• Sonuç bulunamadı

Bu hafta bir kitap:Celal Bayar anlatıyor

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bu hafta bir kitap:Celal Bayar anlatıyor"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

A

İlin

\

\ \ F T

B İ R

U T A

Celâl B ayar

a n la tıy o r :

ü

Eski cumhurbaşkanlarından Celâl Bayar’m «BEN DE Y A Z ­ D IM » adlı kitabının ikinci cildi de yayınlandı. Kitabın birinci cil­ dinden Bayar’m İttihad ve Terak ki Fırkası ile alâkalı bâzı pasajla­ rından seçmeler veren M E Y D A N , ikinci cildinden de Sultan Hamid’ le alâkab bâzı bölümleri, tahttan indirilişini, Sultan Reşad’ın Padi­ şah oluşunu ve Bayar’m «Gençler in dikkatine kısa bir yorum» adı verdiği sayfaları, masonluk ve muhafazakârlık hakkmdaki kanaat­ lerini okuyucularına sunuyor. A yr ıca vesikalar, fotokopiler ve el ya­ zıları eklenmiş olan hâtırâtm ikinci cildi de birinci gibi çok alâka görmekte ve «Haftanın en iyi satılan kitabı» olarak ilân edilmekte­ dir. Bütün ciltleri tammalandığı t aman bir derleme — vesika olarak kitaplıklarda yer alacak olan eser, Atatürk’ün Büyük Nutku ile mu­ kayese edilmemek şartıyle Türkiy e’de bir Devlet Başkanının yayın­ ladığı ilk hâtırat olacaktır. Kitab m ikinci cildinin fiatı da birinci gibi 25 T .L dir.

SIKIYÖNETİMİN KURULMASI,

ABDÜLHAMİD IN TAHTTAN İNDİRİLMESİ 25 Nisan 1909 da Divan-ı Harb-i Örfî kuruldu (sıkıyönetim). Üç daireye ayrıldı. Birinci daire Top­ hane Nazırı Hurşit Paşa, İkincisi Topçu Livası Haşan Rıza Paşa, üçüncüsü de Nazif Paşa başkanlıklarında işe başladı.

Bu sırada Yeşilköy’de bulunan Mebuslar ve  - yân halkın alkışları arasında İstanbul’a döndü. Yine Millî Meclis halinde Ayân Reisi Sait Paşa’nın baş­ kanlığında müzakeresine devam etti. Meclis gündemi nin başında. Sultan Abdülhamid hakkında verilecek karar bulunuyordu.

Ahmed Rıza Bey, Hareket Ordusu Kumandanı’- nın bu meseleye ait sözlerini hatırladı. Ayan İkinci Reisi Gazi Ahmed Muhtar Paşa ile birlikte Mahmut Şevket Paşa’yı karagâhmda ziyaret etti.

Bu defa Kumandan Paşa, »tehlike kalmadığını, duruma hâkim olduğunu, rahatça hal meselesinin müzakere konusu olabileceğini« söyledi. Meclis de sabırsızlıkla bu haberi bekliyordu. Bunun üzerine Meclis hararetli bir müzakereye sahne oldu. Şüphe­ siz Meclis, millî irâdeyi temsil bakımından en yük­ sek yetkiye sâhipti. Kararını doğrudan doğruya mil­ let namına vermesi gerekirdi. Bu cesareti göstere­ medi

Eski hukuk nazariyelerine uyuldu. Mebuslarla, Âyân’m hal meselesini konuşabilmesi için «meşî- hatin» fetvâsma intizar edildi. Fetvâ Emîni Hacı Nu­ ri Efendi, hazırlanan fetva müsveddesini beğenmedi. Şehislâm Ziyaettin Efendi’yi göstererek «Müfti-ü-1 Enâm» yâni ulusun müftüsü budur. Fetva vermek kendilerine aittir» mütalâasında bulundu. Söz uzu­ yordu, Mebusların, Âyân’m sabrı tükenmişti.

Nihayet Hacı Nuri Efendi:

«Hal’de uğur yoktur. Saltanat değişikliği gere­ kirse Pâdişâha söylensin. O da nefsini azletsin.» dedi. Bunun üzerine fetva, hal’edilmek veya istifa teklifinde bulunmak şeklinde yazıldı. Şehislâm Zi- yaeddin Efendi’nin imzasiyle Meclis’e arzedildi. Fa­ kat, istifa teklifini dinlîyen olmadı; hal, hal sesleri yükseldi.

34 yıl gibi uzun bir İstibdat Rejimi içinde tek başına memleketi idare eden Sultan II. Abdülhamid tahtından indirildi. Yerine kardeşi Reşat Efendi, V. Sultan Mehmed Han ünvâniyle Osmanlı tahtına çı­ karıldı. Yeni Pâdişâh, kendisine bu mevkii temin e- denlere teşekkürlerini bildirirken «Hürriyetin ilk Pâdişâhı benim. Bununla iftiahr ederim, benden son ra gelen İkincisi olacaktır« dedi. Esefle söyliyelim ki, kendisinden sonra gelen, geçmiştekîlerden farklı ol­ madı.

Osmanlı tdaresi’nde Padişahların saltanat hak­ kı, ellerinden alınmak istenildiği zaman eski hukuka dayanan fetvalara müracaat olunurdu.

Fetvalarda sarahatle isimden bahsedilmezdi. Meselâ, tahttan indirilmesi veya öldürülmesi is­ tenen kimseye Zeyd veya Amr gibi bir isim verilir ve bu hayalî kimsenin günahları sıralanırdı. Şahıs hakkında:

— Şöyle bir muamelenin yapılması vacip olur mu?

Elcevap: «Olur» veya elcevap: «Olmaz», denildi mi mesle bitmiş sayılırdı.

Abdülhamid hakkmdaki fetva da böyle idi. î - çinde çok ağır ithamlar vardı. Fetvayı sadeleştirilmiş şekliyle aynen arzediyorum:

«Müslümanların imamı olan Zeyd'in bâzı şer’i mühim meseleleri, şer’i kitaplardan silip çıkarması ve adı geçen kitapların okunmasını menetmesi ve yırtıp yakması ve Beytülmal’de (Devlet hâzinesinde) boşu boşuna israflar yapmak suretiyle onu şerîate aykırı olarak dilediği gibi kullanması ve şerîate ait bir sebep olmaksızın tebaayı öldürmek, hapsetmek veya sürgüne göndermek gibi zulümleri yapmayı â- det edindikten sonra, doğru yola dönmek üzere söz vermiş ve yemin etmişken, yemininden dönüp müs- lümanlarm mallarını ve işlerini büsbütün bozacak ve halkın birbirini öldürmesine sebebolacak büyük karışıklıklar çıkarmakta devam etmesi dolayısiyle müslümanlardan söz sahibi kimseler, Zeyd’in zor­

balığının önüne geçtikleri vakit, İslâm memleketle­ rinin birçok yerlerinden, onu tahtından indirilmiş tanıdıklarına dair arka arkaya haberler gelip, onun, yerinde kalmasından zarar geleceği muhakkak gö­

rüldüğünden ve iktidardan çekildiği zaman da duru­ mun düzeleceği umulmakta olduğundan adı geçea Zeyd’e imâmet ve saltanattan vazgeçmesini teklif et­ mek veya tahttan indirmek şekillerinden hangisi, işin başmda olup meseleleri halletmeye yetkili kim­ seler tarafından daha uygun görülürse yerine geti­ rilmesi vâcip olur mu?

— Cevap: Olur.

İmza:

Esseyid Mehmet Ziyaeddia Allah onu afetsin» Konumuza devam etmeden önce Abdülhamid’la Yıldız Sarayı’nda neler olduğunu yakınlarından din­ lemeyi faydalı buldum.

Ali Cevat Bey, henüz yayınlanmamış olan hStl- ratında, Yıldız Sarayında geçen son hâdiseleri şöyle anlatmaktadır:

Bunlar okunduğu zaman Abdülhamid’in karak­ teri, vehimleri, iktidardan düştükten sonra daht u-

zun yıllar hizmetinde bulunmuş nâmuslu ve en ve­ falı kişilerden bile halisiz yere nasıl şüphe ettiği ani* şılacaktır.

.YILDIZ SARAY INDA SON GECE

Salı gecesi oldu. Her gece dört beş bin fanus ve elektrik lâmbaiariyle aydınlatılan Saray’da o gece ancak beş on havagazı feneri yakıldı. Ve dün akşam olduğu gibi Pâdişâhın dâiresinde bile dört beş mum yandı. Millet’in Kıblesi (!) olan Yıldız’ın ikbal ışığı artık sönmüş ve içi de nefret ve intikam hissiyle kay­ naşmış insanlarla doluydu.

Mecburen ben de Pâdişah’m dâiresine sığınarak Küçük Mabeyin denilen dâirede o gece Abdülhamid’­ in oturduğu odanın yanındaki odaya gittim... O gece tam bir hüzün ve dehşetle sessiz bir halde sonumuzu düşünmekte iken, dışarıdan hızlıca bir ses işitildi. Son derece korku ve dehşetle her an ve dakika e - lîm sonucu beklemekte ve halsiz olduğumuzdan o - turduğumuz yerde tir tir titremeye başladık. Nihayet ben odanm kapısı önüne çıktığım sırada Abdülha - mid de odasından çıkmış olduğundan gürültünün ne olduğunu sordular. Kadınların sesleri ve ağlaşmakta

(2)

SULTAN ABDÜLHAMİD

•Bu işi ben yapmadım, sebep olanları millet arasın bulsun..» oldukları işitiliyordu. Sesin arkası gelmediği için e-

hemmiyetli olmadrğım anlıyarak İkinci Musahip Cev her Ağa’yı yanıma aldım. Ve ben dışarıya çıkınca Harem kapısının hemen kapanmasmı emrettim. Ka­

pının önüne çıktığım zaman orada bulunan asker­ lerden birine bâzı evrak almak üzere Genel Kâtiplik odasına gideceğimden benimle beraber gelmesini ri­ ca ettim. Askerle birlikte odaya kadar gidip döndüm. Çit Köşkü önündeki meydan ile Yıldız’ m bahçe ve dâirelerinin hepsi askerle dolmuştu. Ve ayrıca ter tib edilen kollar da Saray’m içinde devriye geziyor­ lardı. Pâdişâh'm dâiresine dönerek bir şey olmadığı­ nı söyledim.

Bu mühiş manzara bütün sinirlerimi ve mânevi- yatımı bozduğu için oturduğum yerde gözlerim ka­ panmış olduğu bir sırada birden bire uyandım. O - dadakiler ve içerde kadınlar bağrışıyor ve ağlaşıyor lardı. Ne olduğunu sordum: «Top başladı» demeleri üzerine dışarıya fırladım. Bu sesin bir oda kapısının şiddetlice kapanmasından ileri geldiğini anladım. Bu hal birkaç defa tekrar etti. Velhasıl her an ve da­ kika öldürülmek heyecan ve ıstırabiyle can koıku- siyle Salı (27 Nisan 1909) sabahına girdik.

SARAY’DAN ASKERLERİN ÇIKARILMASI Aldığım emir üzerine dışarıya çıktım. Telgrafha neden başka, Saray'dan askerler çıkarılmış ve yalnız kapıların önüne ikişer jandarma konulmuştu. Ben bunu hayırlı bir iş sayarak Pâdişah’a söyledim. «Merhum amcam hakkında da böyle yaptılardı» de­ di. Durumu anlamak için tekrar dışarıya çıktığım za man Binbaşı Enver ve Albay Galip Beyleri gördüm. Abdülhamid, Enver Bey'i hem işitmiş ve hem de gör­ müştü. Kendisinin gayet terbiyeli bir zat olduğunu evvelce bir münasebetle bana söylemişti. Enver Bey’ Ie görüşürken işlerin ne olacağını sordum ve Abdül- hamid'le bilhassa Harem’deki kadınların pek fazla telâş ve dehşet içinde olduklarını söyledim. Enver Bey, cevaben: «Padişah Hazretleri hiç merak et­ mesinler, ben buradayım» dedi. Bu esnada Harem için bir iki araba tayın ekmeği geldi.

SULTAN REŞAD’JN PADİŞAH OLUŞU Enver ve Galip Beyler ile tanımadığım birkaç zat Çit Köşkü’nün önünde oturmakta olduğumuz sı­ rada Enver Bey’e ait bir telgraf geldi. Bana verdi, okudum. Bu telgrafta «Yıldız Sarayı’na Âyân ve mil­ letvekillerinden mürekkep bir heyet geliyor. İyi mu­ hafazaya itina ediniz» deniliyordu.

Birdenbire anlıyamadığım bu telgrafın mânasını, İstanbul tarafından gelen top sesleri acıklı ve deh­ şetli bir surette bana açıklıyordu. O sırada saat da 8 e geliyordu. Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa tarafından cuma günü Padişahla takdim olunan telgraf ile verilen resmî ve kat’î teminâta ve hattâ Sadrazam Tevfik Paşa gibi nâmuslu bir zat ta­ rafından evvelce bana bildirilen mütalâaya göre Pa­ dişahın tahttan indirilmesi fikri düşünülmeyip, ancak Padişah’m Sarayı eski haline bırakılmıyarak Meşruti yet İdresi gereğinin yerine getirilmesine ve Saray’­ ın düzensizliğine bağlı belki daha sıkıca bir kontrol yapılmasının karar altına alınacağına ve böyle de ol ması lüzumuna kaanî olmuştum. Bundan dolayı bu top seslerinden ne hale geldiğimi bir ben, bir de A l­ lah bilir. Halim öyle tuhaf olmuş ki, Enver Bey:

— Haberiniz yok muydu? dedi.

— Hayır, malûmatım yoktu dedim ve bir söz söylemiş olmak için:

— Başka yerlerde askerler birbirlerini öldürdük­ leri halde hamdolsun burada bir damla kan dökül­ medi. Allahın hükmü ve milletin arzusu böyleymiş. Allah hayırlı etsin.

Demem üzerine etrafımızdaki çimlerin üstünde oturmakta olan askerlerden birisi yumruğunu hava­ ya kaldırarak bana hitaben acayip bir lehçe ve çeh­ re ile:

— Ah biz burada taş taş üstünde bırakmıyacak- tdc. Her zaman entrika, yine entrika:

Demesi üzerine korktum.

— Yahu burası millet malıdır. Bir taşma bile dokunulmaz. Artık yeter, sonra insana ödettirirler.

Dedim. Bu sözleri üzüntü ile bilmem nasıl söy­ lemişim ki susmam için arkama birisi dokundu. Ben de sustum.

Bu sırada Padişah'ın yanına çağrıldım. Fakat kuvvetim kalmamış ve mâneviyatım tamamen bozuk olarak artık Efendimi ne halde göreceğimi düşün - mekten hasıl olan ve anlatılması mümkün olmıyan üzüntülü bir hal ile ayağa kalkabildiğim esnadaydı ki, Âyân Meclisi üyesinden ve Pâdişah’m yaverlerin­ den Koramiral Arif Hikmet Paşa ile Ermeni Kato­ lik cemaatinden Aram Efendi ve Mecis-i Mebusan üyesinden Dıraç Miietvekili Jandarma Tuğgenerali J&at Paşa ve musevi cemâatinden Selanik Milletve­ kili Emanuel Karasu Efendi’den mürekkep bir heyet gelerek vasıta ile bildirilen arz üzerine, heyetin hu­ zuruna gelmesi ferman buyruldu.

ABDÜLHAMİD İN TAHTTAN İNDİRİLDİĞİNİN MECLİS-İ MİLLÎ ADINA KENDİSİNE BİLDİRİLMESİ

Pâdişâh Hazretleri, birkaç günden beri otur­ dukları Küçük Mabeyin diye isimlendirilen dâire­ deki salonda bulunuyorlardı. Heyet ve Albay Ga­ lip Bey huzura girdier. Şehzade Abdurrahim Efen­ di Hazretleriyle ben ve diğer bâzı hademe salon ka­ pısının yanında bulunan paravananın önünde dur­ duk. Heyetten Esat Paşa: «Biz Meclis-i Mebusan

tarafnıdan geldik. Fetvâ var. Millet seni hal’etti. A - ma hayatınız emindir» dedi.

Bunun üzerine Pâdişâh Hazretleri tam bir me­ tanet ve vekar ile Esat Paşa’ya yaklaşarak: «Bu işi ben yapmadım. Sebep olanları millet arasın bulsun, Ben milletimin iyiliği için çok çalıştım. Hepsi mahv­ oldu. Hepsinin üstüne sünger çekildi. Kaderim böy­ le imiş. Sebeb olanlarını varsın millet bulsun. Yal­ nız bir ricam var. O da hayatımm Çırağan Sarayı’ - nda korunmasıdır. Ben orada hasta kardeşimi bunca yıl muhafaza ettim. Yarın, bahçeden çoluk çocu­ ğumla beraber oraya giderim. Zaten ben yorulmuş­ tum. Hiçbir şey istemem ve hiçbir şeye karışmam. Milletten bunu rica ederim» dedi.

Esat Paşa ile Arif Hikmet Paşa hayatının emni­ yette olduğunu ve ancak ikamet edeceği yerin tâ­ yini için vazifelendirilmiş olmayıp bu arzusunu Meclis’e bildireceklerini söyliyerek gittiler.

Ve Abdülhamid de yandaki odaya geçerken bana bakarak: «Bu işlere sen sebeb oldun» dedi. «Ben ağlıyarak dedim ki: «Efendimiz ben ne yaptım ve ne yapabilirdim? Ben gebermeliydim de bugünü gör­ memeliydim.»

İkinci Abdülhamid akıl ve vücut bakımından kuvvetli ve sağlam, zeki ve ağırbaşlı bir Pâdişâh ol­ duğu halde hal’edilme düşüncesi ve korkusu ve hat­ tâ söyleyişte hal kelimesine benzerliği olan «hal» kelimesi bile sinirlerini bozduğundan Kitabet Daire since (Genel Kâtiplikçe) bu kelimenin kullanılma­ sından daima sakındırdı, İşte bunun için vekillerden ve ulemadan ve mareşallardan velhasıl yüksek ve aşağı tabakadan birçok kimseler Pâdişah’m bu ku­ runtusunu bin türlü şekle sokup kendilerine yüksel­ me ve geçim vasıtası yaparak onun bu zaafından fay dalanmaya kalkışmışlardı ki, bu alçaklar memleke­ tin ve hakkın ve Abdüîhamid'in felâketine sebep o - muşlardı.

Şurası dikkate değer ki, 33 yıl gölgesinden kork­ tuğu «hal» hakikat olarak bütün çirkinliği ile ve bü­ tün korkunçluğu ile karşısına dikildiği halde, tabiî ve haklı olarak hissettiği teessürün belirtileri zanne­ dildiği kadar kendisinde görülmedi. Bilâkis bu felâ­ ket dakikasında ancak kendisi gibi azim ve irâde sâ hibi büyük adamlarda görülen bir büyüklükle ağır­ başlılığını muhafaza etti.

Bu sırada Harem’de bulunan kadınların ferya­ dı ve Şehzade Abdurrahim Efeııdi’nin hıçkıra hıç- kıra ağlayışiyle bendegânm yanıp yakılığı hazin bir levha ve felâkete benzer bir manzara teşkil edi­

yordu ki kalemim tariften âcizdir. Ben de içim ya­ narak ve gözlerim yaşlı, bir köşeye çekildim.

Saat 11 i geçmişti ki Abdülhamid salona gele­ rek: «Bu işin böyle olacağı malûmdu. Ve belki sen de biiyordun» diyerek bana sitem etti. Ben de Ce- miyet-i Muhammediye adındaki fesat topluluğunun meydana çıkışma kadar kendisi için korkulacak bir şey görmemiş olduğumu ve fakat kendisinin hal i- şine dair daha önceden bir bilgisi varsa ona diyece­

ğim olmıyacağmı ağlıyarak yeminle bildirdim. Ha­ kikatin böyle olduğuna Allah da şahidimdir. Abdül­ hamid dedi ki: «Ben Çırağan Saray'ında oturmayı istiyorum. Bunu, şimdi gelen Heyet'e de söyledim. Ve eşyalarımı da hazırlıyorum. Yarın sabah erken­ den oraya taşınırım. Son bir hizmet olmak üzere şimdi git, Sadrazam Tevfik Paşa’yı gör. Bu işe bir karar versinler, cevabını bekliyorum.»

Bunun üzerine Saray’m muhafazasıne memur Jandarma Subayarından Nafiz Bey'; buldum. Benim yanıma kattığı Mersin adındaki silâhlı jandarma çavuşu ile beraber arabaya binerek Nişantaşı y o - liyle Sadrazam Paşa’nın Ayaspaşa’daki konağına (şimdiki Park Otel'in bir kısmı) gittim. Akşam da saat bire geliyordu. Tevfik Paşa, o günkü Meclis-i Millî’nin heyecan ve taşkınlığının dehşetinden ve kendisine ağız bile açtırmamış olduklarından, bü­ yük bir teessürle ağlıya ağlıya bahsettikten sonra, aldığım emri kendisine bildirdim. Meclis-i Âyân ve Mecis-i Mebusan Reisleriyle görüşerek Abdülhamid’ in arzusu gereğince neticeyi bildireceğin; söyliyerek bunu bir yazı halinde Abdülhamid’e verilmek üezere bana verdi ve Efendimi terketmiyerek sonuna kadar büyük bir fedakârlık ve sadakatle vazifemi yapmış olduğumdan dolayı hakkımda birçok güzel sözler söyledi.

Saat ikiye doğru Saray’a dönerek Tevfik Pa- şa'nın yazısını Abdülhamid’e verdim. Bana hiçbir şey sormadan önce ilk söz olarak: «Biat (Pâdişâh o - luşu münasebetiyle yapılan tebrik töreni) için kar­ deşime (V. Sultan Mehmed) gitmiş olduğunuzdan dolayı geç kaldınız. Zaten kardeşimi seversiniz» dedi.

Sinirlerim artık son derece zayıflamış olduğun­ dan bu söz içime işledi. Hemen ayağının dibine o - tunlp hüngür hüngür ağlamaya başlıyarak: «Efen­ dim, ben kardeşinizi ömrümde görmedim. Ve onun tahta çıkışını asla beklemedim. Hayat ve saadetimin tek sebebi sensin. Bugün benim için bayram değil, matemdir. Senin ekmeğinle nimetinle beslendim. Bu kadar lûtfu unutacak alçaklardan değilim.

Başkâtip olduğum günden beri milletin Saray'a dargın olduğunu ve milletle barışmak, velhasıl bu

(3)

SULTAN REŞAD

«Beşinci Sultan Mehmed Hân unvanıyla tahta çıkarıldı..» kara günleri görmemek için pek çok şeyler yapmak

lâzımgeldiğini aklım erdiği kadar söyledim. Bunu Allah da biliyor, sen de bilirsin. Reşad Eefndi’yi ve öteki kardeşlerinizi yemeğe davet edin ve arasıra da görün dedimse de, o da bu maksatla idi. Onları ta­ nıdığımdan veyahut sevdiğimden değildi» dedim.

Abdülhamid: «Ben din ve memleket için çok ça­ lıştım. Bu kadar işler yaptım. Hepsi mahvoldu, ü - zerlerine sünger çekildi. Ne yapalım kader böyley- miş» dedi. Ve ertesi sabah erkenden Çırağan Sarayı’ na taşınmak için gereken hazırlığı yapmak üzere Harem’e geoti. Taşınma esnasında elimden gelen hizmeti yaptıktan sonra alacağım müsaade üzerine e- vime dönmek için Saray’da bir odada bekledim.

ABDÜLIIAMİD'İN DİLEKÇESİ «DEVLET VE MİLLET VE

MİLLETVEKİLLERİNE VE ASKERE HİTABEN DİLEKÇEMDİR

1325 Nisanının 14. (27 Nisan 1909) Salı günü ak­ şamı Âyân ve Mebusan tarafından tertibedilen Teb­ liğ Heyeti, hayatımın emniyet altında olduğunu ve her türlü taarruzdan âzâde bulunduğunu, oğlum Ab durrahim efendi ve hizmette bulunanların bir k ıs-, minin huzurunda ve yanımdaki ailemin işitebileceği bir şekilde, bildirdi.

Gecesi de ferik (Korgeneral) Hüsnü Paşa, be­ raberindeki ümera ve subaylarla gelerek adı geçen heyetin taahhütlerini ve ifâdelerini tasdik ederek, ha yatımın kat’î olarak hiçbir şekilde tecavüz ve taarru­ za hedef olmıyacağını ve 2. ve 3. Ordu ve askerin hayatımı korumayı üzerlerine almış olduğunu ve Selânik’de hazırlanan yerde son derece hürmetle i- kamet edeceğimi bildirerek şayet bu hususta tered­ düt edilirse birlikte arabaya binerek ve elime revol­ ver vererek Allah korusun bir tecavüz olduğunda ilk önce kendisini revolverle yok etmekliğimi Vallah, Billah, Tallah kelimeleriyle yemin etmiş ve Kur’an-ı Şerîf’i dahî getirip ona da yemin edeceğini söyle­ miş ise de, Allah korusun ben kaatil olamam diyerek teminât ve yeminlerine kanaat edip husûsî trenle Se- lânik’e gelindi. Burada gördüğüm nazik muamele ve subayların muhafaza etmek işinde gayret ve hami­ yetleri takdire değer.

İyi ve kötü, fakat, iyi niyetle 34 yıl Vallahi ve Bil­ lahi geceli gündüzlü devlet ve millete hizmet ettim. Şehislâm Efendi vasıtasiyle ettiğim yemine aykırı hal ve harekette bulunmadım. Meşrutiyet aleyhin­ de nüfuzumu kullanmadım. İstanbul’daki asker hâ­ disesinde Vallah] bilgim yoktur.

İşte buralarını yeminle temin ederim.

Biraderim merhum Sutan Murad Hazretleri 26

yıl daha yaşayıp yanında birçok harem ağaları ve merhum Hayrettin Paşa’ya hizmet etmiş olan Ser- ver Ağa ve lüzumu kadar hizmetçi vesaire bulundu­

ruldu.

Hazine-i Hassa (Husûsî Hazine) ve mutfaktan her türlü yiyecek ve içecek ve diğer eşyalar kendi­ leri için temin edildi ve istirahatleri için her türlü vasıtalar tedarik edildi.

Rus askeri henüz Ayastafanos’da bulunduğu bir sırada Ali Suavi Vak’ası meydana gelmesiyle adı geçen zatı hemen yanıma alıp ortalığın sakinleşme­ siyle oturdukları yere gönderip ölünceye kadar em­ niyet içinde muhafaza edilmelerinde ne derece gay­ ret ve dikkat edildiği ve ailelerinin ,ailemin geçimi ile müsavî bir şekilde faydalandığı ve hasta ve vü­ cutça malûl oldukları halde bunca müddet her türlü arzusunu yerine getirmek suretiyle yaşadıkları meydanda ve son olarak ölümlerinin ne yolda ol­ duğu dahi hususi doktoru Rıza Paşa’nın raporiyle aşikârdır.

Ölümlerinden sonra aileleri fertlerine kendi ço­ cuklarım gibi bakarak huzur ve rahatlarının temini hususunda zerre kadar ihmal vukubulmadı. Hattâ adı geçen zatın hanımı, başkadmefendi idareci ve din dar olup adı geçen Server Ağa vasıtasiyle ailemle beraber maaş aldıkça memnuniyetini bildiren tegek kür mektupları halâ Saray’daki evrakım arasında mevcuttur.

Oğulları Salâhattin Efendi nin aleyhimde bulu­ nacağına inanmam, yalnız bir isnattan ibarettir.

Bulunduğum felâketli hal şu şekilde hülâsa olu­ nur:

Ailemin ve çocuklarımın çokluğundan İstanbul’­ da bulunan çocuklarımdan Nurettin Efendi kendi

annesiyle diğer ihtiyar kadınlardan meydana gel­ miş bir aile efradı bugün nanpâreye (bir lokma ek­ meğe) muhtaç bir haldedir.

Maaşım şimdilik burayı idare etmeye yetiyor­ sa da İstanbul’dakilere yardım edecek ve onları besliyecek bir derecede değildir. Bununla beraber zaruret sebeplerinin ortadan kaldırılmasını devlet ve milletin nazarı dikkate alacağına eminim. Çünkü servet ve eşyam zaptedildi. Perişan ve merhamete lâyık bir haldeyim.

Basit teferruattan yegâne maksat şunlardır: İlk önce: Kendimin, ailemin ve çocuklarımın ha­ yatını her türlü taarruz ve tecavüzden korunacağı hakkında evvelce verilen vaitler ve taahhütler, â- yân, mebusan, devlet ve asker tarafından teminat ve karar altına alınsın. Bu karar da açık ibare ile resmî şekilde yazı ile bildirilsin.

İkinci olarak: İkamet etmekte olduğum Alâtini Köşkü namıma satın alınarak hayatım boyunca otur­

mak üzere tahsis olunsun.

Üçüncü olarak: Hizmetimde bulunanların şahsî hürriyetlerinin verilmesi çâresine bakılsın.

İşte temennilerim bu üç şeyden ibarettir. Çün­ kü hayattan emniyetsizlik insan için her an bir ö - lümdür. Hayat ise mukaddestir. Hayattan emin ol­ mamak gibi felâket olamaz. Bundan dolayı zikre­ dilen şu şart yerine getirildiği takdirde her ne şe,- kilde arzu edilir ve kimin huzurunda icabederse ban kadakj alşcağımm teslimine dair olan evrakın tak­ rir ve imzasına hazırım. Servetimin asker için mu­ hafaza edildiğini aynı hakikat olmak üzere beyan e- debilirim. Mevcut servetimin, keşke daha çok olsaydı hepsini askere vermeye muvafakat şerefine nâiliyet temennisinden kendimi alamamaktayım. Cenabı Hakka yemin ederim ki bu fâni dünyada yegâne maksadım, yalnız devlet ve millete duâcı olarak em­ niyetle, sayılı nefeslerimin, bulunduğum mevkide ta­ mamlanmasıdır. Katiyen başka fikrim yoktur. Arzu olunacak şekilde teminât vermeye hazırım. Bundan dolayı bu dilekçemin Millet Meclisinde okunmasiyle bu büyük millet ve Meşrutiyet Devletinin meydanda olan haşmet ve âtıfetine nisbetle ehemmiyetsiz olan bu dileklerimin kabulünü rica ederim.

22 Hazıra* 1325 (5 Temmuz 1909) ABDÜLHAMİD» GENÇLERİN DİKKATİNE, KISA BİR YORUM İttihat ve terakkide eski ve yeni hizbin görüşlerim bu suretle açıkladıktan sonra, meselenin üzerinde durulmaya değer bâzı yönleri de vardı. Onlara da kısaca dokunmayı faydalı buluyorum.

Benim, bu bahisleri kısa da olsa —gördüğüm ve anladığım şekilde— ele alışımın sebeb; geçmişteki bâzı vak’alarla bugün içinde bulunduğumuz haya­ tın muhakeme ve mukayesesini yapmak isteyen yeni nesle imkân hazırlamaktır.

İttihat ve Terakki namına öne sürülen fikirler­ de, muhafazakâr muhitlerin etkisi, hâdiselerin bas­ kısı vardı. Gerçeği olduğu gibi anlatmak için söyle­ meliyim ki, ilân edilen bu koyu muhafazakâr esaslardan bâzılarına ve özellikle fikir ve vicdan hürriyetine ve Osmanlı saltanatına ait bölümlerde, aydın İttihatçı­ ların görüşleri, böyle değildi. Fakat onlar da umumî cereyanın etkisi altında uysal oluyorlardı.

Her iki hizbin karşılıklı mütalâa yürüttükleri altıncı maddedeki: «Dinî ve millî, umumî ahlâk ve âdâbm muhafazasıyle beraber Batı’nın medenî iler­ leyiş ve tekâmülünün memlekette gelişmesine hiz­ met etmek» • sözleriyle ortaya âdeta yeni bir görüş atmış oluyordu.

Hakikatte «medeniyet bir bütündür; parçalana­ maz, kül halinde alınır» düsturu üzerinde duranlar da vardı. Fakat politikacılar bunu bilmemezlikten geliyordu. Kılık kıyafet, saç, sakal meseleleri, şapka giyilmesi, kadınların yüzü açık gezmeleri, umumî hayata katılmaları gibi «umumî edebe» aykırı gör­ dükleri halleri ve bunlara benzeyen âdetleri istemi­ yorlardı. Müsbet mânâsıyle istedikleri neler olabilir- ' di? Bunu da açıklamaktan çekiniyorlardı.

Çünkü umumî formül etrafında toplanan hizip­ çilerin içinde şeyh hoca gibi muhafazakâr unsurla­ rın dahî bu konudaki düşünce ve görüşleri birbirin­ den farklıydı.

Şu halde yuvarlak sozlerltr, hizipçilerin şahısla­ rı için perestij sağlıyarak hasımlarmı yere vurmak amacını güttüklerini söylemekte hata olmasa gerek­ tir.

SADIK BEYİN MASONLARA HÜCUMU VE MUHAFAZAKARLIK

Onuncu maddenin hedefi, doğrudan doğruya İt­ tihat ve Terakki içindeki masonlardı. Başlarmda Sadık Bey olduğu halde bâzı Melâmilerin —şahsi se­ bepler yüzünden— mason tanınan arkadaşlariyle mücadelesi ve bu yoldan Cemiyet’teki rakiplerini ezmek istemesiydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden bâzı kimselerin İstibdat Devri’nde mason localarına devam ettikleri söylenirdi. Abdülhamid’in kafiyele­ rinin nüfuz edemedikler; mason locaları, ihtilâlciler için nisbeten daha emin bir yer sayılırdı. Ayrıca Av­ rupa’daki arkadaşları Genç Türklerle haberleşmek imkânını da elde ederlerdi. Bu eski münasebeti ba­ zılarının devam ettirdikleri iddia olunurdu.

Denilebilir ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti için­ de tanınmış bâzı kimseler mason localarına girmiş­ lerdi. Fakat lider durumundaki şahıslardan çoğu, me selâ bunlardan Ahmed Rıza ve Dr. Nazım Beyler ma­ son değillerdi.

Enver Paşa ve Atatürk’ün hiçbir zaman mason­ lukla alâkaları olmamıştı.

Bir gün, Dr. Nazım Bey ile bu konuda konu­ şurken kendisine benim mason olmaklığım için kar­ şılaştığım ısrarlı teklifleri, kabul etmediğimi anlat­ tım:

-— Sen ne ders., .

mânasında yüzüne baktım. Cevap verdi:

— Parti içinde memlekete hizmet etmek, sizi tat­ min etmiyor mu? Ben görüyorum ki ediyor. O halde mason olmaya ne lüzum vardır, dedi.

Gerçek şudur ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ - nin İstanbul, Selânik ve İzmir gibi birkaç merkezin­ de masonlar vardı. Fakat bütün memleketi saran

(4)

teş-«Hatmin rûhunda, esas bünyesinde, masonluğun, masonların en ufak bir tesiri görülemezdi.

Yedinci maddedeki, Kanûn-ı Esâsı dairesinde, tarihî Osmanh an anelerini idâme ve muhafaza et­ mez, dokuzuncu maddedeki Hilâfet ve Saltanata ait Kanûn-ı Esâsî’nin bâzı maddelerini «kuvvetler mu­ vazenesi esasına göre tadil etmek» isteği karşısında bugünkü ileri zihniyetimizle sarbestçe yapacağımız yorum çok kolay ve basittir Fakat o zaman an’anat (gelenekler), Hilâfet ve Saltanat gibi mefhumlara menfî surette temas etmekten, özellikle aleyhinde mütalâa yürütmekten çekindirdi.

On maddelik program netice olarak, «muhaia- zakârlık»ın bir ifadesiydi. Nitekim Abdülaziz Mecdi Efendi de hizbin fikirlerini savunurken, «milletin yüzde doksanı muhafazakârdır» diyordu.

Bütün bunlara karşı İttihat ve Terakki Cemiye- ti’nin müdafaası, muhafazakârlık ve terakkiperver­ lik hakkmdaki mütalâası şu suretle hülâsa edilebilir: «Bu iki meslek muhafazakârlık, terakkiperver­ lik nisbî bir mahivet aızeder

Muııatazakâr partinin ilen gayeleri olduğu gibi terakkiperver bir partinin de muhafazaya çalıştığı esasları vardır. Meselâ Devletin dininin İslâm, isminin Osmanlı, lisanının Türkçe olması; vatanın bütünlü­ ğü, Osmanh Birliği; (Kanun ve nizamların tanzimin­ de muâmelât-ı nâsa erfak ve ihtiyâcât-ı zamâna ev- fak ahkâm-ı fıkhiye ve hukukiye ile âdâb ve mııâ- melâtın esas ittihazı).

«Padişahlığın Osmanlı Hanedânından en büyük erkek evlâda ait olması; Osmanlı saltanatının içinde İslâm hilâfetinin de bulunması; Pâdişah’ın Osmanlı sülâlesinden kadın ve erkeklerin yaşadıkları müd­ detçe malî tahsisatlarının, mal ve mülklerinin umu­ mun kefaleti altında bulunması; Şehişlâmın Pâdişâh tarafından tâyini ve vükelâ heyetinde bulunması» gibi Anayasa’da yazılı esaslarda, İttihat ve Terakki Cemiyeti muhafazakârdı

Cemiyet, bu maddıerın muhafazası şartiyie in­ kılâbı kabul ve ilân etmişti. Bununla beraber «bu gi­ bi tarihî esasların muhafazası İttihat ve Terakki'yi terakkiperver (ilerici) bir parti mahiyetinden uzak­ laştırmış sayılmazdı. Cemiyet’ e göre, bu iki mes­ lekten birinin kesin surette doğru olabilmesi için es­ kilik ve yenilik mefhumlarından birinin iyi olması iktiza eder. Halbuki âdetin de bid’atın da hem mak- buLü ve hem de merdudu (reddolunmuşu) olduğun­

dan en doğru hareket, iyiyi bulup almaktı.

Meşrutiyetten önceki devirlerde, hususiyle ilk zamanlarda Osmanlılar çok sathi bir idare tarzı ka­ bul ettiklerinden Hükümet, geniş İmparatorluğun bâzı bölümlerinde daha ziyade aşiret ve cemaatlerin reisleriyle temasta bulunmuş, fertlerie doğrudan doğruya teması ihmal etmişti. Bu sebeple ahaliyi a- şîretlerin, cemaatlerin, yurtluk ve ocaklıkların yarı müstakil idaresine bırakmıştı. Fertlerle Hükümet a- rasına ayrıca «eşraf ve müteneffizan» adında üçün­ cü şahıslar da girmişti

Meşrutiyete’in gayesi ise, fert ile Hükümet ara­ sındaki bu üçüncü şahıslan kaldırmaktı. Muhafaza­ kârlık mesleği tercih edilirse bu fena tarzın olduğu gibi bırakılması gerekirdi...

KILIÇLI BİR SİYASET

Süleyman Nazif Bey’in Hak gazetesinde «Kılıçlı Siyaset» adı altında bir makalesi çıktı.

Bu başyazı, asker kisvesine bürünen gizli bir ko­ mitenin tehditlerine karşı, yükselen ilk ve belki tek takbih sesiydi.

Süleyman Nazif Bey’in yazı ve basın âleminde kuvvetli şahsiyeti malûm olduğu için yazının etkisi de büyük olmuştu.

Memleketteki hürriyeti az bulduklarını ve ger­ çek Meşrutiyet için çalıştıklarını imzasız beyanna­ melerle ilân eden kabadayılar bu defa «gazaba» gel­ mişler, ateşli yazarı sindirmek için peşine takılmış­ lardı.

Ben iyi biliyorum. Günlerce matbaa önünde do­ laşmışlardı. «Ben iyi biliyorum» dedim. Yazının ga­ zetede çıkışı benim İstanbul’da bulunduğum bir za­ mana raslamıştı ve kendisiyle görüşmüştüm.

Aramızdaki tanışma, Meşrutiyet’in ilânından önce ve ilânından kısa bir süre sonra Bursa'da mek- tupçu olarak bulunduğu tarihten beri devam ediyor­ du.

Süleyman Nazif Bey. diğer Jön Türkler gibi A v­ rupa’ya «firar» etmiş, Paris’de bir müddet Hürriyet ve Meşrutiyet lehinde yazılar yazdıktan sonra mem­ lekete dönmüş, Abdülhamid. kendisini mektupçu tâ­ yin ederek Bursa’ya göndermişti.

Burada İstibdat İdaresi’nin nezareti altında res­ mî vazife görmekle beraber, sürgün hayatı yaşı­ yordu. Şehirden dışarı çıkamazdı. Görüştüğü kimse­ lerin şahıslarına göre, hareketi mânaiandırılırdı Fa­ kat o, bunları anlamamazlıktan gelerek elinde bas­ tonu genç yaşında, şahsını sembolize eden siyah sa- katiyle dolaşır; Bursalı aydın gençlerin takdirini toplardı.

Benim Süleyman Nazil Bey’le tanışmam beklen- miyen bir tesadüf yüzünden olmuştu

istibdat Devri’nde Türk gençlerinin yabancılar­ la ve yabancı kurullarla temasları şüpheli görülür, iyi karşılanmazdı.

Ben buna rağmen Setbaşı’ndaki Fransız Okulu­ na gider buradaki öğretmen dostlarımla konuşur­ dum itiraf edeyim ki bu ayrı muhit içinde yeni şey­ ler öğrenir faydalanırdım.

tş saatinin dışında bir akşam üzeri okula uğra­ dım. Her zaman olduğu gibi müdürün oda kapısına vurdum. Fakat cevap almadan tokmağı çevirdim, f- çerj girdim. Müdürle Süleyman Nazif Bey. başbaşa konuşuyorlardı

Nazil Bey, beni görünce tuhaflaştı ve ayağa kalk tı. Öyle ya, resmî, hem de yüksek seviyede bir me­ murun buralarda ne işi olabilirdi?

Bu ummadığım tesadüften ben de şaşırmıştım. Fakat benim, karşımdakine, —ahlâkını bildiğim i- çin— güvenim vardı. Burayı ziyaretimi bir mesele haline sokmazdı

Zeki Fransız, aradaki çekingenliğin farkına var­ mış olacak ki: «Durunuz» diyerek, ayağa kalktı: «iyi insanları, aynı düşüncede olduklarını sandığım dost­ larımı birbirine tanıtayım» dedi. Böylece yüz yüze gelerek tanışmış olduk.

Alman Bankası’mn Müdürü Hacı Safvet Bey —Refikamın amcasıdır— Ramazanlarda, bütün şart- lanyie, mükelllef iftar ziyafetleri tertibederdi. Bu if­ tar ziyafetlerinin birinde Süleyman Nazif Bey’le be­ raber bulunduk. Yemekler yendi, kahveler içilirken «buyurunuz namaza» diye bir ses işitildi. Elindeki fincanı bırakan, namaz için ayrılmış odaya geçmeye başladı.

Bu sırada Süleyman Nazif Bey’ in halinde bir dur durgunluk oldu.

Ev sahiplerinden biri sayılabilirdim. Kendisini zor durumda yalnız bırakmamak için yanına sokul­ dum:

«Ben de hazırlıklı değildim. Abdest almaya da vakit yok!.. Galiba siz de benim gibisiniz...» dedim.

Maksadımı anladı; koluma girdi, biz şu kenarda bekliyelim. dedi.

Tanışmamız bu yolda devanı ederken kısa bir zaman sonra Meşrutiyet ilân edildi.

Millî bir vazife karşısmdaydık. Henüz İttihat ve Terakki Cemiyeti açık çalışmaya geçmemişti.

Sultan Abdülhaid'e telgraf çekmek, Mcşrutiyet’i istediğimizi bildirmek gerekiyordu.

Alman Bankası’nda toplandık, BursalIlar nâmı­ na Pâdişah'a ilk telgraf burada yazıldı ve çekildi.

Rahmetli, kimseden iltifat beklemezdi. Muhitin telâkkilerine de fazla kıymet vermezdi. Hürriyet ve Meşrutiyet için çalışmıştı. Şüphe yok bu dâvanın en hararetli taraftarıydı.

Demokrasinin partilere dayanan bir idare sis­ temi olduğunu elbette bilirdi Ancak, dar parti haya­ tı yaşayacak, parti disiplini içinde sıkışıp kalacak karakterde bir insan değildi. Kalemini daha çok şahsî duygularına göre kullanırdı.

İşte bu zihniyetle yazıldığı için «Kılıçlı Siyaset»!, kitabımızı gözden geçirmek lûtfunda bulunanlara okutmak hevesinden kutulamadım, buraya aldım:

«Onbeş asırdan beri daima carî ve haşin gale­ beleri alkışlamaya alışmış olan Bizans’ın ihtirasla titreyen elleri, Sait Paşa düştüğü sırada kaç kere şakırdadı bilmem. Muhakkak bildiğim bir şey varsa o da zavallı genç II. Osman’: acıklı ölüm yerine sü- rükliyen süprüntü arabasının arkasından sevinçle ko­ şan ve Patrona Halil’i, Kabakçı Mustafa’yı, Derviş Vahdetî’yi —birkaç gün için olsun— birer vatan kurtarıcısı sayarak takdis ve tarziye eden Istanbul halkının, Sait Paşa ile arkadaşlarına da haklarını vermekte kusur etmediğidir.

Osmanlı Afrikası yüzeili bin Italyan askerinin dişleriyle parçalanırken... Adalardaki Osmanlı hâki­ miyeti Italya’nın ayaklariyle çiğnenirken... Pâyitaht’ ın müstahkem giriş kapısı —büyük zırhlıların de­ ğil— küçük torpidoların istihfaf edici hücumlariyle tezlil edilirken.... Asırlardan beri tatmin fırsatı ara­ yan haricî ihtiraslar; Arnavutluk dağlarının şahika­ larında haris ellerle yakılmış olan fesat ateşiyle teşçi olunurken...Doğu sınırlarımızın emniyet ve sükûnu Rusya'nın mânâlı tahşîdâtiyle tırmalanırken.... Asir- de îdrisi’ierin kurşunlarından daha öldürücü olan bir güneşin kaatil şuaları (ışınları) altında Anado- llu'nun, Rumeli’nin kahraman evlâtları susuz ve pe­ rişan can verirken bizim Osmanh Ordusu’nun bir kısmı zabitleri ve paşaları, Pâyitaht kaldırımların­

da vükelâyı azil ve nasb ettirmekle vakit geçiriyor­ lardı. Buna yalnız utanmak ve yalnız ağlamak yetiş­ mez.

Ordu. Meşrutiyetin değil, vatan’ın bekçisidir. Millet Meşrutiyet idaresine lâyık değilse, onun bir parçası olan Ordu bu liyakati kazanmaz...

Meşrutiyetken sonra bizde pek ziyade dile dola­ şan sinirlendirici tâbirlerden biri (Ordu, Meşruti­ yet’ in bekçisidir) sözüdür. Bu mânâsız sözü bir düs­ tur sayanlaı, Ordu ile beraber kendilerini de aldat­ mış oluyorlar.

Hayır, Oıdu Meşrutiyet’in değil, yalnız vatanın bekçısid'i'. Ve onun çalışma sahası serhadlerin (sı­ nırların) berisi değil, ötesidir. Asker yalnız top sesi­ one koşar. Siyasetçilerin hitabet sadaları ile muhar­ rirlerin kalem hışırtısı o mesâmi-i besâletin (o kah­ ramanlık kulaklarının) vazife harimine girmek im­ kânını bulmamalıdır.

Eğer bir millet Meşrutiyet idaresine lâyık de­ ğilse. onun silâhlı bir cüzü olan Ordu, bu liyâkati hiçbir zaman kazanıp temin edemez. Meşrutiyetler orduların kılıcına değil ümmetlerin (ulusların) vic­ danına istinat eder.

Roma protoryenleri gibi Osmanlı Yeniçerileri­ nin de siyasetle uğraşmayı askerlik vazifelerine ter­ cih ettikleri günden itibaren ne kadar millî felâket­ lerin ortaya çıkmış olduğunu herkes bilir. Bizde o âdet hâlâ aynı çirkinlik ve haşinlikle devam ediyor. Allah bu millete muin (yardımcı) olsun.

Ben burada ne ittihat ve Terakki’nin muvakkat veya müebbet düşüşüne mersiye söylemek isterim, ne iktidar mevkiine getirilen zevâtın mütereddit ve­ ya sabit ikbalinden müteessirim. Eğer bu vatanın kurtuluş ve selâmeti İttihat ve Terakki’nin yok ol- masiyle hasıl ve kaabil olacaksa hepsi ve hepimiz kanımız, canımız ve evlât ve ayalimizle bu maksa­ da ve bu toprağa feda olalım. Hükümet’i teşkil e- den zatlar kim olursa olsun muvaffak olmalarını ar­ zu etmek içtimai vazifelerdendir. Ve inşallah mu­ vaffak olurlar.

Burada bizimle beraber her hak-bilir insanı mü­ teessir eden şey, küçük bir kısım zâbitlerin acaip hareketleridir. Millet Meclisi’nin iki gün evvel it­ tifaka yakın bir ekseriyetle itimat beyan etmiş o l­ duğu bir Vekiller Heyeti’ni kılıçlarının tehdit gölge­ siyle düşürmeye teşebbüs etmiş olan efendilerle bey ve paşaları yalnız vatan edişesi bu fiile şevketmiş olsaydı ve buna ümmetin yüksek vicdanı kaani bu­ lunsaydı —vukua gelejı hareketler mazur görülmeye imkân olmamakla beraber— hiç olmazsa hafifletici sebeplere ulaşmış bir cürüm olurdu.

Şimdiki çırpınmaları sebep ve saikleıu pek ma­ lûmdur. Bugün hiç bir muharririn yazmak isteme­ diği bu macerayı yarın bin tarihçinin kalemi teşrih ederek bir hakikatin gelecek nesillerin evlâtlarına duyurulacağında kimsenin şüphesi olmasın.

Bu sözlerim hakikaten vazifesever ve asker olan Osmanlı Ordusu'nun bütününe değil, mukaddes va­ zifelerine başka bir mecra ve başka bir mahiyet tâyin etmiş olan miktarı az bir kısım zabitlere aittir. Cüz külle hâkim olamaz.

Bilirim, ittihat ve Terakki’nin de bir aralık ordu ile işbirliği yapmış olduğu iddia edilecektir. Bu id­ diayı tekzib etmek istemem, ittihat ve Terakki’nin meslek ve maksadına fevkalâde hürmetkâr olmakla beraber, bâzı fiil ve icraatına muarız bulunduğumu da hiçbir zaman saklamadım. O hatânın yâdı benim hâtırama ömür boyunca elem verecektir. Fakat itti­ hat ve Terakki öyle bir zamanda düşürüldü veya düşürülmek istenildi ki askerlerle büsbütün alâka­ sını kesmeye azmetmiş ve zâbitlerin siyasetle uğraş­ maktan menedilmelerini bir kanun şekline sokmuş­ tu.

Bütün tarafsız vicdanlar, Arnavutluk'daki elem verici maceranın da mâtem acısını taşımaktadırlar. Orada Devletin en aziz bir hakkına ve ordunun en hassas bir namusuna taarruz ve onu pâyimal ettiler. Hâdisenin daha ziyade kan dökülmeksizin kapan­ masını herkes arzu eder. Ve inşallah bu suretle ka­ panır. Aksi takdirde meşru satvetiyle isyanı yatış­ tırmaktan Devlet âciz değildir. Bugün Anadolu’ya bir haber gitsin ki (Rumeli tehlikededir) âsileri yar- dakçılariyle birlikte ve bir hafta içinde kökünden yok edecek bir kuvvet, Arnavutluk’un o serkeş dağ­ larında kaybolmuş âsâyişi iâde eder

ittihat ve Terakki’ye dayanan Kabine vakıa isti­ fa suretiyle iktidâr mevkiinden çekildiyse de bu u - zaklaşma hakikatte ihtiyarî değil, ıztırâıîdir. Bu­ nunla beraber ne memleketteki mevkii sarsılmış bulunuyor, ne de yarından ümitsizdir.

Sabık Hükümet, halefine bu memleketin namus ve hamiyet duygusunu kahramanlıklarla çevrilmiş ve süslenmiş olduğu halde devir ve teslim etti. Bu­ nunla ittihat ve Terakki yalnız müteselli değil, müf- tehir de olabilir.

Şimdiki infiâller (kırgınlıklar) ve ihtiraslar geç­ tikten sonra her tarafın mâhiyet ve kıymeti anlaşı­ lacak ve herkesin târihî mücazat ve mükâfatı verile­ cektir. Büyük bir ihtiras rüzgârının saldırışı önün­ de de İttihat ve Terakki’nin vicdanı uyuyan âsûda ve sonsuz bir deniz gibi duruyor. Onun korktuğunu iddia ediyorlar. Bu iddiâya iştirak etmekte asla te­ reddüt etmeyiz. Evet ittihat ve Terakki bu hengâ­ mede pek ziyâde korkuyor. Fakat ölümden değil, ta­ rihten.»

Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Kelimelere akıtacaklarım, erkeklerin bu düzen içinde çoktan kaybettikleri değerler karşısında bunca zaman direndikten sonra, kadınların neden şimdi vazgeçmiş

Kasım 1952 Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın Atina’ya resmi ziyareti Ocak - Mart 1954 Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın Amerika’ya resmi ziyareti 9 Ağustos 1954 Türkiye

Deney ve kontrol grubundaki kadınların son-test APHMÖ; uygunluk, düzenleme, kibarlık ve saygı, yöntemin rahatlığı ve koruyuculuğu alt ölçekleri puan ortalamaları

Dünya genelinde son yollarda araçların aşırı hızlı hareket etmelerini sınırlandırmak amacıyla anlık ve ortalama hız ölçümü yapabilen farklı radar ve ölçüm

Akıllı kirişin frekans tanım kümesi zorlanmış titreşim deneysel cevapları ise açık çevrim ve kapalı çevrim durumları göz önünde tutularak Şekil 13’de

Yeni nesil dizileme yönteminin çok fazla olumlu yanı olmasına rağmen büyük boyuttaki verilerin analizleri, değerlendirmesi ve depolanmasında sorunlar ortaya çıkmıştır

Pyometralı köpeklerde hasta sahibinden alınan anemnez bilgileri hastalık dönemine, hayvan sahi- binin hasta üzerindeki gözlemine ve hastanın ge- nel durumuna bağlı

Özet : Daha önce gönderilen fermanla Sivas sancağından istenilen 450 (önceki kayıtlarda dört yüz adet olarak geçiyor) adet deveden bakaya kalan deve