’- at bu vaveylâlı âlemde tıpkı bir kedi miyavlaması gibi geliyor bu âlem insanlarına.
Süksem olmuyor sanma, fa kat mânevi. Şöyle bir gökyüzü açılıp, yüz bin franklık bir portföy inm iyor yanıma. Borç İçerisindeyim, benzim sararı yor. Yakında bir Exposition Enternasyonal var Pariste. İse v i’yi gördüm geçenlerde. Bana «Sizin müzedeki eserinizi de İştirak ettiriyoruz» dedi. Anka ra sergisinden aldıkları o tual İçin gele gele cebime 6 adet Türk lirası girmişti, çok ucuz değil m i?»
Tlirkiyeden ayrıldığından be r i herhalde resim yapmamış ol duğunu telmih eden Levi’ye içinden savurduğu küfürleri sıraladıktan sonra mektup şöy
Fikref Adil’e yazdığı mektupta, »Süksem, olmuyor sanma,
fakat manevî. Şöyle bir gökyüzü açılıp yüzbin franklık
(2 - 3 bin lira) bir portföy inmiyor yanım a» diyordu
le sona eriyor: «Derdim günüm bu sıralarda yeni bir elbise ve tem iz çamaşır. Seni düşündüm. Acaba bana taahhütlü bir pa ketle gönderemez misin? Eski olsun razıyım .»
CASUSLAR - POLİSLER
Gerçekten garip bir durum daydı. H er sabah koltuğunun altına sıkıştırdığı bir tomar desen veya guaşı ele geçirmek için bir sürü ufak galeri veya çerçeveci fırsat kolluyordu: Contamine, Helm ire, Tommas- so, Estev, Boudy. Hattâ içle rinde, neden önce bana uğra madın diye çıkışanlar da var dı, fakat eline geçen parada onu refaha götürecek bir artış olamıyordu.H içbir yere satamaz, hattâ karşılığında şarap da alamazsa, yaptıklarını bililerine zorla bı rakıyordu. En büyük kusuru ve en gerçek tarafı, resmin ta ciri olamamasıydı. N e piyasa ya az sürüp değer muhafaza etmek, ne de bir kalite ayırı m ı yapmak endişesi vardı. Her eserinin aynı kalitede olduğu na emindi.
Y ollar açılıp Türkiye’den Fransa’ya akmağa başlayan genç ressamlar ( A n t , Nejat, Selim... v.s.) Fikret Muallâ’yı genellikle Türkiye’dekinden da ha iyi bir durumda bulmadı lar. Maddi vaziyeti aynı dere cede kötü, asabi durumu ise daha da fenaydı. Kapısını ça lıp memleketten bir dost se lâm ı ve hediyesi getiren her
Sainte-Anne A k ıl Hastanesinden yazdığı bir mektuba eklediği desen: «Fik ir teati eden doktorlar ve düşünen hasta.»
kes casus, herkes polisti ve hepsini aynı küfürlerle karşılı yor, saçını başını yoluyordu. Hepsi mirasının elinden alın masında suç ortağı idüer.
Küfürlerinde sadece bizim ki leri değü, Fransız Cumhurbaş kanını, hükümetini de eksik et miyordu. Herkes onun düşma nıydı. D ört yıl süren susuştan sonra birdenbire ölçüsüz ko nuşmağa başlayan Fransızların havası ona da sirayet etmişti; bütün fobilerini ve manilerini bastırmak istermişçesine bağı rıyor, çağırıyor, küfür ve kav ga ediyordu. Hakaretlerine po lisi de katınca soluğu karakol da almağa başladı, nihayet Fransa’da da, aklî dengesinin tesbiti için akıl hastahanesine sevkedildi. Bu, Fransız polisi ve hastahaneleriyle, ölümüne kadar yirm i yıldan fazla süre cek bir çekişmenin başlangıcı oldu.
KURU FASULYE VE
KAPLUMBAĞA
ÇORBASI
1947-50 arasında Paris’te iyi ce kalabalık bir öğrenci grubu vardı. Bunların çoğu sanat yö nüyle fazla ilgilenmeden bu ga rip kişiye sempati duyuyorlar dı. Bazan onu kızdırıyor, küf rettiriyor, eğleniyorlardı, öb ü r yandan birçoğu ona 1000 franklık bir aylık bağlamıştı (30-40 lira kadar). Hattâ dostu olan birçok yabancıyı bile haraca bağlamıştı. Aybaşında bunları topluyor, çok kısa zamanda keyfince yiyor, sonra yine se faletine dönüyordu.
Sadece daha faydalı olmak ve paranın bir işe yaramasını sağ lamak amacıyla bâzı öğrenci ler aylık vermek yerine erzak verm eyi denediler. Evine bir aya yetecek erzağı yığacak böylece aç kalmasını önleye çeklerdi. Tabiî plân tam aksi sonuç verdi. Fikret Muallâ de liye dönmüştü. O kam ım do yurmak istemiyordu, o paray la hürriyetini elde etmek, bir gece için dahi olsa canının çek tlğini istediği gibi yapmayı ar zuluyordu. Elini, Türkiyeyi hatırlasın diye alınmış kuru fasulye torbasına sokup hırs la bağırıyordu: «N e yapayım... Bu fasulyelerle teşbih mi çe keceğim?.. Ben kaplumbağa çorbası İstiyorum.»
Bu sıralarda yeniden canla nan bir miras meselesi tek konusu olmuştu. Uluslararası bir komplonun kurbanı oldu ğuna kani idi. Ruzvelt, Stalin, H itler birleşmiş ona karşı ça lışıyorlardı.
YARIN :
A ğ ır sucuna rağmen
sınır dışı
edilmiyor
BBHNMMNMMMİ
►şTİ. .$i< ... ... ... —Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi