Z i ,1
26 OCAK 2003. SAYI 879
Konuşmasını sevmeyen,
ama yazmazsa çıldıracak
gibi olan yazar, kendini
hiç yazmamıştı. Sait Faik, bir gölge gibi gizlemişti
kendini hikâyelerini satır aralarına... Onun iç
dünyasını anlatan bir sergi var Beyoğlu’nda...
ONCA TAPINÇ
Ş
imdiye kadar sadece hikâyelerindeki insanları tanıdı okurları. Hep kendi içinde yaşadı ve yaşattı aşklarını, ruhundaki fırtınaları, yalnızlığını, korkularını... Konuşmasını sevme yen, ama yazmazsa çıldıracak gibi olan yazar, kendini hiç yazmamıştı. Türk edebiyatında çığır açan Sait Faik, bir gölge gibi gizlemişti ken dini hikâyelerinin satır aralarına... Her hikâyesi kendinden bir parça taşıyordu bu yüzden... Dile gelen bazen bir martı, bazen de olta ucun daki bir balıktı... Her hikâyesi, yo sun ve denizle karışık delicesine sevdiği insan kokuyordu.Sait Faik’in hayatı, hikâyeleri
kâyelerine ışık tutan daha birçok belge ve eşyalar yer alıyor..
* * *
A dapazan’nda 1906yılındabaş- layan hayatı, ilerleyen yıllarda baş ka illere, başka ülkelere doğru yel ken açacaktır. Adapazarı’mn var lıklı ve köklü ailesi Abasızzadeler- den bir dönem belediye başkanlığı ve milletvekilliği de yapmış olan Mehmet Faik Bey’le Makbule Ha nım Tnoğludur. Annesi hariciyeci, babası tüccar olmasını istemekte dir. Önce mahalle mektebine, sonra Rehber-i Terakki okuluna verilir. Daha sonra Adapazan İdadisi’ne devam eder. 1923’de ailesiyle bir likte İstanbul ’ a göç eden Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesi’ne yazılır ve 10. smıfa kadar bu okulda okumaya
1947’deki güzellik yarışmasında Yedigiin dergisi için röportaj yaparken.
arasına gizlenmiş bir mozaiktir. Okudukça belirginleşen, bir bütünü oluşturan, kendine özgü rengi, ko kusu ve sesi olan bir mozaik... Onun mozaiği; kendi bakış açısın dan o çok sevdiği ‘birtakım insanla rı’, balıklan, adası ve kuşlandır.
Bu mozaik Yapı Kredi Kültür Merkezi tarafından 10 O c a k -15 Şubat 2003 tarihleri arasında dü zenlenen Bir Usta Bir Dünya adlı sergide parçalannı buluyor.
Sermet Çifter Araştırma Kütüp hanesi Sergi Salonu’nda açılan ar şiv sergisinde Sait Faik mozaiğinin önemli parçalannı oluşturan şapka, kurşunkalemi gibi özel eşyalannın yanı sıra; aile fotoğraftan, el yazı sıyla yazdığı hikâye müsveddeleri, kişisel mektuplan, hayatına
vehi-devam eder. Arapça öğretmeni Sa lih Bey’in minderine iğne koyduk- lan için sınıfça Bursa Lisesi’ne gönderilir. ‘Sarnıç’ adlıhikâyesin- de “... Dağın eteğine beyaz minare lerle sarılmış bu şehrin lisesi, za man geçtikçe daha canlı, daha ber rak hatıralarla bize döner, bizi tek rardan içine alırdı. Biz, herhangi bir sınıftık. Herhangi bir son sınıf ol duk. .. Ön avlusu, aynı zamanda bu runları, kollan kınk heykellerle süslü bir müze bahçesi, ancak son sınıf talebeleriyle muallimlerin ge zindiği bir yer olan liseyi, bir gün ardımıza dönüp bakmadan başka larına bıraktık” diyerek anlattığı bu, lisede, ilk hikâyesi olan ‘İpekli Mendil’i yazar. Ardından lise öğre nimini bitirip İstanbul’a döner ve
Bursa’da başladığı yazı çalışmala- nm sürdürür.
1928’d et.Ü . Edebiyat Fakültesi TürkolojiBölümü’nebaşlayan Sa it Faik, iki yıl sonra babasının isteği üzerine, iktisat eğitimi için İsviç re’ye gider. Lozan’da kısa bir süre kalarak, Fransa'nın Grenoble ken tine geçer. Sanatı ve kişiliği üzerin de derin izi er bırakacak çok sevdiği bu Fransız şehrinde üç yıl yaşar. Sarnıç ve Semaver (Benimle Bir likte Seyahatten Dönenler) kitapla rında o günlere ait anılarını anlat maktadır: “îzernehri şehrin ışıkla rım yüklenip, çikolata, deri ve kağıt fabrikalarının dağıldığı çayırlıkları aydınlatmaya; kanatlan çamurlu, çamurlu kanatlan ışıklı bir tayyare hali ve gürültüsüyle kaçar giderdi. (...) Italyan mahallesi, şehri ikiye biçen Izer’in sağ tarafında yukan kışla ve surların arasına sıkışmış dar bir mahalledir...” (Grenoble ’da Italyan Mahallesi)
“(...) Metronun ılık ve ozon ko kulu havasından Chate-
let’de kurtulduk. Evet, Paris’teyiz. (...) Louv- re’u Galatasaray resim sergisini gezer gibi gez dim.” (Louvre’dan Çal dığım Heykel)
Fransa’dan döndükten sonra bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mekte- bi’nde Türkçe öğretme ni olarak görev yapan yazar, çocukluğundan beri tüccar olmasını iste diği babasının zorlama sıyla ticarete atılır ve ba şarılı olamaz. ‘Ben Ne Yapayım?’ adlı öykü sünde ticaret hayatında ki bu ilk ve son tecrübe
sini anlatır:
Bundan üç sene evvel ticaret yapa yım dedim. Rahmetli babam bir or tak buldu. (...) Beraber bir yer tut tuk. Firmamızı kararlaştırdık. Ser mayeyi peder düzdü, işe başladık. (...) Bu ne biçim bir çalışma idi? Ne yapıyorduk? O günleri bir su buha rının içinden hatırlıyorum... Yemiş ten kopan rüzgârın dolduğu ardiye mizde ne yaptığımızı bir türlü anla yamadım. (...) Babam bana, ‘Aptal, dedi, herif fasulyeleri satmış. Yeri ne de başkalarının cevizlerini ardi- yelik doldurmuş. Sen uyu hâlâ.”
1935 yılında hikâyeleri Varlık ’ta yayımlanmaya başlar. Ve kendini tümüyle yazarlığa değil, kendi de yimiyle yazıcılığa verir:
"... ‘Ne iş yaparsın?’ ‘Yazı yaza rım ’ ‘Ne yazısı, kâtip m isin?’ ‘Kâ tibim.” (Öyle Bir Hikâye)
“... Hep böyle olur. Bir vapur beklerken, iki ayağım bir pabuçta iken yazı yazarım” (Çarşıya tne- mem). Yazmadan duramaz, yaz
“Uzaklaştıkça anamı, Panço ’yu, köpeğim Arap’ı daha çok özlüyorum."
mazsa çıldıracak gibi olur. “...Söz vermiştim kendi kendi me: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet, neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt al dım. Oturdum. Adanın tenha yolla rında gezerken canım sıkılırsa kü çük değnekleryontmak için cebim de taşıdığım çakımı çıkardım. Ka lemimi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum, öptüm. Yazmasam deli ola caktım.” (HaritadaBirNokta).
‘Hikâye Peşinde’de “..Her gün yüzlerce tren binlerce hikâye getiri yor, binlerce hikâye alıp gidiyordu, istasyon kapılan insan alıp, insan veriyordu” diyen yazar emekçileri, çocuklan, yoksullan ve işsizleri ya lın, şiirsel bir dille anlatarak Türk edebiyatına yeni bir öykü anlayışı getirir. Posta müvezzii, kestaneci, hallaç baba, mahalle kahvesi, Be- yoğlu’nun arka sokak insanları onun insanlandır ama; ada, balıkçı lar, deniz onun vazgeçilmezleridir. Öyle ki, ‘Yaşayacak’ta, “Ben denizi, balığı, balık tutanı, ek meğini denizden çıkaran
inşam çok severim. Yine de, bütün gördüklerime rağmen, yandan çoğunu severim.” ve ‘Balıkçısını Bu lan Olta’da “... Kararım kati idi. Bü tün paramı bu oltaya harcamıştım. Balık tutacak, satacak, akşamları- sattığım balığın parasıyla içecek tim. Sabahleyin erkenden balığa. Akşam şişem cebimde bahğa...” di yerek anlatır bu tutkusunu.
Kahram anlanm n hayatını oldu ğu gibi anlatır Sait Faik, bozuk dü zene, haksızlıklara karşı çıksa da hikâyelerinde gördüğü gibi değil, olduğu gibi anlatır her şeyi. Tüm bunlann yanında kendi nasıl bir dünya arzuluyordu? “... ‘Nasıl bir dünyamı? Haksızlıklann olmadığı bir dünya... Insanlannhepsininme- sut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya... Hırsızlıkların, başkalannın hakkına tecavüz etme lerin bol bol bulunmadığı... Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dün ya... Sevilmeye layık küçücük kız ların orospu olmadığı, geceleri ha cıağaların minicik kızlan yirmi beş lira pazarlıkla otellere götüremedi - ği, her genç kızın namuslu bir deli kanlı ile konuşabildiği, para için na mus, ar, haya, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya...” (Ay Işığı) insanı severdi Sait Faik, “bir in sanı sevmekle başlar her şey” diye çarpan sevgi dolu bir yüreğe sahip ti. Bu sevgi dolu yürek sadece insan sevgisi taşımazdı içinde: “...Bir martı, bir nisan akşamında sırtüstü yatmış hâlâ ölmeye çalışıyordu, içimi birkederyaladı. Yanmdanay- nlamıyordum. Martının kafasını ellerime almıştım. Bir avuç deniz suyu getirip ağzına damlattım. Şid detle kafasını salladı. Birtitredi. Ve öldü. (...) Onlar ateşi yakıp topla dıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirlerken ben hâlâ martın ma*'
13, sayfanın devamı
yanı başındaydım. Kalafat: ‘Ne oluyorsun be,dedi. Şair misin, ne boksun? ‘Martı öldü de...’ dedim. ‘Martı da ölür, dedi. İnsan ölmü yorum ?’ Dünyanın yaradılışmdaydık şimdi, insanın ilk zamanlarım yaşıyorduk. Onlar av lıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış, ateşin karşısında oku m ak üzereydim. Kabile halkı bana kızmış tı....” (Sivriada Geceleri)
1944 yılında Sait Faik mozaiğinin en önepılı belki de son parçası belirmeye başlar • satır aralarında. Hastadır Sait Faik... Orhan Kemal’in kendisine yazdığı 30.1.1951 tarih li mektupta“...karaciğerbelası bende de var” diye yazdığı gibi karaciğer hastasıdır:
“ ...Benim de karaciğerim hasta. Kulakke- sildim. Ben demin sokağa daldığım sırada ilacın ismini söylemiş olacak ki tekrarlamı yordu. Bir daha söyler ümidiyle altımdaki hasır koltuğu o tarafa doğru yavaşça kaydır dım.” (Cezayir Mahallesi)
Sait Faik ölümden korkar mıydı? Hastalığı ile ilgili teşhis konduktan sonra içkiyi bıra
kan yazar ölmekten çok, sevdiklerini ardında bırakacağından korkuyordu. Hastalığının ciddiyetini, vücudunda yarattığı tahribatı, gerçekleşecek mutlak sonu biliyordu: ‘İçelim’dedim. ‘Öleceksin be’ dedi. ‘Ölece ğim ’ dedim.” (Yalnızlığın Yarattığı İnsan). “Kaç saat var ölüme? Bir sene mi? İki sene mi? Yoksa daha mı az? Beklenir... Ne bekle necek? Mucize! İlimde mucize yoktur. Bilin mez, keşfedilmemiş kanunlar bulunabilir ama... Tabiatın şakası yoktur. Ağır ağır öldür mek istedi mi ağır ağır, çabuk çabuğa niyet lendi mi koşar adım.” (G...)
Sait Faik mozaiği burada tamamlandı mı? Şüphesiz hayır. Eksik parçaların bir kısmı şimdiye kadar gün ışığına çıkmamış, ama çok yakın bir zamanda yayımlanacak şiirle rinde, mektuplarında... Bir kısmı hâlâ İstan bul sokaklarıyla Burgaz Ada arasında... Bir kısmı havada balık peşinde, bir kısmı deniz de... Ama büyük bir kısmı ise hâlâ hikâyele rinde; okudukça, Sait Faik’ i anladıkça ortaya çıkacak...-^
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a Toros Arşivi