13
/4/1950
Ölümünün 13 üncü yıldönümünde :
Abdiilhak Hâmit
Bu ta t cebinim e benzer ki aynı
makb erdir. Dit* eükûn üe zdhir, der unu m ahşerdir!
Fâni susar, unutulur, iki de fa ölür! Ölmez oıia derler ki yıllar onun hâtırasını daima ta ze, canlı ve sağlam tutar, ö - lümün çenesinden fâni için bir kelime alamazsınız. Halbuki ölmezler, ölümün ötesinde ko nuşurlar. ölüm , yalnız onların ruhunu fethedemez. Goethe’nın “ Faust” ta dediği gibi bağrın da Tanrı ateşi taşıyan ölmez için ölümden sonra anlaşılarak yasama devri baslar. Hakikî yasama ruhlarda, dimağlarda dır. insanlığın dramını anlıyan rlar da büyük muztariplerdir. ' Yükseklik onların dimağım yor
Kun bırakmaz. Demonla müca dele ruhun tasfiyesine yol a- çar. Kendi mahşeri içinde ya- j Siyan bir ölmeze nasıl yalnız ' diyebilirsiniz ki ruhun müs- ! pet ihtilâli içindedir. Nietzsche' i nin dediği hakikî demon, sa
natkâra tahakküm ederse mü cadele için cidal baslar! Mü-■ cadelenin asaleti de burada dır. Zâhirin sükûnuna bakan, ı- çin mahşerini anlıyamaz. Ken disinden baslıyan ve (¡rene bü tün bir kâinatla kendisine dö-■ nen sanatkâr en büyük huzu- : ru, huzursuzluklarda bulur.
Yaratıcı bir yanardağın kra- terindedir veya engin bir de nizin dev dalgaları arasında... Ona bir manivelâ veriniz, dün yayı kaldırır. Sanatkâr, en çok ' cemiyet ve en az kendisi için yaşıyandır. Teheyyüçler, ihti lâçlar, inşalar, inhidamlar, bir ruh âleminin o bitip tüken mek bilmiyen değişme safhala rıdır ki sanatın sır ve füsun kapılarını açar. En kuvvetli sa natkâr, kendi içini mahşere çeviren topyekûn bir ihtilâl dir. Bir Iranlı sair der ki. ba na uçmak ruhsatının verildiği ni bilsem ateşten kol ve kana dım, kafesten duman çıkarır. Nietzsche’nin dediği gibi evle rini Vezüv yanardağının kra terinde yapanlar hangi ateşten korkar ki!.. Zira kendileri bü tün hayatlarınca birer sönmez ateştir.
Hâmid’in ölümünün 13 üncü yıldönümünde bunları düşün dük ve onu büyük sair vasfiy- le bir daha selâmladık. Feyizli olduğunu inkâr edemiyeceği- miz 85 yıllık bir hayatın teıe- ke-i irfanını incelemeden o ha yatı anlamağa, daha büyük bir cesaret gösterilerek anlat mağa imkân var mı? Merhum Kıza Tevfik, “ Abdulhak Hâ- mit Ve Mülâhazat-ı Felsefiye- ei” adlı eserinde tür'.ü felsefi sitemleri izah suretiyle Hâ- mid’i anlatmağa çalıştığı için dir ki onu ne kendisi anladı, ne de^ anlatabildi. Niçin Hâmid’i Hâmid’den çıkarmıya çalışma mış da Spenser ve Bacon dai resine girip mahsus kalmış.
Buna bir türlü aklımız ermiyor.
— —— Yazan :
ı
R. N ecdet Evrim er|
t “ Makber” , “ Haçle” . “ Bunlar ©dur,, dh Hâmid en çok yaşı- yandır. Önu tanımanın yolları, ne yazık ki bugün dahi kapan bulunuyor. Hangi tarihte doğ duğunu, hangi tarihte ilk mek tebe başladığını, hangi „arihte Parise gittiğini uzun uzun araş tıranlara, münakaşa yapanlara sorarız, sairi hal tercümesinden mi anlamıya çalışacağız ? Bir ansiklopedide Hâmid hakkında yazılanları gördük ten sonra hayretimiz daha çok arttı ve bir daha anladık kı Hâmid’e nüfuz için külliyatını ciddî surette tetkik etmek lâ zım. Hani nerede Hâmid’e sağ lığında “ Şair-i Âzam” diyen ler, ona jübile yapanlar nere d e?. Onun büyüklüğünü bil hassa genç nesle tanıtmak, bu yakınların vazifesi değil mı ? Metrukâtım aradan müç yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ bastıramadık, matbu eser lerinin çoğunu henüz yeni harf lere çeviremedik. Bilmiyoruz, bu gafletin ıstırabını acaba ne zaman duyacağız? Hâmid’i be- ğenmiyenlere, ona târizde bu lunanlara gelince, onlar zirve ye çıkamıyan ve bir hasedin ateşinde yanıp tutuşan cüce lerdir! Kendilerine sadece acı mak düşer. Anlıyamazlar ki Hâmid’i okumalarını tavsife e delim.
Eski dostumuz sair Ahmet Hamdi Tanpıanr’m mütalâası hilâfına diyebiliriz ki Hâmid, «ski ile yeni arasında bir köp rü kurandır. O, eskiden yeniye bu köprüden geçmiş ve yeniden aldığını gene bu köprü ile es kiye tanıtmıştır. Köprübaşı muhafızı olsaydı eski de kalır dı! Hâmid'in yaptığ ou sefer lerin edebiyat tarihi oakımın- dan tetkiki, bize bilmediğimiz leyleri kazandracaktır. i l i .
Evet. tarz-ı kadim-i şiiri terc-ıı ıııerç ettik, Nedir şiir-i hakiki, safha-i idrâVp derceetik
¿iyen Hâmid’in bu beytinde haklı olmadığını gösterecek deliller pek zayıftır. Hâmid in büyük şair olduğundan şüphe «denlere de yalnız “ Makber’’ ı işhad yeter.
Gene Ahmet Hamdı Tanpı- rar dostumuzun iki cümlesi ü- Zerinde durmak istiyoruz. Mü ellif diyor ki: “ ...Halâsa et mek lâzımgelirse Hâmid’in e- »erinde kendisini büyük bir sa ir yapabilecek vasıfların çoğu vardır. Fakat Hâmid bunların çoğunu sekil endişesizliği ile dile ve şekle karsı garip bir is tihfafla harcamıştır.,.
Dil mevzuunda Ahmet Ham di ile beraberiz. Fakat şekle Kelince, büyük şairlerin .'iirde çekle bağlı kalmamasını, iç muhtevaya verdiğimiz ehemmi
yet bakımından bir nakise say mıyoruz. Büyük şairlerin çoğu türlerini şekil flâmalariyle tahdide bir türlü gönül rızası
( I ) .-. Hâmit ise şiir diline gelm e hususundaki bütün insi camsızlıklarına rağmen için den değiştirmiş, fakat hiçbir gaman eski ile arasında bir köprübaşı muhafaza etmekten vazgeçememiştir. "19 uncu A- *ır Türk Edebiyatı Tankı.
t . 466.
göstermiyorlar. Şekilde usta, iç muhtevada zayıf olan bir şaire “ büyük” diyepilir mi yiz ? Halbuki aksinde Tanpı- nar’la birleştiğimizi yukarıya aldığımız satırlarından anlıyo ruz.
Piyeslerine gelince, Hâmid için ayrıca yapacağımız bir e- tüdde bunlardan etrafiyle bah sedeceğiz. Yalnız şurasını da ilâve etmek mecburiyetindeyiz ki Hâmid’i Hâmid vapan pi yesleri değildir. Tiyatro tekni ği icâplarına uymayan, sahne eserleri yazdığını asla iddia et- miyen Hâmid'in piyeslerini in celerken birinci plânda düşüne ceğimiz, gene onun şairliği dir. Mektuplarının ve hâtıratı- nın taşıdığı başlıca hususiyet, edebiyat tarihine —bir kısmı da tahkik edilmek şartiyle— vesika vermiş olmasıdır. O hal de Hâmid’i hakiki çehresiyle şair ve büyük şair sayacak, pi yeslerinde gördüğümüz zaafı şairliğine nakise getirir mahi yette kabul etmiyeceğiz. Hâ mid’e dair bir monografi ha zırlamaktayız. Bunu bitirmeye muvaffak olursak onun şiirde gizli kalan ve “ Hâmidane” o- lan hususiyetlerini tenkidcileri- mizin nazarlarına arzedeceğız. Onu mizacının dört köşesiyle anlamağa çalışmak, biraz olsun anlatabilmektir. Peşin hüküm lerden sakınarak bu volda ça lışıyoruz.
Sırası gelmişken Hâmid’e ait iki hâtıramızdan bahsetmeden geçemiyeceğiz. 1922 yılında idi. Mehmet Kauf merhum bir ga zetede “ Burada millî edebiyat metfundur” başlıklı bir makale neşretmiş, millî edebiyat nıün- tesiplerinin Servet-i Fünuncu- lar kadar çalışmadığım, eser veremediğini yazmış ve daha ileri giderek onları gayri ahlâ kî eserler neşretmekle itham j eylemişti. O zaman biz de Ter- cüman-ı Hakikat gazetesinde “ Burada Servet-i Fünıin edebi yatı metfundur” başlıklı oir yazı ile Rauf’a cevap vermeğe çalışmıştık. Gayri ahlâkî eser ler mevzuuna gelince, eğer millî edebiyat müntesipleri bu tarzda eserler vermiş ise Ra uf’un “ Kaymak Tabağı” adlı dekolte eserini örnek tuttukla-; rmı ilâve eylemiştik. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Mahmut Sadık merhumun ida resindeki Servet’i Fünun mec muasında Hâmid’in bize hita ben yazdığı bir şiiri çıktı. Hâ mid bu şiirinde Servet-i ^ü- nun’cuları müdafaa ediyor, bi zi de haksız buluyordu. Hâ mit hiddetlenmişti. Büyük şa irlerin hiddeti de ayrıca bir şiirdir. Bir gün elini öpmek su retiyle affına mazhar olduk ve kendisi bize aynen şunları söy
ledi: “ Servet-i Fünuncuların hizmetini zaman geçince ve on ların bütün ’’eserlerini okuyun ca daha iyi anlıyacaksınız. Hü kümlerinizde aceleci olmamanı zı bilhassa tavsiye etmek iste rim” .
Büyük saire şimdi daha çok hak veriyoruz.
ikinci hâtıramız da şudur: Hâmid’in Maçka’daki âpartıma- nmda haftada bir toplantı ya nılırdı. Bu, bir edebî ziyafet
. ' O ~ _ • ______ - T .
sofrası olurdu. Samipaşa Zade Sezai, Cenap Sahabettin, Sü- ■ leyman Nazif, daima sık ve her dem taze Mustafa Reşid, Florinalı Nâzım bu toplantı larda bulunurdu. Gene boyla bir toplantı günü idi, Servet-. Fünun edebiyatından söz açıl mıştı. O sırada Süleyman Na zif koridora çıktı, bunu bir fır sat ve ganimet bilen Filorinalı Nâzım, hiç çıkarmadığı için mücellâ bir hale gelen redin gotunun cebinden yeni bir şii rini çıkardı ve Hâmide hitaben. — Üstad-ı azimüşşanım, mü saade buyurursanız yeni bir şi irimi huzur-u irfanınıza arze- deyim, dedi. Hâmid tab’an çok nazik bir insandı. Filorinalı Nâzım’ın üstad-ı sıklet olduğu nu bildiği halde muvafakat ce vabı verdi. Nâzım kendisine mahsus eda ile okumağa baş- dığı şiirin henüz yarısına gel memişti ki Süleyman Nazif o- daya girdi. Birdenbire kaşları nı çattı ve ateşin gözlerini Fı- lorinalı’ya
çevirerek-— Nâzım Bey, Nâzım Bey, dedi, çok rica ederim, sizin sü kûtunuz bizim için en büyük şiirdir.
Filorinalı Nâzım, Diyarba kır’ın bu cidalcû sairi karşısın da sükûttan başka çare bula madı. Süleyman Nazif de şu fıkrayı anlatmağa başladı:
Iran vezirlerinden biri bir gazel yazar ve muasırı bulu nan bir sairden de buna nazire ister. Sair gazeli okuduktan sonra vezire doğru uzatır - “ Efendim bu şiir nazire kabul eder şey değildir. Zira levazi- mat-ı şiiriyeden olan vezin, kafiye ve mazmundan âridir” der. Vezirin cam sıkılır, şairi hapseder. Birkaç gün sonra ve zir bir gazel daha yazar, şa iri mahpus bulunduğu yerden celp ile gazeli gösterir. Sair bu yeni gazeli okuduktan sonra yere bırakır ve oda kapısına doğru gitmeğe başlar. Vezir, nereye gidiyorsun, deyince sa ir cevap verir:
— Tekrar hapishaneye efen dim, Zira bu gazel evvelkin den de fenadır!
Zavallı Filorinalı Nâzım, e- debiyatın hakikî ve samimî hizmetkârı idi. Kuzguncuk’ taki evi ve kitapları yandıktan son ra kendisini büsbütün bırak mıştı. O derecede ki gazetele rin ilân sayfalarında para ile şiir neşrettirmek marazi ihti rası içinde yandı ve öyle bitip tükendi. Hepsini rahmet ve minnetle anıyoruz. Hâmid, Ce nap ve Süleyman Nazif gibi bir edebî müsellesin de bıraktı ğı boşluğun derin olduğunu dü- nüyor ve hayıflanıyoruz.
Gönüllerle beraber gönlümüz şad-8 mükedderd'c DiM tevhidimizde münferid hazr-Ü
uzab olmız
diyen sairi, zaman daha cok haklı gösteriyor. Hâmid’e öde necek çok borcumuz var!
Necdet EvrP MŞISeı M ı^ iv ıtiu c OICJ..UUI Deneyi
Taha Toros Arşivi