• Sonuç bulunamadı

Edebiyatımızdan on insan bin yaşam:Oktay Rifat

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Edebiyatımızdan on insan bin yaşam:Oktay Rifat"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

-a u,ır&%

(2)

Fotoğraflar: Ara Güler

Ü Ş i i r olmasaydı, yaşamın çarklarından

biri eksilirdi. Belki kıyamet kopmazdı ama insanlar

sevişemez

,

öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine,

şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı.

} }

Zeynep Oral

KTAY Rıfat’la mı görüşüyorum?” “ Evet benim...” Günlerden 16 Nisan, Cumartesi sabahı. Telefonda Oktay Rı­ fat’a Milliyet Sanat Dergisi’nin 1 Mayıs’tan başlayarak çı­ karacağı “ Edebiyatımızdan On İnsan Bin Yaşam” eklerinden söz ediyo­ rum. Dinliyor, soruyor, ayrıntılı bil­ gi alıyor. Tamam, diyor.

“ Önümüzdeki günlerde sizinle ko­ nuşabilir miyiz?”

“ Bakın, bana bir hafta izin verin. Görüşmeyi önümüzdeki hafta yapa­ lım. Bugünlerde biraz yorgunum da... Hatta Mayıs’ın ilk günlerinde olsa... Olabilir mi?"

“ Elbet olabilir. Sizi bayramdan sonra arayayım, bir tarih saptaya­ lım.”

“ Teşekkür ederim. Görüşmek üzere.”

“ Ben teşekkür ederim. Görüşmek üzere, hoşçakalm.”

Sevgili Oktay Rifat, (şiirlerinizle, düşüncelerinizle bizlere öyle yakınsı­ nız ki, size “ sayın” diye değil, “ sev­ gili” diye seslenmek geliyor içimden) o gün telefonda karşılıklı “ görüşmek üzere” demiştik... Şimdi o “ görüş­ mek üzere” ler boğazımda düğümle­ niyor, yüreğimi sıkıştırıyor.

Çaresizim. Görüşemeyeceğiz... Görüşemeyeceğiz, çünkü bayram­ dan sonra sizi aramadım. Mayıs’ın ilk

günlerinde bir tarih saptayamadık... Görüşemeyeceğiz, çünkü bu söy­ leyişi yapmak için bir tarih saptasay- dık bile siz randevuya gelemeyecek­ tiniz...

Görüşemeyeceğiz, çünkü siz o cu­ martesi sabahki telefondan iki gün sonra gittiniz.

G örüşem edik... Biraz yor­ gundunuz...

Yüreğiniz biraz yorgundu. Ve git­ tiniz. Yüreğinizi sonsuza dek dinlen­ dirmek üzere gittiniz... Şimdi yürek­ leri dinlendirme zamanı...

O telefon konuşmasında sormuş­ tunuz: “Bu ekler, yalnız bugün hayat­

ta olanlan mı kapsayacak?”

(3)

kar-şılıklı konuşa konuşa yazılıyor bu ya­ zılar.”

Görüşemedik. "Karşılıklı konuşa- madan gittiniz.

Ne var ki, adınızın üzerine bir çiz­ gi çizemedim.

O telefon konuşmasındaki görüş­ meyi sürdürdüm. Şiirlerinizle, düzya­ zılarınızla, oyunlarınızla, yakınları­ nızla, sizinle ilgili yazılanlarla, eski dergilerle sürdürdüm görüşmeyi.

Sanki sizinle konuşur gibi... San­ ki hiç gitmediniz gibi...

• Çocukluk

Kalabalık bir ailedensiniz. Kökleri Avrupa’da Polonya’da, Macaristan’ da olan bir aileden...

Yıl 1914. Trabzon’da dünyaya gelmeniz çok doğal, çünkü babanız Samih Rifat, o sırada Trabzon vali­ si. Sonra da Konya valisi olacak ve si­ zi Mevlânâ’ya adayacak. ( O zaman adetti ya, çocuklar birilerine adanır­ dı.) Ama siz bunları anımsamayacak denli küçüktünüz henüz...

Sizin anılarınız Kurtuluş Sava- şı’yla birlikte başlıyor. Tüm ailenin İs­ tanbul’u terk edip Anadolu’ya geçme­ siyle, babanızdan sık sık duyduğunuz o günlerle başlıyor... Babamz size hep derdi ya: “ 75 altın maaşı bırakıp Ana­ dolu’ya geçtim” diye...

Babanız şair. Yazdığı şiirlerin ki­ milerini çok seviyorsunuz. Hatta Yah­ ya Kemal bile “ Eski Şiirin Rüzgâ­ rıyla” notunu düşerek ona “ ithaf” şiirini yazmış, şöyle demiş: “ Abdül- hak Hamid’den sonra Iedünni şii- rin/menbaları kurudu. Samih Bey’in hatif sedasını/andıran bir manzume­ si bu çorak devrin en giizel/eseridir. O eserin kafiyelerinden doğan bu mıs­ raları sahibine ithaf ediyorum.”

Babanızın bugün bile ününü yitir­ memiş Bektaşi nefesleri var. Hepimi­ zin bildiği hani “ Yaslı gittim şen geldim” diye başlayan şarkı da onun. Ama siz en çok babanızın bilim ada­ mı yanını seviyorsunuz. Dilci olma­ sını, Farsça, Arapça, Çağatayca, Uy­ gurca vb. gibi sayısız Asya dillerini bilmesini, Atatürk’ün ilk entelektüel­ ler grubunda olmasını, önce sözlük hazırlamasını sonra Dil Kurumu ça­ lışmalarına katılışını seviyorsunuz. O, aynı zamanda Birinci Dil Kurultayı’ mn zafercisi. Evrim teorisi, devrim te­ orisi mi tartışmalarında, sedyeyle ge­ liyor kurultaya ve bütün bir gün ko­ nuşup devrim teorisini zafere ulaş­ tırıyor.

(Babanız Samih Rifat’ı, oğlunuz Samih Rifat’a öyle güzel anlatmışsı­ nız ki, şimdi o da bana sizden duy­ duğu gibi aktarıyor.)

Anneniz ise paşazade. PolonyalI dede, Osmanh’ya geçmiş, Mustafa Celaleddin Paşa olmuş. Ne siz ne de Mehmet Ali Aybar (kardeş torunla­ rısınız ya) hoşlanmıyorsunuz bu pa- şazadelikten. Ondan pek sözünü et­ miyorsunuz. (Nazım Hikmet’le de teyze çocuklarısınız. Ama Nazım’ın şiiri sizi çok etkilemeyecek. Etkilene­ cek yaşa geldiğinizde ilgi alanınız da­ ha çok Fransız ozanlar olacak, en çok onları okuyacaksınız.)

Annenize çok yakınsınız. Ders ça­ lışırken “ cesaret, cesaret” diyerek sizi yüreklendiren o...

Ortaokulda yazdığınız ilk şiirleri­ nizi babanıza okumaya cesaret ede­ mediğinizden, önce koşup annenize okuyorsunuz. Seviyor yazdıklarınızı. Belki yine “ cesaret” diyor... Babanız şiirle uğraşmanızı istemiyor. “ Belalı iştir” diyor “ vazgeç” diyor...

Neden sonra ilk şiirlerinizi baba­ nıza okuduğunuzda (ortaokuldası­ nız), sizin deyişinizle babanızın “ sa­ kalı çarpılıyor.” Beğeniyor ama be­ ğenisini belli etmiyor, etmemeye ça­ lışıyor. “ Hani vatan şiirleri olsa, afe­ rin derdim” düşüncesini sizden sak­ lamıyor.

Ankara’da Taşmektep’tesiniz. Li­ se yılları. Orhan (Veli) ve Melih (Cev­ det Anday) ile tanıştınız işte. Orhan, siz ikinizden bir sınıf küçük. Şiir do­ lu bir dostluğun başlangıcı...

• Gençlik

Hukuk Fakültesi birinci sınıftası­ nız. Babanızı kaybettiniz. Ankara’da­ sınız ama aklınız, fikriniz İstanbul’ da. İstanbul’daki ana evinde, Çamlı- ca’daki bağ evinde, Kuzguncuk’taki anneanne evinde... İstanbul’u bir in­ sanı sever gibi seviyorsunuz, çocuk­ luğunuzu sever gibi. Tüm şiir kitap­ larınızda, sayısız şiirinizde rastlayaca­ ğız bu İstanbul tutkusuna ve “ İstan­ bullu olmaya.” Ama ilk şiir kitabınız­ dan (“ Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avare­ lik Üstüne Şiirler” , 1945) örnek ve­ recek olursam:

“ Ne güzel enseyi geçmesi saçla- rın/Alnımızda bitmesi/Tane tane ol­ ması kirpiklerin/Tel tel olması kaşla- rın/ne güzel insan yüzü/Elmacık ke­ miği ve on parmak/Ya dünyamız bü­ tün bu mevsimler/Bulutlar telli ka- vak//Ya İstanbul” (Hayranlık)

“Beni deli mi edeceksin İstanbul”

dediğiniz ve “Binsem bir vapura da

açılsam/Beşiktaş mı olur Ortaköy mü oİur/Kadıköy baştan başa çocuklu- ğum/Kuzguncuk’u içim götürmü­ yor” diye anımsadığınız İstanbul.

(“ Hayatımı Düşündüm” şiirinden.) Eklemeden edemeyeceğim: O ilk

E D E B İ Y A T I M I Z D A N

OM İNSAN BİN YAŞAM

“ Şair, ister istemez

bir düşünür olmak

zorundadır, hem de

ileriyi gören bir

düşünür. Yoksa geri

düşüncelerle

yoğrulmuş kafa şiire

fayda yerine zarar

verir”

(4)

E D E B İ Y A T I M I Z D A N

ON İNSAN BİN YAŞAM

“ Şiirimiz hızla

gelişiyor. Kırk elli yıl

içinde, dallı budaklı

bir çınar görünümü

alırsa hiç

şaşırmayın.”

şiirlerinizden, son şiirlerinize uzanan çizgide, hep o hayranlık yok mu! Yoo, yalnız İstanbul’a ya da herhan­ gi bir kente, yöreye, alana, bahçeye, koya, herhangi bir doğa parçasına du­ yulan hayranlıktan söz etmiyorum. Yaşama, yaşamaya ve bu “ yaşamak” sözcüğünün/kavramı içine giren her şeye (her insana, her duruma, her cis­ me, her ana, her zaman parçasına) duyulan hayranlıktan söz ediyorum... Ama durun, daha henüz ilk gençlik günlerinizdeyiz:

Hukuk Fakültesi’ni bitirip (1936) Maliye Bakanlığı’nca Paris’e gönde­ rildiğinizde, şiirleriniz Varlık dergisin­ de yayınlanmaya başlamıştır bile. 22 yaşında ya var ya yoksunuz...

Paris yılları, sizin deyişinizle “ gençlik ve hovardalık yıllarıdır.” Sa­ vaş nedeniyle Siyasal Bilgiler’deki dok­ toranızı tamamlayamadan Türkiye’ ye dönüyorsunuz. Dönüyor ve Türki­ ye’de ünlendiğinizi öğreniyorsunuz. Orhan söylüyor: “ Biz Türkiye’de ba­ yağı ünlüyüz!”

Paris yıllarından geriye bir de

“ Horozcu” soyadı kalacaktır size. Hiçbir zaman resmen almadığınız, al­ mayı düşünmediğiniz ama bir türlü kurtulamadığınız bir soyadı... Bir ara Orhan’la konuşmuştunuz, “ bizim ai­ leye Manastır’da horozcu derlermiş, soyadı olarak alsam tuhaf olur mu” demişsiniz. Sonra siz Paris’teyken Or­ han Veli’ye sormuşlar, o da “ Oktay’ ın soyadı Horozcu” diye açıklamış ve Yücel Ansiklopedisi’nde şu Horozcu adı bir kez kullanıldı diye, her sözlük­ te her ansiklopedide “ Horozcu” ya­ malanmış adınıza.

Bir yıl aradan sonra yeniden gide­ ceksiniz Paris’e doktorayı tamamla­ maya. Ama Paris işgal altındadır. Ve bir gün Paris’te Mehmet Ali Aybar, Ercüment Kalmık, Meti Bengisu, Ra- gıp Sarıca bisikletlerinize atlayıp, iş­ gal altındaki bu kentten kaçmak iste­ diğinizde, Alman askerlerine yakala­ nacak ve yeniden İstanbul’a postala­ nacaksınız.

Paris yıllarında Cahit Sıtkı da ora­ dadır. Ne çok seversiniz onun şiirle­ rini. Zaten size, “ bize güzel bir Tür!:

(5)

şiiri oku” dendi mi, ya Cahit Sıtkı’ dan okursunuz yajOrhan Veli’den... Sonradan hep söyleyeceksiniz ya: “ Cahit’le Muhip Dıranas bizim ağa- beylerimizdir. Onlar bize yolu açmış­ lardı. Onlar olmasaydı bizim işimiz çok daha zor olurdu...”

İşiniz zordu doğrusu. Orhan Veli ve Melih Cevdet’le birlikte “ Garip” kitabını çıkardıktan (1941) önce de sonra da zordu işiniz... O kitapta açıklamıştınız ya: “ Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gel­ mesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur...”

Reddediş başlamıştır.

Tarihin aç gözü doymamışsa bi­ le, siz artık onu o “ hayal zenginlikle­ riyle” beslemeyeceksiniz.

Siz olsa olsa, şiir dünyasını düşün­ ceyle, aklınızla besleyeceksiniz; son­ suz duyarlılığınızı bile akıl süzgecin­ den geçirdikten sonra, sözcüklere ak­ taracaksınız.

Siz, şiir dünyamızı herkesin kul­ landığı dille, halkın diliyle, halkın de­ yişleriyle, halkın söyleyiş biçimleriy­ le besleyeceksiniz. Küçük, her günlük, hepimizin başından geçen olaylarla, durumlarla, hepimizin yaşadığı anlar­ la besleyeceksiniz.

İşiniz gerçekten zor doğrusu!!! İlk evlilik, eşinizin hastalanıp öl­ mesi, ilk büyük acınız ve başına “ Türkân’a” diye yazarak ona adadı­ ğınız şiirler... Şimdi bütün bunlar, o ilk kitabınız “ Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler” in sayfaları arasında:

“ Her dakikasını ayrı hatırla- rım/Erenköy’de geçen zamanımın/ Rüyama girer bir arada/İstanbul ba­ har ve Türkân’ım .//(...) Ağaçlar çi- çekteydi/Türkân’ım sağ beraberim- de/Kaibim sevda içindeydi/İstanbul bahar içinde” (Anış şiirinden).

İkinci ve bugüne dek sürmekte olan evliliğiniz. Sabiha Omay Hanım, Ankara Kız Lisesi’nde Fransızca öğ­ retmenidir. Ayrıca Fransızcadan çe­ viriler de yapmaktadır. Yalnız başla­ dığı bu çeviri işini, sonra birlikte sür­ düreceksiniz. Birlikte çalışmak, birlik­ te sevmek, birlikte sorumlulukları paylaşmak, birlikte tad almak, “ bir­ likte yaşamak” la bütünlenecek ve bu­ gün yakınlarınıza sorduğumda aldı­ ğım yanıt, kişiliğinize eklenecekti: “ İyi bir aile babası” ve “ evine düş­ kün bir ev erkeği...” Pek az ozanımız ya da yazarımız için söyleyebileceği­ miz özellikler.

1945 verimli bir yıl sizin için: Oğ­ lunuz Samih Rifat doğuyor ve iki ki­ tabınız yayınlanıyor o yıl. İlkinden yukarıda söz ettim. İkincisi “ Güzel­ leme.” İçindeki tüm şiirler Sabiha

On Üç, On Beş Yaşında

C e m a l

S ü re ya

O y u n la rd a e n ç o k k o n u şa n . D e rste ö ğ re tm e n i d in le m e z ; ö b ü r sınıfları, b a ş­ ka ü lk e le rd e k i b a ş k a s ın ıfla rı d ü ş ü n ü r.

S ilg i ku lla n m a z. Yanlışının ü stü n e b ir ç iz g i ç e ­ ker.

O k u l çıkışı h e r g ü n a yrı b ir s o k a k ta n d ö n e r eve. H o p a rk a d a ş la rıy la b irlik te d ir. A m a b ir b a ş ı­ na d o la ş m a y ı d a h a ç o k s e v e r.

A d la rd a n sık ılm ış tır. B a b a sın ın a dı dışında.

C e k e tin d e te lg ra f ç iz g ile ri. M e k tu b u n u ı'se e l­ d e n v e rm e tu tk u s u iç in d e d ir. E lde n v e rm e k iç in d ü n ya n ın u c u n a da g id e r. E lde n g ö rü r. E lde n s e ­ ver. Z a te n m e k tu p d e d iğ in de ş u : K e n d in i d ü n ya iç in d e d o ya d o ya d u y u m s a m a , k ırk ç iç e ğ in k ırk ı­ nın da aynı a n d a a yırd ın a va rm a . Ç iç e k s ö z c ü ğ ü ç iç e ğ in a ltın d a . A m a o n d a n b ira z fazla.

J ö n ç o c u k .

B itiş ik e vin m e rd iv e n le rin d e n b ir g iz liliğ e iç ­ te n lik k a z a n d ırm a y ı ü s tle n m iş c e s in e ç ık a r ine r.

B ir g ü n su iç e rk e n e lin i g ö rd ü . G ö z e n e k le ri.

Ç arpıldı.

H e r ş e y o n u n p e ş in d e y d i a rtık.

Ş aşkınlığ ın y e rin i s e v in ç aldı.

iç e d o k u n m a z a n a a tın a b ir k a le m k â r o la ra k ç o k k ü ç ü k y a ş ta b a ş la m ış tı.

S e v in c in ç o c u ğ u d a h a s o n ra m u ts u z lu k da aradı.

A n k a ra aya zın da ü ç ço c u k. A n ıtla rın ö n ü n d e n u m u rs a m a d a n g e ç iy o rla r. B irin in e lin d e in c e b ir k ita p ; b ir i c e k e tin i zırh g ib i g e ç irm iş s ırtın a ; b ir i d e (o), o k u l ç a n ta s ın ı H a z in e s a n d ığ ı o la ra k ta ş ı­ yor.

H e r g ü n re s im ç e k tiriy o r.

C a d d e le rd e ş a rk ı s ö y le n s in is tiy o r.

(6)

E D E B İ Y A T I M I Z D A N

ON İNSAN BİN YAŞAM

“ Şiir asıl gözüpek

araştırmalarla gelişir.

Ama sonunda

tilkinin dönüp

dolaşıp geleceği yer

yine kürkçü

dükkânı, halkın

beğenisi olmalı.’ ’

Hanım’a adanmış. Bugün ona sorsa­ nız, “ içlerinden... hepsini çok sever am a...” “ 40 yıl önceden yazılmış şi­ irler, belki en iyi şiirleri değildir am a...” Kısacası, ama içlerinden bi­ rini o gün bugün, çok hem de pek çok sever. Hani “ yeşil giymişim üstüme” li olan:

“ Ben bir rüya gördüm akşam Yeşil giymişim üstüme Besbelli şiir yazarım Kalem almışım destime Defler vuruldu önceden Sazlar çalındı inceden Döşek sermişler yoncadan Bir nur doluyor cismime Tepsilerde vişne, kiraz

Şerbet içtim kandım biraz Dedim gayrı durmak olmaz Remil atılsın ismime Oktay der ki yoktur hiylem Seni bana yazmış Mevlam Müjde usul boylu sunam Müjde eşime, dostuma” (Rüya)

Bugün oğlunuza sorduğumda şöy­ le diyor:

“ Babam, ben bildim bileli hep okur hep çalışır. Okuryazarlığa, çalış­ maya sonsuz inancı vardır... öncele­ ri, her yerde, sokakta, otobüste, tren­ de, vapurda not tutması, yazması var­ dı, sonraları masa başı alışkanlığı edindi....”

“ Evine çok bağlı, çok düşkün... En rahat ettiği yer evi... Kendi kah­ vesini kendi pişirir...”

“ Yazdığı şiirleri önce bana ve an­ neme okur. Ben evlenip evden ayrıl­

dıktan sonra, yalnız anneme okur. Düşüncelerimize, yargılarımıza önem verir.”

“ Evde öyle çok konuşmaz, yani geveze değil. İçine kapalı. Ama bize açılır, tüm düşüncelerini anneme ve bana açar... Daha çok yol gösterici­ dir. Bana önerilerde bulunur. Öğren­ cilik yıllarımda da sonra da... Çok iyi bir aile babası.”

Bugün, Samih Rifat’la konuşma­ mızı kesip, yeniden geriye dönüyo­ rum. 40’lı yılların ikinci yarısına:

Basın Yayın Genel Müdürlüğü’n- de çalışıyorsunuz. Ama asıl işiniz hep şiir. Orhan Veli, Melih Cevdet, Saba­ hattin Eyuboğlu ve siz, kolları sıva­ yıp her 15 günde bir tek yapraklık “ Yaprak” dergisini çıkartmaya baş­ ladığınızda yıl 1949. (Sanat Dergisi “ Yaprak” ın tıpkıbasımı yapıp ek ola­ rak verdiğinde, duyduğunuz sevinci öyle iyi anımsıyorum ki!)

Şimdi “ Yaprak” ın ilk sayısı önümde. Sağ başta tepede sizin “ Kervan” adlı şiiriniz:

“ Hepimizin ağzımız burnumuz var Hepimizin aklı

Gün gibi aşikâr işte O haksız bu haklı

Biz yaya kalmışız bu kervanda Beyler paşalar atlı

Dökülmüşüz yollara çoluk çocuk Kimisi kel kimisi bitli

Bu toprak eski toprak dost toprak Tarlalar bereketli

Bıngıl bıngıl çayırlarda kuzular Danalar etli

(7)

Bize gelince işler çapan hemşerim İncirim yenmiyor sütlü

Taş gibi mübarek kara somun Kirazlar kurtlu

Amanın bu ne biçim tecelli Dostlar neden bu ikilik Neden neden neden İnsan dertli oluyor dertli Geberin diyor şeytan İşiniz ne bu dünyada Yağma yok kör şeytan Yaşamak tatlı"

Toplumculuk, sizin için nutuklar­ la, sloganlarla ilan edilen, ondan pay çıkarılacak, övünç sağlanacak bir şey değil. Toplumculuk, şiirinize iliştiril- miş/eklenmiş/yamanmış bir öge de değil. Hayır sizde toplumculuk, dün­ yaya bakışınızın, tüm yaşamınızın, tüm eserinizin (şiiri, tiyatrosu, roma­ nıyla, bir bütün olan tüm eserinizin) temeli. Söylenmeyen, bağrılmayan temeli.

“ Yaprak” dergisinin dördüncü sayısında (15 Şubat 1949) “ Şairin Düşünürlüğü” başlıklı düzyazınızda şöyle diyorsunuz:

“ Bahçivan, bağından bahçesinden iyi ürün almak istedi mi, önce tohum­ dan, fidandan işe başlar. Ceviz bü­ yüklüğündeki bal gibi çavuş üzümü­ nü, tımar edilmiş, gübrelenmiş, aşı­ lanmış kütük verir. Şair iyi şiir yaz­ mak istedi mi, şiirin hünerlerini öğ­ renmeye kalkar, kendini hiç düşün­ mez. Halbuki şiir de bir yemiştir, şa­ irin yemişi. Güzel şiir nasıl yazılır de­ meden, ben nasılım, demeli! Kafası gönlü cılız adamın şiiri de cılız olur.

Kafası gönlü ileri adamın şiiri de ile­ ri olur. Belki de “ ilerilik gerilik be­ nim neme? Şiirim güzel olsun bana yeter” diyen şair bulunur. Ama bir düşünelim. Bu söz o şairin kendini ye­ tiştirmediğini, bu yüzden güzel şiir ya­ zamayacağını göstermez mi? Güzel­ lik anlayışı, kâinat anlayışımızın, dün­ ya görüşümüzün, o anlayış ve görüşe aykırı düşmeyen bir bölümü olduğu­ na göre, belirli bir dünya görüşü ol­ mayan şairin güzellik anlayışından bahsedilebilir mi? Böyle bir şair, şi­ irde bilerek bir güzelliğe varabilir mi? Şair ister istemez bir düşünür olmak zorundadır, hem de ileriyi gören bir düşünür. Yoksa geri düşüncelerle yuğrulmuş kafa şiire fayda yerine za­ rar verir. Bu, şairin sadece bir düşü­ nür olmasını istemek değildir. Elbet­ te ki, bir şiir sanatı, bu şiir sanatının da kendine göre bir düzeni vardır. Ama bu düzen, kâinat anlayışımıza, dünya görüşümüze göre ayarlanaca­ ğı içindir ki her şeyden önce, şairin bir düşünür olmasını gerektirir. Gel ge­ lelim bu o kadar kolay bir iş değildir. Dil öğrenmek ister, meyhanelerden piliyi pırtıyı toplayıp kitaplıklara geç­ mek ister, okuyup yazmak, durma­ dan okuyup yazmak ister. Ama canım insan da ya şair olmak ister ya iste­ mez. isterse, kim dedi şairliğin yağ­ ma Hasan’ın böreği olduğunu.”

Alınacak ne çok ders var bu yazı­ nızda!

50’li yıllardayız: “ Aşağı Yukarı” (1952), “ Karga ile Tilki” (1954), “ Perçemli Sokak” (1956) ve “ Aşık Merdiveni” (1958).

“ Karga ile Tilki” , Yeditepe Şiir

ArmağanTnı kazandığında ne sevin­ diniz. Belki haberi aldığınız gün co­ şup o kitaptan bir şiirinizi bile oku­ dunuz dostlarınıza. Belki de “ Ka- deh” i:

“Burası dalyan kahvesi/Ortalık süt mavisi/Apostol bu ne biçim mey- hane/Tabağımda bir bulut/Kadehim- de gökyüzü.”

• Kusursuzluk arayışı

Sonra... sonra sevgili Oktay Rifat, şiir kitapları, oyunlar (ilk gençlik yıl­ larından, taa son günlere dek hep ti­ yatroyu ve oyun yazmayı çok sevdi­ niz), romanlar, şiir çevirileri, ödüller birbirini izledi.

Tümünde ayni titizlik... Tümün­ de farklı arayışlar... Ama ilk şiir ki­ tabınızdan sonuncusuna, hep aynı in­ sanın arayışı olduğunu hissediyoruz.

Galiba en çok aradığınız, hep, ku­ sursuzluktu. Hani frenkçede “ pcfec- tionisme” dedikleri...

Bıraktığınız vasiyetten de anlıyo­ ruz bunu: “ Yayınlanmamış şiirim yoktur” dediniz. “ Süzgecimden geç­ memiş, yarım bırakılmış şiirlerim yok edilecek” dediniz. Yani siz karar ve­ rip, yayınlamadınızsa bir şiiri; yani siz üzerinde çalışıp, kusursuz hale getir­ memişseniz bir şiiri, onu yok sayaca­ ğız. Bu bir. İkincisi: “ Yunan ve La­ tin ozanlardan çevirilerim de benim şiirlerim arasında olacaktır” dediniz.

istediğiniz gibi olacak Oktay Ri­ fat.

Bundan böyle sizin bize bıraktık­ larınızla, sizden onay almış sizin eser­ lerinizle başbaşayız artık.

Toplumsal taşlama şiirlerinden, Anadolu insanını ve görüntülerini, kı­ yı kentlerini, kentlerin aydınlık sokak­ larını anlatan şiirlere; aşk şiirlerinden, savaş barış şiirlerinden zamanı ya da sonsuzluğu sorgulayan şiirlere, tümü­ ne egemen olan o sonsuz uyumla baş- başayız artık. Uyum deyince: Ses uyu­ mu, yapı uyumu, söz uyumu, düşün­ ce ve duygu uyumu...

Bu ek için görüşecektik sevgili Ok­ tay Rifat. Hani telefonda kararlaştır­ mıştık... Biraz yorgundunuz...

Koca bir yaz değilse de koca bir Mayıs ayı geçti aradan. Ve ben sizin­ le kitaplarda görüşmeyi sürdürüyo­ rum.

Görüşemedik, size ozanın gizini soramadım. Hani “ Ozan” adlı şiiri­ nizdeki gibi: “ Islak yol ve kırık

dal/Bir güz adamın içinde/Bakınır bizden öte/Bir göz adamın için- de//Şıra şaraba dönmüş/Bir giz ada­ mın içinde.”

Ozanın içindeki güzü, gözü ve

(8)

zi şimdi kitaplarda arıyorum. Görüşemedik, yorgundunuz gitti­ niz, size hiçbir şey soramadım. Ama şirnHi «ize soramadığım soruların ya­ nıtlarını şiirlerinizde buluyorum.

Görüşemedik, sizi oğlunuzdan, eşinizden dinliyorum:

“ Babamı, toplum sorunları hep çok ilgilendirdi. Ama perfeksiyonizm tutkusundan, düşünce titizliğinden ötürü ön safta toplumcu mücadelede olmadı. Zart zurttan rahatsız olurdu. Politikacı kişiliğinden uzak, ama tüm şiirinde dipten derin bir halkçılığı var­ dı. Bu halk sevgisini, içtenliğini hep hissederdik.”

Ve işte günün birinde bir balık müzayedesine katıldığınızda, “ Balıkçı

Oktay Rifat” diye adınız geçtiğinde, çocuklar gibi sevindiniz. Hani adınız bir Fransız ansiklopedisine geçtiğin­ de bu denli sevinmemiştiniz...

“ Babam, iki tür şair var derdi. Kötü şairler ve çok kötü şairler... İyi şair zaten olunamaz, ondan çok kö­ tü olmamaya çalışacaksın, derdi... Kendimi nasıl aşabilirim, bundan öte ne yapabilirimi sürekli araştırırdı... Şiirinin okunması, yayılması onu çok sevindirirdi, ‘Koca Bir Yaz’ çok sa­ tan kitaplar listesine girdiğinde çok se­ vindi... Ödüllere de sevinirdi. Kadri­ nin bilinmesi hoşuna giderdi ama öyle önemli bir adam tavrı hiç yoktu... ‘Kaç şairden, kaç dize kalmış yüz yıl sonraya, caka satmak niye’ derdi.... Hiç övünmezdi... Hayatta tek istedi­

ği şey şiir yazmaktı. Onu yaptı. ‘Elim­ den geleni yaptım. Boşa geçirmedim. Çalıştım’ bilincindeydi...”

Görüşemedik. Yorgundunuz, git­ tiniz. Eşinizi dinliyorum:

“ Oktay Rifat’ın öyle çok güzel ve iyi yanları vardı ki... Ama belki de en güzel yanı sonsuz açık oluşu... Oldu­ ğu gibi bir insandı. Yalandan kaçar, gizliliği yoktu... Bir de en güzel yanı, insanlara, sokaktaki insana, kendi ha­ lindeki insana gösterdiği sonsuz ilgi, sonsuz saygı...”

Görüşemedik. Yorgundunuz, git­ tiniz sevgili Oktay Rifat. Ama ben si­ zi, Refik Durbaş’ın deyişiyle “ güzel günlerin sokaklarının şairini; köşe ba­ şında insanın yakasını bırakmayan leylak kokularının şairini; güneşi elin­ de elma şekeri gibi taşıyan günlerin şairi” ni dinliyorum:

• Ş iir olmasaydı

“ Şiir olmasaydı, yaşama dediği­ miz oluşun çarklarından biri eksilir­ di. Belki kıyamet kopmazdı ama in­ sanlar sevişemez, öpüşemez, beğene- mez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı.” Es­ kilerden ya da yenilerden dinliyorum: “ Şiir hem şiir olmalı, hem de okunmalı, okunabilmeli. Yeni araştır­ malar yapmayalım demek istemiyo­ rum. Şiir asıl bu gözü pek araştırma­ larla gelişir. Ne var ki sonunda tilki­ nin dönüp dolaşıp geleceği yer yine kürkçü dükkânı, diyeceğim, halkın beğenisi olmalı. Şiirimiz hızla gelişi­ yor. Kırk elli yıl içinde, dallı budaklı bir çınar görünümü alırsa hiç şaşma­ yın.”

Görüşecektik... Ama yorgundu­ nuz, gittiniz. Son kitabınızı, “ Koca Bir Yaz” ı geride bırakmıştınız: “ Koca bir yazı çekirdek içleyerek/sinemalar- da geçirdim, taban teptim sokaklar- da/tırnak yedim uyudum,/denize baktım usanm adan/ölüm e inan­ dım,/güzel çok güzel/olduğunu düşü- nerek/güzelim düşünerek/çekirdek içleyerek/güzelim çekirdek içleye- rek/koca bir yaz geçirdim, şimdi yor­ gunum biraz.”

“ Şimdi yorgunum biraz...” dedi­ niz ve gittiniz.

“ Uzak geldim, uzağa gidiyorum. Ak bir çizgi ardımda, değirmende Övüttiiğüın güzel buğdayın izi.”

Şimdi dinlenme zamanı sevgili Oktay Rifat. Övüttüğünüz tüm güzel­ liklerin izi bizde, bizimle nasılsa... ■

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

1947’de Yıldız resim seminerinde Şeref Akdik ve İlhami Demirci’nin Gazi Eğitim Enstitüsünde Refik Epikman ve Malik Ak- sel’in öğrencisi oldu.. Altı yıl

Antalya’da bulunduğu müddet içinde, oradaki öğretmen okulunun üçüncü sı­ nılma kadar okuyan Mustafa Fehmi, okulun kaldırılması üzerine İzmir Öğretmen

Conclusion: The results of this study have presented that ghrelin may have a decreasing effect on pain threshold in mice.. Further studies are needed to determine the mechanism

Roman gerçekliğinden yaşam gerçekliğine dön­ düğümüzde, Yaşar Kemal’in -yani yazann- kendisi ile Derviş ve Küçük Mustafa kahramanları arasında bir

Başbakanlık Arşivinde mevcut bir inşa defterine göre Çırağan Sarayı inşa edildiği sırada bazı miri bi­ nalarda da büyük tamirlere girişilmiş ve birkaç

Sivrac Kontu’nun 1790 yılında ortaya çıkardığı bu ilginç yü­ rüyen oyuncağını aradan yir- miyedi yıl geçtikten sonra bir başka Fransız soylusu Baron

1927’de İstanbul Belediye Başkanı (şehremini) Muhiddin Üstündağ’ın girişimiyle İstanbul Belediyesi'ne bağlandıktan sonra, topluluk birkaç yıl daha Dârül

Şerif Gören'in yö­ netmenliğini yaptığı ve Kadir İna­ nırla oynadığı«Dila Hanım» adlı son filminin dış sahnelerinin çekimi için Niğde’ye giden