U N U TA M A D IĞ I
BİR ANISI
SAYFAI i
CUMHURİYET 22 EKİM 1994 CUMARTESİ
KULTUR
İstanbul Şehir Ü niversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi
yılında Paris
Milletler Tiyat ro Festivalinden bir davet almıştık. “Kral Oidi-
pus”« ve “Hürrem Sultan”/ hazır
lamış gidiyorduk ki ’60 darbesi oldu. Bazıları “ihtilal” der ama ihtilal halkla olur, bizimkiler hep askeri darbedir. Neyse. Darbeyle birlikte yurtdışına çıkışlar da ya saklanmaz mı?! Tam bir hafta önce biz de Fransa ile sözleşme imzalamıştık. Bu nedenle gide m ememiz politik olarak da iyi ol mayacaktı. Bunu M illi Birlik üyelerine anlattığım zaman yeşil ışığı yaktılar ( Sayın Gökçer bir un sustu, aklına birşey geldi, mavi gözleri parladı ve güldü). O zaman da yine bir ekonom ik kriz vardı. Alyanslarımızı veriyor duk. Bu yüzden oyundaki fig ü ranları, teknik personelin bir kısmını ve orkestra çukurunun üstündeki dekoru götüremedik. Fransa’ya gittik.
Aynı gün hem prova, hem oyun vardı. Prova sırasında boş kalan orkestra çukurunu fo n beziyle örttük ve oyuncuları sıkı sıkıya uyardık. K reon’u oynayan arka daşımız Coşkun Orhon prova sı rasında sahneye girer girmez or kestra çukuruna yürüdü ve aşağı uçtu!. Kreon olmazsa oyun oy nanmaz. Koştuk Coşkun 'u o çu kurdan çıkardık ve ambulansla hastaneye gönderdik. Bıraksam, binbir güçlükle gelmişiz, olmaz. Provaya devam ettik. Neyse has taneden haber geldi. Coşkun din- leniyormuş, ayağı burkulmuş, oyun saatine kadar iyileşerek ak
şam oyunda oynayabilirmiş.
Derken akşam oldu. “Kreon" geldi. Oyun başladı. Kostüm de ğiştirmek için sahneden kulise çıktım. Kulis yo k. İniyorum, çıkıyorum, kulisi bulamıyorum.
O kargaşada kendi giriş
çıkışlarımı çalışamamışım. Ses leniyorum bizim arkadaşlara. Ortalarda kimseler yok. Hepsi sahne deliğinden ünlü seyircileri seyrediyor. Bense arka tarafta bir yerlerde koşturup duruyo rum... Ve kayboldum... Ve sade ce kostüm değişterecek kadar bir zamanım var.
Yavaş yavaş panikle “imdat”,
“kurtarın” diye fe ry a t etmeye
başladım k i bir kapı buldum. Açtım. Dışarı çıkıyor. Binaya sa natçı girişini biliyorum. Çıktım bari o girişi bulayım diye koşuyo rum. Paris sokaklarında Grek mini etekli, sakatlı biri koşuyor, herkes bana bakıyor. Tiyatronun yanında bir bar var. Dekoratörü m üz Refik Eren daha önce Pa ris’te bulunmuş, adetlerini bili yor. bu barda şarabını içerken beni görüyor. İkim iz de heyecan içindeyiz, o bana bur da ne aradığımı, ben ona kulis kapısını soruyorum. Koşmaktan ölmek üzereyim ve kostüm ümle tam ye rinde sahneye girişimi yapı yorum. İşte o anı unutamıyo rum... Kan ter içinde kalmışım. Koroda öğrencilerim Raik ier, B ozkurt’lar var. Onlar da içle rinden o sırada “Vay be hocaya
bak Fransa’ya geldik ya, ne ka dar güzel, ne kadar konsantre oynuyor” diyorlarmış! O günü
unutamam.
72 yaşındaki Devlet Sanatçısı Cüneyt Gökçer, 50. sanat yılını kutluyor
Hep tiyatroyla
SAVAŞ AYKILIÇ __________
50 yılda, 12’si opera olmak üzere 33 reji, çoğu başrol olmak üzere 54 ka rakter rol, sinema filmleri, uzun yıllar devlet tiyatroları genel müdürlüğü, konservatuvar müdürlüğü, konserva- tuvar-üniversite başkanlığı, uzun yıllar tiyatro öğretmenliği, bazıları konservatuvarlarda öğretmen olan birkaç yüz yetişmiş tiyatro oyuncusu, tiyatrocu, büyük, geniş ve ünlü bir aile...
72 yaşındaki Cüneyt Gökçer, 50. sa nat yılını kutluyor. Bunca yıllık ba şarının ve enerjinin nedenini ‘sevgiye, aşka’ bağlıyor:
“ Hala severek yapıyorum tiyatroyu. Yorgunluk sözcüpnü tanımıyorum...”
- “Cadı Kazam” oyununu 1958-59 ti yatro sezonunda Ankara’da ve 1969- 70’te de İstanbul’da olmak üzere daha önce iki defa sahneye koydunuz. Bu üçüncü rejinizde farklı bir yorum söz konusu mu?
Uzun meslek yaşamımda oyuncu ve yönetmen olarak tekrarladığım pek çok oyun var. Sanat bir bütündür. Tüm sanat dallarının müşterek bir ta rafı vardır. Tiyatro sanatı, müzik sa natını kullanır ve ona benzer. Müzik eserleri nasıl tekrar tekrar çalınırsa, büyük tiyatro yapıtlarının tekrar lanması da son derece doğaldır. Kim senin akima “Siz niye aynı eseri tekrar
tekrar çalıyorsunuz” diye sormak gel
mez.
Büyük yönetmenlerin ve büyük şef lerin mutlaka kendilerine özgü bir yo rumlan vardır. Tek ve mutlak yorum diye birşey yoktur. Zamanla seyirciler de sanatçılar da değişir. Her şey deği şir. Yirmi dört sene önceki Cüneyt
Gökçer ile bugünkü arasında bir fark,
bir gelişme vardır. Elbette bu anlamda şimdi “Cadı Kazam”nı yeniden yorumluyorum Taksim Sahnesi’nde.
Ancak benim yorumlama anlayışım dışsal değil içseldir. Ön planda kendini gösteren bir yorumu benimsemem. Yorumu görüntüde aramam. Bence yorum, metinden-oyundan gelen ana- fikrin, amacın derinine inmektir. İnsan, müzikte okudukça, dinledikçe daha derinleşebilir. Rejisör olarak ya zarlara sonsuz saygı duyanm. Bir reji sörün, bir yazarın üstüne çıkmaya çalışmasını sevmem. Affetmem de. iyi bir rejiden anladığım, rejinin önplana çıkması değil, tersine rejinin oyuncu ile metin arasında adeta buhar laşmasıdır.
Her yasa zamana uymalıdır
- Devlet Tiyatroları’nda son yıllarda çokça tartışılan “yeniden yapılanma” hakkında neler düşünüyorsunuz?
Tek merkezden kurulmuş ve büyü düğü, yaygınlaştığı halde hala tek merkezden yönetilen bir tiyatro nor mal değildir. Dünyada örneği yoktur. Yeni bir yasa gereklidir. Bunları şimdi söylemiyorum. Devlet Tiyatroları ilk kurulduğu yıllarda Büyük Tiyatro ve Küçük Tiyatro’da oyunlar sahneli yordu. D aha sonra bu iki sahneye be nim açtığım 111. Tiyatro, Yeni Sahne ve Altındağ Tiyatrolan eklendi. Der ken, zamanla İstanbul’a, İzmir’e, Bur- sa’ya, A dana’ya, Trabzon’a ve Antal ya’ya yayıldı. Ö dönem bu şekilde sağlıksız büyümeyi normal saymıyor dum, ama kimseyi suçlamıyorum. Çünkü bir başka açıdan yurt çapında
dolu dolu 50 yıl
Kral Lear, (1958-1959), Şahap Akalın ile. Kral Oidipus, (1942-43)
yaygınlaşmak son derece doğru ve ge rekliydi. Ama bunun için gerekli çalı şmalar yapılmıyordu.
Sonuçta kendiliğinden, garip bir büyüme oldu. Bu yüzden 5441 sayılı ilk DT Kanunu kesinlikle kötü bir yasa olmamasına karşılık, bugün deği şen şartlara ve hazırlıksız büyümelere karşılık veremez oldu; daha doğrusu yetersiz kaldı. Her yasa zamana uy malıdır. Evet, yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. Tıkanıklıkların aşılma sı, rahat bir çalışma ortamının sağlan ması, yüksek kaliteli ve yüksek seviyeli sanat yapılması için yeni bir yasaya ihti yaç vardır. Bu konuda yapılan çalış maları takdirle karşılıyorum. Genç ar kadaşlarımızın bu meseleyi isabetle ele aldıklarına ve başarılı olacaklanna inanıyorum.
- Devlet Tiyatrolarının ilk kuruluş yıllarından başlayarak Devlet Tiyatro ları Genel Müdürlüğü yaptığınız dö nemler ile bugünü, devlet-tiyatro ve ti- yatro-seyirci ilişkileri bakımından karşılaştıracak olsanız neler söylerdi niz?
D T’nin kuruluş dönemi çok talihli bir dönemdir. Çünkü DT kesinlikle Devlet Konservatuvan’nın kurul masına bağlıdır ve Devlet Konserva- tuvan’nı kurduran da büyük Atatürk’tür. Böylece müzik devrimi ile beraber sahne sanatları eğitimi veren bu okul açılmıştır. Şimdi size bir para dokstan (ikilemden) söz edeceğim. 2. Dünya Savaşı’nın hiçbir ülkeye hayır getirmemesine karşılık bizim ülkemize beyin göçüyle beyin gücü ka zandırmıştır. Hitler zulmünden kaçan çok değerli bilim adamları, doktorlar, mimarlar, sanat adamları ülkemizde çalışmaya başladılar. Normal şartlar da bu seviyede insanların ülkemize da vet edilerek hep birlikte getirilmesi mümkün değildir. Konservatuvann Müzik Bölümü kurucusu Paul Hinde-
rnith ve Sahne Sanatları Bölümü’nün
kurucusu Cari Ebert işte bu dönemde yurdumuza geldi. Konservatuvann ilk kurulduğu yıllarda Ebert, yılda üç ay gelip kalıyor, derslere giriyor ve prog
iyatronun ve tiyatromuzun geleceğinden kesinlikle umutlu ve
güvenliyim. Asla karam sar değilim. Bazı dalgalanmalar, bazı
yanlışlıklar olabilir. Ama mevcut potansiyel, devletin desteği, bu
kadar genç ve olgun yaştaki sanatçılar ile iyi olarak verilen her şeyi
Aksi, mesleğimize de, halkımıza da, devletimize de ihanet olur
‘Don Kişot' ta Cüneyt Gökçer ve Ay ten Gökçer (19711-71).
ram yapıp gidiyordu. Çünkü kendisi dünya çapında bir adamdı, dünyanın çeşitli yerlerinde oyunlar koyuyor, çalışmalar yapıyordu. Savaş büyüdü ve Ebert hiçbir yere gidemez oldu ve on yıl boyunca Türkiye'de kaldı. Bi zim büyük şansımız ki böylece konser vatuvar çok sağlam temeller üzerine
atılmış oldu. Yıllar birbirini takip etti ve on yıl doldu. Ve Ebert, ülkesine döndü. Bu on yılda görevi devralacak bir kuşak da yetişmişti. Ve görevi biz- lere devretti.
Çok iyi hatırlıyorum bir gün bize
“İftihar edin; konservatuvarı içten des tekleyen Türkiye gibi ülke azdır” de
mişti Ebert. Çünkü o dönemde sanat eğitimi ve sanat, bir devlet politikası olarak ele alınıyordu. Atatürk’ün te mellerini attığı konservatuvann açı lması ve daha sonra Devlet Tiyatro- lan’nın kurulması İnönü döneminde oldu. Devlet büyükleri manevi destek lerini esirgemez, oyunlarımıza yakın
ilgi gösterirlerdi. Seyirci konusuna ge lince... Tiyatronun oluşumu ile seyirci nin oluşumu arasında sıkı bir bağ vardır. Seyirci kendiliğinden oluşmaz; okulu da yoktur. Seyirciyi tiyatrolar yetiştirir, tyi tiyatrolar iyi seyirci, kötü tiyatrolar kötü seyirci yetiştirir. Şu halde seyirciden veya seyircisizliklen şikayet etmek söz konusu değildir. Ti yatro olayı seyirci ile var olur günlük ve felsefi anlamlarda. Tiyatro ne verir se seyirci o oranda katılır ve katkıda bulunur. Tiyatronun iyi ve parlak dö nemleri varsa ve tiyatrolar dolup taşmışsa demek ki iyi eserler seçilmiş ve iyi oynanmış diye düşünülmelidir. Sosyal-toplumsal olaylar ve sanat, benzer şekilde yücelirler veya benzer şekilde ilk duraklama ve gerileme dö nemine girerler. Ülkenin genel iniş çıkışlarından kurumlar da nasibini alır. Bize düşen kolayı ve ucuzu yeğlememektir. Sanatçılara ve sanat kuramlarına düşen görev gene en iyisi ni yapmayı hedeflemektir.
- 1980-81 sezonunda Ankara’da “Kral Lear”i sahneye koydunuz. Ülke nin parçalanmasını konu alan bu oyunu seçmeniz bir tesadüf müydü, yoksa dö nemle bir ilişkisi var mıydı?
Beni çok sevindiren bir soru. Bu soru için sizi tebrik ederim. Bütün yakın tanıdıklarımın da bildiği gibi
“Kral Lear” bir tesadüf değil bilinçli
bir seçimdi. 1980'den çok önce bir kez daha “Lear”i oynamıştım. Takm a sa kal takmıştım ve makyaj yapmıştım. 1980’de kendi sakalım ve doğal yaşı mla oynadım. İlk oynayışımda Lear, kör bir kraldı; küçük kızının gerçek sevgisini görememişti ve bu yüzden acı çekiyordu. 1980’deki yorumumda Lear saf bir insandı; nankör evlatları tarafından aldatılıyordu ve bu yüzden savaşlarla paramparça olan ülkesine ağıtlar yakıyor, yakılıp yıkılan, parça lanan ülkesinin acısını yaşıyordu. Me tin aynı metindi. İçsel olarak metnin bu yanı vurgulanıyordu. Bu tamamen
Shakespeare’nin büyüklüğüdür, zen
ginliğidir. “Cephede Piknik” oyununu da 1972’deki darbe sırasında sahneye koyduk. Bu gözle bakıldığında eserle rimizde pek çok incelik bulunabilir.
Dolu dolu geçen 50 yıl
- 50. sanat yılınızda kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Aslında 53, ama 50 dedik. Beş yıl da konservatuvar eğitimini sayarsak 58. Neyse. 72 yaşında kendimi nasıl mı hissediyorum? Kendimi çalışmaya hazır hissediyorum. Dolu dolu geçen bir 50 yıl. Mutluluk duyuyorum. Öyle arada bir ara verip sonra dönülen bir şey olmadı benim için sanat ve tiyatro. Hep sanatla ve tiyatroyla dolu dolu geçti. Oynamadığım, eser vermediğim tek bir senem olmadı.
- En sevdiğiniz rolünüz ve en sevdiği niz rejinizi anlatır mısınız?
Meslek hayatımı talihli görüyorum. Çok iyi roller oynadım. Çok iyi eserler sahneye koydum. Hepsini severek yaptım. Sevmeden yapılabileceğine inanmak biraz güç. Ama bir iki kez zorlandığım oldu. Onları da görev bi linciyle yaptım. Paris, Milletler Tiyat ro Festivali’nde oynadığımız ve ödül aldığımız “Kral Oidipus”u unutam am . Reji olarak “ 12. Gece”, Pirandello’- nun “4. Henry”si, “Hamlet”, “Kral
Lear” ve on yıldır oynadığımız “Dam daki Kemancı”, oynadığım ve çok sev