• Sonuç bulunamadı

Edirne il merkezinde yaşayan 20-65 yaş arası yetişkinlerin geleneksel ve tamamlayıcı tedavi hakkında bilgi düzeyleri ve kullanım durumları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Edirne il merkezinde yaşayan 20-65 yaş arası yetişkinlerin geleneksel ve tamamlayıcı tedavi hakkında bilgi düzeyleri ve kullanım durumları"

Copied!
102
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

TRAKYA ÜNİVERSİTESİ

TIP FAKÜLTESİ

AİLE HEKİMLİĞİ

ANABİLİM DALI

Tez Yöneticisi

Prof. Dr. H. Nezih DAĞDEVİREN

EDİRNE İL MERKEZİNDE YAŞAYAN 20-64 YAŞ

ARASI YETİŞKİNLERİN GELENEKSEL VE

TAMAMLAYICI

TEDAVİ HAKKINDA BİLGİ DÜZEYLERİ

VE KULLANIM DURUMLARI

(Uzmanlık Tezi)

Dr. Merve ÜNAL

(2)

TEŞEKKÜR

Uzmanlık eğitimimde ve tez çalışmam boyunca gösterdiği her türlü destek ve yardımlarından dolayı Trakya Üniversitesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı ve tez danışmanım Prof. Dr. H. Nezih DAĞDEVİREN’e, yardımlarını ve katkılarını esirgemeyen Prof. Dr. Ayşe ÇAYLAN’a, Prof. Dr. Serdar ÖZTORA’ya ve Dr. Öğr. Üyesi Önder SEZER’e, eğitimimde emeği geçen tüm hocalarıma, birlikte çalıştığım tüm asistan arkadaşlarıma ve her zaman yanımda olan eşim Yunus Can ÜNAL’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

(3)

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ VE AMAÇ

... 1

GENEL BİLGİLER

... 3

GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP TANIMI ... 3

GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP TARİHÇESİ ... 4

DÜNYADA GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIBBIN KULLANIM DURUMU... 6

TÜRKİYE GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP YÖNETMELİĞİ’NDE KABUL GÖREN YÖNTEMLER ... 7

GEREÇ VE YÖNTEMLER

... 28

BULGULAR

... 30

TARTIŞMA

... 70

SONUÇLAR

... 76

ÖZET

... 78

SUMMARY

... 80

KAYNAKLAR

... 82

EKLER

(4)

SİMGE VE KISALTMALAR

ABD : Amerika Birleşik Devletleri ACTH : Adrenokortikotropik Hormon DSÖ : Dünya Sağlık Örgütü

EFCAM : European Federation for Complementary and Alternative Medicine (Avrupa Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Federasyonu)

ESCOP : European Scientific Cooperative on Phytotherapy (Fitoterapi Avrupa Bilimsel Kooperatifi)

FDA : Food and Drug Administration (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) GETAT : Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp

HIV : Human Immunodeficiency Virus (İnsan İmmun Yetmezlik Virüsü) MDT : Margot Debritman Tedavisi

: Milattan Önce

NCCAM : National Center for Complementary and Alternative Medicine (Ulusal Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Merkezi)

NIH : National Institutes of Health (Ulusal Sağlık Enstitüleri) OMT : Osteopatik Manipülatif Tedavi

SGK : Sosyal Güvenlik Kurumu SS : Standart Sapma

UV : Ultraviyole

VNS : Verbal Numerik Skalası YY : Yüzyıl

(5)

1

GİRİŞ VE AMAÇ

Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre; “Geleneksel tıp uzun bir geçmişe sahiptir. Fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamalar bütünüdür” (1). Ülkelerin geleneklerine göre ve kullanılma şekillerine göre ‘ tamamlayıcı tıp’, ‘alternatif tıp’, ‘holistik tıp’, ‘integratif tıp’, ‘doğal tıp’ gibi terimler de kullanılmaktadır. İnsanların kronik hastalıkları arttıkça geleneksel tıbba yönlendiği ve sahip çıktığı gözlenmektedir. Bu nedenle Amerikan Hükümeti Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH -The US Government National Institutes for Health) 1998 yılında, araştırmalar yapmak, geleneksel tıp konusunda tavsiyelerde bulunmak ve rehberlik etmek için ‘Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp için Amerikan Ulusal Sağlık Merkezi’ni (NCCAM -The US National Institutes of Health Center for Complementary and Alternative Medicine) kurmuştur (2). Ülkemizde ise 27 Ekim 2014 tarihli “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği” bu konudaki boşluğu düzenlemek ve yetkisiz insanların bu yöntemleri kontrolsüz şekilde uygulamasını engellemek için yayınlanmıştır. Bu yönetmelik sayesinde yöntemlerin amaçları, hangi hastalıklara uygulanıp uygulanamayacağı, verilecek eğitimler, kimler tarafından ve hangi sağlık kuruluşlarında uygulanabilecekleri açıkça ifade edilmiştir. Akupunktur dışında kalan yöntemler ilk defa bu yönetmelikte ele alınmıştır. 15 yöntem kabul edilmiş ve açıklamaları yapılmıştır. Bunlar; fitoterapi, larva uygulaması, proloterapi, müzik terapi, mezoterapi, homeopati, ozon uygulaması, kupa uygulaması, sülük tedavisi, osteopati, hipnoz, akupunktur, kayropraktik, refleksoloji, apiterapidir (3, 4).

(6)

2

İnsanların yaşam sürelerinin uzamasıyla doğru orantılı olarak artan bakımı ve takibi zor olan kronik , malign hastalıklar, sağlık ekiplerinin hastalarına yeterli zamanı ayıramaması, modern tıptaki ilaçların yan etkilerinden korkma gibi sebeplerden dolayı halkın ilgisi geleneksel ve tamamlayıcı tıbba yönlenmiştir ve zamanla bu ilginin daha da artacağı öngörülmektedir. Örneğin yapılan çalışmalar incelendiğinde geleneksel ve tamamlayıcı tıbba yönlenim oranları Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) erişkinlerde %40 civarında, Avrupa ülkelerinde %70-90, gelişmekte olan ülkelerde ise %95 e kadar vardığı gözlenmiştir. Türkiye açısından bakıldığında da sonuçlar benzerdir. Eskişehir merkezinde yapılan bir araştırmada katılımcıların % 60’ının geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemlerine yönlendiği , İzmir’de 60 yaş üzeri yaşlılarda ise bu oranın % 98,3’e ulaştığı gözlenmiştir. Bu nedenle bu yöntemler hakkında tüm hekimlerin bilinçlenmesi gerekmektedir. İnsanları bu yöntemleri kullanmaya iten neden ne olursa olsun hastalıklarına tanı koymayı geciktirebilir, istenmeyen yan etkilerin ortaya çıkmasına neden olabilir veya geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GETAT) yöntemlerini kullanma yetkisi olmayan insanlar tarafından zarara uğratılabilirler (5).

Bu çalışmada Edirne il merkezinde yaşayan 20-64 yaş arası erişkin nüfusun, GETAT hakkında literatür taranarak oluşturulan anket sorularına verdikleri yanıtlar değerlendirilerek, bilgi düzeylerinin ölçülmesi ve sosyodemografik bilgiler ve tutum özellikleriyle karşılaştırılarak, bilgi düzeylerini ve kullanım durumlarını etkileyen faktörlerin saptanması amaçlanmıştır.

(7)

3

GENEL BİLGİLER

GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP TANIMI

DSÖ’ye göre; “Geleneksel tıp uzun bir geçmişe sahiptir. Fiziksel ve ruhsal

hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı -izahı yapılabilen veya yapılamayan- bilgi, beceri ve uygulamalar bütünüdür” (1).

Fakat hala tüm dünyada ortak bir tanım kullanılmamaktadır. ABD’de bulunan NCCAM’ye göre; GETAT yöntemlerinin konvansiyonel tıp ile beraber kullanılması tamamlayıcı tıp iken, konvansiyonel tıp yöntemleri yerine kullanılması alternatif tıp şeklinde isimlendirilir. Ancak NCCAM, son yıllarda yeni bir tanım olan modern tıbbın güvenirliği kanıtlanmış GETAT yöntemleriyle beraber kullanılması anlamına gelen ‘integratif tıp’ tanımını kullanmaktadır (2).

Avrupa Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Federasyonu’na (EFCAM) göre ise; tamamlayıcı ve alternatif tıp, sağlığın devam ettirilmesi ve iyileştirilmesi, hastalıkların engellenmesi ve tedavisinde kullanılan çeşitli sağlık yöntemleridir ve bunlar bağımsız olarak veya modern tıp yaklaşımları ile beraber uygulanabilir (6).

Genel olarak değerlendirildiğinde hastanın tedavi sürecinde modern tıbba ek olarak yardımcı yöntemler kullanıldığında ‘tamamlayıcı tıp’, modern tıbbın yerine kullanılan yöntemlere ise ‘alternatif tıp’ denmektedir. Türkiye’de de uzun dönem benzer tanımlar kullanılmıştır. Fakat son yıllarda DSÖ’nün tanımı da göz önüne alınarak yapılan tartışmalar sonucu tıbbın alternatifi değil tedavinin alternatifi olabileceğine karar verilerek ‘geleneksel ve tamamlayıcı tıp’ tanımı ön plana çıkmıştır (3).

(8)

4

Bu tanımlar dışında kalan nadir de olsa kullanılan tanımlar şu şekildedir: folklorik tıp, doğal tıp, holistik tıp.

GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP TARİHÇESİ

Hipokrat (460-356 MÖ), modern tıbbın; tanı, tedavi, gözlem, biriktirilmiş deneyim ve neden sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiğini savunmuştur; dini inanç, sihir gibi yöntemlerin etkisinden kurtularak bilimsel değerlere dayalı şekilde uygulanmasının temellerini atmıştır (7). Ancak geleneksel ve tamamlayıcı tıbbın kökeni de Eski Çin ve Ayurvedik tıbbına kadar eskiye dayanmaktadır. Eski zamanlarda geleneksel iyileştirici ve şamanların olduğu topluluklarda fitoterapinin kullanıldığı yapılan araştırmalarda karşımıza çıkmaktadır. Homeopati, osteopati gibi yöntemler ise 19.yy’dan itibaren kullanılmaya başlanmıştır (8). Selçuklu ve Osmanlı döneminde ruh ve sinir hastalıklarına sahip insanlara günün belirli saatlerinde müzik terapisi yapılmaktaydı. Hatta müzikle tedaviyi uygulayabilmek için gerekli akustiğe sahip hastaneler yapılmıştır. Yine aynı şekilde Eski Mısır, Eski Roma ve Eski Yunan uygarlıklarında da müziğin akıl sağlığına iyi geldiğine inanılırdı (9).

Eski çağlardan günümüze kadar kullanılmaya devam eden ve özellikle son yıllarda kullanım sıklığı artan GETAT kullanımı için belirsizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla çeşitli dönemlerde yönetmelikler yayınlanmış ve merkezler kurulmuştur. Türkiye’de bu alanda ilk düzenleme 1991 senesinde yayınlanan “Akupunktur Tedavi Yönetmeliği” ile yapılmıştır. Bu yönetmeliğin amacı “Türkiye’de akupunktur tedavisinin, diğer yöntemlerde olduğu gibi, bilimsel yöntemlerle uygulanmasının sağlanması” olarak açıklanmıştır (10). Yönetmelikte, akupunktur ve uygulama yöntemleri açıklanmış, ek olarak kimlerin hangi tedavileri uygulayabileceği açıklanmış ve denetimi için “üst kurul” kurulmuştur. Daha sonra, 2002 senesinde yayımlanan yeni yönetmelik ile; bu yöntemleri uygulayan özel sağlık kuruluşlarına yönelik kurallar düzenlenmiş, “üst kurul”un yerini de “bilimsel kurul” almıştır (11). Sağlık Bakanlığı’ndan edindikleri izinle birlikte bazı üniversiteler akupunkturla ilgili eğitim vermeye başlamıştır. Akupunkturla ilgili sertifika almış tıp doktorları, sınava tabii tutulmuş ve başarılı olanlara akupunktur uygulama yetkisi verilmiştir. Bu gelişmelere bakıldığında ABD ve Avrupa’da uygulanan akupunktur yöntemi ülkemizde de tanınmaya ve uygulanmaya başlanmıştır (3).

(9)

5

ABD’de 1998 yılında NIH’e bağlı NCCAM kurulmuştur. Bu merkezin amacı, uygulanan yöntemlerin güvenirliliğini incelemek, kullanacak kişilerin sorularına açıklama getirmek ve kanıta dayalı bilgi sunmaktır (12).

NCCAM tamamlayıcı ve alternatif tedavi yöntemlerini beş grupta sınıflandırmıştır (13):

 Zihin–vücut tıbbı  Zihin–vücut sistemleri  Zihin–vücut metotları

 Dinsel ve spiritüel tedavi/gevşeme  Sosyal alanlar  Alternatif tıp sistemleri  Akupunktur  Ayurvedik tıp  Geleneksel Çin tıbbı  Naturopati

 Biyolojiye dayalı tedaviler  Bitkiler

 Günümüzde fitoterapi  Özel diyet tedavileri

 Farmakolojik, biyolojik girişimler  Manipülatif ve bedene dayalı tedaviler  Şiroprakti  Masaj  Reiki  Osteopati  Hidroterapi  Enerji terapileri  Biyoalan Terapötik dokunma Refleksoloji  Biyoelektromanyetikler

(10)

6

Türkiye’de son olarak Sağlık Bakanlığı tarafından Ekim 2014 yılında “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği” yayınlanmıştır. Bu yönetmelik sayesinde yöntemlerin amaçları, hangi hastalıklara uygulanıp uygulanamayacağı, verilecek eğitimler, kimler tarafından ve hangi sağlık kuruluşlarında uygulanabilecekleri açıkça ifade edilmiştir. Akupunktur dışında kalan yöntemler ilk defa bu yönetmelikte ele alınmıştır. 15 yöntem kabul edilmiş ve açıklamaları yapılmıştır. Bunlar; fitoterapi, larva uygulaması, proloterapi, müzik terapi, mezoterapi, homeopati, ozon uygulaması, kupa uygulaması, sülük tedavisi, osteopati, hipnoz, akupunktur, kayropraktik, refleksoloji, apiterapidir. Bu yöntemleri uygulama yetkisi hekimlere ve kendi alanlarının dışına çıkmamak üzere eczacı ve diş hekimlerine verilmiştir. Kamu ve özel sağlık kuruluşlarına ‘uygulama üniteleri’, üniversite hastanelerine ve eğitim araştırma hastanelerine ‘uygulama merkezi’ denilmiştir. Sağlık Bakanlığı’nın onay vermesi durumunda sadece uygulama merkezlerinde eğitim verilmesi kararlaştırılmıştır. Bu sayede eğitimde bir standart olması hedeflenmiştir. Bu alanda deneyimi olan 11 uzmandan oluşan bilimsel komisyon kurulmuştur. Bu komisyonun görevi; oluşabilecek yan etkileri, endikasyonları ve kontrendikasyonları belirlemek, uygulamanın yapılacağı yerlerde belli standardı oluşturmayı sağlamak, yeni başvurularda denetimi sağlamaktır (3, 4).

DÜNYADA GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIBBIN KULLANIM DURUMU

GETAT kullanım nedenleri sorgulandığında çeşitli gerekçeler öne sürülmüştür. Modern tıbbın mekanikleşmesiyle hastalara ayrılan sürenin azalması ve bunla doğru orantılı artan hasta memnuniyetsizliği, modern tıbbın bazı hastalıklarda çaresiz kalması, sağlık sistemine ve ilaca ulaşmada oluşan maddi yetersizlikler, GETAT’ın doğal olduğuna ve yan etkisinin daha az olduğuna inanmak gibi nedenler önde gelmektedir (14).

Dünyada ve ülkemizde yapılan çalışmalara baktığımızda oranlar şu şekildedir;

Amerika’da 1997 yılında yapılan ulusal bir çalışmaya göre, bir önceki yılda çalışmaya katılanların %42,1’i en azından bir GETAT yöntemini denemiştir. GETAT uygulayıcılarına yapılan hasta başvurularına bakıldığında 1990 yılında %36,3 iken 1997 yılında artış gözlenerek %46,3 olduğu bulunmuştur (15). ABD’de romatoid artriti bulunan 612 hastayla yapılan bir çalışmada hastaların %90.2’sinin GETAT yöntemlerinin en azından birini denediği ve %69,2’sinin hala kullanmaya devam ettiği tespit edilmiştir (16).

2002’de NIH raporuna göre ABD’de %62 kişi GETAT kullanmaktadır. Bu orandan hastalık nedeniyle başvurulan dini ritüeller çıkarıldığında oran %36’dır. (17). 2007’deki NIH

(11)

7

raporuna baktığımızda ABD’de her 10 yetişkinden 4’ü(%38,3), her 9 çocuktan 1’i(%11,8) GETAT yöntemini kullanmaktadır(18). 2012 NIH raporu değerlendirildiğinde ise, ABD’de yetişkinler tarafından en sık tercih edilen GETAT uygulamaları şu şekildedir: vitamin veya mineral olmayan besin takviyeleri (%17,9), kiropraktik veya osteopatik manipülasyonlar (%8,5), yoga veya meditasyon (%8,4) ve masaj terapileri (%6,8) (19).

Çin’de sağlık kurumlarının %95’inde geleneksel ve konvansiyonel tıbbın iç içe olduğu bilinmektedir. GETAT yöntemleri içinde de akupunkturun ilk sıralarda olduğu, GETAT’la ilgilenen 2500’den fazla sağlık kurumu, 350000’den fazla sağlık çalışanının varlığı belirtilmektedir. Ayrıca Çin’de hastaların sağlık sigortaları modern tıbba ek olarak GETAT yöntemlerini de karşılamaktadır ve 170 adet GETAT araştırma enstitüsüne sahip oldukları bilinmektedir (20).

Genel olarak çalışmalardaki GETAT kullanımını değerlendirdiğimizde Amerika’da %42,1, Fransa’da %49,3, Avustralya’da %48,2, Kanada’da %70,4 şeklindeyken, gelişmekte olan ülkelerde ise oranlar Şili’de %71, Kolombiya’da %40 , Çin’de %70 ve Afrika ülkelerinde %80 şeklindedir (21).

Türkiye’de kullanım oranları şu şekildedir: Kayseri merkezde aile sağlığı merkezine başvuran 1100 hastaya uygulanan ankette GETAT kullanım oranı %65,8’dir (5). İzmir’de kırsal kesimde yaşayan 60 yaş üstü hastalara uygulanan anket sonucuna göre GETAT kullanma oranı %98,3’e kadar varmaktadır (22). İzmir’de yapılmış bir diğer çalışmada ise yaşlı bireylerin ilaç tedavilerine ek olarak %62,1’i bitkisel ürünler, %54,3’ü ise diğer yöntemleri kullanmaktadır (23). Eskişehir’de yapılmış bir çalışmada ise oran %60’dır (5). Türkiye geneli kanser hastalarında GETAT kullanımına yönelik yapılmış bir literatür taramasında ise oran %22,1 ile %84,1 arasında dağılım göstermektedir (24).

TÜRKİYE GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP YÖNETMELİĞİNDE KABUL GÖREN YÖNTEMLER

Fitoterapi

Fitoterapi; tıbbi bitkilerle tedavi anlamında kullanılmaktadır. Bu terim ilk kez La Presce Medical dergisinde, Fransız bir hekim olan Henri Leclerc (1870-1955) tarafından dile getirilmiştir (25, 26).

Şifalı bitkilerin kullanımı Paleolitik döneme yani 60000 yıl öncesine kadar dayandığı yapılan çalışmalarda gösterilmektedir. Bitkilerin tıbbı alanda kullanıldığına dair yazılı

(12)

8

belgeler ise MÖ 3000’li yıllara kadar dayanmaktadır (27). MÖ 1550 yıllarından kalan bir mezarda mumyanın yanında bitki, hayvan ve minerallerden elde edildiği yazılan 79 drog ve 811 ilaç ve bu ilaçların nasıl üretileceğinin tarif edildiği yazılara rastlanmıştır. Hindistan ve Çin’de ise MÖ 2500 dönemlerinde Rig Veda yazıtlarında 1000 şifalı bitkiden söz edilmektedir. Aristo bitkileri dış görünüşüne göre sınıflara ayırmaya başlamış, öğrencisi Theophrastus ise sınıflamaya devam etmiştir. Theophrastus, bitkisel ilaçlar hakkında bilgilerini Bitkiler Tarihi (De Historia Plantarum) adlı kitabında toplamıştır (28).

Bitkisel tedavilerin kullanımı ülkelere göre farklılık göstermektedir ve medyada doğal ürünlere yönlendirme arttıkça kullanım oranları da artmaktadır. Modern tıbba ulaşımın güç olduğu Afrika ülkelerinde kullanım oranı %80’e varırken, gelişmiş ülkelerde %50 civarındadır. Hindistan, Çin gibi ülkelerde ise çok eskiden beri kullanılan GETAT yöntemlerini halkın hala %65 gibi bir kısmı aktif kullanmaktadır (29).

Sağlık sektöründe dünyanın en hızlı gelişen alanlarından biri olan bitkisel ürün piyasası, 2001’de dünyada 43 milyar dolarlık bir bölüme sahipken, 2007’de bu miktar 60 milyar dolara kadar ulaşmıştır. DSÖ’nün yaptığı açıklamaya göre dünya genelinde 35.000-70.000 civarında bitki tedavi amacıyla kullanılmaktadır ve bu bitkilerin sadece 5.000 kadarının tıbbi incelemesi yapılmıştır (27).

Bitkilerin hastalık tedavisinde kullanılabilmesi için, güvenilirlik ve etkinlik yönünden araştırılması gerekir. Burada güvenilirlikle kastedilen, kontaminasyonun önlenmesi, kullanılan etken maddenin üründeki miktarının belirlenmesi; yani, belli bir standardın yakalanmasıdır. Bitkilerin, hastanın kullandığı diğer ilaçlar ile etkileşimleri hekim tarafından bilinmeli ve yönetimi eksiksiz sağlanmalıdır. Bazı Avrupa ülkelerinde, bitkisel ürünlerin standardizasyonu sağlanarak eczanelerde ve marketlerde satışa sunulmaktadır. Bu standartlar ise, DSÖ, ESCOP (European Scientific Cooperative on Phytotherapy) ve Komisyon E gibi kurumlar tarafından değerlendirilmektedir (30).

Bitkisel ürünlerin hastalar tarafından doktor kontrolü olmadan kullanımında ortaya çıkabilecek yan etkileri birkaç örnekle değerlendirirsek;

-Burun akıntısında dekonjestan olarak etki gösteren ve kilo verme amacıyla da kullanılmaya başlanan Herba ephedrae (efedra), monoamin oksidaz inhibitörleriyle beraber kullanıldığında çok ciddi hipertansiyona neden olabilen kalp hastalıklarına yol açabilmektedir.

(13)

9

-Depresyon tedavisinde kullanılabilen Hypericum perforatum (sarı kantaron) norepinefrin, dopamin ve seratonin artışına neden olabildiği için antidepresan tedaviyle beraber kullanılmamalıdır.

-Birçok sindirim sistemi rahatsızlığında kullanılan Rhizoma zingiberis (zencefil) kanama süresi üzerine etki edebilmektedir, bu nedenle antikoagülan tedavi alan hastaların dikkatli kullanması gerekir.

- Aetheroleum eucalypti (okaliptüs esansı) karaciğer enzimlerini uyararak ilaçların etkinliğini azaltabilir.

-Bazıları, genlerin vücuttaki etkilerini de değiştirebilmektedir. Yapılan çalışmalar

sonucunda Cortex berberidis (karamuk kabuğunun) içerdiği berberidin’in insanda bulunan çoklu ilaç rezistans geninin vücuttaki etkisini değiştirdiği gösterilmiş ve bunun da bazı kemoterapötik ajanların etkisini azaltarak, kemoterapinin etkinliğini azalttığı gözlenmiştir.

-Bu ürünlerin kullanımındaki en büyük sorunlardan biri de doz ayarının hastanın inisiyatifinde olmasıdır. Anksiyeteye bağlı oluşan şikayetlerde kullanılan Radix valeriane (kedi otu kökü) ve Herba passiflorae’nin (çarkıfelek otu) sedatif etkilerinden dolayı dikkat eksikliğine neden olabilmektedirler. Bu nedenle doz ayarı sağlanamadığında dikkat gerektiren durumlarda veya araç kullanma gibi durumlarda ciddi sonuçlara sebebiyet verebilirler (27).

Buna benzer çok fazla örnek bulunmaktadır. Bu ürünlerin kullanım oranlarına bakıldığında her hekimin bu alanda bilgi sahibi olması, hastasının kullandığı yöntemleri sorgulaması ve hastanın sağlığını koruması gerekmektedir.

Larva (Maggot) Uygulaması

Maggot debritman tedavisi (MDT), Lucilia Sericata isimli yeşil sineğin steril hale getirilmiş larvalarının kullanılmasıyla oluşan bir tedavi yöntemidir (31).

Mayaların ve Avustralya yerlileri gibi eski toplulukların maggot uygulamasından yararlandığı düşünülmektedir, maggot uygulamasına dair ilk yazılı belgelerin 16. yy Ambroise Pare’ye ait olduğu bulunmuştur. Eski zaman hekimlerinden Baron Larrey(1829) ve Joseph Jones de savaşta yaralanan askerlerin tedavisinde MDT yöntemini kullanmışlardır. Bu larvaların sadece nekrotik dokuyu erittiklerini ve sağlam dokuya zarar vermediklerini gözlemlemişlerdir. 1950-1980 arasındaki yıllarda antibiyoterapi ve cerrahi debritmanın ön plana çıkmasıyla MDT geri planda kalsa da 1990’dan sonra Avrupa ülkelerini de içeren 24’ten fazla ülkede aktif kullanıldığı düşünülmektedir(31, 32). Faydası bütün dünyaca kabul

(14)

10

edilen bu yöntem 2004 yılında Food and Drug Administration (FDA) tarafından onay almıştır (33).

Larvalar kronik yarada etkilerini üç mekanizma ile göstermektedir:

-Enfekte ve nekrotik dokuyu proteolitik enzimlerle eriterek debride etmek; yaranın iyileşmesini geciktiren ve mikroorganizmalar için uygun ortamı sağlayan en önemli faktör nekrotize dokudur. Larvalar bistüri ucunun dahi giremediği noktalarda nekrotik dokuyu eritmekte etkilidir. Yeterli debritman yapıldığı düşünülse bile sağlam dokuyla nekrotik dokunun net ayrılamadığı mikro durumlar vardır. Larvalar proteolitik enzimleri sayesinde bu iki dokunun ayırt edilmesini ve nekrotik dokunun sıvı haline getirilmesinde etkilidir. Sıvı haline getirdiği nekrotik dokuyu besin olarak kullanmaktadır.

-Yaranın sterilizasyonunu sağlamak; larvaların birçok mikroorganizmayı uzaklaştırdıkları yapılan çalışmalarda bildirilmiştir. Ayrıca larvalar mikroorganizmaların biyofilm tabakası oluşturmasını engellemekle beraber oluşmuş biyofilm tabakalarını da parçalamaktadır.

-Yara iyileşmesini uyarmak; larvalar yaranın üzerinde gezinirken salgıladıkları sindirim sıvıları sayesinde dokunun iyileşmesini uyarır. Bu sindirim sıvısında allantoin, üre, amonyum bikarbonat gibi büyüme faktörleri bulunmaktadır (33).

Maggot tedavisi modern tıbba yanıt vermeyen kronik seyirli yaralarda, cerrahi debritmanlar sonrası iyileşme gözlenmeyen inatçı yaralarda, bazı tedavi yöntemlerine alerjisi olan hastalarda uygulanabilecek maliyeti düşük yöntem olarak düşünülebilir.

Ateşli silah yaralanması sonrası yoğun bakım ünitesinde takibi yapılan bir hastada sacrum bölgesinde, sağ trokanter ve sol trokanterde bası yarası oluşmuştur. İki ay boyunca konvansiyonel tedavi yöntemleri denenen hastanın yaralarında hızla ilerleme gözlenmiştir. Bunun sonucunda hastaya MDT planlanmıştır. Hastanın bası yaralarının öncesi ve sonrası aşağıdaki şekillerde gösterilmiştir.

(15)

11

Şekil 1. İki aylık konvansiyonel tedavi Şekil 2. İki aylık konvansiyonel tedavi sonrası sacral bölge sonrası sağ trokanter

Şekil 3. İki aylık konvansiyonel tedavi sonrası sol trokanter

Şekil 4. Sekiz günlük MDT sonrası Şekil 5. Sekiz günlük MDT sonrası sacral bölge sağ trokanter

Şekil 6. Sekiz günlük MDT sonrası sol trokanter (32)

(16)

12 Proloterapi

Kronik kas iskelet sistemi ağrılarının tedavisinde kullanılan proloterapi yönteminin adı, ‘proliferasyon’ ve ‘terapi’ adlarının birleştirilmesiyle oluşmuştur. ABD’de 1930’lu yıllardan itibaren kullanıldığı bilinse de proloterapi tanımı kullanılarak ilk kez 1950’de Dr. George Hackett tarafından uygulanmıştır. Genel cerrah olan Dr. Hackett fıtık ameliyatı sırasında yanlışlıkla tendon-kemik birleşkelerine enjekte edilen bazı sklerozan maddelerin dokuda profilerasyon yaptığına şahit olmuştur. Proloterapi yöntemine bu şekilde yönlenmiştir (34).

Proloterapi, proliferatif ve irritan maddelerin kas iskelet sisteminde hasarlı olan bölgeye (eklem, tendon, entezis, ligament) enjekte edilmesiyle oluşturduğu sınırlanmış fizyolojik inflamasyon ile iyileştirmeye dayanan bir tedavi yöntemidir. Proloterapide asıl amaç; kontrollü inflamasyon oluşturarak normal iyileşme sürecini taklit etmek, iyileşmeyi tetiklemek, fibroblastik aktivite ve kollajen doku depolamasını artırmak, böylece ağrıya neden olan bölgeyi güçlendirmek ve ağrının azalmasını sağlamaktır (35).

Proloterapide kullanılan proliferatif maddelere baktığımızda fenol, trombosit, kök hücre, ozon, çinko sülfat, sodyum morhuat gibi çeşitli maddelerin de etkili olmasına rağmen günümüzde en yaygın kullanılan madde hipertonik dekstrozdur. Hazırlanan solüsyon içeriğinde eklem dışı uygulamalar için %15’lik dekstroz, eklem içi uygulamalar için %25’lik dekstroz bulunmaktadır. Yapılan araştırmalarda dekstrozun yoğunluğu %10’un altındayken rejeneratif etki, üstündeyken proliferatif etki gösterdiği anlaşılmıştır. Düşük yoğunlukta dekstroz içeren enjeksiyonlarda nörojenik yolaklarla ağrının kesilmesi sağlanmaktadır, yüksek yoğunlukta dekstroz içeren enjeksiyonlarda ise ozmotik etki ile proliferasyonun arttığı bilinmektedir. Ülkemizde bulunan dekstroz içeriklerinin yoğunlukları %5, %10, %20, %30 ve %50 şeklindedir. Solüsyonlar, dekstroz, lidokain ve serum fizyolojiğin karıştırılmasıyla elde edilir (34, 36).

Proloterapinin uygulanmasında hekimin el becerisi ön plana çıkmaktadır. Enjeksiyon tendonun kemiğe yapışma noktasına yapılmaktadır. Bu noktalarda dokuların kanlanması dolayısıyla beslenmesi daha azdır. Bu nedenle bu noktalar desteklenmektedir. İyileşme süreci ve inflamasyon süresi dikkate alındığında enjeksiyonların üç-dört hafta arayla yapılması uygun görülmüştür. Enjeksiyon sonrası ağrının tedaviye hızlı yanıt vermesi beklenirken fonksiyondaki düzelme için seansların ilerlemesi gerekmektedir. Proloterapinin temel mekanizmasında inflamasyon olduğu için işlemden önce ve iki hafta sonrasına kadar nonsteroid antiinflamatuar veya steroid kullanılmamalıdır (34).

(17)

13

Proloterapinin endikasyonları arasında; Osteoartrit, Kronik bel ağrısı, Torokal ve servikal ağrı sendromu, Plantar fasiitis, Rotator kılıf veya bisipital tendinozis, Osteoitis pubis, Whiplash yaralanmaları, Spor yaralanmaları yer almaktadır (36, 37).

Müzik Terapi

Kökeni Yunanca “mousike” / “mousa”dan gelen müzik sözcüğü, tüm dünyada aynı anlamda kullanılmaktadır (38). Müzik terapinin çok eskiye dayanan bir tedavi yöntemi olduğu, MÖ 2000’lerden beri çeşitli toplumlarda hastaları tedavi etmek için kullanıldığı bilinmektedir (39). Homera, ameliyatlar sırasında müziği kullanmış ve olumlu etkilerini göstermiştir. Aesculape’nin ise, sağırlık tedavisi için trampet kullanmıştır. Platon da M.Ö. 400 döneminde müziğin, ruhun derinliklerini etkileyerek kişiye hoşgörü ve dinginlik verdiğini belirtmiştir. Celcus ve Arateus ise, müziğin ruhu sakinleştirdiğini ifade etmiştir. Mısırlılar da doğum sırasında rahatlamayı sağlamak için müziği kullanmışlardır (38).

Batı ülkelerinin ruh hastalarına işkence yaptıkları dönemde Türkler bu kişileri birer hasta olarak kabul ederek; ruh hastalarının tedavilerine büyük önem vermişlerdir. Ruh hastalıklarında müzikle terapiyi ilk defa düzenli ve bilinçli şekilde uygulayan ve bu terapinin öncülüğünü yapanlar Türklerdir. Türkler müzikle tedavi seçeneğini en ciddi şekilde Selçuklu ve Osmanlı döneminde uygulamıştır. Ruh hastalıklarının tedavisi için, kurulan darüşşifalarda müzikle terapi için belirli günler ve saatler belirlenmiştir (9).

Yüzyıllarca devam eden müzikoterapi uygulamaları 21.yy’da da tüm dünyada uygulanmaya devam etmektedir. Türkiye’de de son dönemde pek çok merkezde benzer uygulamalar yapılmaktadır. 2005-2006 yıllarında 40 deney 40 kontrol grubu olmak üzere toplam 80 gebede yapılan bir çalışmada indüksiyon uygulanan primipar gebelere travay döneminde dinletilen müziğin doğum ağrılarına ve sürecine olan etkisi araştırılmıştır. Deney grubundaki primipar gebelere eğitim verilmiş, doğum sancılarına iyi geldiği bilinen Rehavi makamındaki müzik en az 6 kez 20 dakika boyunca dinletilmiştir. Kontrol grubundakilere ise eğitim verilmemiş ve müzik dinletilmemiştir. Çalışmanın sonunda eğitim verilen ve müzik dinletilen gebelerde travay ve doğum sürecinin daha kolay atlatıldığı saptanmıştır (40).

Guetin ve arkadaşları tarafından yapılan bir çalışmada, alzheimerı bulunan hastalarda müzikoterapinin anksiyete ve depresyon üzerine etkileri araştırılmıştır. Hastalarda 16 ve 24. haftalarda iyileşmeler gözlenmiştir. Hastalarda anksiyete ve depresyon bulgularında azalmalar olmuştur. Uygulanan müzik terapinin etkisi 8 hafta kadar sürmüştür. Müzikoterapi sırasında

(18)

14

ve sonrasında hastaların kendilerini daha iyi hissettikleri ve kısa süreli bellektekileri uzun süreli belleğe aktarmada ilerleme kat ettikleri gösterilmiştir (41).

2007 yılında Gazi Üniversitesi Algoloji Bölümünde müzikoterapinin etkinliğini araştırmak için çeşitli bölgelerde ağrısı olan 20 hasta ile çalışma yapılmıştır. Hastaların terapi öncesi ve sonrası olmak üzere verbal numerik skalasına (VNS) göre ağrı şiddetleri (0 ile 10 arasında) belirlenmiştir. Hastaların ağrı şiddetlerinde terapi öncesi ve sonrası olarak değerlendirildiğinde anlamlı farklılık gözlenmiştir. Ayrıca hastaların müzikoterapi öncesi ve sonrası bakılan adrenokortikotropik (ACTH) ve kortizol hormonlarında da %40 kadar azalma tespit edilmiştir (40).

Osteopati

Osteopatik felsefe dört temel ilkeye dayanmaktadır; -Vücut zihin, beden ve ruhtan oluşmuş bir ünitedir. -Vücut kendi kendini düzenleyen mekanizmalara sahiptir. -Vücudun yapısı ve işlevi birbiriyle ilişkilidir.

-Rasyonel terapi, vücudun kendi düzenleyici mekanizmalarının anlaşılmasına ve vücudun yapı ve işlevinin karşılıklı ilişkisine dayanır (42).

İlk osteopatik okulu Andrew Taylor Still tarafından 1892 yılında kurulmuştur. Osteopatik tıbbın temelini vücudun kendi kendini iyileştirme felsefesi oluşturmaktaydı. Still ilaçların hastanın iyileşmesinde etkilerinin pek olmadığına inandığı için, bir osteopat ilaç yazamazdı. Hastalıkların nedenlerini ve nasıl tedavi edileceklerini bulabilmek için, hekimin vücudun yapısal ve fonksiyonel bütünlüğünü inceleyerek tedavi etmesi gerektiğine inanmıştır. Still ve arkadaşlarının insanın temel yapısını göz önünde bulundurarak geliştirdikleri Osteopatik Manipülatif Tedavi (OMT) yönteminin kan akımını hızlandırarak vücudun kendi kendisini iyileştirmesine olanak sağladığı kanıtlanmıştır (43).

OMT, osteopatlar tarafından uygulanan ve ellerin kullanıldığı farklı teknikler içeren hastaların somatik disfonksiyonlarının tedavisinde etkili olan bir yöntemdir. OMT manipulasyonları, mobilizasyonları ve sirkülasyonu düzenleyen direkt ve indirekt teknikleri içerir. Bu tekniklerin özet hali Tablo 1’de verilmiştir (44).

(19)

15 Tablo 1. Osteopatik ve Manipülatif Tıp Teknikleri

Teknikler Tanımlar Direkt/İndirekt

Artikülatör tedavi

Düşük hız-yüksek amplitüd tekniği

Eklem hareket açıklığının arttırılması hedeflenerek eklem hareketi boyunca mobilizasyonu sağlamak

Direkt*

Dengeli ligament gerginliği/

Ligamentöz eklem gerginliği

Eklem hareketini yaralanan pozisyona geri döndürerek kısıtlayıcı bariyeri devre dışı bırakmak amaçlanır. Böylelikle fizyolojik gerginliği yeniden kurmak amaçlanır.

İndirekt*

Chapman’ın refleks noktaları

Refleks noktalarının palpe edilebildiği ilgili dokuların sertliğinin değişmesi gibi bir plak olarak ortaya çıkan refleks noktaları sistemi, iç organ disfonksiyon veya patolojinin yansımaları olduğu varsayılan ön ve arka fasyal doku anormalliklerini temsil etmektedir.

Çoğunlukla tanı için kullanılır; refleks noktasının tedavisi, viseral disfonksiyonun tedavisi ile sonuçlanmayabilir ve refleks noktasının tedavisi doğrudan inhibisyonu içerir.

Gerilme veya karşı gerilme

Yanlış gerilme refleksinin tam tersi yönünde hafif bir gerilme pozisyonu uygulayarak uygun olmayan gerilme reflekslerini engellemek için tasarlanmış teknik

İndirekt

Pozisyonel serbest bırakma

Vücudun bir bölgesi tüm düzlemlerde nötral bir pozisyona yerleştirildiğinde, kompresyon veya traksiyon gibi bir kuvvet eklenerek yapılan myofasiyal serbestleştirme tekniğidir

İndirekt

İnhibitör basınç tedavisi

Refleks aktivitesini azaltmak ve rahatlama sağlamak

için yumuşak dokulara sabit basınç uygulama tekniği Direkt

Lenfatik teknikler

Lenfatik akışı iyileştirmek için tasarlanmış çeşitli teknikler; Thoracic Inlet Release, Galbreath Drainage, Miller Thoracic Pump, Doming the Diaphragm, Marion Clark Drainage, Pelvic Diaphragm Release, ve

Dalrymple Pedal Pump

Direkt ve İndirekt

Kas enerjisi Hastanın bilinçli olarak vücudunu hassas bir şekilde kontrol edilen pozisyondan hekim tarafından tanımlanan

bir dirence karşı hareket ettirdiği teknik

Direkt

Miyofasiyal gevşetme tekniği

Dokulardan geri bildirimi içeren ve sonuçta bir rahatlama sağlamak için yeniden konumlandırılan

sürekli uygulanan bir palpasyon tekniği Direkt veya İndirekt

Kranial osteopati

Primer solunum mekanizmasını kullanarak tanı ve tedaviye olanak sağlayan bir tekniktir: 1) Beyin ve omurilik hareketliliği; 2) Beyin omurilik sıvısı

dalgalanmaları; 3) İntrakranial ve intraspinal membran hareketliliği; 4) Kranial kemiklerin eklem hareketliliği; 5) İlialar arası sakrumun mecburi hareketliliği

Direkt veya İndirekt

Yumuşak doku tedavisi / miyofasiyal tedavi

Kas ve fasyaya yönelik iskelet ya da eklem elemanları

dışındaki dokulara yönelik palpasyon tekniği Direkt veya İndirekt

İtme terapisi/Impulse mobilizasyon (HVLA)

Bir eklemin daha iyi mobilizasyonunu sağlamak için uygun konumlandırmadan sonra yüksek hız, düşük amplitüd kullanan eklem itme tekniği

Direkt

Visseral

manipülasyon İç organların fizyolojik fonksiyonlarını geliştirmeye yönelik uygulanan tekniklerdir. Fasyal dengeyi sağlamak için visseral dokuların kendi fasyal eklerine doğru hareket ettirilmesidir.

Direkt veya İndirekt

*Direkt: Teknik kısıtlayıcı bariyeri devreye sokmayı içerir. *İndirekt: Teknik kısıtlayıcı bariyeri devreye sokmayı içermez.

(20)

16

OMT dünya genelinde batılı gelişmiş ülkeler tarafından kullanılmaktadır. OMT; Avustralya, ABD, Birleşik Krallık ve Yeni Zellanda’da diğer konvansiyonel tedavilerle beraber tedavi amaçlı kullanılmaktadır (45). Ülkemizde ise henüz yeteri kadar yaygınlaşmamış olsa da kullanılmaktadır.

Mezoterapi

Mezoterapi; çok küçük ilaç dozları ile vücudun spesifik bölgelerine uygulanan deri içi veya deri altı enjeksiyon işlemidir. Kullanılan ilaçlar genellikle doğal bitki ekstreleri, homeopatik ilaçlar, mineraller ve vitaminlerdir. Mezoterapi yöntemi kozmetik açıdan dermatolojide, spor hekimliğinde, romatolojide ve nörolojide uygulanmaktadır. Mezoterapi uygulamasının en önemli avantajlarından biri minimal ilaç dozlarında tedavi etmek ve bu sayede olabilecek sistemik yan etkilerden korunmaktır (46).

İlk olarak 1952 senesinde Fransa’da astım atakları nedeniyle bir hastaya intravenoz prokain enjeksiyonunu takiben hastada mevcut duyma probleminin düzeldiğini gözlemleyen Dr. Michel Pistor bu tecrübesinin ardından prokaini kulak bölgesine lokal olarak çok sayıda enjeksiyon uygulamış ve bu yöntemi etkili bulmuştur. 1958 yılında Dr. Pistor bu yöntemi ilk kez tanımlayarak mezoterapi terimini literatürde kullanmıştır. Mezoterapi 1987 yılında ise Fransız Tıp Akademisi tarafından farklı bir uzmanlık dalı olarak kabul görmüş ve günümüzde dünyanın birçok ülkesinde yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır (47).

Mezoterapi uygulaması hem kozmetik hem de medikal açıdan oldukça geniş bir endikasyon alanına sahiptir. Kozmetik amaçla lipoliz, selülit, bölgesel zayıflama, cilt gençleştirme, saç kaybı ve bakımı gibi durumlarda kullanım alanı bulurken; medikal amaçla alopesi, lipom, melazma, akne, stria, psöriazis, ksantalezma, hiperpigmentasyon, vitiligo, egzema, bacak ülseri, skar dokusu tedavisinde de kullanılmıştır. Ayrıca dermatoloji dışında osteoartrit, romatoid artrit, spor yaralanmaları, astım, gut, depresyon ve migren gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde de kullanılmıştır (47, 48).

Mezoterapinin etki mekanizması ile ilgili 4 teorinin üzerinde durulmaktadır:

1-Pistor’un refleks teorisi: Dermal inhibitör mekanizmaları tetikleyerek lateral meduller seviyedeki reaksiyonları uyarır. Bu dermal inhibitör stimulus hem iğneler yoluyla hem de ilaçların farmakolojik etkisine bağlı gelişebilir.

2-Bicheron’un mikrosirkülatuar teorisi: Mezoterapi ajanları lezyonun olduğu dokudaki lokal mikrosirkülasyonu uyarır.

(21)

17

3-Mezodermik teori: Dermiste bulunan immun sistem hücrelerin etkileyerek inflamasyonu baskılar.

4-Üçüncü dolaşım teorisi: Mezoterapi ajanlarının interstisyel doku (üçüncü dolaşım alanı) yardımıyla daha derin dokulara ulaşmasını ve hedef dokularda daha yüksek miktarda bulunmasını sağlar, böylece tedavi edici etkileri artmış olur (46).

Kayropraktik

DSÖ Kayropraktik 2005 Kılavuzuna göre; ‘’Kayropraktik, sinir-kas-iskelet sistemleri bozukluklarının teşhisi, tedavisi ve önlenmesi ve bu bozuklukların genel sağlık üzerindeki etkileri ile ilgili sağlık hizmeti veren, subluksasyon (çıkık ve kırık olmadan ekseni bozulmuş normal eklem) üzerinde özel bir odaklanma ile patolojik eklem biyomekaniğini düzeltme yapan ve vücudun doğal olarak iyileşmesini sağlayan ve bu alan içerisine giren manuel teknikleri içeren bir uzmanlıktır.’’ (49).

Kayropraktiğin bulunuşu, 1895 yılında Amerika Birleşik Devletleri, Davenport, Iowa’ da başlar ve ilk kayropraktik okulu ile 1897 yılında David Daniel Palmer’a atfedilir. Kayropraktik ‘elle yapılan’ anlamına gelmektedir ve adını Palmer’den almıştır (49).

Kayropraktik yöntemi, elle tedavi yöntemlerinin en sık kullanılan türlerinden biridir. Dünya genelinde kullanılmaktadır ve 40 ulusal bölge hükümetinde ise kanunlarla düzenlenmiştir. Avrupa Birliği ve komşu ülkelerin 16’sında yasal düzenlemesi mevcut bir meslektir; 10 ülkede ise yasal düzenlemesi olan bir tedavi şeklidir fakat mesleki düzenlemesi yoktur; 13 ülkede ise herhangi bir yasal düzenleme yoktur. Ülkemize baktığımızda 2007 yılında Doğu Akdeniz ve Orta Doğu Kayropraktik Federasyonu bölgesel toplantısı Türkiye`de düzenlenmiştir. 2008 yılında ise Kayropraktik Omurga Sağlığı Derneği kurulmuştur. 2014 yılında da Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan yönetmelikle resmi düzenlemeler getirilmiştir (50).

Kayropraktik; bel-boyun ağrısı, servikal kaynaklı baş ağrısı, yumuşak doku zorlanmaları, lomber spinal stenoz, burkulma, tendinit, skolyoz, radikülopatiler, eklem disfonksiyonları gibi kas iskelet sistemi hastalıklarında uygulanabilmektedir (50, 51).

Homeopati

Yunanca homoios (benzer) ve pathos (acı çekmek) kelimelerinin birleşmesinden oluşan homeopati, benzerlik ilkesine dayanan terapötik yöntemdir. Similia similibus curantur “benzeri benzerle tedavi etmek’’ düşüncesine dayanan homeopati; bedenin kendi kendini

(22)

18

tedavi edici yollarının uyarılmasıyla hastalık etkisinin kalkmasının sağlandığı doğal bir tedavi yöntemidir. Yani herhangi bir madde sağlıklı insanda hastalık belirtileri oluşturuyorsa, aynı belirtilerin görüldüğü başka bir hastada tedavi edici olabilir. Bu benzerlik ilkesi Hipokrat ve Paracelsus’a kadar dayansa da homeopatinin temelini Dr. Christian Friedrich Samuel Hahnemann(1755-1843) atmıştır. Sıtma hastalığının kinin içeren kınakına ağacı ile tedavi edildiği dönemde Dr. Hahnemann bunu mantıksız bulmuş ve ilacı kendi üstünde denemiştir. İlacı aldıktan sonra sıtma benzeri semptomları oluşmuştur fakat bunun bir tesadüf olabileceğini düşünerek defalarca denemiştir ve hep aynı sonucu almıştır. Hahnemann denemelerine 50 yıl kadar farklı ilaçlarla da denemiştir. Yüzden fazla ilaç üzerinde deneme yapmış ve hep benzer sonuçları almıştır. Daha sonra homeopatinin prensiplerini içeren “ Tıp Sanatının Organonu” isimli kitabını yazmıştır (52, 53).

Homeopatik ilacın minimum dozda ve tek ilaç olarak kullanılması da bu yöntemin diğer iki ilkesini oluşturmaktadır (54).

Homeopati, sık kullanılan GETAT yöntemlerinden biridir ve Fransa, Hollanda, İngiltere, Almanya’da olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinde sıkça kullanılmaktadır. Dünyanın birçok toplumunda da popülerdir; ABD’de son dönemlerde kullanımında hızlı bir artış olduğu bildirilmektedir. Homeopati, Norveç’te en sık kullanılan GETAT yöntemidir; 1997 yılında Norveçlilerin %37’si homeopata başvururken, bu oran son 20 yıldır artma eğilimindedir. İsviçre’de ise homeopati kullanımının %5-%24 arasında olduğu bildirilmektedir. Ülkemizde homeopati diğer ülkeler kadar sık kullanılmamakla beraber kullanma oranının artacağı düşünülmektedir (55).

Ozon Uygulaması

Ozon (O3) üç oksijen atomundan oluşan kararsız, kuvvetli okside edici, keskin kokulu ve renksiz bir gazdır. Adı yunanca “koklamak” manasına gelen “ozein”den gelmektedir. Doğada ilk defa Alman kimyacı Christian Friedrich Schönbein tarafından keşfedilmiştir. Ozon tıpta ilk kez 1932 senesinde Fisch tarafından kullanılmıştır (56).

Ozon gazı dış yörüngesinde çift elektron taşıdığı için serbest radikal olmasa bile, oksijenden daha reaktiftir. Temas ettiği bölgede virüs, bakteri ve mantar gibi mikroorganizmaların tüm biyolojik membranlarını oksitleyip parçalamasından dolayı, yıllarca dezenfektan olarak kullanılmıştır (57).

Ozon gazının, tedavi edici etkisi kadar toksik etki riski de vardır. Ozon, lokal ya da sistemik olarak uygulanabilmektedir. Lokal uygulamaları arasında gaz olarak enjeksiyonu

(23)

19

(eklem içi, deri altı, kulak, kas ve intravaginal), ozonlu yağlar, torbalama yöntemi, ozonlu su ve saunalar bulunmaktadır. Sistemik uygulamalar arasında ise; hastadan alınan 100 ml kanın ozonlanarak tekrar hastaya verilmesi (majör otohemoterapi), rektal yoldan gaz olarak verilmesi (rektal insuflasyon) veya hastadan alınan 2-3 ml kanın ozonlanarak daha önceden belirlenmiş kas içine verilmesi (minör otohemoterapi) yer almaktadır (58).

Medikal amaçla kullanılacak ozonun silikon kaplı, ozona dayanıklı, 50 ml’lik enjektörlerde yarı ömrü yaklaşık 55 dakikadır. Bu yüzden kullanılacak olan ozonun belirli miktarda hazırlanmalı, yapılacak işleme uygun olmalı ve hemen kullanılmalıdır. Kullanılmayan veya artan ozon gazı solunum sistemine zarar verebileceği için ozonun tekrar oksijene indirgenmesi gerekir ve bunun için de yüksek güçlü katalizor sisteminin bulunması gerekmektedir. Ozon ölçümü için fotometrik bir yöntem kullanılmaktadır. Ultraviyole (UV) aralıkta 253.7 nm’de yüksek absorbsiyon bandı oluşturmasından dolayı UV fotometresi standart ölçüm işlemi olarak kullanılır. Çalışma ortamında maksimum emisyon konsantrasyonu 100 μg/m3, maksimum ozon konsantrasyonu ise 120 μg/m3, olmalıdır(56).

Ozon gazının antimikrobiyal, immunomodülatör, antihipoksik, antiinflamatuvar ve yara yeri iyileştirici etkilerinin olduğu düşünülmektedir. Ozonun hem humoral, hem de hücresel immün sistemi tetiklediği, immünkompetan hücrelerin çoğalmasını ve immünglobulinlerin sentezini uyardığı saptanmıştır. Enfeksiyon durumunda ozon uygulamasını takiben sitokinlerde artış olduğu yapılan çalışmalarda bildirilmiştir. Ozon tedavisinden 8-9 saat sonra kanda sitokin miktarlarında minimal artışlar saptanmıştır. Her uygulamayı takiben ozona maruz kalan kandaki lenfosit ve monositlerin yaklaşık %4’ünde immünmodülasyon gözlenir (59, 60).

Ozon uygulamasının çok geniş endikasyon skalası vardır. Bir kısmına bakacak olursak;

-Nöroşirurjide; disk hernisi, omurga cerrahisi sonra oluşan ağrı, lomber siyatik -Kalp damar cerrahisinde; venöz yetersizlik, diyabetik ayak, periferik arteriyopati -Romatoloji ve ortopedide; bel ağrısı, eklem romatizması, fibromyalji

-Dahiliyede; hepatit, crohn hastalığı, iskemik kardiyomyopati, inme sonrası iyileşme -Diyaliz hastalarında; iskemik metabolik osteoartiküler patolojilerin tedavisinde yardımcı madde

-Nörolojide; baş ağrısı, depresyon, nörovasküler hastalık -Diş hastalıklarında; çene osteonekrozu, diş çürüğü -Göz hastalıklarında; dejeneratif makülopati

(24)

20

-Dejeneratif hastalıklarda; Parkinson, erken bunama, amyotrofik lateral skleroz -Jinekoloji/ürolojide; vajina ve uterus enfeksiyonları, üretrit

-Gastroenterolojide; irritabl bağırsak sendromu, kabızlık, mide ülseri, gıda intoleransı -Dermatolojide; sellülit, akne, herpes zoster, egzama, estetik tıp (61).

Refleksoloji

12 bin yıllık geçmişi olduğu düşünülen refleksolojinin ilk uygulama yeri Mısır ve Çin’dir. Refleksolojiye ait en eski belgeler MÖ 2500-2300 dönemlerinde Mısır’da bulunmuştur. Bilinen en eski refleksoloji dökümanı; Saqqara’da Ankmahor isimli Mısırlı bir hekimin mezarının duvarında bulunmuştur. Bu mezarın duvarına iki kişi el ve ayaklara masaj yaparken resmedilmiştir. Dr.William H. Fitzgerald, modern refleksolojinin temellerini atarak Amerikalı yerliler tarafından uygulanmakta olan bölge terapisini keşfetmiştir. Fitzgerald, ayakta bulunan bazı noktalara basınç uygulayarak vücutta anestezik etki oluşturma ihtimali üzerinde durmuş ve buna "Bölge Terapisi" ismini vererek akupunkturla birlikte kullanmış ve vücudu her iki tarafta beş adet olacak şekilde on eşit boylamsal bölgeye ayırmıştır. Bunu takiben Dr. Riley, Fitzgerald’ın refleks zone yöntemini geliştirerek, bu on boylamsal bölgeye yatay bölümler de eklemiştir. Amerikalı masöz Eunice Ingham(1879-1974) vücuttaki organların ayaklardaki yansımalarına göre masaj yaparak yöntemi tüm dünyaya tanıtmıştır. Ingham’ın yeğeni Dwight Byers bu tedavi metodunu öğrenerek 1970 senesinde Uluslararası Refleksoloji Enstitüsünün yöneticisi olur (62, 63).

Refleksolojinin fizyolojik cevaplara neden olarak tedavi ettiği iddia edilmektedir. Refleksoloji, ayakta, elde ve kulakta organların sonlandığı sinir noktaları olduğu savına dayanmaktadır. Yani her organın kulak, el ve ayak tabanında denk geldiği spesifik bir nokta vardır. Bu spesifik noktalara basınç uygulayarak verilen uyarılar organlarda cevaba neden olur. Örneğin; ayaktaki beyin noktasına yapılan basınç uygulaması beyni uyarır (64). Refleksoloji uygulama seansları yaklaşık olarak 10-45 dakika arası sürer. Seansın süresi hastalığın çeşidine ve gösterdiği semptomlara göre değişebilir. Terapistler optimal sonuçların elde edilebilmesi için genellik 6-8 kez seans önerir. Ayakta daha fazla sinirsel sonlanma bulunması, daha büyük olması ve ulaşımının daha kolay olması nedeniyle refleksolojide genelde ayaklar tercih edilir. Refleksoloji ayak ve el haritası Şekil 7 ve Şekil 8’de gösterilmiştir.

(25)

21

Şekil 7: Refleksolojide ayak tabanı haritası (65).

Şekil 8. Refleksolojide el haritası (66)

Refleksolojinin başlıca endikasyonları: ajitasyon, anksiyete, depresyon, kronik yorgunluk, insomnia, kronik kas iskelet ağrıları, migren, romatizmal ağrılarda, tiroidin

(26)

22

fonksiyon bozuklukları, kan şekeri regülasyonu, konstipasyon, irritabl bağırsak sendromu, dismenore, bazı üriner sistem hastalıkları, egzama, astım, bazı alerjiler, bağışıklık sistemini güçlendirme, enfeksiyon süresini azaltma, karpal tunel sendromu, kanser ağrıları azaltma ve kemoterapinin istenmeyen etkilerini hafifletme, doğum sırasında oluşan ağrıyı hafifletme, bulantı ve kusmayı rahatlatma, servikal dilatasyonu arttırmak, postpartum dönemde uterus involüsyonu sürecine yardım etme ve süt miktarını arttırmadır (63, 67).

Kupa Uygulaması

Kupa uygulaması farklı şekillerde yapılmakla birlikte temel olarak kuru ve yaş kupa (hacamat) uygulaması olarak ayrılmaktadır. Hacamat Orta Doğu ve Arap toplumlarında vücudun eski haline gelmesi anlamında kullanılmaktadır. Her iki yöntemde de kupalar negatif basınç oluşturacak şekilde cilde yerleştirilmekte, yaş kupa uygulamasında cilde kesiler atılarak kan dışarı alınmaktadır. Kuru kupa uygulaması uzak doğu ülkelerinde daha çok tercih edilirken, hacamat ise Orta Avrupa ve Orta Doğu ülkelerinde daha çok tercih edilmektedir (68).

Kupa uygulaması Orta Doğu’da M.Ö. 3500 dönemlerinde bambular ve hayvan boynuzları kullanılarak ilk defa Asurlular tarafından uygulanmıştır. Kupa uygulamasına ait ulaşılabilen en eski yazılı döküman ise M.Ö. 3300 dönemindeki antik Makedonya’daki uygulamalardan bahseden “Ubi Plethore Ibi Evacua” adlı belgedir. Herodotus (M.Ö. 484‐ 425) Mısırlı hekimlerin hem hacamatı hem de kuru kupa uygulamasını yaptıklarını belirtmiştir. Rönesans döneminde İtalya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde popüler olan kupa uygulaması günümüzde ise Hindistan, Uzak ve Orta Doğu, Kuzey Avrupa, Avustralya, Amerika, Afrika ülkelerinde uygulanmaktadır (69).

Kupa uygulaması çan ve top gibi farklı şekil ve boyutlardaki (2.5‐ 7.5 cm) sert plastik veya camdan yapılmış kupalarla uygulanır. Uygulanan bölgede negatif basınç oluşması için manuel pompa veya ateş kullanılmaktadır. Kupa uygulanılan alanda eritem, ekimoz ve ödem oluşabilir ama genellikle iz bırakmadan düzelir. İyileşmeyi hızlandıracağı ve skar oluşumunu azaltacağı için cilde atılan kesilerin cildin doğal kıvrımlarına paralel olması gerekmektedir. Tedavinin öncesi ve sonrası bir kaç gün proteinden fakir diyet önerilir. Uygulama sonrası 24 saat içinde banyo yapılmamalıdır. Yemekten yedikten sonra mezenterik arter dolaşımının artması perifere giden kan akımını da azaltabileceğinden dolayı hacamatın aç karna uygulanması önerilmektedir (70).

(27)

23

Bedenin dış yüzeyinden uygulanan basınç, epidermis altındaki kaslara ve dokulara kanın toplanmasını sağlayarak içerdiği oksijen ve besinin dokudaki hücrelere bırakılmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla bölgedeki metabolizma hızı, hormon ve enzim artışı hızlanmaktadır. Bu sayede; hemokromatozis, bronz diyabet, hiperlipidemi, gut artriti gibi hastalıklara neden olan istenmeyen zararlı maddelerin vücuttan atılımı sağlanır (71).

Kupa uygulaması ve hacamatın endikasyonlarına baktığımızda; tekrarlayıcı nonspesifik bel ve boyun ağrıları, fibromyalji, osteroartrit, karpal tünel sendromu, hiperlipidemi, kalp yetersizliği, inme sonrası bakımda, lomber disk patolojileri, talasemi, hemokromatozis, sekonder amenore, dismenore, migren, sellülit, akne, viral hepatit, astım, alerjik rinit, trigeminal nevralji, hipertansiyon, romatoid artrit, gut hastalığı, myokard infarktüsü, aritmi, servikal spondiloz gibi hastalıklarda faydaları gözlenmiştir (72, 73).

Sülük Tedavisi

Eski Mısır mezarlarında sülüklerin terapötik amacıyla kullanımı ile ilgili belgeler MÖ 1500`lü yıllara kadar dayanmaktadır. Sülük tedavisi özellikle 17. ve 18. dönemlerinde tıbbi olarak kan akıtmanın çeşitli hastalıkların tedavisinde etkili olduğuna inanılması nedeniyle yaygın olarak kullanılmıştır. Avrupa`da uygulamanın sık kullanıldığı dönemde sülük bulmakla ilgili sıkıntıların olduğu bilinmektedir. 1884`te Haycraft sülüğün tükürük salgısında antitrombotik özellik olduğunu ilk kez tanımlamıştır. 1904 yılında Jacoby tarafından salgıdaki bu maddeye hirudin denmiştir. 1950’li yıllardan sonra sülük tedavisi plastik cerrahlar tarafından rekonstrüktif ve travma cerrahisi alanında kullanılmıştır. Günümüzde ise sülük tedavisi mikrovasküler replantasyon, travma ve rekonstrüktif cerrahisi sonrası venöz konjesyonun önlenmesinde kullanılmaktadır (74, 75).

Sülükler 15.000’den fazla çeşidi bulunan halkalı solucan grubunda yer alırlar ve kan emerek beslenirler. Tıbbi amaçla kullanılan sülükler, Annelida filumu, Hirudinea sınıfı, Clitellata sınıfı olmak üzere üç sınıfa ayrılır. Dünya üzerinde 800’den fazla Hirudinea türü içinde yaklaşık 15 tanesi tıbbi amaçla kullanılmaktadır yaklaşık. Ülkemizde doğal yaşam alanlarında bulunan tıbbi sülükler; Hirudo verbana Carena 1820, Hirudo medicinalis Linnaeus 1758, ve Hirudo sulukii n. sp. türleridir (76).

Sülük tedavisindeki etkileri; hirudin, bdellin, apiraz, eglin, destabilaz, hyaluronidaz, lipaz ve esteraz, anti elestaz gibi biyoaktif moleküllerin sağladığı düşünülmektedir (77). Bu biyoaktif maddelerin bir kısmı Tablo 2’de gösterilmiştir.

(28)

24

Tablo 2. Sülük salgısında bulunan bazı biyoaktif maddeler Biyoaktif Madde İşlevleri

1. Hirudin Trombine bağlanarak kuvvetli antikoagülan etki 2. Bdellin Anti inflamatuar etki

3. Apiraz Platelat agresyonunu inhibe eder 4. Eglin Anti inflamatuar etki

5. Destabilaz Fibrini eriterek trombolitik etki

6. Hyaluronidaz İnterstisyel vizkositeyi arttırması sayesinde antibiyotik etki gösterir 7. Lipaz ve Esteraz Hiperlipidemide kullanılır

8. Anti-elestaz Derideki elastinini bozan elastazın etkisini sınırlar

Günümüzde sülük tedavisi çeşitli klinik durumlarda kullanılmaktadır. Bunların başında; inflamatuar durumlar, tromboflebit, variköz ven emboli, tromboz, pasif konjesyon, plastik ve rekonstrüktif cerrahi, osteroartrit, artroz, romatoid artrit, periartrit, hipertansiyon, glokom, katarakt, travmatik yaralanma, inflamasyon gibi göz hastalıkları, hemoroid, hematom, kardiyovasküler hastalıklar, paradondit, gingivit gibi diş hastalıkları, kronik ülser, psöriazis, dermatit gibi dermatolojik hastalıklar, endometriozis, mastit, kadın ve erkek infertilitesi, omurganın ağrılı sendromları, astım ve akut rinofarenjit gelmektedir (78, 79).

Apiterapi

Apiterapi bal arısı ürünlerinin tedavi amaçlı kullanılmasıdır. Bu ürünlerden en sık kullanılanları bal, polen, balmumu, propolis, arı zehri ve arı sütüdür. Apiterapinin tarihçesine baktığımızda antik Mısır, Çin, Yunanlılara kadar dayanabilir. Apiterapi üzerine bulunmuş en eski belge yaklaşık 6000 yıl kadar öncesine dayanan bir Sümer tabletidir. MÖ 3.yy’da arıların balının hastalıklarda kullanıldığına dair reçeteler bulunmuştur. Apiterapiye dair daha modern araştırmalar ise, Avusturyalı doktor Phillip Terc’in katkılarıyla 1800’lerin sonuna doğru başlamıştır (80, 81).

Arı zehrinin elde edilmesinde çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. En sık kullanılan işlem, arıların canlıyken iğnesini vücuda sokturarak ya da arılardan kollektor aletler yoluyla toplanan zehrin belirli miktarlarda dengeli solüsyon şekline getirilerek uygulanmasıdır. İlk yöntemde arılar ölürken, ikinci yöntemde arılar yaşamaya devam etmektedir. Bu preparatlar FDA onaylıdır (82).

(29)

25

Apiterapinin başlıca kullanım alanlarında; hipertansiyon, ateroskleroz, periferik damar hastalığı, varis, reynaud hastalığı, koroner kalp hastalığı, hipertiroidi, hipoglisemi, dismenore, mentrüel düzensizlikler, kortizol sekresyon bozukluğu, multipl skleroz, kronik ağrı sendromu, fasiyal paralizi, guillain barre sendromu, diyabetik nöropati, siyatik nevralji, Human Immunodeficiency Virus (HIV) (+) hastalarda, viral menenjitler, epstein barr hastalığı, bursit, tendinit, dupuytren kontraktürü, psöriatik artrit, gut artriti, romatoid artrit, skleroderma, dermoid lupus, sistemik lupus erithematozis, saç dökülmesi, melanom, mikozis fungoides, egzema, psöriazis, cilt skarları bulunmaktadır (82, 83).

Hipnoterapi

Geçmişte ve günümüzde çeşitli tanımları yapılan hipnozun ne olduğundan çok ne olmadığına değinecek olursak; hipnoz uyku hali değildir. Hipnoz, ne olduğunun hatırlanmadığı ve unutulduğu bir yöntem değildir. Kişinin kontrolünü yitirdiği, kendinden geçtiği özel bir durum değildir. Kişinin kendisine söylenenleri sorgulamadan uyguladığı bir süreç de değildir. Hastanın terapist desteğiyle kendi terapi sorumluluğunu alarak uygulanan bir terapi yöntemi olan hipnoz; kişisel fonksiyonların çalıştığı, kişisel denetimin açık olduğu, bilinç açık olarak, uyku hali olmadan gerçekleşen psişik bir uygulamadır. Hipnoz, bir içsel yolculuktur. Beynin iki hemisferinin tek bir alanda iş ortaklığı yapmasıdır. Hipnozda kişi farkındalığını ve bilincini yitirmez fakat dışarıdan gelen uyarılara duyarsız kalır, yani bilinç kapalı olmaz veya kaybolmaz (84).

İlk defa Fransız Anton Mesmer (1734-1815) hipnozun medikal kullanımına dikkat çekmiştir. Bedenimizde manyetik bir sıvı varlığına inanmış ve bu sıvının iyileştirici etkisinin varlığını savunmuştur. Marguis de Puysegur (1751-1825) bu farklı durumu somnambulizm olarak ifade etmiştir. Hastanın uykuda gibi görünmesine rağmen hiperalert durumuna dikkati çekmiş, James Braid (1795-1860) ise uykunun nöropsikolojik bir çeşidi "nörohipnoz" olarak adlandırmıştır. Braid hipnozun babası olarak anılır ve hipnoz hakkında ilk kitabı yazan kişidir. Yunanca ‘uyku’ anlamında kullanılan ‘hipnoz’ terimini kullanmıştır. James Esdaile (1805-1859) ise hipnozu anestezi için kullanmıştır. Sadece hipnoz yöntemini kullanarak yaklaşık 300’ü majör cerrahi olan binlerce vakada uygulamıştır ve deneyimlerini paylaşmıştır. Nörolog Jean Martin Charcot (1825-1893) hipnozu histeri tedavisinde kullanmıştır. Post hipnotik telkinler bu dönemde keşfedilmiştir ve hipnoz artık cerrahlardan ziyade ruh sağlığıyla ilgilenenler tarafından kullanılmaya başlanmıştır (85).

(30)

26

Hipnoterapinin günümüzde başlıca kullanıldığı alanlar; akut ve kronik ağrıda, irritabl bağırsak sendromu, fibromyalji, kognitif davranışsal bozukluklar, fobiler, anksiyete, tik bozuklukları, noktürnal enürezis, astımın semptomlarını kontrol altına alma, kistik fibrozisin semptomlarını azaltma, migren, kemoterapi sonrası bulantı-kusmayı azaltma, seksüel disfonksiyonlar, sigara bıraktırma, uyku terörü, cilt hastalıkları gibi durumlardır (86-88).

Akupunktur

Akupunktur uygulaması, Asya’da 2000 yıldan fazla bir süredir yapılmaktadır. Bulunan en eski tıbbi belgelerden biri, MÖ 500’lerde yazılmış olduğu düşünülen “Huang Di Nei Jing” adlı metindir. Bu belgede geleneksel Çin tıbbının kuralları, bugün hala uygulanmakta olan şekline çok benzer şekilde anlatılmaktadır. Yaşam enerjisi Yin, Yangdan ve Qi’den oluşmaktadır. Enerjinin, zıt fakat birbirini tamamlayan yin yang bileşeni, sağlık ve iyilik halinin korunması için dengede olmak zorundadır. İnanışa göre bu enerji, beden içinde “meridyen” veya “kanal” adı verilen bir sıra içinde akmaktadır. Yin ve Yang düzeni bozulduğunda, hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Çin tıbbına göre, çoğu meridyenlerin üstünde bulunan özel bölgelere iğne yerleştirilmesiyle; bedende Qi akışı etkilenebilir (89, 90).

Akupunktur tedavi yöntemleri, 17. yüzyılda Avrupa’ya ulaşmıştır fakat 20. yüzyılda Çin’e giden bilim insanları sayesinde önem kazanmıştır. Akupunktur hakkında kaleme alınan ilk kitap, 1934 yılında, uzun dönem Çin’de kalmış ve Fransız bir diplomat olan George Souliz de Morant tarafından Fransızca diliyle yazılmıştır. Morant’ın eseri sayesinde diğer Avrupa ülkeleri de akupunkturla tanışmaya başlamıştır. Çağımızda birçok Avrupa ülkesinde akupunktur uygulaması, yasal bir şekilde son derece sık olarak kullanılmakta, akupunktur hakkında eğitimler verilmekte ve hastaların akupunktur tedavi masrafları sağlık sigortası tarafından karşılanmaktadır (91).

Akupunktur tedavisi sırasında kullanılacak iğne adeti; şikayetlerin lokalize olduğu bölgenin yerine ve kişinin iğne duyarlılığı ile alakalıdır. Bazı kişilerde akupunktur oldukça etkilidir ve bu tip hastalarda sadece birkaç adet iğne yetebilmektedir. Fibromiyalji gibi geniş bölgeye yayılmış ağrısı olan hastalarda, daha fazla iğneye ihtiyaç duyulmaktadır. Non-steril iğneler tercih edilmemeli ve iğneler kesinlikle yeniden kullanılmamalıdır. Tedavi esnasında, iğnelere manüel veya elektriksel stimülasyon uygulanabilmekte; veya iğne, ilgili bölgedeki noktaya yerleştirilip bırakılarak beklenebilmektedir. Tedavi genellikle 10-30 dakika sürmektedir. Nadiren ise iğneler 45 dakika ya da daha uzun bir süre yerinde bırakılabilmektedir. Akupunktur tedavisine cevap veren bireylerde, sıklıkla üç veya dört

(31)

27

haftalık uygulama sürecinin şikayetlerin hafiflemesi için yeterli olacağı düşünülmektedir. Kronikleşmiş şikayetlerde ise, ilk altı uygulama sonrasında bir miktar iyileşme olması beklenmektedir. Bu deneme süresi boyunca herhangi bir rahatlama olmazsa, akupunkturun bu kişide büyük olasılıkla yarar sağlamayacağı öngörülerek tedavi sonlandırılmalıdır (89).

Akupunkturun kabul gören endikasyonlarına baktığımızda; astım, sinüzit, farenjit, bronşit, aft, diş ağrısı, gastrointestinal ülserler, gastrit, kabızlık, kolit, diyabetus mellitus, guatr, noktürnal enürezis, dismenore, infertilite, kronik sistit, egzema, akne, psöriazis, kekemelik, stres, tikler, depresyon, baş ağrıları, facial paralizi, kas hastalıkları, hipotansiyon, hipertansiyon, aritmi, osteoartrit, Behçet hastalığı, kas-iskelet sistemi ağrıları, obezite, aşırı terleme, alkol ve sigara bağımlılığını görebiliriz (91, 92).

(32)

28

GEREÇ VE YÖNTEMLER

Bu araştırma, Edirne il merkezinde yaşayan 20-64 yaş arası yetişkinlerin geleneksel ve tamamlayıcı tıp hakkında bilgi düzeyleri, kullanım durumları ve etkileyen faktörleri saptamak amacıyla yapılan kesitsel ve tanımlayıcı bir çalışmadır.

Çalışmanın evrenini 2017 yılı ortası nüfusa göre Edirne’de yaşayan 20-64 yaş arasındaki 114.258 kişi oluşturmaktadır. Nüfusun yaklaşık %1’ine ulaşmak hedeflenerek rastgele örneklem ile seçilen 1250 kişiye ulaşıldı. Etik kurul onayı (Ek 1) ve İl Halk Sağlığı Müdürlüğü’nden gerekli onay (Ek 2) alındıktan sonra 1 Mayıs 2018 ile 31 Ağustos 2018 tarihleri arasında çalışmaya katılan kişilerden sözlü onam alınarak, anketlerini kendilerinin doldurması istendi. Okumakta veya soruları anlamakta zorlanan kişilere araştırmacı tarafından yardım edildi.

Edirne il merkezinde yaşamak, 20-64 yaş arasında olmak ve çalışmaya katılmayı

kabul etmiş olmak çalışmaya katılma kriterleri olarak belirlendi. Edirne il merkezinde yaşamamak, 20-64 yaş arasında olmamak ve çalışmaya katılmayı kabul etmemek ise çalışmaya kabul edilmeme kriterleri olarak belirlendi.

Veriler araştırmacı tarafından hazırlanan bir anket (Ek 3) yardımıyla toplandı. Anket katılımcıların sosyodemografik özellikleri ve tıbbi durumlarıyla ilgili 14 soru, literatür taranarak oluşturulan geleneksel ve tamamlayıcı tıp hakkındaki bilgi düzeylerini, görüşlerini ve kullanım durumlarını sorgulayan 52 soru olmak üzere toplam 66 sorudan oluşmaktadır.

Daha önce yapılan çalışmalar tarandığında en sık kullanılan 6 yöntem olan; fitoterapi, müzik terapi, akupunktur, ozon terapisi, sülük tedavisi ve kupa uygulamasıyla ilgili her

(33)

29

birinden 5’şer adet olmak üzere toplam 30 bilgi sorusu vardı. Bu GETAT yöntemleriyle ilgili olan bilgi sorularının cevapları doğru, yanlış, bilgim yok olarak belirlendi.

VERİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Araştırmada elde edilen verilerin istatistiksel analizi SPSS 19 (Statistical Package for the Social Sciences, version 19, seri no:10240642) istatistik programı kullanılarak yapıldı. Araştırmadaki değişkenler normal dağılıma uymadığı için çalışmamızda nonparametrik testler kullanıldı.

İstatistik yöntem olarak tanımlayıcı istatistikler, Ki-kare analiz testi, Kruskal Wallis, Mann-Whitney U ve Spearman korelasyon testi kullanıldı. İstatistiksel anlamlılık düzeyi (p) ilgili testlerle birlikte gösterildi (p<0,05 olduğunda anlamlı, p≥0,05 olduğunda anlamsız kabul edildi).

Araştırmanın bağımsız değişkenleri; yaş, cinsiyet, memleket, medeni durum, eğitim durumu, çalışma durumu, sosyal güvence, gelir durumu, sigara ve alkol kullanım durumu, ilaç kullanma durumu, bağımlılık yapıcı madde kullanımı, kronik hastalıkları olarak belirlenmiştir. Bağımlı değişkenler ise; GETAT yöntemleriyle ilgili bilgi soruları ve tutum soruları olarak belirlenmişti.

(34)

30

BULGULAR

TANIMLAYICI İSTATİSTİKLER

Bu araştırma Haziran 2018 ile Ağustos 2018 arasında Edirne il merkezinde yaşayan 20-64 yaş arasında olan gönüllü kişilerle yapılmıştır. Uygulanan ankete eksiksiz yanıt veren 1250 kişinin verileri değerlendirildi.

Katılımcıların %53,8’i (n:672) kadın, %46,2’si (n:578) erkek idi. Yaş ortalaması 42,01±0,366 (minimum 20, maksimum 64) olarak bulundu (Şekil 9).

Referanslar

Benzer Belgeler

Yani Mesleki Rehberlik hizmetleri gencin kendisini iş ve meslek yaşamı çerçevesinde an­ lamasına, kabul etmesine ve bunun yanı sıra gencin toplumu, iş ve

It is not just that postmodern approaches toward the aesthetics saw it unnecessary and unfit to postulate a universal and permanent idea of beauty but also, with

My classmates and I are getting together after course. My relatives are going to come over. According to the dialogue above, Peter is……… a. refusing Tom’s idea and he

Wastewater and solid wastes (ashes) from the coal-fired power plant (ÇATES), one of the main industrial waste sources in the region, were directly discharged into ma-

The animals were randomized into seven experimental groups as follows: sham group in which rats received sham operation (n = 5), 3 ANP groups in which acute necrotizing

Keywords: Thermal energy storage, shell–and–tube, ice–on–coil, phase change, solidification, natural convection, melting, numerical analysis, computational fluid

Enstitünüz Hemşirelik Anabilim Dalı Hemşirelikte Yönetim Yüksek Lisans programı öğrencisi Sevda ŞEN BEZİRCİ'nin &#34;Farklı Kuşaklardaki Hemşirelerin Meslekten

kalkınca kulakta çınlama ve uğultu hissi olma durumu, ayağa kalkınca işitmede azalma olma durumu, ayağa kalkınca kollarda karıncalanma ve uyuşukluk şikayeti