T en k it.
«Edebiyat ve Sanat Bahisleri»
Nahit Sırrı Bey “Edebiyat ve
Sanat bahisleri,, atlı bir kitapta
dört ayrı bahse dokunan dört ma
kalesini neşretti. İlkin, ROLAND
DORGELES’in “Devesiz Kervan,, t
adını taşıyan bir yolculuk kitabı
dolayısiyle “Seyahat edebiyatı hak
i
kında düşünceler,, ini yazıyor. RO-
KAND DORGELES büyük harp
ten sonra, birkaç yıl evel Ahmet
İhsan Beyin “Yolda,, adiyle türk- ,
çeye çevirdiği “Pariir,, gibi; Mısır
ve Suriyeye ait “Devesiz Kervan,,
jgibi seyahatnameleriyle tanınmış j
biı fransız muharriridir. S e ya h a t!
edebiyatının seciyesini yapan taf
silat; geçmişe ve uzaklara ait aza
metli veya fakir, şen veya
hazin
tasvirler; sade, güzel, bilâvasıta
bir üslûp; el memleketlerin, ayrı
ruh ve yüzlerin verdiği
heyecan,
muhabbet, hayranlık, samimiyet
ve aşk bu muharrirde pek kıt ol
makla beraber, kitaplarındaki ro
man çeşnisi ve vakalarının entriği
karim alakasını çekmeğe yetiyor
Zaten Nahit Sırrı Beyin makalesi
de bu muharrir hakkında hır eser
olmaktan fazla seyahat edebiyatı
nın bir tarif ve tahlilidir. Netekim,
CHATEAUBRÎANİ5, LAM AR-j
’’Edebiyat
vesanat Bahisleri,,
TİNE, LOTİ BARRES, gibi sark inin diğer iki makalesi: “Edebiyat-
ve Aksayışafk Eallsmcta bîrcpk e-
serler yazmış Ve bugün klasik ol
muş muharrirlerle millî kütüpha
nemizin sey&Seat edebiyatı faslım
başlı başına dolduran muharrirle
rimizden ve mesela, Evliya Çelebi,
Cenap, Falih R ıfk ıdan bahsetmek
suretiyle yazışına umumî bir çeşni
vermiştir. Bilhassa, belki birkaç
Roland Dorgeles’e değer olan ve
bugünkü edebiyatımızın en uç nok
tasında tek basma duran Falih
Rıfkı’y ı ; başka lisanlarda ^Deniz
aşırı,, ayarında bîr eser daha oku
madığını ilave ederek, medih ve
takdirle anmakta pek haklıdır. O-
nun “Zeytin Dağı,, Suriye için ya-
zdmış bütün eserlerden üstün g e -,
lir.
Tanınmıyan veya az bilinen
3'er-
îere has eserler söze mevzu olur
ken arkadaşım Behçet Kemal gibi
benim de kafama ilk gelen, Anado-
îudur. Yalnız; Behçet Kemal gibi
ben de diyorum ki: Anadolu yazı
lırken eser muharririn değil, Ana-
doluyurdun eseri olacaktır. Hasta
sına kendi keyfinin değil, derdin
ilacını veren doktor gibi Anadolu
nasılsa öyle görmeğe borçluyuz;
çıplak, yakın ve hakikî.. Bu vesile
ile o muharriri düşünüyorum ki,
Anadolunun b ir‘yanı için canlı bir
tetkik mahsulü olarak bizde he
men hemen ilk eseri yazmıştır:
Birçok edebî değeri yüksek kitap
lardan daha olgun ve çok faydalı
görünen
bu eserle muharririni
“Derebeyi ve Dersim,, ile Naşit
Hakkı'vı buruda şükranla anarım.
Lta başka sanatlar,, ve ’’Temsil sa
natında he}’ecanlarm hududu,, ga
yet bol ve değ’şikli yazılmıştır. En
nihayet, ciynene, çiynene çürük
bir sakız halini
almış olan, son
günlerde bazı kalemlerin veniden
tazelediği bir mevzu
iizçrinde:
“Tenkit ve Miinakkide dair,, bir
makale var. Muharrir bunda tenkit
ve münakkidi nasıl anladığım söv
üyor. Şu yazdığı doğrudur: “Bir,
münakkit için çok okumuş, çok an- •
lamış ve çok düşünmüş olmak, ede i
biyatı ise pek çok sevmek kati ve ,
mutlak bir mecburiyettir., Çok o-j
kumuş, çok anlamış çok düşünmüş
bir edip veya şairin eseri üzerinde ;
başka bir eser yapmak için çalış
mak, o muharirin kusurlu ve eyi
taraflarım bulup meydana koymak
güç iştir. Sanatkârane saye benzi-
yen, belki de ondan üstün olan bu
çalışmada muharrir veya şairden
daha görgülü ve kültürlü, çok zeki
ve ruhu sanatkâr olmak gerektir;
trıtharrrin geniş hürriyetine karşı
îr'inaVddin uğraşma
sahası bir j
operatörün ameliyat masası kadar
dar ve tehlikelidir. Bununla bera
ber Nahit Sırrı Beyin hemen bü
tün makalesinde söylemek istedi
ği gibi münakkidi elinde bir “tera-
zii adalet, kefelere ezelî eyi ve kö-|
| tüyü koyarak günah ve sevap tar-!
tan bir hakyemez mevcut gibi gör-,
| mek hiç bir zaman mümkün değil-j
i dir. Hakikatte bu, münakkidin hür
çiz-mek deçiz-mektir. Çünkü, tenkit de
aşağı yukarı bir sanattır. Şair Fa
ruk Nafiz bir mülakatında: Sana-
! tın baş tarafı şiir, ayak tarafı ten-
| kittir, demekle de tenkidi bir sanat
j sayıyordu. Sahiden bu böyledir ve
böyle olunca tenkit daha geniş bir
mana alır. “Güzel,, muayyen kai
delerin çerçevesi dışında içten ge
lir; ruhun derinliklerinden bir kay
nak gibi taşa taşa dökülür; güzeli
yaratmak için değişmez düsturları
mız, sayılı kaidelerimiz yoktur.
“Güzel,, mefhumunu tarif nekadar
güçse, onun nasıl vücude getirile
bileceğini söylemek daha zordur.
Sanat eserlerinin yaradılışına do
kunan değişmez kaideler bulundu
ğu daima şüpheli olunca o eseri
yalnız bir görüşten ve vücudu her
I zaman şüphe, götüren bazı kaideler
! bakımından tenkit de hatalı olur.
Bunun için on dokuzuncu asırda F.
BRUNETÎERE’in bahsettiği afa
kî ve bütün şahsî tecrübelerden ay
rı olmasını istediği düsturî bir ten
kit hep nazariye olarak kalmıştır.
ANTOL
FRANCE: “Eyi mü
nakkit, şaheseıler arasında ruhu
nun sergüzeştlerini anlatandır.,,
“Ne Kleopatra’nın cazibesi, ne
Sa-Munakkit ne korkunç yüzlü bir
yeniçeri ağası, ne karnına basınca
el çırpan zilli bir bebektir; bir ede
biyat tarihi yapan da olmadığı gi
bi.. Fakat bir miinakkitten pek bi
taraf olmasını istemeğe hiç bir za
man hakkımız ve kuvvetimiz yok
tur. Münakkit bir muharrir, bir şa
ir, bir drarpcı gibi belirmiş bir este
tiği olan sanat eserlerini kendi gü
zellik ve zevk adesesinden gören i
bir adamdır; bundan başka da her |
insan gibi sinirlerine ve etlerine;
muhabbet, kin, ıstırap veya saade
tinin hâkim kudretine ister iste
mez ve az çok bağlıdır. İnsanın bu
zafı tenkit edende büyük bir hasta
lık gibi görülür.
Bana göre eyi münakkit, onun
zevkine inanmış
okuyuculariyle
sevdiği muharrir ve eserler hakkın
da, yeni baştan bir sanat eseri ya
ratır gibi ve yorularak, heyecan
duyarak, heves ederek; sürükleyi
ci, hoş, samimî ve candan konu
şandır. Tenkidi bu şekilde anladık
tan sonra o miinkkidin dost okuyu
cularını gücendirmemek için bitâ-
raf olması kendine bir mecburiyet
sayacağı ve biç olmazsa kötü bul
duğu eserden sevmediği muharrir
den bahsetmemeğe çalışacağı bes
int François d’Assise’in şefkati, ne
Racine’in şiiri formüllere irca olu
namaz.,, diyor. Ama tam manasiy-
le (impressio’niste) tenkit hatasız
mıdır? JU L E S LE M AÎTRE S’in
C?HNET hakkında “Muasırlar,, m
da«yazdığı şiddetli ve şahsî maka
le ^gösteriyor ki: Hayir. Netekimj
FRANCE ta ZOLA’ya pek hak
juzca hücum etmişti.
bellidir.
Bu bakımdan eyi eserler kalbu
run yüzüne gelir, kale almmıyan
kötüler de birer birer ortadan çe- j
bilir.
İste tenkit ve mjinakkide dair
Nahit Sırrı Bevle birçök noktalar
da birlesen fikirlerimizin ayrı görü
nen tarafı budur.
~/<332
Haftalık Edebî Musahabe
Fikirler ve insafftar
San’at ve heyecan
Nahit Strrı Beye
Azizim,
Birkaç hafta oluyor, karilerime sizin Edebiyat ve san’at bahisleri (1) isimli kitabınızdan bahsederken onun ihtiva ettiği mevzuların bazı ları üzerinde düşünmekten benim de hoşlanacağımı söylemiştim. O gün yalnız “Edebiyatta başka san’at- ler” isimli bahisteki fikirlerinizi mü nakaşa etmiştim; dört parçada söy lediklerinizi tahlil etmek için bü tün kitabı okuyup bitirmeği bekli-{ yordum. Fakat üç parçayı, kitabı nız elime geçtiği gün hemen okudu ğum hâlde “Seyahat edebiyatı hak kında düşünceler,, bahsine bir türlü başlıyamadım. Bilirsiniz ki seyahat kitaplarından pek hoşlanmam; pek
s e v d iğ im André Gİde’in Voyage
au Congo’sünu bile daha okumadım. Bunun için seyahat edebiyatı hak kında söylenen sözler de bana hiç cazip gelmiyor; artık kitabınızdan o birinci parçayı yok farzederek bah setmemde zannederim bir beis gör mezsiniz.
Niçin bu mektup şeklini tercih < ettiğimi de söylemem lâzım: yazıla* Î rımı okuyorsanız elbette dikkat et
mişsinizdir, herhangi bir kitaptan bahsederken mevzuun haricine çık maktan kendimi bir türlü alamıyo rum, hattâ bir türlü sadede gelemi yor, Racine’in komedyasında müda faalarına ta dünyanm kuruluşunu anlatmakla başlıyan avukat gibi ben de, birtakım hiç münasebeti otmı- yan bahislerle söze girişiyorum. Mek tup tarzmı, işte buna pek müsaade etmediği için severim. Bugün böyle bir tedbir almasaydım, seyahat e- debiyatına dair düşündüklerinizi oku madığımı öyle çabuçak söyliyemez; münekkit dahi olsa bir insana mev zularından hoşlanmadığı yazılan o- kumanın ne kadar ağır geleceğini anlatmağa başlardım. Fakat insan, bilhassa münekkit, zevkine hâkim ol mağı bilmeli, hiç hoşlanmadığı mev zular hakkında da malûmat edin meğe çalışmalıdır. O halde ben de o parçayı okumalı idim... İşte böyle- ce söze, hiç lüzumu yokken kendi kendimi ittiham ile başlardım. Fa kat, azizim, görüyorsunuz ki mek tup tarzı da beni huyumdan vaz ge çir mıyor; aman sadede hiç olmazsa “Tufan’a gelelim!"
İtiraf edeyim kı ‘Temsil san’atle- rinde heyecan" isimli yazınızı okur ken çok korkuyordum. Sizin heye canı müdafaa edeceğinizi,aktörde he yecan bulunması lâzım geldiğini söylİyeceğinizi sanıyordum. Yanıldı ğımı, pek nadiren olsa bile fikirleri mizin bazan birleşebildiğini görmek le memnunum. Vakıa, frenkçe tabi ri ile, “avocat du diable” olmağa
i-çimde bir heves yok değil ; fakat bu gün o h*»vesi yeneceğim ve size sa dece, fikirlerinizi sonuna kadar gö türmediğiniz için sitem edeceğim. Di yorsunuz ki:
“Şüphe yok ki bir piyesin ağır bir rolünü deruhte etmiş olan bir san at kâr, sırf ekmek parasım toplamak için tüccar defteri dolduran bir kâ tip gibi mihaniki bir ittırat ( ? ) ile bu işi yapmaz.- Muhakkak heyecanlan- ımşttr. Fakat ulvî bir vazifesi oldu ğunu düşünerek gemisini idare eder ken bütün soğukkanlılığım muhafa za eden bir kaptana benzer. Kendi sini heyecanların pençesine kaptırm a mak ve onlara ramolmamak için, bu heyecanlarla mütemadi bir cidal içinde, daimi bir teyakkuz ve basiret halindedir.”
Pascal’in tavsiyesini unutarak teş bihe fazla iltifat, umumî bir kaide yi hiçe sayarak haşv#1Îtifat etme nize rağmen çok iyi! Fakat bunu niçin yalnız aktöre söyleyorsunuz ? Ressam, şair, musikişinas için de, her sana’tkâr için de böyle değil midir?
Heyecana kapılmak, her san’at- kâr için ölüm, hiç olmazsa hitap et tiği kimseler hâkim olmak arzusun dan feragat demektir. His ve heye can, san’atin vasıtaları değil, ancak mevzuu veya —bence “hiérarchique ment adı bir san’a t için— gayel eri dir. San’atkar hisli olmağa, heyeca na kapılmağa değil, heyecanı, hissi tahlil ve tasvire, nihayet kendisini dinliyenlere his ve heyecan verme ğe mecburdur. Harpagon’u, Alceste’i tasvir için Molière’in Kasis veya merdümgiriz olmasına lüzum olma dığı gibi Phèdre’den, Bérénice’ten
bahsetmek için de Racine’in âşık ol masına da bir lüzum yoktur.
timin vasıtası ne ise san’atin va sıtası da odur, yani akıl ve muhake medir. Bir entomologist karıncayı tetkik ederken nasıl hareket ederse bir romancı, bir şair de bir hissi, bir heyecanı tahlil ederken tıpkı onun gibi hareket eder. Ancak san’atin tahlil ve tetkikten başka bir de ter kip vazifesi olduğundan elde ettiği neticeleri anlatırken ifade vasıtaları entomologistinkilerden ayrılır.
Böyle bir düşünüşün tehlikelerini görmüyor değilim; fakat san’ati kur tarmak için o tehlikeleri göze almak lâzımdır. Kentlilerini hisse, heyeca na kaptıranların verdikleri edebiyat, san’at işte meydanda: gülünç bir ah ve eninden başka bir şey değil.
His, heyecan, sana’tin mevzuları- dır dedim; bunun unutulması da bir tehlikedir ve — Paradoxal gibi gözük mî de — his ve heyecanın san’at için birer vasıta olduğunu sanan zihniye tin bir mahsulüdür. Ancak ilmin uğ raşacağı birtakım meselelere dair şiir, roman, tiyatro yazmak, o mese lelere müteallik hakikatleri his ve heyecanla söylemek şartile san’at e- seri vücude geleceğini veya ancak his ve heyecanı söyleyebilecek ifa de vasıtalarının başka mevzulara da yanyacağını sananların harcıdır.
Yukarıya aldığım sözlerinizi ka bul ederken onların içinde: “muhak
kak heyecanlanmıştır” hükmünün
bulunduğunu da unutmuyorum. Fa kat buradaki “heyecan” ile aşağıda kullandığınız: “kendisini heyecanla rın pençesine kaptırmak” sözlerinde
ki “heyecan” bir manada değildir. İki manada da hep o kelimeyi kul landığınız için sitem edecek değilim; başka ketime yok. Fakat yazmızı bi raz uzatıp onun iki manası arasında ki farkları anlatmağa çalışmalı idi niz.
Birinci manadaki heyecanın, ru hiyatçılarla bazı bediiyatçılann "be diî heyecan” dedikleri şeyin hislerin coşkunluğundan, aklın mürakabesin- den kurtularak tamamiyete ermele rinden başka bir şey otmıyan ikinci manadaki heyecanla bir münasebeti yoktur. O, aklın tamamiyete e » mesi, şahsî hislerimizden kurtulma sıdır, akim ihtirasıdır.
His ve heyecanın san’at için, fa kat bence “hiérarchiquement” âdı bir san’at için gaye de olabileceğini söylemiştim. Fakat bu sefer yalnız san’atkârı değil, onun hitap ettiği kimseleri de nazarı itibara almamız
lâzımdır. Yalnız san’atkânn heye canı akim bir hassası diye tasavvur etmesi kâfi gelmez, karimin, dinleyi cisinin do o zihniyette olması icap o- der.
Galata salaşlarında tiyatro sey reden halk, cani rolüne çıkan aktörü hakikaten bir canı addediyorsa bu, aktörün heyecana kapıldığım gös termez ki I Aleksanyan oynarken belki hiç bir heyecana kapılmazdı; fakat cani haleti ruhiyesini —elin
den geldiği kadar — anlamağa
ve anlatmağa mecburdu. Onu niye ıttiham ediyorsunuz ? Onu seyreden lerin karşısına, beğendiğiniz Guitry- yi veya Emma Gramatica’yı getir seydiniz belki hiç bir şey anlamaz dı, fakat anlayınca onlara da
A-leksanyan’a ettiği muameleyi ederdi. San’atkârm gayesi, hitap ettiği kim selerde heyecan uyandırmak, söyle diği yalanı bir hakikat zannettirmek tir. Emma Gramática, çirkinliğine rağmen güzel olduğu zehabım ver diği, yani seyircilerine realiteyi unut turduğu zaman ne kadar muvaf fak oluyorsa Aleksanyan da seyir cilere bir tiyatroda olduklarını unut turup kendisinin hakikaten cani ol duğunu zannettirdiği zaman o dere ce muvaffak oluyordu.
Takdir edersiniz ki Aıfcksanvan-m büyük bir aktör olduğunu iddiaya kalkacak değilim; küçüklüğümde o- nu ben de görmüştüm amma iyi ha tırlamıyorum. Fakat siz onun sanay iini tenkit ederken asıl onu
seyre-den halkı kasdettiğinizi unutmu) gibi gözüküyorsunuz.
San’atkânn heyecana kapılması ne kadar fena olduğunda ittifak edi-- yorsunuz; fakat seyircinin de (ya hut kariin) soğukkanlılığım muhafa za etmesi, kendisini heyecana bırak maması o derece lâzımdır diyemem. O zaman esasan ean’atkâr olmıyan- Ian, san’at eserlerine gitmekten me netmeğe
mecbur oluruz.
Ben, bel ki nihayet bunu da kabul ederim, fa kat siz eder misiniz?Bugün, tenkide dair yazdıkları nızı da münakaşa edecektim. Fakat onu bir başka mektuba bırakaca ğım. A llah’a emanet olun, dostum.
İ »
aUkncıya: “ Ben senin romanlarım ya- îimam ama sen de benim tenkitlerimi ya.--amaz*ınJ“ «yebilir. Fakat meydan
3l>kuma§#fjteydan okumakla cevap ve-
* firen münekkit pek azdır; çünkü mü- | nekkit asıl davanın şahıslarda, yani ken disinin veya romancının kudretinde de- eserde olduğunu muhatabından da- J <ha iyi anlamıştır. Denilebilir ki sanatkâr İ 1ar içinde en idealisti münekkittir, rea-
j> litenin imkânsız kıldığı şeyleri düşünür.
Benim bu kadarını da yapıp yapama mamdan ne çıkar? Bundan daha güzeli, bundan kusursuzu tasavvur olunabilir ya! ” der. Hemen hemen her sanatkâr, vücude getirdiği eserin asıl tahayyül et- ' tiğinin çok altında olduğunu itiraf ettiği halde bunu başka birinin de söylemesine tahammül edemiyor; çünkü o zaman işe gururunu, şahsına olan muhabbetini, öz severliğini karıştırıyor. Yani sanatini saf olarak düşünmekten vazgeçip ona ken di şahsını da katıyor. Bunun için her hangi bir eser karşısında müşkülpesent lik gösterenin vaziyeti daima daha asilâ- nedir.
Fakat asıl münekkit kendisine verilen eserde gayeyi bulup tahakkuk ettirilmiş şeklin tasavvura ne kadar yaklaşabildi ğini araştıran değil, o gayeyi, o tasavvu ru da münakaşa edendir. Bu hususta o
yaratıcı sanatkâr” İha. bir seviyede-
oir; çünkü eseri değil, eserden eveli
kasdetmektedir. Hele eserdeki fikirlere
İtiraz ettiği zaman kedi ile ciğer (ve
ya hammalla otomobilli kadın) hikâyesi
ni ileri sürmeğe hiç imkân yoktur. Münekkide böyle cevap vermek her kariin kendine göre bir güzellik Telâkki- si olabileceğini inkâr etmektir. Bir şairin, kitabını beğenmiyen,satın almıyan bir ka
rie: " Mademki para verip almıyorsun,
oturup bundan iyisini ya*-bakalım¡’' de mesi ne kadar tuhaf olursa münekkide meydan okuması da o kadar tuhaftır; çünkü münekkit her şeyden evel bir ka ridir. Fakat diyeceksiniz ki o kari ken disi beğenmemekle kalmıyor, başkaları na da tesir etmeğe kalkıyor. Ya şair,ro- j mancı başkalarına tesir etmeğe kalkmı- f yor mu? Herhangi bir muharririn, me- j
selâ Nahit Sırrı Beyin estetiği, sanatteki
gayeleri benimkilerden ayn olunca o es tetiği, o gayeleri müdafaa eden, karilere de aşılamağa çalışan kitabına karşı be nim kendi fikirlerimi müdafaaya hak kım yok mu ? Tekrar ediyorum, burada şahsa sanat haricinde gelecek menfeat- Ier mevzuu bahis değildir. Münekkit on larla alâkadar değildir, o daima mesele yi saf sanat sahasına, ideal bir sahaya, götürmek ister.
Nahit Sırrı Bey o hammala benziyen- lerden başka bir de Üçüncü Osman’a benziyen münekkitlerden bahsediyor. Bunlar “hiçbir eser halkedememelerinin acısını yazanlara muzır olmak, fenalık etmek suretiyle avutmak ve uyuşturmak istiyen birer hasta ” imiş. “ Her muvaf fakiyet, hattâ sadece her gayret Önünde I kızgın bir ateş olup onların bütün ben liklerini yakar’’ mış. Hulâsa bu cins
mü-
---Tenkidio tenkidi
Nahit Sim Bey, yeni kitapları (T ) i- İe beraber gönderdiği bir mektupta ba na, bir kaç ay evel verip de hâlâ tutama dığım bir sözü hatırlatıyor: onun Ede biyat ve sanat bahisleri isimli kitabında “ Tenkit ve münekkide dair” söyledikle
rini münakaşa etmek istemiftîm.‘‘Geç ol ması hiç olmamasından hayırlıdır” der
ler ;ben de, hayli geç kalmış olmama
rağmen, o münakaşaya girişeceğim. Za ten bir münekkit »için tenkitten bahset mekten tatlı ne olabilir ?
Şurasını hemen söyleyim ki Nahit
Sırrı Beyin o küçük “essai” de söyledik lerinin çoğuna itirazım yoktur; hattâ en esaslılarına iştirakte hiç bir mahzur gör- miyorum. Fakat Nahit Sırrı Bey yalnız bir münekkit değildir, roman, tiyatro da yazar; hattâ hikâyeciliği, romancılığı a- sıl, münekkitliği ise arızîdir. Bunun için tenkidi içerden ziyade dışardan görüyor ve münekkide karşı asıl meslekdaşları- nın beslediği peşin hükümlerden, batıl kanaatlerden kurtulamıyor.
Münekkitler, şairlerin, romancıların, hasılı “yaratıcı sanatkârlar ” m ’haleti - ruhiye ” sini bilmem ne dereceye kadar
SÜS»"... . uar
(1) Sönmeyen ateş, piyes 3 perde,
45 kuruş. Tarihî çehreler etrafında, 45
kuruş.
anlıyabiliyorlar. Herhalde onlar münek-
kidinkini bir türlü anlıyamıyor. Her
şair, her romancı münekkidi kıskanç
lıkla ittiham eder ve ömründe bir kere olsun: “ Beğenmiyorsan iyisini sen
yap!” der. Nahit Sırrı Bey de bundan
kurtulamıyor ve bir tenkit kitabında bu nu söyliyor :
“ Yaz öğlesinin kızgın güneşi altında küfesini başına yastık yapıp kaldırımın gölgeli bir tarafına uzanmış bir hamma- lın, görmiyen gözlerle bakarak muhte şem otomobiliyle geçen bir kadın için:
“ Gözlerini şehlâya benzettim. Yazık,
zavallıyı beğenmedim!” demesi ne kadar gülünçse, bilgilerinin derinliğine ve ince
bir hassasiyete sahip bulunduklarına
dair hiç bir delil vermemiş tenkitçilerin en tanınmış ve teslim olunmuş- kıymet lerden istihfafla, tezyif veya merhamet ederek bahseyiemeleri de o kadar gü lünç ve işte o kadar ha?iry-Ug-t’T ^
("Uzun cümleleri sever»®» v© btfİtadar uzun bir cümleyi yazmdktaiii|ş|d#ti*»şdi- | ği için Nahit Sırrı Beyi tebrik ederim, j Fakat herkesin bildiği: “Kedi yetişeme diği ciğere pis der” sözü dururken bu kadar zahmete ne lüzum vardı?)
î$ bu hâle dökülünce münekkit de ro- |
. . / ■ t
1
nekkitier, kendilerinin muvaffak olama dıkları sahalerde başkalarının muvaffak olmasını çekemezlermiş. Daima hiddetli vef Nahit Sim Beyin tabiri ile, “saldırı cı” olurlarmış!...
Allah böylelerinden bütün sanatkârla rı korusun; fakat, doğrusunu isterseniz, böylelerinden korkmağa hacet yok,çün- kü sayılan pek az olsa gerek, çünkü- ben, tenkitle uğraşanların çoğunu bildi ğim halde, böylesine hiç rasgelmedim. Bu nevi münekkit zannederim yalnız muharrirlere kendini gösteren bir haya lettir. Biz münekkitler de o hayaletten şikâyetçiyiz, hattâ muharrirlerden daha haklı olarak şikâyet ediyoruz, çünkü o hayalet zaman zaman her birimizin is mini alır, kıyafetine girer. Nahit Sim Beyi bilmem hangi isim ve kıyafetle ra hatsız etmiş, herhalde birçok romancı ve şairlerimize kendisini benim ismimle ta nıtmıştır. Artık o adamcağızlar da be nim birçok şairleri, muharrirleri pek be ğendiğimi unutarak " daima mütehev- vir ve saldırıcı”, "her muvaffakiyete, hattâ sadece her gayrete kızan” bir a- dam olduğuma hükmetmişlerdir!...
Münekkit " haleti - rubiyesi” nin bu kadar basit olduğunu bir an İçin farv.e- delim. Sanatın herhangi bir şubesinde muvaffak olamıyan bir kimsenin, muvaf fak olduklarını sananlarat " Yanılıyor sunuz!” demeğe hakla yok mudur ?
Şimdi hatırlıyorum, o münakaşayı va- dettiğim zaman Nahit Sırrı Beye edile cek başka bir sistemim vardı. Bir eseri
anlatan münekkitten, karilere rehberlik eden, yeni istidatları bulmağa çalışan münekkitten, hasılı “yaratıcı sanatkâr” a hizmete çalışan münekkitten bahsetmiş, fakat beni hepsinden ziyade alâka «fer e- den bir cinsten,an!atmak için değil, an-’> lamak için yazandan bahsetmemiş; Me- * selâ ben. Ekseriya düşündüklerimi bil dirmek için, ne düşündüğümü, ne düşün mem lâzım geldiğini anlamak için yaza rım. . .. Hem Nahit Sırrı Bey muayyen bir estetiği müdafaa için yazanlardan bahsi da unutmuş; halbuki münekkitler içinde en "interessant” lan onlardır.
Nahit Sırrı Beye, bunların hepsinden daha esaslı bir sitemim var: bir takım bayağı romanlarla şöhret kazanmış bir romancmuı günün birinde yüksek eser ler de vücude getireceğine inanıyor. Ben burada Pierre Benoit’nın herhangi bir e- serinin İyi veya fena olduğuna hüküm- vermek, yahut Paul Sonday’nin haklı veya haksız olduğunu söylemek istemi yorum, fakat Mademoiselle de la Ferte, Nahit Sırrı Beyin söylediği gibi, iyi bir romansa o muharririn öbür eserleri de hiç şüphesiz ki fena değildir;
ise öl ğişme
değişmez. Fakâf Başka bir gün bahse inekten korkuyorum.
ıh A TA