• Sonuç bulunamadı

Yahya Kemal'in şiirlerinde zaman kavramı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yahya Kemal'in şiirlerinde zaman kavramı"

Copied!
38
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

TÖRE

aylık fikir ve sanat dergisi

ŞİİR

YARIŞMASI

TÖRE DERGİSİ, GENÇ ŞAİRLERİ TEŞVİK ETMEK MAKSA­ DIYLA BİR "ŞİİR YARIŞMASI" AÇMIŞTIR.

1955 VE DAHA KÜÇÜK DOĞUMLULARIN KATILABİLECEĞİ BU YARIŞMANIN ŞARTLARI GELECEK SAYIMIZDA AÇIKLANA­

(3)

T SgO U feS

Yıl : 13 Sayı: 150 Kasım 1983 Montaj: Renk Ofset D izg i-P ikaj:M A YA Ş A .Ş . Dağıtım: Hürriyet Holding A .Ş.

Baskı: D A İL Y NEWS Matbaası-Ankara

AYLIK FIKIR VE SANAT DERGİSİ K U R U C U L A R I: Halide Nusret ZO R LU TU N A Emine Işuısu Ö KSÜ Z Sahibi Yaşar E Ş M E K A Y A Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Peyâmi Ç E L İK C A N

Töre, T.C. Milli Eğitim Bakanlığınca Tebliğler Dergisi'nin 8 Kasım 1976 tarih ve 1906 numaralı sayısının 496. sayfasın­ da tavsiye edilmiştir.

Her türlü haberleşme adresi: T Ö R E D E R G İS İ P.K. 211, Kızılay - A N KA R A

İD A R EH A N E Cemal Gürsel Cad. 73/1

Cebeci/ANKARA ABON E Ş A R T L A R I

Yurtiçi yıllık 1500 T L .

6 Aylık 800 T L .

Yurtdışı Yıllık 70 DM.

Yurt içi havâleler 71978 numaralı posta çekine: yurt dışı havâleler Akbank, Anka­ ra Hasköy Şubesi 4421 numaralı hesapa yatırılabilir.

R E K L A M T A R İF E S İ

Kapak Tam Safya Renkli 120.000 T L , Kapak İçi Tam Sayfa Renkli 100.000 T L . Siyah Beyaz T am Sayfa 80.000 T L . Gönderilen yazılar basılsın veya basılmasın iade edilmez. TÖRE'de yayınlanan yazılar kaynak gösterilmeden iktibas edilemez..

(4)

İÇİNDEKİLER AYIN KON US I'

ölümünün 25. yılında Y. K em â l... 4

Dr. Muhtar T E V F İK O Ğ L U

Yahya Kemâl: En Büyük K lâsiğim iz... 7

ADNAN KÖ SEO Ğ LU

Yahya Kemâl'in H a y a tı... 13

Yahya KEM A L

Ezansız Semtler... jg Doç. Dr. S. K. T U R A L

Bir Kadirşinaslık ö rn e ğ i... 18 Hüseyin Ö ZBA Y

Yahya Kemâl'in Misyonu . . . . 20 Yağmur TU N ALI

Y.Kemâl'in Paris Y ılla rı... 23 Alemdar Y A L Ç IN

Y. Kemâl'in Şiirlerinde Z a m a n ... 30

özcan E R G İY D İR E N

Yahyâ Kemâl'i Anlamak...36 ‘

N. Y . GENÇOSM ANOĞLU

Ana Yurdum-Ata Yurdum (Ş i i r ) ... 38 Doç. Dr. A. B. ER C İLA SU N Türkolojinin D o ğ u ş u ... 40 Seyyah'1 F A K İR Bir Alay...46 Prof. A. GÜLERM AN Anadolu El Sanatları...48 H. Bozok K IL IÇ A S L A N

Boşluktaki Duyuşlar (Ş iir )... 50 Prof. M. K. Ö ZERG İN H. D eryaoğlu... 52 Hüseyin MÜMTAZ Kıbrıs Notları ...53 İbrahim B E R B E R Ne Zaman (Ş iir )... 57 Ahmet KA R A C A Ş e h riy â r... 58 Doç. Dr. S. Hayri B O LA Y önce Aile... 64 Y . Emre ÖZCAN Y ollarda... 66 k iv i l c im—N OT DEFTERl-AYIN y o r u m u K A PA K : Dr. Muammer B A Y Ü L K E R , 35X40 cm. Yağlı Boya (Bu portre Dr. Muhtar T EV FİK O Ğ LU 'n u n arşivinden alınmış­ tır. Ressamı tablonun sol alt köşesine "A ZİZ A R K A D A ŞIM ve M ESLEK D A ŞIM DR. M UHTAR T E V F İK O Ğ L U 'N A " cüm­ lesiyle ithaf etmiştir..

(5)

TÖRE «l.n

TÖRE DERGİSİ; 13 yıl önce fikir ve sanatta "öze Açılar) Pencere" olmak için, büyük bir heyecan ve azimle çıkarılmaya başlandı.

Aradan geçen zorlu yıllar, ne TÖRE'nm seviyeli neşriyatından taviz vermesine, ne de meydandan çekilmesine sebep olabilmiş, aksine, geçen her yıl her sayı TÖRE nin daha da güçlenmesi yolunda atılan birer adım olmuştur.

Elinizdeki bu sayı, TÖRE'nin 150. sayısı oluyor. Ara vermeden 150 sayı çıka­ bilmek... Gurur duymamak elde değil. İnanıyoruz ki, bu gururu; TÖRE'nin ayakta kalmasına doğrudan katkıda bulunan, yazarlarımız ve okuyucularımız da duymakta­ dır. Çünkü 150 sayılık bu eser hepimize aittir.

150. sayıyı çıkartırken duyduğumuz gurura, dergimizin renkli basılmasının ve umumi dağıtıma verilmesinin mutluluğu da ekleniyor.

TÖRE, daha güzel bir görünüş ve daha doyurucu bir muhteva ile artık bütün va­ tan sathında...

"TÖRE Ailesi"ne bu sayımızla birlikte yeni üyeler katılacak ve büyüyen bu aile elele vererek "Geleceğe sahip olmak "için emin adımlarla ilerleyecektir.

Bir dergi için, dağıtıma çıkmak çetin bir imtihandır. Bu imtihanın başarılı ola­ rak verilmesi, okuyucunun dergiyi sahiplenmesine bağlıdır.

Biz, TÖRE'yi; bugüne kadar olduğu gibi, sîzlerin sahip çıkabileceği bir dergi, am ama her zamankinden daha mükemmel bir dergi olarak hazırlamaya çalıştık.

Bu sayımızda ölümünün 25. yılı münasebetiyle üstâd Yahya Kemâl'i çeşitli yönleriyle A Y IN KONUSU bölümünde tanıtmaya gayret ettik. Y. Kemâl'in yakın dostu Dr. Muhtar Tevfikoğlu 'nun yardım ve teşvikiyle hazırladığımız Yahyâ Kemâl bölümünün, tam mânâsıyla anlaşılamamış bu büyük edebiyatçı üzerinde yapılacak araştırmalara ışık tutacağı kanaatindeyiz.

Doç. Dr. A hm et Bican Ercilasun’un geçtiğimiz ay yapılan Türkoloji Kongresi ile ilgili olarak hazırladığı yazısında; Türkolojinin, başlangıcından bugüne gelişme safha­ larını ana batlarıyla anlatması b izler e Türkoloji hakkında derli toplu bilgi vermesi açı­ sından oldukça önemlidir.

Bu sayımızda da Türkiye dışındaki Türklerin edebiyatı hakkında yazılara yer verdik. Her konuda olduğu gibi, edebiyatımızı da Türkiye sınırları içindeki varlığı ile düşünmemiz icâb eder. Türk Edebiyatı'na âbide eserler kazandıran Hıdır Deryaoğlu, Prof. Dr. M.K. özergin, Türk Dünyası'nın en büyük şâirlerinden Seyid Mehemmed Hüseyin "Şehriyâr"da Ahm et Karaca'nın kaleminden tanıtılmaya çalışıldı. Bu büyük Türk Edebiyatçılarını tanımaya mecbur olduğumuz kanaatindeyiz.

Prof. Dr. Adnan Gülerman, kaybolmaya yüz tutan el sanatlarımıza menfi yönde tesir eden sebebleri inceliyor.

N. Yıldırım Gençosmanoğlu, güzel şiirlerinden biriyle, Doç. Dr. S. Hayri Bolay da aile üzerine kaleme aldığı bir yazısıyla aramızda.

Ustalarımız, gençlerimiz yazı ve şiirleriyle bu sayıyı; 150. sayımıza yakışacak bir eser haline getirdiler.

Bu eser, sîzlerin de katkısıyla daha da büyüyecektir. Saygılarımızla.

(6)

•A Y IN KONUSU

Ölümünün 25.Yılında

YAHYA KEMAL

Yahya Kemâl, hiç şüphesiz bütün Türk edebiyâtmın en mümtaz isimlen arasın­ dadır Fakat onu diğer büyüklerimizden ayıran, mühim farklar vardtr. O, Fuzuli'nin B â ki’nin Nedim'in Şeh GalipHn Neşati'nin şartlarında yetişmemiştir. Cemiyet haya­ tımızı kuran kıym et hükümlerinin alt üst edildiği, kendimizi yeni bir dünyanın ölçü­ lerine göre ayarlamak için gayret sarfettiğimiz bir devrede yetişmiştir. Bu husus son derecede ehemmiyetlidir. Kıymet hükümleri hayatın her safhasında bütün canlılıgıyie yaşayan 16. asrın Türkiye'sinde yetişen Fuzuli, 19. asırda doğup, 20. asrın başmda gençliğini idrak etseydi, nasıl bir sanat iklimini koklar ve koklatırdı? Bu suale, cevap vermek elbette güçtür. Acaba, Yahya Kemâl'in yaptığını yapar veya yapabilir mıydı? Suali ise daha da çetindir. Zira, Y. Kemâl olmak için devrin fikirlerim, butun sosyal ilimlerini, sanat telakkilerini bilmek yanında, engin bir tarihi miras da genlerle tevarüs edilenlerin ötesinde, bir müdekkik tavrıyla bularak şuuruna mal etmek lazımdır. Za­ manın ilimlerini ve sanat telakkilerini bilen Fuzuli, üstün bir kültür ve medemyetm çocuğudur. Yahyâ Kemâl ise, maddi ve manevi mağlubiyetlerin ortasında doğmuştur.

(7)

Mesele, hiç şüphesiz en büyük şairimiz olan Fuzuli'yi Yahya Kemâl'le mukayeL se etmek değildir. Mukayese gibi görünen bu satırlarda, Yahya Kemâl'in yaptığı işin büyüklüğünü düşünebilmek için son derece de yüksekten tutulmuş suallerin öze inmekle sağladığı imkanları kullanmak isteme vardır.

EmsaUeri ve kendinden öncekiler, fikir ve sanatta taklid yolunu tutarlarken, o- nun bizim iklimimimizi, bizim dilimizle söyleyen bir şiire kapı açması, gerçekte mu­ cize kabilinden bir iştir. Y. Kemâl bu işi gerçekleştirirken. Batı dünyasını bilir, do­ ğuyu bilir ■ her iki dünyanın imkanlarını düşünür ve kullanır. Bu terkibe rağmen, şarklı kalır; çünkü, duyuş ve idrak edişi milli coğrafyanın (vatanın) verdiği imkân ve hususu iklimde yoğurulur. Gelecek ve hâl kadar, geçmişde bu duyuş ve idrak edişin

ayrılmaz parçasıdır. . . ,

Demekki Yahyâ Kemâl, bir bakıma sanatının fıkır temellerini de kendisi kurmuştur. Bu fikirler, nesillerinde açık seçik vardır. Şair Yahyâ Kemâl'i, fikir ada­ mı ve —farklı bir tarzda olmak kaydıyle— politikacı olarak tanımak, çalkantıları de­ vam eden cemiyet hayatımız için vazgeçilmez bir aydınlık ufuk olacaktır.

Biz bu sayımızda, onun çeşitli yönlerini ele alan yazılara yer vermekle, bu duy­ gu ve düşünceler içinde hareket etmiş oluyoruz. Şüphesiz, bu ağırlıklı sayı, onu bü­ tün yönleriyle anlatmak iddiasında değildir. Buna, zaten dergimizin hacmi imkan ver-O ’nu ancak bağzı taraflarıyla ele alabildik; vefa duygusuyla beraber olmak, mil­ li mefâhire bağlılık ve sanatın üstün kudretine inanmış olmak onu sevmeyi ve dünya­ sının müstesna güzelliklerini tanımayı gerektirir, düşüncesinden hareket ettik.

Dr. Muhtar Tevfikoğlu, onun son 12 senesini beraber geçirdiği dostlarından biri­ dir Y Kemâl'i en yakınında bulunan bir sanatkar gözüyle, ondan dinleme zevkini biz çok tatmışızdır. Bu anlarımızı, bir fikir ve sanat hadisesi olarak değerlendiriyoruz. Bu sayımızdaki "Yahyâ Kemâl: En büyük klâsiğimiz" yazısıyla, size de bu zevk ikli­ mini tattırmış oluyoruz. Muhtar bey, bu yazısında, Yahyâ Kemâl'in sanatını en selâhivetli imza olarak müstesna bir incelikte takdim ediyor. Bu yazısıyla, Yahyâ

Kemâl'i yeni baştan tanıyacaksınız.

Dr Alemdar Yalçın Yahya Kemal'in şiirlerinde zamanı ele alıyor. Bu konu, çok münakaşa edilmiş olmasına rağmen, böyle derli-toplu bir şekilde yeni baştan tahlil e- dilmiş olması yeni bir dikkati de göstermesi bakımından ehemmiyetlidir.

Doç Dr Sadık Kemal Tural, yakın zamanda TürkKültürünü Araştırma Enstitü- sü'nün Türk Kültürü Dergisi tarafından neşredilecek, "Yahyâ Kemâl Hatıra Sayısı" ile alakalı çalışmaları duyurarak, konuya devlet çapında ilgi duyulmasının zaruretini ortaya koyuyor. Sadık beyin bu yazısı, diğer milletlerin sanatkarlarına nasıl davran­ dıklarını hatıralarını ve eserlerini nasü bir hassasiyetle koruyup yaşattıklarını ifade ile,

bir mukayese zemininde gelişiyor. , . . . .

Hüseyin Ozbay "Yahyâ K em âlin Misyonu" başlıklı yazısında, sanatının çizgile­ rini bütün halinde ele alan hükümlere varmayı hedef alıyor, özcan Ergiydiren Yahyâ

Kemâl'i "Nasıl Anlamalıyız" sualine cevap arıyor. . . J .

Yağmur Tunalı Yahyâ Kemâl'in Paris'te geçirdiği dokuz sene içerisinde fıkır ve ornat bahislerinde geçirdiği tekamül safhalarını ele alıyor. Bu yazının konusu, bir bü­ yük sanatkarın dokuz senesinde yüklü büyük değişmeleri takip ederek onun dunyası- nın teşekkülünü görmek bakımından da son derecede ehemmiyetlidir.

Ayrıca Adnan Köseoğlu'nun. Yahyâ K em âlin biyografisini veren yazısını; Yâh- ya Kemâl'in beş şiirini ve "Aziz IstanbuVdan seçtiğimiz "Ezânsız Sem tler"adlı nes­ rini, sayfalarımız arasındabutacaksınız. ... .... . . .

Temennimiz Yahyâ Kemâl çapında bir klasiğimizin top yekun milliyetimizi ta­ nımada ilk sıralarda yer alan bir şahsiyet olarak bütün okullarımızda okutulmasıdır. Bu hususu, yetkililerimizden istemek, bizim için vatanseverlik borcudur.

(8)

O L ^ y j. r T - ' ^ t -o * - w « ; A - ü . • 'ı® - '<-■

.- ...1, £ «. *• 1

^ ^ - - ' ) p 7 »

" A Z İZ M UHTAR T E V F İK O Ğ L U ’NA , Z EK A SIN A , RUHUNA ve VU K U FU N A

(9)

YAHYA KEMAL:

İN BÜYÜK KLASİĞİMİZ

Dr. Muhtar TBVFİKOÖLU

Yahya Kemal'in şiiri, sağlam temeller üzerine inşa edilmiş kırk odalı, ihtişamlı bir yapıdır. Zarif mimârisiyle, sırları he­ nüz çözülmemiş estetiği ile, lâtif havası ve ruhuyla göz alıcı, gönül okşayıcı, köklü, soylu bir İstanbul konağı.. Kırk odalı de­ yişimiz sözgelişi; aslında sayılamayacak kadar çok odası var ama, biz, dilimizde çokluğu ifâde etmek için sık kullanılan atasözlerimize, deyimlerimize girmiş olan sayı ile kırk dedik.

Dışardan bakınca geometrik nizâmı, simetrik çizgileri derhal farkedersiniz. Kunt malzeme kullanıldığı gözünüzden kaçmaz. Biraz dikkat ederseniz görürai- nüz ki yapıda ne bir fazlalık var, ne de bir noksanlık. Hesap, ölçü, istif ustalığı ile hiçbir şey israf edilmemiş, yeri gelince de hiçbir şey esirgenmemiş; yani seçilmiş malzeme çok iyi değerlendirilmiş, taşlar tuğlalar yerli yerine oturtulmuş, kolonlar birbirine sımsıkı bağlanmış. Her açıdan ı- şık ve gölge nisbeti inceden inceye ayar­ lanmış. Mükemmel bir plânla en küçük bi­ rimden en büyük bölümüne kadar bülün eseri saran olağanüstü bir denge ve uyum sağlanmış..

Hemen aklınıza bir soru takılır. Bu plân ne kadar zamanda hazırlandı ve yapı kaç yılda tamamlandı?

Eğer kökleri oldukça eski tarihlere u- zanan, sonraları yıllar yılı birçok defa ele alınıp klasik sanat disipliniyle, dikkatle, titizlikle işlenerek bazıları tamamen veya

kısmen değiştirilen, bazıları da küçük rö­ tuşlarla geliştirilen, olgunlaştırılan taslak­ ları hesaba katarsanız -ki tabii katacaksı­ nız- plânın ve uygulamanın bitirilmesi aşa ğı yukarı bir ömür boyu sürmüştür, deni­ lebilir. Herşeyden önce görülmedik bir sabır işidir bu. Her yiğidin kârı değildir. Dörtyüz sene evvel Horasan'ı yapmak için söndürülmüş kireci keten lifleriyle karış­ tırıp yirmi otuz sene bekletirlermiş, ö yle ­ sine bir sabır işte...

Denizin ortasında kümelenen yosun­ ların küllerinden senelerce uğraşarak bir damla altın çıkarmak gibi.. Gerçekten bu eser Yahya Kemal'in hayatının muhassa- lasıdır.

Evet, dışardan bakınca önce strük- tür mükemmelliğine hayran olursunuz. St- rüktür, yani yapı.. Daha yaygın mânâda şekil.. Sanatta en mühim unsur.. Ne varsa şekilde var; duygu, düşünce, mânâ, muh- tevâ.. Herşey varlığını hissettirebilmek için bir şekle bürünür. Ruh bile yaşadığı müddetçe şeklin çerçevesindedir. Eserde ilkin şekil mükemmelliği sizi sarar. Hele bir de içine girebilirseniz hayranlığınız kat kat artar. Ancak, Yahya Kemal'in eserine girebilmek pek öyle kolay bir iş değildir.

Doğrusunu isterseniz, küçük büyük hangi çapta olursa olsun her eserin bir "duhuliyesi" vardır. Bazı eserlerde bu, çok, pahalıdır, herkesin gücü yetmez. Fransa'da Mallarme'yi bilmeyen bir yığın

(10)

insan yaşamaktadır. Aydın geçinenler ara­ sında bile Mallarme'yî tanıyanlar pek faz­ la değildir. Ancak "elit" dediğimiz bir ufacık süzme tabaka onunkim olduğunu bilir, inceliklerinden anlar. Giriş ücreti bazan da harcı âlem basit bir rakamdır, rahatça verir girersiniz. Yani az da olsa, çok da olsa yerine göre bir şey ödeyecek­ siniz. Bu husus oldukça mühimdir, fakat nedense bizde mânâ ve değeri yeterince anlaşılmamıştır.

Düpedüz ifade etmek gerekirse, her­ hangi bir sanat eserini anlayabilmek için daha önceden belirli bir hazırlık devresi geçirmiş olmak, birtakım temel bilgilere sâhip bulunmak zaruretini artık kabullen- meliyiz.

Eğer hazırlığınız yoksa veya yeterli değilse ilelebed kapıda kalmaya mahkum­ sunuz. Buna rağmen yine de eser hakkın­ da konuşmak istiyorsanız öne süreceği niz fikirler kapıcıların yargılarından öteye geçemez.

Yahya Kemal'in şiir dünyasına gir­ mek başkalarına kıyasla çok daha güç­ tür, çünkü birtakım özel şartlara bağlı­ dır. Herşeyden önce sağlam bir kültür is­ ter. Vaktiyle Fuzuli "ilimsiz şiir temelsiz binaya benzer" dememiş miydi? işte bu şiir tam mânâsıyleilimli ve temelli. O hal­ de sizin de bu sahada sağlam bilgilere sâ­

hip olmanız gerekir. Sonra geniş ufukları içine alan bir göriiş açısı, bir seziş, bir kav ray ış ister. Bütün giz ellikleri görebilmeniz işitebilmeniz, tadabilmeniz, koklayabil- meniz, hattâ ellerinizle yoklayabilme- niz için iyice gelişmiş beş duyunuz ola­ cak. Zevkiniz, meşkiniz, mehenginiz ola­ cak. Bu da yetmez, bir ebedi sükûn ikli­ minin kapılarını açarken üstâdin geçirdiği mâcerâyı sizin de aynen yaşamış olmanız icabetmese bile en azından o havayı yadır­ gamayacak kadar zihni ve ruhi tecrübelere sâhip bulunmanız gerekir. Kısacası bu iş seviye ile ilgilidir; incelik, olgunluk yatkın lık meselesidir.

Paul Valery "Dâhi, bana dehâ veren adamdır" der. Eğer siz Yahya Kemal'e böylesine bir hazırlıktan sonra yaklaşır­ sanız o da size olanca cömertliğiyle dehâ­ sından avuç avuç verir. Zenginliğiniz de o nisbette artar.

Diyelim ki bu vasıfların hepsi sizde mevcut. Rahatça cümle kapısından girdi­ niz, içerde dolaşmaya başladınız. Tek tek her odayı gözden geçirmek istiyorsunuz. Otuzdokuzunu açtınız, gördüğünüz güzel­ liklere, inceliklere hayran oldunuz. Yeter mi bu kadarı? Yetmez. Çünkü kapısını aç­ madığınız bir oda daha kaldı. İşte o kır­ kıncı odanın altın anahtarı Yahya Kemal'­ dedir. Eğer Yahya Kemal'in çevresinde bulunmak bahtiyarlığına ermediyseniz bazı şeyler sizin için daima kapalı kala­ caktır.

Üstâdın konuşmalarında bir uçtan bir uca tarih, medeniyet ve sanatın sırları ya­ vaş yavaş, perde perde açılır, bu arada kendi şiirinin kanevası da ucun ucu r\ ip­ lik iplik çözülürdü. Yahya Kemal, tarihi­ mizin bütün devirlerini şanıyla, şerefiyle, kederi, sevinci, gururu ve hüsranıyla her dakika benliğinde yaşıyordu.

1 Kasım 1958 Cumartesi sabahı "âsude bahar ülkesine" göçtüğünde 74’ ünü doldurmak üzereydi. Lâkin kuru tak­ vim yapraklarına değil de daha başka ve daha mânâlı bir gözle, içine gömüldüğü som altın yapraklara bakarsanız onun en

(11)

YAHYA KEMAL, EN GENİŞ PERSPEKTİFLE COĞRAFYANIN GERÇEKLERİNDEN TARİHİN DERİNLİKLERİNE EĞİLİYORDU. TESBİTLERİ İNCE DİKKATLERDİ. ONUNLA MİLLİ İDRAKLERE AYARLI TARİHİ SAATLERİ YAŞIYORDUK. DESTAN HATIRALA­ RI UÇUŞUYORDU, DÖRT BİR YANIMIZDA..

az bin yaşında olduğunu görürsünüz. Ta­ rihimizin bin yıllık akışı içinde bütün asır iarımızla ve eserlerimizle içiçe yaşıyordu. Park Oteli'nin 165 no'lı odası, Boğaz'ın iki yakasındaki köyler, İstanbul un uzak yakın bütün semtleri, en şâşaalı ve en üc­ ra köşeler her Allahın günü onunla bir mahşer gününü idrak ediyor, anlı şanlı cedlerimiz onun nefesiyle diriliyordu. Bütün kılıç ve gönül kahramanlarımız, musikiden edebiyata, mimarlıktan hat ve minyatüre, dilden şiire, cemiyetten muaşerete milliyetimizi yapan, yoğuran, şekillendiren ne kadar büyük ruh varsa hepsi bu mahşer günlerinde yeniden ha­ yata kavuşuyor, asil çehreleri ile aramıza karışıyordu. O günlerin aziz hâtıraları hâlâ bütün sıcaklığı ve tâzeliğiyle gönlüm- dedir. Malazgirt'e ve daha sonraki bütün savaşlara hep birlikte katılıyorduk. Kan ve dumanla bilenen çelik gibi bir imân vardı içimizde. Kalblerimiz çoğu zaman zaferlerle kanatlanıyor, bazan da bir he­ zimetle burkuluyordu. Geçmiş yüzyılların bazı kilometre taşlarında tarihin talihsiz ters akışını vaktiyle nasıl durduramamış- sak bujjin de o eski paradoksal tecellile­ ri içimize sindiremiyorduk. Kaybolan şehirler, kuruyan nehirler gibi geride derin izler bırakmıştı. Söz o vâdiye dökü­ lünce birçok şiirin yatağını teşkil eden iz­ leri, izlenimleri kolayca keşfedebilirdiniz.

Yahya Kemal, en geniş perspektifle coğrafyanın gerçeklerinden târihin derin­ liklerine eğiliyordu. Tesbitleri ince dikkatlerdi. Onunla milli idraklere ayarlı tarihi saatleri yaşıyorduk. Destan hâtıra­ ları uçuşuyordu, dört bir yanımızda. Za­ man zaman da Itri’nin sesi yankılanıyor­

du havada. Musiki cümleleri hâlinde geç­ mişimizi dinliyorduk. Bu arada tabii her dakika gene esas konumuza, edebiyata, şiire, sanata dönüyorduk. Nasıl dönmeye­ lim ki küçücük odamızda, târihe yön veren kahramanlarla dizdize oturan bü­ yük sanatçılar da var. Bizi hiçbir vakit ih­ mal etmeyen sevgili dostlarımız her za­ manki gibi yine erkân minderine kurul­ muşlar.. Neşati, Bâki, Nef'i, Şeyh Galip, Şeyhülislâm Yahya Efendi, Naili-i Kadim ve bilhassa Nedim -am a Nedim-i Kadim, Nedim-i Çedit filân değil, adıyla sanıyla , Nedim-i Yegâne- ve diğerleri hep aramız- dalar.. Bilmem hatırlar mısınız, hani bir, manzum nüktesi vardır Hüseyin Suat'ın:

"Bir yanda Sevrinâzı bir yanda şehle- vendi

Baktım evimde mihman Ahmet Ne­ dim Efendi."

İşte onun gibi.. Ama bir farkla: A h­ met Nedim Efendi kısa bir müddet, belki_ ginübirliğine, belki de birkaç zaman için Gâve-i zâlim'in veya başkalarının misafiri olmuştur ama, O, asıl üstâdımızın hiçbir vakit yanından ayrılmayan can dostuydu.

Nedim bütün sırlarını ona açmıştı. Meselâ "Dökülen mey kırılan şişe-i rin- dân olsun" derken kimsenin bilmediği gizli noktaları ona fısıldamıştı. Sanatın püf noktalarını.. Şu bir tek mısrada, çok büyük ustalıkla yanyana getirilmiş altı ke­ limeden ibaret şu küçücük cümlede tam yarım düzine inceliği nasıl elde ettiğini sa­ dece ona açıklamıştı.

Tabii ona söyleyecekti söyleyeceğini. Çünkü yegâne mâcerası şiirdi Yahya Ke­ mal'in. Hayatı her saniyesi ile şiirdi, mıs­

(12)

ra idi, beyitdi. Dostluğu ise bir ta9 beyit"- di.

Hem yalnız Nedim mi? öbürleri de aynı şekilde.. Hattâ birçok Fransız şairi de.. Racine, Ronsard, Gerard de Nerval, Leconte de Üsle, J ose Maria de Heredia, Hugo, Verlaine, Mallarme, Baudelaire, Va- lery ve daha niceleri.. Bunlar Fransa'daki tenkitçilere ifşa etmedikleri şeyleri ona söylemişlerdi. Hele Baudelaire.. Hele Ba­ udelaire.. Şiirini absent'e damla damla sı­ zan bir şeker gibi onun ruhuna sindiren şair.. Yahya Kemal'in yetmiş sene evvel Baudelaire hakkında ciddi araştırmalar­ dan sonra ortaya çıkardığı bir hakikatin Fransız fikir ve edebiyat âleminde şimal kutbunun keşfinden daha fazla alâka u- yandırdığını bilmem duydunuz mu?

Gerçek şu ki, Yahya Kemal, Türk ve Fransız şiirinin mâcerâsını o yolun yol­ cularıyla beraber yaşamıştı. Kimlerin ne zaman, nasıl, ve hangi kanatlarla yıldız lara doğru yükseldiğini yakından görmüş ve anlamıştı. Tesbitleri netti. Zaten ken­ disi de çok sene evvel başlı başına ve yep­ yeni bir mâcerâya atılırken ilk önce on­ ları gözönüne almıştı.

Sonra, sürekli gözlemler, mukayeseler değerlendirmeler ve denemelerle yüklü u- zun ve yoğun bir çalışma devresi ona bir takım değişmez kıstaslar kazandırdı. Soh­ betlerinde onlardan ara ara bahseder, çar­ pıcı örneklerle birçok karanlık noktalara ışık tutardı. Her zaman ve her yerde gele­ neğe dayalı olduğu kabul edilen şiir sa­ natında meşkin ilk fazileti buydu; değiş­ mez kıstaslar, geçerli ölçüler vermek.

Yahya Kemal dilin dehâsına inan­ mıştı. Mucizeyi de -haklı olarak- dilin kud retinden bekliyordu. Türkçe onun ağzın­ da annesinin sütü gibi temiz, besleyia ve lezzetli idi. Daha yolun başında en sâde fakat en büyük gerçeği sezmişti: Şiir ke­ limelerle yazılır. Bütün diğer unsurlar (his, ses, renk, âhenk, musiki, mânâ, muhtevâ) ancak kelimeler vasıtasıyla cüm le içerisine yerleştirildikleri nisbette değer taşırlar.

Her sanatın kendine mahsus malze­ mesi, şartları ve kuralları vardır. Şiirin malzemesi sözdür. Şartlarına, kurallarına gelince, bunlar da yine seçilmiş kelime­ lerin ustalıkla istifinden doğan şiir cümleleri içinde saklı sırlardır. Ancak o sır lara erenler cevheri bulabilirler, orijinal mısralar örebilirler, bütünüyle hâlis şiiri yaratabilirler. Eremiyenlerse, belli bir şab­ lona göre üretilen kof biçimleri, muhase­ besini edebiyat kâtiplerinin tuttuğu hurda ardiyesine teslim ederler.

Evet, şiir, herşeyden evvel bir dil me­ selesidir. Yahya Kemal bu gerçeği her fır şatta vurguluyordu. Meşhur bir ressamın Mallarme'ye: "Şiir sanatı hakkında güzel fikirlerim var, fakat çok uğraştığım halde bir türlü şiir yazamıyorum. Bunun sebebi­ ni bana açıklar mısınız?" diye sorması üzerine, şairin kısaca: "Şiir fikirle yazıl­ maz, kelimeyle yazılır" deyişini sık sık naklederdi.

Mallarme haklıydı tabii. İşin esası bu- dur. Şiirde sözü mühimsememek büyük hatadır, yahut da Muallim Naci'nin diliy­ le söylersek:

"Elfaza bakılmaz mı diyorlar heze­ yandır."

Yahya Kemal, kelime eksperiydi. Her kelimenin, hattâ her hecenin ve her har­ fin hacmini, ağırlığını, sesini, hareket ka­ biliyetini en hassas kıstaslarla ölçer, onları emsalsiz bir istif sanatiyle yanyana dize­ rek istediği deruni âhengi elde ederdi. O- nun içindir ki, şiirimizde başlı başına bir "Yahya Kemal mısraı" vardır. Bu nokta­ ya biraz açıklık getirmek istiyoruz: Batıda her bakımdan eriştikleri mükemmeliyetle kalabalık kafileden ayrılan şairlerin eser terindeki mısra disiplini böyle adlandırı­ lır: Baudelaire mısraı, Verlaine mısraı, Mallarme mısraı ... gibi..

Biz de aynı görüşle "Yahya Kemal mısraı" diyoruz. Bu sözden Yahya Ke­ mal'in sadece mısra kuyumcusu olduğu, ayrı ayrı, birbirinden jjizel yığınla mısra üzerinde çalıştığı gibi ters bir mânâ el­ bette çıkarılamaz. Bilindiği gibi Divan e- debiyatında nazım birimi beyittir. Halk

(13)

edebiyatında da dörtlüklerden meydana gelen kıtalar. Halbuki Yahya Kemal'e gö­ re birim ne mısra, ne beyit, ne de kıta idi; ancak ve ancak bütünüyle şiirdi, "insan na sil bir tek organdan ibaret değilse, şiir de bir tek motiften ibaret değildir. Ne kadar gizel olursa olsun, tek bir mısra veya tek bir beyit şiiri târife yetmez." diyordu. Eskilerin "Maksuteğer eserse mısra-ı ber- ceste kâfidir" sözünü kabul etmiyordu. "Şiir organik bir bütünlükle şekil ve ruh uyumu içinde tam bir mükemmeliyet imajı vermelidir" diyordu. "Şiir bir mü­ kemmeliyetle başlamalı, aynı mükemmeli­ yetle devam etmeli ve aynı mükemmeli­ yetle bitmelidir" diyordu. Kısacası, şiir parçada değil, bütün'deydi ona göre.

Yukarıda Yahya Kemal için kelime eksperiydi, demiştik. Bunun altını bir daha çizeceğiz. Gerçekten kelimelerin imkânlarını çok iyi biliyordu. Bunun ya­ nında tabii imkânsızlıklarını da.. Bir yer de yol tıkanınca, yani dil söylemek iste­ diğini ifâdeye elvermeyince başka bir ka­ nal açmak için bazan aylarca hattâ yıllar­ ca çalıştığı oluyordu. Bugün için imkân­ sız gibi görünen şeylerin aralıksız çalış­ malarla yarın mutlaka mümkün olacağı­ na inanıyordu. O inançla, kafasında tasar­ ladığı perfeksiyona erişmek için acele etmiyordu.

Hiç bir şeyi tesadüfe bırakmıyordu. "Beiki hâlâ o besteler çalınır" mıs- raındaki "hâlâ" kelimesini uzun ve sı­ kıntılı bir arayıştan sonra nihayet Bey­ lerbeyinde bir eve girerken merdiven ba­ şında yakaladığını söylemişti. Ama o buluş bir tesadüfün lütfü değildi. Olsa olsa büyük bir sabrın Beyberbeyi'nde ko­ parılan meyvesiydi.

Yahya Kemal'e göre sanatın temeli arayıştı. Gece gündüz demeden, bıkıp usanmadan çalışmaydı. Bir kelime ile sâ- bırdı.

Yahya Kemal eski yeni bütün edebi­ yatımızı alışık olmadığımız bambaşka, yepyeni bir gözle incelemiş, bütün metin­ leri dikkatle gözden geçirmişti. Aynı şe­

kilde Fransız edebiyatını da, Batı edebi­ yatını da. Yakaladığı güzel söyleyişlerin, ince buluşların altını çizm iş, hafızasına yerleştirmiş, öte yandan basit, kaba, ku­ surlu olanlarını da ayırarak yine hafıza­ sında başka bir yere koymuştu.

Teşbihte hatâ olmaz derseniz, Yahya Kemal'in hâfızası, bu birinci bölümüyle, dünyanın en zengin ve en renkli haremiy­ di, diyeceğim. Türk ve Fransız dilberleri bütün zarafetleriyle alına salına gezinir­ lerdi. İşte o ince dikkatler, o derin seziş­ ler, o titiz seçmelerdir ki, Yahya Kemal'e bir takım erişilmez meziyetler kazandır­ mıştır.

Gide, bir makalesinde, Klasisizmi "meziyetler demeti" olarak tarif eder. Y a­ zımıza başlarken sözünü ettiğimiz muhte­ şem konağın içine girip kırk odasını da gözden geçirirseniz hemen anlarsınız ki Yahya Kemal sayısız meziyetleri ile en büyük klasiğimizdir.

Ne olur bana "25'inci ölüm yılı" gi­ bi mânâsız şeylerden bahsetmeyiniz. Böy le boş lâfları dinlemek istemiyorum. Şu anda ben yine aziz üstadımın yanındayım, "Doludur gönlüm ışıklarla.."

Tarih 11 Mayıs 1950, {¿inlerden Per­ şembe, saat 19'a geliyor.

Ziyaretçiler birer ikişer müsaade iste­ yip gittiler. Ben de veda etmek üzere iken üstad herzamanki gibi kolumu tuttu. "Siz biraz daha kalınız lütfen, dedi, yemeği be­ raber yiyelim, rahat rahat konuşuruz." Tekrar yerime oturdum. Karyolasının ö- nündeki küçük yazı masasına doğru ağır ağır ilerledi. Çekmeceden çıkardığı bir kâğıdı bana uzattı. "Okuyunuz dedi, son fikrinizi öğrenmek istiyorum. Olmazsa tekrar tezgâha alırız..."

Baktım, geçen hafta üzerinde uzun boylu konuştuğumuz bir şiirin ufak tefek değişikliklerle yeni şekli.. Zarif el yazısıyla..

Bir daha söylüyorum, lütfen bana 25 inci ölüm yılı gibi soğuk lâflar etmeyiniz.

"Doludur gönlüm ışıklarla.."

(14)

YAHYA KEMAL’den

ERENKÖYÜ’NDE BAHAR

Cânan aramızda bir adındı,

Şirin gibi hüsn ü âna unvan, Bir sahile hem şerefti hem şan, Çok kerre hayâlimizde cânan Bir şi’ri hatırlatan kadındı.

Doğmuştu içimde tâ derinden Yıldızlan mâvi bir semânın; Hazzıyle harâb idim edânın, Hâlâ m ütehayyilim sadânııı Gönlümde kalan akislerinden.

Mevsim iyi, kâinât iyiydi;

Yıldızlar o yanda, biz bu yanda, Hulyâ gibi hoş geçen zamanda Sandım ki güzelliğin cihanda Bir saltanatın güzelliğiydi.

Istanburun öyledir bahân; Bir aşk oluverdi âşinâlık... Aylarca hayâl içinde kaldık; Zanmmca Erenköyü’nde artık Görmez felek öyle bir bahân.

(15)

YAHYA KEMAL'In

HAYATI

ADNAN KÖSEOĞLU

Yahya Kemal, "Hayatımın Bazı Sene­ leri" başlıklı yazışma, "1884 Kânun-i ev­ velinin 2 sinde, Üsküp'de, İshâkiyye Ma­ hallesinde, büyük validem Adile Hanım'in konağında, bu evin cepheye doğru, sağ tarafındaki arka odada, sabaha karşı doğ­ muşum. Salı günü imiş.” sözleri ile başlar. Şehsuvarzadeler olarak anılan köklü bir aileye mensuptur. Ecdadı, Niş, Leskofça ve Vranya bölgelerinde idari vazifelerde bulunmuşlardır. Dipdedesi, 1377 yılında Niş'i fetheden Osmanlı Ordusundaki komutanlardan Çankırılı Şehsuvar Bey o lup, babası çeşitli memuriyetlerde başta Üsküp Belediye Başkanlığı da yapmış olan İbrahim Naci Bey'dir. Bütün yazılarında derin bir muhabbet ve acıyla andığı anne­ si ise Dilâver Bey kızı Nakiye Hamm’dır. Yahya Kemâl, babası ile annesinin oniki yıl kadar iyi bir hayat geçirdiklerini söy­ ler. Ancak, yine söylediğine göre, babası 1895'ten sonra kötüleşmiş, annesi onun yüzünden bedbaht ve müteverrim olmuş­ tur. Bu yazılarında Yahya Kemâl'in ba­ basını annesinin ölümünden mes'ul gör­ düğünü, ne zaman babasından bahsetmek zorunda kalsa sistemkârâne ifadeler kul­ landığı ve annesine karşı derin bir hasret ve acıma duyduğu, bir çocuk safiyetini muhafaza ettiği derhal göze çarpar.

74 yıllık ömrü dur-durak bilmeyen Yahya Kemâl, yer ve iş değiştirmelerle oradan oraya sürüklenmiştir. Şöyle ki;

— 1889'da Üsküp'te Sultan Murat Camii’nin yanındaki Yeni mektebe başla­ dığında beş yaşındaydı. Yahya Kemâl, bu mektep için "Tahsilim doğrudan doğ­ ruya bir yeni maarif mektebinde başla- saydı milliyetimizin en hoş bir hatırasın­ dan mahrum kalmış olurdum. Çocuklu­ ğumda olsun birkaç sene güzel mazimiz içinde yaşamış oldum” der. Ancak, bu

okulun eski usul tedrisat yaptığını ve alfa­ beyi üç yıl sökemediğini de kaydeder.

— Sekiz yaşının içindeyken, "adı ye­ ni, kendi eski” mektepten alınarak Mek- teb-i Edeb’e verilir. Okumayı burada öğ­ renmiştir.

— Mekteb-i Ebed'de dört yıl okumuş, bundan sonra 1895'de üsküp îdadi'sine . kaydolmuştur.

— Teselya Harbi yüzünden ve babası­ nın ısrarlarıyla aile Selanik'e taşınmış, Yahya Kemâl de Selânik îdadisi'ne başla­ mıştır.

— Selanik'te fazla kalamamışlar, has­ talığı ilerleyen annesi Nakiye Hanım Sela- nik'i bir gâvur ve yahudi şehri olarak gör­ müş; üsküp'te, müslüman şehrinde ölmek istemiştir. Nakiye Hanım'm vefatı bu dö­ nüş yılına rastlar.

— 1902 Nisan'ında tahsiline devam i- çin ilk defa İstanbul'a gelir. Ancak, Nisan olduğu için Galatasaray Lisesi'ne kabul e- dilmez. Sonraları Yahya Kemâl, okula ka­ bul edilmeyişini "Hayatımın en mühim dönüm yeri imiş" şeklinde değerlendirir.

— 1902 yılını İstanbul'da "Âvâre bir taşra genci" olarak geçirir. "Memleketi zindan, Avrupa'yı nurdan bir âlem ola­ rak görür. Asya Ahlâkından müteneffir, kendi milli muhitinin cenderesinden kur­ tulmak" için Avrupa'ya gitme sevdasına düşer. Bu sevdada Tevfik Fikret ve Halit Ziya’nın eserleriyle, Jön Türklük cereya­ nının büyük payı vardır. 1903 Temmuzun da, henüz 20 yaşındayken bir Fransız ge­ misine biner ve maceralı bir yolculuktan sonra Paris'e varır.

'T aris'te 9 sene fasılasız bir ikamet­ ten sonra" 1912 Nisan'mda İstanbul'a dö­ ner. bu dokuz sene zarfında Meaux Ko­ leji'ne devam etmiş, Paris Siyasal Bilgi­ ler Okulu'na yazılmıştır. Bunun dışında

(16)

Ouartier Latin’de ve Saint Michel Bulva­ rının kahvelerinde, Paris'in diğer sanat ve eğlence muhitlerinde kâh bolluk, kâh kıtlık içinde serâzat bir hayat yaşamıştır. Bu hayatın cazibe merkezi daima şiir ol­ muş, bir yıl gibi kısa zaman içinde öğren­ diği Fransızcasıyla, Albert Sorel'in ders­ lerini dinlemiş, Baudelaire ve bilhassa Jo- se Maria de Heredia'nın şiirlerine aşırı bir alâka göstermiştir. Sonraları Verlaine'eve Victor Hugo'ya da ayrı bir alâka duymuş ise de, destani şiirleriyle Heredia'nın yeri ayrıdır. Fransız sanatkârlarının Fransız­ ca’da yaptıklarını dikkâtle müşahade et­ miş, bizdeki birçok Avrupaperestin aksi­ ne, Türk Tarihi'ne, Türkçe'ye ve san'ata bakışı Paris'te şekillenmiştir. Bir başka deyişle, Yahya Kemâl, 28 yaşında İstan­ bul’a döndüğünde, Avrupa'ya kaçarken taşıdığı bütün menfi düşüncelerinden sıy­ rılmış, milliyetini, san'atını ve kendini cid diye alan kaabiliyetli bir genç olarak gö­ rünmüştür. San'at ve edebiyatta moda akımlara yüz çevirmiş ve Türkçe'nin şii­ rini yazmak istemiştir. Türkçe hakkmda- ki o zamanki kanaati şudur: "Yeni Türk- çeyi, Heredia'nın vasıtasıyla, eski Latin ve Yunan şiirinin ta yanıbaşında görmeye başlamıştım. Asıl Türkçe bana Sophok- les'in Yunancası ve Tacite’nin Latincesi gibi saf görünüyordu."

Bu sırada İstanbul bütün imparator­ luk gibi çalkalanmakta ve korkunç gele* cek ayân beyan görünmekteydi. Azınlık­ ların çılgınlıkları idare edenmes'ullerin eh­ liyetsizlikleri, cephelerden gelen kötü ha­ berler Türk oğlu Türk Yahya Kemâl'e şunları söyletir: "Mustariptim, devletin son günleri olduğunu kuvvetle hissediyor­ dum" Bu acılar içinde Darüşşafaka’da edebiyat ve tarih, Medresetül Vâziin'de ve İstanbul Üniversitesinde medeniyet tarihi, Batı ve Türk Edebiyatı dersleri okuttu. Peyam Gazetesi'nde Süleyman Sadi imza­ sıyla "Çamlar Altında Muhasebe" başlığı altında yazılar yazdı. Ayrıca Tevhid-i Ef­ kâr, İleri, Tavus, Nedim gibi gazete ve dergilerde de yazıları çıkıyordu. 1918 yı­ lından sonra şiirleri "Bulunmuş Sahife- ler" başlığı altında Yeni Mecmua'da ya­ yınlandı. Dergâh adlı edebiyat dergisini çıkardı. Bu yazı ve şiirlerinde Müslüman Türk'ün o günlerdeki ruh hali açıkça gö­ rülür.

İstiklâl Harbi'nin zaferle neticelen­ mesi sonunda Lozan Barış Konteransı'na müşavir olarak katıldı. Ekim 1923'te Ur- fa milletvekili oldu. 1925'te Ankara İti­ laf namesinin düzeltilmesi konusunda

Yahya Kemâl'in Niş'te çekileri ço­ cukluk fotoğrafı...

Türk-Fransız görüşmelerine katıldı ve güney sınırlarımızın tesbiti işinde çalıştı. 1926'da Varşova Orta Elçiliği'ne^ 1929’- da Madrid Orta Elçiliği'ne tayin edildi. 1931'de de Lizbon Orta Elçiliği kendisi­ ne ek olarak verildi. 1932'de Türkiye'ye döndü ve 1934 yılında Yozgat, 1935 yı­ lında Tekirdağ milletvekili oldu. 1943'e kadar milletvekilliği devam etti. 1948 yı­ lında Karaçi Büyükelçiliği'ne tayin edil­ di. 1949'da yaş naddinden emekli oldu. 1951 yılında Paris'e, 1955 yılında da Ro- ma'ya gitti-, ömrü boyunca bekâr olarak yaşayan Yahya Kemâl ömrünün son gün­ lerini İstanbul'daki Park Otel'de geçirdi. Bronşitten rahatsız olan şair, 10 Ekim 1958 günü Cerrahpaşa Hastanesi'ne yatı­ rıldı, ancak iç kanaması durdurulamazı ve 1 Kasım 1958 günü vefat etti. Cenazesi 2 Kasım 1958 günü Fatih Camii'nden alına­ rak Rumelihisarı'ndaki kabristanına defnedildi. Cenazesine üniversite gençli­ ğinden ve îstanbul'lulardan çok büyük bir kalabalık katıldı. Allah, milletin bu büyük evlâdından rahmetini esirgemesin..

(17)

YAHYA KEMAL’den

SÖYLER

Dil uyur mestolarak yâr-ı dilârâ söyler Gül susar şermederek bülbül-i şeydâ söyler Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk Tâ ki Mecnun bitirir nutkunu Leylâ söyler Ehl-i akl anlamaz efsus lisân-ı dilden Zanneder âşık-ı divâne muâmmâ söyler Görmüş, âyine-i sâfında o serv-endâmı Cuy gülşende bu rü'yâsını hâlâ söyler

Böyle beş beyti bu guyende redif üzre Kemâl Nâili söylese bir âlem-i mânâ söyler

(18)

YAHYA KEMAL’den

EZANSIZ SEMTLER

Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan büyü­ yen oynıyan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minöreler görülmez ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hisse­ dilmez. Çocuklar müslümanlığın çocukluk rü'yasını nasıl görürler?

tşte bu rü'yâ, çocukluk dediğimiz bu müslüman rü'yâsidir ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı müslümanlık rü'yâsı ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında nama­ za durmuş ihtiyar nineler gördüler; mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesin­ den okunan Kur'an-m sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullâh'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar, ilk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bay­ ramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, câmiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayâta girdiler. Türk oldular.

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine müslümanlığı hissediyor lar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rü 'yâsini göremiyorlar. Bu çocuk­ ları sütü çok te/niz hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büs­ bütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit ne yeni yaşa­ yış, ne semt; hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.

*

A h! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşir­ lerdi, fakat yerleştikleri mâhallede müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işiti­ lir, aşmalı minâre, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imâna gelirdi; Beyoğlu'nu ve Galata'yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugü­ nün Türkleri bilâkis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler müslüman ruhundan ân, çorak ve kurudur. Bir Üskü­ dar’a bakınız bir de Kadıköyü'ne, Üsküdar'ın yanında Kadıköy T at av la'yı (Tatavla: Bugünkü Kurtuluş'un eski adı) andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhla­ rı arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peydâ olan semtlerde İstanbul iç­ lerini mukayese ediniz. Medenileştikçe müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan Devletleri'nin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baş­ tan başa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu gün­ leri can sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim

(19)

yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan âri değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kütlede yine o ruh var fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kaafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmiyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kaafileye iltihâk edeceğiz, yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyaneti­ ni mezcedip, bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten kurtaracak mürşidler, şâirler, edib'ler, hatibler, yetişmedi fakat gaayet tabii bir revişle büyük kaafileye ken­ di kendimize döneceğiz.

Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksulâmeli başladı bile. Çocukluktan beri dıyânet yolun dan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücu hislerini itirâf edenlere henüz inan­ mıyorlar. Onlara tamâmiyle iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanımıyacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı çok uzak düştük.

Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeğe niyetlendim, fakat frenk hayâtının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Bü­ yü kada'nın mahalle içindeki sâkit yollarından kendi başıma camie doğru gittim. Vaiz kürsüde va'azediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemâatin gözleri bana çevrildi., Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, câmide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannedi­ yordu Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Va'zı diz çonup dinliyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim müsUİmanlar bütün cemâatirCarasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum. Vaaz­ dan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vucud olarak gördüm. O sa­ bah o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada'nm o küçücük câmii içinde, şafakta aynı mil­ letin ruhlu bir cemâati idik. Namazdan çıkarken, kapıda âyandan Reşid A k if Paşa durdu Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namazında iki defa mes'udum hamdolsun sîzlerden birini kendi başına câmie gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!"dedi.

Hem geldiğimi hem de bayramımı tebriketti. Yanındaki eski adamlar da onun gi­ bi tebrikettiler. Bu basit hâdiseden pek samimi olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı.

Biz ki minöreler ve ağaçlar arasında ezan sesleri işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dö­ nebiliriz. Fakat minâresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlıyamıyocaklar!,. ^

(20)

Cemiyetler, sahip olduğu dil servetini milletleştirici bir unsur olarak kullanan sa­ natkârlarım, çeşitli mekteplerde ders olarak okuturlar, büyük ediblerin eserlerini, de­ ğişik seviyelere göre düzenlenmiş nefis baskılarını ve yorumlarını yaparlar. Bir çok ce­ miyet iftihar vesilesi olan büyük sanatkârlarını, her yıl küçük çapta, her beş veya on se­ nede bir d* geniş çapta, anma faaliyetinde bulunur; hattâ bazen-Goethe'de olduğu gi- bi(*) bu cins organizasyonları dünya çapında gerçekleştiren ülkeler vardır. Ülkelerin bu yolda harcadığı paralar, neticesi zor müşahade edilen kültür savaşı yatırımlarıdır.

Bir milletin dehâsı, ayırıcı özelliği, herhangi bir teknik mâmülün patentinde değil, milli kültürü aksettiren sanat eserlerinde aranmalıdır; bilhassa edebi eserlerde...

Goethe, Schiller v.b. Almanların, W. Scott, W. Shakespeare v.b. İngilizlerin W. Hügo, H. Balzac, Molyer Fransızların şerefi, gururu paha biçilmez iftihar vesileleridir. Adı geçen milletler, dünya çapında şöhreti bulunan "milli isim" terinin değerini bilir.

Ferdi ve içtimâi planda bir şuur çatlaması geçirmeyen hâfıza kaybına uğramayan cemiyetlerin, sanatkârına vereceği kıymet başka olur. Kendi milletinin dehâsını temsil seviyesine çıkm ış, orijinal ve bütün insanlığın ufkundan görülebilecek sanatkârın kıymetini bilmeyen bir cemiyet var mıdır? Böyle bir cemiyet yabancı kültürlerin ezici propagandası karşısında bozguna uğramaz mı?

"Gök Kubbenin altında söylenmedik söz yoktur." demiş birisi. Her yeniden söy­ leyiş bir nüans taşımakla beraber, sanat eserlerinin pek azı orijinal ve üstadâne, pek ço­ ğu- hattâ tamamına yakını - taklittir, tanzirdir. Gök kubbenin altında bırakılmaya çalı­ şılan sedâların pek azı hoş, ekseriyeti nahoştur.

Bir cemiyetteki "değerler (kabuller)" ile alâkalı "birikim" önceki nesilden devra­ lınanlara hâlis, menfaatsiz ve şuurlu bir şekilde sahip çıkıldıkça zenginleşir. "Kendi Gök kubbemiz" altındaki bu "Hoş Sedâ"nın bir sonraki nesle kıymetiyle ve kıymet­ lendirilmiş hâliyle ulaştırılması gerekir. Dâhiyane sanat eserlerine hakimane ve üstadâ­ ne hükümler koymuş şahısları, şuurlu bir şekilde gündeme getirmek elzemdir. Bu dü­ şünceyi gerçekleştirmek, hem entellektüe! sayılan her şahsın, hem de halkın hâli ve ge­ leceğiyle ilgili tercihlerde bulunan devlet adamlarının vazifesidir.

Yahya Kemâl Beyatlı, her türlü tecessüs unsurunu bünyesinde taşıyan resmi ve hu­ susi hayatı, edebi şahsiyeti ve eserleri ile "milli birikim" imizin geçirdiği mâceranın bir örneğidir. Diğer taraftan Yahya Kemâl, şiirlerine,makalelerine sohbetlerine akseden be­ dii ve fikri kıymet hükümlerinin yeniden yorumlanması ile, bugünkü hikâyemizin epiz- odlarını-rahatça-değiştirecek bir mânevrâi sestir. O'nun Ses'ini sadece "Mehlika Sul - tan" âşıklarına değil, bütün insanlığa duyurmak gerekir, içinde bulunduğumuz 1983

BİR KADİRŞİNASLIK

ÖRNEĞİ

(21)

yılı Aziz Şâir'in ölümünün yirmibeşinci, 1984 yılı ise doğumunun yüzüncü yıldönümü - dür. Bu vesileleri şuurlu gayretlerle taçlandırmak lâzımdır. Türkçenin, Türk Tarihinin , Türk coğrafyasının, Türk zevkinin Türk düşüncesinin şiirleştirilme şerefini taşıyan Yah­ ya Kemâl, mükemmel peşinde çile çekmiştir. Taha Akyol'un deyimiyle "Arabesk kül­ türün yaygınlaştığı günümüzde Yahya Kemâl'i-anlayandan vaz geçtik- tanıyanları ço - ğaltmaya bı mecburuz..

İşte bu düşüncelerden yola çıkan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (T K A E ) baş­ kanı muhterem hocamız Prof. Dr. Şükrü Elçin ile merhum Şâir'in vefâlı dostu muhte­ rem ağabeyimiz Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Yahya Kemâl .i bir armağan kitapla ¿indema

getirdiler. 1

Aziz Şâir, büyük musiki üstâdı Itri'yi kompozisyonlaştıran eserinde, dev musiki- şanısımız hakkında -yeterli şöyle dursun- gerekli bilgileri taşıyan bir araştırma, bulun­ madığına zarif bir şekilde işaret eder: "Ulemâmız da bilmiyor kimdi" sayıları çok az olan Yahya Kemâl ve benzerlerini, ilmi fikri, edebi "kimlik"leriyle yeterince tanıtan çalışmalar ortaya konulmazsa, bir gün "Sesi nasıl yankılanmış bilmiyor kimse” yolun­ da feryad eden bir nesil gelir.

Yukarıda belirttiğimiz üzere, bu yıl Yahya Kem âl’in ölümünün yirmibeşinci, gele­ cek sene doğumunun yüzüncü yılını idrâk edeceğiz, "idrâk" edişin müşahhas neticele­ rini görmek üzere Elçin ve Tevfikoğlu'nun bir kadirşinaslık misâli olan şuurlu çalışma­ larının benzerlerini görmek istiyoruz.

Yahya Kemâl ve benzerlerinin "kim" olduklarını önce kendi cemiyetimizde, son­ ra kültür ateşliklerim iz kanaliyle yabancı memleketlerde tanıtmaya ihtiyaç olduğu a- çıktır.

Başta Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere Devlet müesseselerinin Yahya Kemâl'in yirmibeşinci ölüm, yüzüncü doğum yıldönümlerine şânına layık bir şekilde ilgi göstermesini bekliyoruz.

(*) Goethe'nin Schiüer'in, Kafha’nın yıldönümlerinin hem de ikişer defa Türkiye'de de kutlandığını bu yıl dönümler münasebetiyle Türkçe eserler verildiğini hatırlaya­ lım.

(22)

YAHYA KEMAL'In

MİSYONU

Hüseyin ÖZBAY

Yahya Kemal, 20, yüzyıl Türk Edebiyatının belki de hakkında en çokkonuşulan Kütür ve san’at adamımızdır. Kendisi, dolayısıyla edebiyatımız üzerinde meydana getir­ diği bu dinamizm bile, O'nun edebiyat hayatımıza kazandırdığı büyük bir zenginliktir.

Bir kere, kıymetler ve zevkler krizine düşmüş yeni Türk nesli için gerekli olan "ay­ nileşme modeli" (idendifikasyon) Y. Kemal gibi çok mânâlı bir "Türk Rönesansçısı" üe gerçekleşmiş oldu. Böylece de edebiyatın geniş bir zaman ve mekân vetiresi içerisin de milli vecihânşümul bir çizgiye ulaşabileceği fikrinden mahrum güdük ve içi boş ide­ olojik payanda ile arzıendâm eyleyen "at gözlüklü"lere karşı Y. Kemal'de "idenfike olmak" gibi büyük bir şans doğdu.

Gerçekten de O, birbirinden farklı birçok san'at cereyanlarının tesiri altında boca­ layıp bir türlü mütecanis bir yapıya kavuşamayan 20. yüzyıl Türk Edebiyatı —özellikle Türk şiir dili— için büyük bir şans olmuştur. Çünkü, gittikçe yabancılaşarak fukaralaş- tığımız bin bir güzelliğimizin ve "büyük hâtıralar riizgârı"nın tedâi ettirdiği milli ve cihânşümul sahadaki sayısız mâcerâmızın yazılmamış, görülmemiş taraflarını ortaya çıkarıp maddi-manevi estetiğimizi en hâlis bir Türkçe ile takdim ederken O, asla kırık dökük "Fransızca tArcümeciliği" ile büyük ayıplar işleyen "levanten"lere benzemedi; Arab ve Acemperestliğe de yüz vermedi. Yirminci yüzyılın Türkçesini ortaya çıkarır­ ken, fantaziye, kelime canbazlığına asla sapmadı. Profesör Kaplan'm da sık sık belirt­ tiği gibi onun belki de en büyük tarafı mevcudu yeni bir senteze, orjinal bir terkibe kavuşturmuş olmasıdır.

Yahya Kemâl kelimelerle kâinatımızı yeniden keşfederken bu olgunluğa kolayca ulaşmamıştır. Ot Park’da Paris'in alabildiğine cazibesine kapıldığı en bohem zaman­ larında büe kaybolmakta olduğunu hissettiği milliyetimizi diriltmek için çareler ara­ maya başladı. O'na yeni şiirimiz, "Frausızcanın gölgesi, ihtirassız, zevksiz, köksiiz, ace­ mice" görünüyordu. 'T eni Türkçe ile kendi duygularımızın ifadesi, hâlis ve samimi bir şiir nasıl olabilirdi?" Yıllarca bu sualin mânidar cevabını bulmaya çalıştı. Batılı edebi­ yatçıların büyük araıpalar ve gayretler sonucu yakalayabildikleri bazı eski klâsik dille­ ri sarâhat ifade eden yapısını O, neticede kendi edebiyatımızda açık bir şekilde gördü. Fuzuli, Bâki, Nedim, Gâlib ve buna benzerleri "Beyaz Türkçe"yi büyük bir zevkle or­ taya koymuşlardı. Dilimiz bütün ihata kabiliyetini güçlü şairler sayesinde sergilenmiş­ ti. Ama, şimdi kaybolan binbir nüanslı medeniyet âbidelerimiz yanında her şeyden ön­ ce "Bu Türkçe" idi.

Yahya Kemâl işte bu dili buldu ve neo-klasik bir yorumla mâziyi diriltti.

Paris'te dolaşmadığı, her şeyini sindire sindire öğrenmediği edebiyat atölyesi kal­ madı. Edebiyat ve sanatın millet hayatındaki büyük önemini idrak etti. Dünya edebiyat çılarını hayran bırakan, bizimkilerini ise çokça şaşırtıp bocalattıran şöhretli Fransız ediblerini kaynağında, yaptıkları ve yapamadıklarıyla gördü, tamdı örnek ve ibret aldı.

(23)

Yahya Kemâl, Paris'in alabildiği ne cazibesine kapıldığı en bo­ hem zamanlarında bile kaybol­ makta olduğunu hissettiği milli­ yetimizi diriltmek için çareler aramaya başladı..

Paris'in edebiyat ve sefahat kokan sokaklarında İstanbul’un tarih ve medeniyet sin-, miş ama köhneleştirilmiş sokaklarına döndü. O'nu; heybetli gövdesi, kafasındaki büyük soru arayışıyla Avrupa kaldırımlarından Türk'ün tarih felsefesine ve estetiğine doğru yürüten her halde çok büyük bir güç vardı. Atalarının feth ettiği ülkeleri O şimdi keli­ melerle yeniden feth etmeye durdu. Bonapart'm ülkeler fetheden ihtişamını edebiyatı­ na model kabul ederek insan coğrafyasını keşf-etmeye duran Balzac gibi, O da zevale düşmüş halimizi tasvirden çok yarattığımız ihtişama yöneldi. Kelimelerle büyük vatan coğrafyasını yeniden kurdu; estetiğini en hâlis bir Türkçe ile ortaya koydu.

Türkün mâzisini, meydana getirdiği büyük mimâri eseri bile "dehre aksettiremi- yor"ken, "çelik teller"den okunan şiiri O yazdı. Türkün mâzisini kelimelerle sarâhata çıkardı ve bütün hüzünlü hâtıralarıyla zamanımıza taşıdı.

Bir tek gazel bnraksa yeter bir gazel-serâ Her beyti ancak olmalı beytii'l-gazel gibi

diyen Yahya Kemâl, Bahârlı'ya göre şiirlerini hem estetik hem de matematik bir selâ- betle işlerdi.

Yahya Kemâl yukarıda bahsedilen Türkçenin klasik yapısını ve bunun ifade gücü­ nü kolayca bulmadı. 1906'larda henüz yirmi iki yaşında bir gençken "Türkün destanı"- nı yazmaya başlamış, bu çalışması sırasında Türkçeyi bulduğunu ifade etmiştir.

Canavarlar kaç [yormuş gibi gür bir doludan Bir sâlib ordusu, bozgun, kaçıyor Niğbolu’dan

gibi mısralar Türk'ün destanından kalan hakiki Türkçeyi açıkça gösteriyor. Y. Kemal bu dili alabildiğince geliştirdi ve güzelleştirdi. "Altın anahtarlarla ruh ufuklarını" açtı; şiirleriyle "semâyı örten ruh" oldu. Onun şiirleri de "dâhicedir" ve vatanın musikiyle nasıl karıştığını göstermiştir.

"Bezm-i ezel "de tekrar "mülâki" olmayı düşünen şâir, gidenlerin memnun olup dönmedikleri âlemi de şiirleştirirken "bezm-i elest"e olan büyük gurbet duygumuzun bütün "anksite "lerini ortadan kaldırıyor, Çamlıca dan İstanbul’u seyredercesine uhrevi aleme dalıyor. Batılılarm "Contemplation" dedikleri bu istiğrak anı Yahya Kemâl'de fevkalâde güzel dile gelir:

Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada, O kadar komşuki dünyâya duvar yok arada, Geçer insan bir adım atsa birinden birine. Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

Bir çok gidenin her birine 1958’in bir Kasım gününde Yahya Kemâl de katıldı. "Asude bir bahar ülkesine gitti"; memnun kaldı ki bir daha dönmâdi.

Artık Güneş görünmez olur, gök bulutludur, Râhatça dal, öfiim sonu gelmez bir uykudur.

(24)

YAHYA KEMAL’den

ÜSKÜDAR’ın

DOST IŞIKLARI

Ötmekte fecre karşı horozlar birer birer; Geçtikçe her dakika belirmektedir seher.

Bilmem k açm a fecri vatan toprağında biz, Görmekle şimdi bir yaşatan vecd içindeyiz.

Etrafı okşuyor mayısın tâze rüzgârı; Karşımda köhne Üsküdar'ın dost ışıklan...

Kimlersiniz? Ya bağrı yanık kimlersiniz! Yahut da her sabâh uyanık kimselersiniz!

Dünyâ yüzüde, bir

Dünyâ yüzünde, bir sefer olsun, tanışmadan, ö z çehrenizle şizleri görmekteyim bu an.

Sîzlersiniz bu ân T ışıklarla Türk eden!

Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu tikeden!

Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizden'im, Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim...

(25)

YAHYA KEMAL'İn

PARİS YILLARI

Yağmur TUNAU

Yahya Kemâl'in dünyâsında mühim tesirler icrâ eden Paris yıllan, pek çok bakımdan tahlil edilmeyi gerektirecek ka­ dar fikir ve duygu değişmeleriyle ve apay n bir bakışla anlatılan siyâsi ve edebi hâtı ralarla doludur. Burada ancak, fikir ve sa­ nat bahislerinde, umumi şeyler söylenebi­ lecektir.

Konuya, daha umumi bir Türkiye manzarasından girmek herhalde daha uy­ gun olacaktır; çünkü, İstanbul'daki Paris'i veyâ o çeşnide uyanan fikri ve edebi ha­ vayı tanımak, son derece lüzumludur.

Denebilir ki, bir sanatkârı, devrinin pek hususi şartları içinde yaşarken tanı­ mak, O'nun hakkında en doğru kanâat­ leri edinmenin en kısa yoludur. Yahya Kemâl Külliyâtı’m yeni baştan ve ayrı bir dikkatle okuduğum şu günlerde, vardığım neticelerden biri de bu oldu. İnsan, her an yeni bir çalkalanışa, nereye çıkacağı belli olmayan yeni bir denemeye, mizaç ve şah siyetler çatışmasının eteğine tutunmuş fikir münâkaşalarına bakınca, doğruyu, iyiyi ve güzel itesbit edebilmenin bugün için bile ne kadar zor olduğunu anlıyor. Bu bir yığın tezâhürün ortasında yaşayan bir insanın, apayrı bir yol tutabilmesi ne derece zor, hattâ imkânsız hududlarma yakındır, açık-seçik görebiliyor. Yahyâ Kemâl, bunu başarmıştır; ancak, başarı­ ya giden yollar pek çetindir. Yaşadığı devrin zikzaklarını, her an değişen fikir ve zevklerini bilmek, hem O’nu tanımak, hem de büyük sanatkârlığın şartlarını öğ­ renmek olacaktır.

** *

Yahyâ Kemâl, Batılılaşma dönemi­ nin çocuğudur. O, kendisini büyük bir ek­ seriyetle bu cereyâna vermiş bir aydın zümre içinde buldu. 20. asrın başlan, hiç

şüpljesız, bu yeni cereyânın kuvvetli ol­ duğu kadar çeşitli; câzib olduğu kadar getirecekleri meçhul havasının hâkim ol­ duğu bir devredir. Cemiyetimiz, devamlı bir fikir ve duygu meddücezri içindedir. En hâlisâne duygu ve düşünceler, bilinme­ yen bir elin şevkiyle, en zararlı neticeler verebilmekte ve öyle görünüyor ki, bu duygu ve düşünüşler içinde bulunan insan lar —çok Zaman— bunun farkında bile ol­ mamaktadırlar.

Bu insanları (mütefekkir, edib, felye- sof, politikacı v.s.), —hedef— leri esâsın da bir olmakla beraber, çok çeşitli anla­ yış ve tavırlarda görmek, insanı şaşırtıyor. Devletimizin fenâlığı için uğraşanları bir kalemde tesbitedebilmek, bugün için pek kolaydır. Ancak, o gün için herhalde çok zordur. Gerçekte, vatanperver oldukları halde, telâkkileri Vatan'a zarar vermiş o- lan çok çeşitli grubları ve müstakil görü­ nen şahsiyetleri bir kalemde silip atmak, görünüşe göre insafsızlık olur. Yalnız, bir hususu tebârüz ettirm ekteiayda var. Yâh ya Kemâl'in Hâtıralarım ve o*çeşnide ya­ zılmış yazılarını okurken, çok zaman ür­ perdim. İttihat Terakki olsun, ekseriyeti o hareketin içinde yer alan Gençtürkler olsun, şaşılacak kadar toy görünüyorlardı. 19 yaşında Paris'e firâr eden Yahyâ Ke­ mâl, ateist Abdullah Cevdet, adının başı­ na frenkçe şehzade demek olan "Prerçs"i getiren Sabahaddin.. ve hülyâlan, rü’yâ- ları, mizaçları, meşrebleri değişik cins cins insan, yarı Fransızca ıstılahlarla Öuar- tier Latin'de mukadderatımızı münâkaşa- ediyorlar .^Politikada Nâmık Kemâl heye­ canı, edebiyatta Fikret hayranlığı, bu in­ sanları, yeninin peşinde "Türklük" için koşturuyor. Hiçbir mes'uliyet hissi, dü­ şündüklerini söylemekten alıkoymuyor. Gerçekte, tek ortak noktaları var: H.

Referanslar

Benzer Belgeler

Türk ve Rus bilim insanlarından oluşan çalışma ekibi bir yandan patlamanın ardıl ışımasını RTT150 teleskobuyla optik dalga boylarında gözlemeye devam ediyor, diğer

Daha zor bir şey düşünemiyorum, titriyorum her rolü elime aldığımda, onun için kolay kolay da oynamak istemiyorum artık.. Bundan sonra Edremit’in Çamlıbel köyüne

el-Hayat kelimesine sıfat olan dünyâya, dünyâ adının verilmesi, âhirete göre dünyanın bize yakın olması (içindeyiz), dünyanın âhiretten önce olması ya da

Three dimensional evaluation of weld defects carried out in this study was performed by film digitising method. The radiographs obtained from the weld specimen were scanned and

To investigate whether there is a predictive effect of NF-kappaB, survivin, and Ki-67 expressions on pathological response and disease relapse in breast cancer (BC) patients.. Ki-67,

Addition of systemic silymarin treatment to local silymarin treatment reversed these effects of local treatment to control group levels.The effect of local + oral administration

Ümit ALEMDAROGLU İZMİR-Ayvalık’da de nizi kirlettikleri gerekçe­ siyle kapatılan 16 zey­ tinyağı fabrikasının sa­ hip ve yöneticileri fab­ rikalarım yeniden

İstanbul Belediyesi tarafından devralındığı 1937yılından beri boş kalan ve harabeye dönen İlidir Kasrı, 1982yılında Kurum tarafından onarılmaya başlanmış